Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Deprem ve ötesi |
Elazığ’daki deprem, devletin işleyişinde etkinliğini bırakmamak için direnişini canhıraş bir şekilde ısrar ve inatla hâlâ devam ettiren “dayatma ve fitne ustası, ama hizmet fakiri” zihniyetin Türkiye’yi getirdiği hazin noktayı ve insanımıza neler kaybettirdiğini bir defa daha olanca dehşetiyle gözler önüne serdi. Oysa günlük hayatın her alanında, vaktinde çözülmediği için, zamanın hızlı akışı içinde yeni ve girift boyutlar kazanarak daha da kronik ve katmerli hale gelmiş asırlık problemlerimiz var. Herşeyden önce bunların çözümüne odaklanılması gerekirken bunun yapılmayıp, vaktiyle milleti dışlayarak elde edilen saltanat ve iktidarı ne pahasına olursa olsun devam ettirme anlayışının bir türlü aşılamaması, hem ülkeye zaman, enerji ve kaynak kaybettirdi, hem sorunları iyice ağırlaştırdı, hem de gelişmemize engel oldu. Said Nursî yüz sene önce teşhisi koymuştu: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır.” Bilhassa son asırlarda koyulaşan cehaletin, bilgisizliğin, fakirlik ve çaresizliğin, ihtilâf ve husumetlerin takatten düşürüp her alanda geri bıraktığı toplum yapısı, yine Bediüzzaman’ın çare olarak gösterdiği san'at, marifet ve ittifakla ıslâh edilip sağlığına kavuşturabilir ve problemlerini çözüp her alanda ilerlemenin yolunu açabilirdi. Doğru temeller üzerine bina edilmiş; vicdanın ziyası olan dinî ilimlerle aklın nuru olan modern fenleri aynı potada eritip kaynaştırarak hazırlanan eğitim müfredat ve programlarının uygulanması ile yürütülecek kapsamlı bir ilim ve eğitim seferberliği ile cehaletin kökünü kazıyabilir; Böyle bir eğitimle kalp ve dimağları aydınlatılmış fertlerden oluşan bir toplumda gerçekleşecek topyekûn, çok yönlü, çok boyutlu kalkınma hamleleriyle fakirliği ve çaresizliği bertaraf edebilir; Ve yine aynı temelde, aramızdaki ortak manevî bağlara dayanan kardeşlik duygularını vurgulayıp fiiliyata da aksettirerek samimî ve sarsılmaz bir dayanışma ve ittifakı tesis edebilirdik... Eğer bunları yapabilmiş olsaydık, hiçbir şekilde hiçbir kişi veya kurumun vesayetini kabul etmeyen, hürriyet şuuruna sahip bir toplum yapısı üzerinde, güçlü, defosuz bir demokrasiyi başarabilir; hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet modeli inşa edebilir; ideolojik dayatmalar yerine halkın reel sorunlarını çözmeyi ve hayat kalitesini sürekli yükseltmeyi amaçlayan hizmetkâr devlet anlayışını hayata geçirebilir; böylece gerçek anlamda bir model ülke haline gelebilirdik. Böyle bir ülkede ne binlerce can alan terör fitnesi olur; ne her gün trafik kazalarına yeni kurbanlar verir; ne adeta otomatiğe bağlanan grizu facialarında madencilerimizi kaybeder; ne küçük depremlerde bile çok sayıda insanımız vefat eder; ne seller herşeyi önüne katıp götürür; ne de küçük bir azınlık son derece lüks imkânlarla gününü gün ederken, milyonlarca insan çok zor şartlar altında, geçim sıkıntısı içinde kıvranırdı... Bunlar ya olmazdı, veya asgarîye inerdi. Zira dini de, dünyayı da bilen; hayatını ve davranışlarını, insanlarla, diğer varlıklarla ve tabiatla muhatabiyetini Allah’ın koyduğu prensip ve kanunlara uygun şekilde tanzim eden; hayatın her alanında âdetullah kanunlarına uygun davranan insanların şuur, dikkat ve disiplini, yapılan ve yapılacak herşeyde etkin ve belirleyici olurdu. Dolayısıyla, fay hattına ve dere yatağına bina ve yerleşim yeri inşa edilmez; binalar sağlam malzeme ve işçilikle, depreme dayanıklı olarak yapılır; imar planları tabiatla ve toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak hazırlanır; yollar, trafik kaosuna meydan vermeyecek şekilde planlanırdı. Makro planlar, medenî ve insanca bir hayatın istisnasız herkesin hakkı olduğu yaklaşımından yola çıkılarak tanzim edilir, yürürlüğe konurdu. Maalesef olamadı. “Din bizi geri bıraktı, hayatta en hakikî mürşid ilimdir” diyerek ülkeye hakim olan ceberut zihniyetin çarpık ve sakat politika ve uygulamaları, bizi bu noktaya getirdi. Bunu görürsek, çıkış yolunu da buluruz...
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |