Osman ZENGİN |
|
Demirden bina da yıkılır |
Geçtiğimiz Pazartesi sabahı namaz kıldıktan sonra içimize bir sıkıntı girdi. “Acaba herhangi bir şey mi oldu?“ diye TV’yi açmak fikri geldi, fakat vazgeçtik. Daha sonraları aldığımız bir haber üzerine baktık ki Elazığ’da 6 şiddetinde bir deprem meydana gelmiş. İlk tesbitlere göre, 40 civarında vatandaşımızın öldüğünü öğrendik. Böyle bir felâketin gelmesine üzüldük. Son zamanlarda memleketimizi bir bulaşıcı hastalık gibi kaplayan ve ilköğretim seviyesine kadar inen “fena ve kötü” halleri gördükçe içimiz sızlıyor. O rezil manzaraları müşahede ettikçe endişemizi belirtiyorduk. “Bu haller pek hayra alâmet değil. Allah muhafaza, ama yine bir âfâtın gelmesi muhtemeldir“ diyorduk. Biz kâhin değiliz, fakat özellikle geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerin işledikleri günahlardan dolayı olduğunu Kur’ân’ın bildirmesiyle biliyoruz. Gerçi Yeni Asya ekolünün geçmişinde bununla alâkalı bir kaydımız da var. Hani malûm büyük Marmara depreminden sonra, (28 Şubat kâbusunun üzerimize çöktüğü sisli günlerde) gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmed Kutlular’ın söylediği “Deprem İlâhî İkazdır” sözüydü o. Bu bir gerçeğin ifade edilmesiydi, ama bazılarının işine gelmediğinden bu görüşlere şiddetle karşı çıkıyorlardı. Anadolu’muzda meşhur bir söz vardır; “Başımıza taş yağacak“ diye. İşin sırrı oradadır. Biliyorlar da, hadiseye o şekilde bakmak istemiyorlar. Depremlerin çok iyi bir tahlilini yapan Bediüzzaman Hazretlerinin dediği şu söz, onların durumunu çok iyi anlatıyor: “…. Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhâfaza ve ehl-i îmânın intibahlarına mukabele ve mümânâat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acîb bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insâniyetten pişman eder…” Yani, nefis ve şeytanın yolundan gidenlerin derdi, o sapık mesleklerini muhafaza etmek için, Müslümanların uyanmasını, intibaha gelmesini istemiyorlar. Onun için de, onların uyanmasına vesile olacak söz ve hareketlerin şiddetle karşısına geçip, işin hatasını sadece iyi yapılmamış bina, fay hattı, v.s. gibi sebeplere istinad ettiriyorlar. Elbette Cenâb-ı Hak maddî sebeplere bağlamıştır bunları. Ama onlar da bir yere kadar. O, gücünü ve kudretini gösterdikten sonra, demirden de bina yapsan, isterse yerle bir eder. Nitekim, büyük Marmara Depremi sonrasında Yalova’da gördüğüm ve unutamadığım bir manzara bunu çok güzel izah ediyordu. Kooperatif şeklinde aynı müteahhidin yan yana yaptığı ve her şeyiyle aynı olan üç blokluk bir siteden ikisi yere batmış, biri ise fazla bir hasar görmemişti. Hülâsa; son günlerde, Ergenekon, vs. gibi şeylerle milletin zihnini meşgul edip, bizi içten yıkan, çocuklar seviyesine kadar inen bu ahlâksızlıkların ortaya çıkarılıp teşvik edilmesinin önü alınmalıdır. Yoksa İslâm beldesi olan vatanımızda yapılan bu hareketler iyi değildir. Allah, bu depremde ölenlere rahmet, geride kalanlara da yardım etsin İnşaallah. Bu tür âfâtların Kur’ân’da belirtildiği gibi; azgınlık ve taşkınlık neticesinde olduğu da unutulmamalıdır.
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Muktedir olmanın formülü bulundu mu? |
Herkesin malûmu, Başbakan Erdoğan ısrarla “erken seçim yok” diyor. Ancak “Başbakan’ın yazarlarına” bakınca, AKP seçim startını şimdiden vermiş gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Bu da her an baskın bir seçim kararı alabilme ihtimaline işaret ediyor. Siyasî partiler kendi görüşleri ve ideolojileri doğrultusunda icraat yapmak üzere iktidara gelmek için kurulurlar. Partiye üye olanlar ve aktif çalışanlar hep ortak bir ülkü ve amaç etrafında toplanmış insanlardır. Elbette seçim hazırlığı yapmaları ve her an seçim olabilecekmiş gibi çalışmaları tabiî karşılanır. Ancak Türkiye siyasetinde genelde daha seçimlerin ertesi gününden itibaren, bir dahaki seçimlerin planları yapılmaya başlanır. Sözgelimi seçilen bir milletvekili hemen “Acaba neler yapmalıyım ki; gelecek dönem de aday gösterileyim” diye düşünür. Keza hükümetler de iktidara geldikleri anda, vermiş oldukları sözleri yerine getirme telâşı yerine, “nasıl olur da kalıcı hale geliriz, nasıl olur da kadrolaşabiliriz, nasıl olur da koltuğu sağlamlaştırırız” endişesine kapılıyorlar… Bu ise siyasette hiç de etik olmayan bir duruşa işaret eder. Hizmet değil, koltuk sevdası… Türkiye’nin güzelim yılları hep bu anlayıştaki siyasetçiler sebebiyle heba olmadı mı? Sözgelimi bir yazar kalkmış şunları yazmış: “Yargı reformu yapılacak. Yeni anayasa yapılacak. Bunlar da öyle hemen bugünden yarına yapılabilecek işler değil. Bir süreç gerekiyor ve bu süreç kısa vadeli bir süreç değil. Peki AK Parti iki dönemdir tek başına iktidar, niçin bu sayılan ve yapılması Türkiye için olmazsa olmaz olan değişiklikleri yapmadı? Yapmadı değil, yapamadı! AK Parti hükümeti yeni yeni muktedir oluyor! Türkiye gibi statükocu, değişime direnen ve ideolojik devlet yapısında iktidarların muktedir olması pek kolay değil. AK Parti iktidarının ikinci dönemi ile başlayan süreçler devam ediyor. Bu süreçlerin sonuçlanması için de muktedir bir AK Parti’ye süre gerekiyor.” (Nuh Gönültaş, Bugün, 9 Mart 2010) Bu yazıdan anlaşılıyor ki, AKP seçmeninden üçüncü bir şans istiyor. Sayın Gönültaş da, yazısının son cümlesinde “Bir ağaç bile en az on senede meyve veriyor” diyerek buna işaret ediyor. Yani iki seçim dönemi geçecek ve üçüncü defa tek başına iktidara gelince bu ağaç meyve vermeye başlayacak… Bu biraz da Nostradamus kehanetlerine benziyor aslında. Ya da Recep İvedik’in “Ekinler baş vermeden, kör buzağı topallamaz” sözlerini çağrıştırıyor… Zira AKP bugüne kadar hep “umut tacirliği” yaparak süresini doldurdu. Acil Eylem Planları’nda “1 ayda, 6 ayda, 1 yılda” çözülmesi vaat edilen icraatların hiçbiri 8 senedir gerçekleştirilmedi… Özür dilerim, düzeltiyorum: “Gerçekleştirilmedi değil gerçekleştirilemedi… Yapmadı değil, yapamadı! İstedi, ama olmadı… Yani AKP’nin niyeti temizdi, ama nasip değilmiş…” Sanki yapmadı ile yapamadı arasında netice itibariyle bir fark varmış gibi… Şüphesiz bu da bir mazerettir. Seçmen sandık önüne koyulduğu zaman bunları da göz önünde bulunduracaktır. Benim asıl merak ettiğim şey ise, eğer AKP’ye üçüncü dönem de tek başına iktidar şansı verilirse önündeki engelleri nasıl aşacak? Hem iktidar, hem de muktedir olmanın bir formülünü mü buldu? Yoksa 2015 yılında Nuh Gönültaş’tan bu yazıyı tekrar okumak mı nasip olacak? Biri de zahmet edip bu sorulara cevap versin lütfen…
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Karşılaştırma yapmak öfke doğurur |
Kıyas etmek, karşılaştırma yapmak hayatımızın her alanına öylesine girmiş ki… Sadece çocuklarımızı değil kendimizi de başkalarıyla, yaptıklarıyla ve sahip olduklarıyla sürekli karşılaştırıyoruz. Eşimizi, çocuklarımızı, evimizi, eşyalarımızı, arabamızı hatta mutluluğumuzu bile bir diğerine göre, diğerine oranla değerlendiriyoruz. Kendi elimizdekiler ve yaptıklarımız hep daha az görünüyor. Başkasındaki her şey ise misliyle algılanıyor… Bu alışkanlığı çok küçük yaştan itibaren maalesef ki, yaşadığımız ve büyüdüğümüz çevre içinde öğreniyoruz. Anne babalar çocuklarını arkadaşlarıyla ve birbirleri ile sürekli karşılaştırıyorlar. Okul durumu ve ders başarısını diğer arkadaşlarına göre değerlendiriyorlar. “Arkadaşın yüz almış, sen neden yetmiş aldın”, “Kardeşin yemeğini yiyor, bak sen hâlâ bitirmedin” veya “Ablan odasını topluyor, ama sen çok dağınıksın” gibi söylemleri, çocuklar sık sık duyuyorlar. Bazen bu tutumun yanlış olduğunu bildiğimiz halde yine de söylüyoruz. Bu şekilde konuştuğumuzda daha hırslanıp, motive olacaklarını ya da harekete geçeceklerini düşünüyoruz. Arkadaşını ya da kardeşini onun gözünün önünde takdir ettiğimizde, övgüde bulunduğumuzda, onun da sevmediğimiz ve yakındığımız davranışlarının düzeleceğini umuyoruz. Bazen bunu o kadar çok yapıyoruz ki, yetişkin bir insan olup, kendi hayatlarını kurdukları zaman bile çocuklarımızı birbirleriyle kıyaslıyoruz. Onların birbirlerine olan olumlu duygularını zedelediğimizi fark edemiyoruz. Birbirleriyle kıyaslanan insanlar, kardeş bile olsalar birbirlerine öfke duymaya başlarlar. Aralarındaki samimî ve güvene dayalı ilişki, yerini rekabete ve kıskançlığa bırakır. Anne babanın gözünde daha değerli olma ve onay alma beklentisi, onları hayata ve birbirlerine karşı öfkeli yapar. Aynı şekilde evlilik sürecinde, eşimiz bizi bir diğer kişi ile kıyas etse ne hissederdik. Onun yaptığı yemeklerin daha güzel olduğunu ya da ne kadar becerikli göründüğünü söylese duygularımız nasıl olurdu. Aynı şekilde bir bayanın da eşini, eşinin yeteneklerini, çalışma düzenini, yaklaşımını ve tutumlarını kıyaslaması ona hissettirirdi dersiniz. Eminim ki, bu tarz yaklaşımlar hiç kimseye mutluluk ve enerji getirmemiştir. Sadece çok hırslı ve kıskanç yapıda olan insanlar için motive edici olmuştur, ama onların da yüreklerinde ağır yükler oluşturmuştur. Kıskançlıkla elde edilen başarı insanı ne kadar mutlu edebilir? Böyle bir başarıdan ne kadar haz alınabilir ki? Karşılaştırma yapmak, kendimizi başkalarıyla kıyaslamak bizi mutsuz ve tatminsiz eder. Bize verilen ve bizde olana dair farkındalığımızı azaltır. Elimizdekini göremez oluruz, aynı zamanda minnettarlığımızı da azaltır. Hep daha azmış, hep yetersizmiş gibi gelir. Bu ise, insanı mutsuz eder. Kronik bir hastalık gibi, üzerimize sinmiş bir hüznü ve tatminsizliği sürekli yaşarız. Belki de asrın insanının mutsuz olmasının bir sebebi de budur… İnsanın eski haliyle yeni halini kıyaslaması daha sağlıklı sonuçlar doğurur diye düşünüyorum… Eskiden nasıl biriydim, içimde neler değişti. Daha önceki olumsuz hallerimin ne kadarını terk edebildim. Yoksunluğunu çektiğim, olmasını beklediğim şeylerin ne kadar çoğu gerçekleşmiş aslında. Bana o zamanlar asla olmazmış gibi gelen şeyler ne kadar da kolay gelmiş, ne kadar da kolay verilmiş… Hayalini kurduğum birçok şey, ben bile fark etmeden, önüme konulmuş… Ben bunların ne kadarının farkına varabiliyorum? Minnettarlığımı O’na gösterebiliyor muyum? İçimde, yüreğimin en diplerinde sebepsiz mutluluklar yaşayabiliyor muyum? Kendimi sınırsız bir emniyet duygusunun kollarına bırakabiliyor muyum? Kendimi ve sahip olduklarımı diğerlerine göre kıyaslamadığım ve değerlendirmediğim zaman, bana gerçek özgürlüğü ve güveni hissettirecek olan bu duyguları daha çok yaşayabileceğime inanıyorum. Ne zaman ki, hayata kendi gözlüklerimin camından olumlu bakmayı öğrendiğimde, olayların ve elimdekilerin gerçek kıymetlerini daha iyi hissedeceğimi biliyorum. Kaybetmekten korktuklarımı, onları her an kaybetme riskine rağmen, hâlâ sevebilmeyi başarabildiğimde, büyümenin inanılmaz hafifliğini de yaşayabileceğime inanıyorum. Hayata nereden bakarsan, o da sana oradan seslenir.
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kerpiç değil, yığma taş |
Başbakan'ın deprem açıklaması dahil, dünkü gazete manşetlerinin hemen tamamında "kerpiç" ifadesi yer alıyordu. Elazığ yöresineki deprem ile ilgili olarak kocaman puntolarla yazılan "Kerpiç öldürdü" manşetleri, kocaman bir cehaleti açığa vuruyordu. Zira, usûlüne uygun şekilde yapılan kerpiç evler, 6 şiddetindeki bir depremle kolayca yıkılmaz. Nitekim, deprem bölgesinde yıkılan evlerin çoğunun kerpiçten değil, yığma taştan yapılmış olduğu, çekilen fotoğraflardan açıkça anlaşılıyor. Kerpiç denilen şey, kaliteli çamurla taze samanın yoğrulmasıyla elde edilen toprak tuğla demektir. İçinde taş, kum, çakıl olmaz. Kerpiç sadedir, muntazamdır, saman karışımından dolayı kısmî bir esnekliğe sahiptir. Bu esneklik, depremde yıkılmayı önler. Elazığ'ın köylerinde yıkılan ev görüntülerine baktık. İçlerinde çok az sayıda kerpiç evler var. Onlar da, ya çok eskimiş, ya da sağlam ve orijinal kerpiçten yapılmamış olanlardır. Bazıların da alt kısmı yuvarlak taş malzemesinden inşa edilmiş. Dolayısıyla, bölgede yıkılan evlerin çoğu, görebildiğimiz kadarıyla, kesme taş, kırma taş ve yuvarlak taştan yapılmış bol çamurlu arabesk yapılardır. Enteresan görüntüler arasında, yığma taştan yapılmış binaların yıkıldığı, sağlam kerpiçten yapılanların ise dimdik ayakta durduğu kareler de yer alıyor. Bu arada, betonarme evlerin de depremde çok az hasar gördüğü ve bu evlerde ölümlü felâketlerin pek yaşanmadığı gerçeğini görmüş, öğrenmiş bulunuyoruz. Haliyle, bu da bir imkân meselesi. Durumu iyi olan, imkânı yerinde olan köylüler, betonarmeden ev yapmışlar, davarları için ahır inşa etmişler. Bu da gösteriyor ki, depremdeki yıkım ve ölümlerin zahirî en önemli sebebi fakirlik, yoksulluktur. Bir başka sebep de cehâlet... Bilinçli bir yapılanma, kerpiçten de olsa yıkılmaz, can ve mal kaybına yol açmaz. Dolayısıyla, devlet ve hükûmet erkânı, suçu kerpiçe yıkacağına, fakirliğe ve cehalete bir çare bulsunlar. (Bu arada kendileri de "kerpiç" hakkında doğru bilgiye sahip olsunlar.) Ajanslardan gelen haberlere göre, deprem bölgesinde küçüklü–büyüklü sarsıntılar devam ediyor. Bilhassa, Rihter ölçeğine göre 5 ve üzerindeki şiddet boyutunda olan sarsıntılar neticesinde, yukarıda sözünü ettiğimiz yapıların yıkılacağı unutulmamalı. Bu acı ve fecî gerçeğe rağmen, fakir köylü ne yapsın? İmkânı olsa, evini, ahırını elbetteki sağlam, dayanıklı, kullanışlı inşa edecek. İmkânlar kısıtlı, bilgilendirme de yetersiz olunca, ne yazık ki acı gerçeklerle yüzyüze geliniyor. Netice itibariyle, devlet ilgililerine iki önemli vazife düşüyor: 1) Köylüyü bilinçlendirmek, önüne sağlam örnek projeler koymak; 2) Fakir köylülere maddî yönden destek sağlamak. Bu noktaları es geçip bütün suçu kerpiçte aramak, işin kolayına kaçmak, hatta sorumluluktan kaçmak demektir.
Tarihin yorumu 10 Mart 1920
Londra'da İstanbul'u işgal kararı
Londra'da toplanan İtilâf Devletlerinin (anlaşmalı galip devletlerin) dışişleri bakanları, İstanbul'un resmen işgal edilmesi ve Kuvâ–yı Millîye öncülerinin tutuklanması kararını imzaladı. (10 Mart 1920) Bu işgal ve tutuklama işinin başını İngiltere çekiyordu. Fransa, İtalya ve Yunanistan, Büyük Britanya'nın emir ve komutasında hareket etmeyi kabulleniyordu. Söz konusu toplantıda dikkat çeken bir başka nokta, Yunanistan Başbakanı Venizelos'un da zirveye katılmasıydı. Venizelos, İstanbul'un ardından Anadolu topraklarının da işgal edilmesi gerektiğini savunuyordu. Niyet ve maksatta anlaşmaya varan işgal güçleri, aldıkları kararı aynı gün İstanbul'daki İtilâf Devletleri Mümessillerine bildirdiler. Londra'nın kararını görüşmek üzere toplanan İstanbul'daki temsilciler, aynı doğrultuda ikinci bir karar aldılar. Bu dehşetli karar, altı gün sonra tatbik sahasına konuldu. 16 Mart (1920) sabahı Şehzadebaşı'ndaki karakola baskın düzenleyen işgal kuvvetleri, burada altı askerimizi şehit ettikten ve 16 askerimizi de yaraladıktan sonra, İstanbul'un tamamını işgal altına aldı. Bu fiilî işgal hareketinden hükümet, Meclis, basın–yayın, haberleşme gibi ülkenin kalbi ve can damarı hükmündeki bütün kurum ve kuruluşlar nasibini aldı. Aynı gün, yaklaşık 150 kadar subay, sivil bürokrat ile mebus tutuklanarak nezarete alındı ve bilâhare Malta'ya sürgün olarak gönderildi. İşgal kuvvetlerine yakalanmadan kaçmayı başaran mebusların çoğu ise, Ankara'nın yolunu tuttu. 23 Nisan'da toplanan mebuslar, burada yeni bir Meclis kurdu.
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Irkçılık damarı ve şeytan |
İnsanın, bilhassa gençlerin aldandıkları veya aldatılıp avlandıkları konulardan birisi de, “asabiyet, ırkçılık, menfî milliyet, milliyetçilik” damarıdır. Irkçılık belirli insan ırklarının varlığına, bunların eşit olmadığına, bâzılarının üstün olduğuna, üstün ırk olanların aşağı ırk olanları yönetme hakkı olduğuna inanan irticaî, yâni çağlar öncesine dayanan câhilî bir düşüncedir. Milliyetçilik; millî geleneğe, örf ve âdetlere uygun olmayan her şeyi, düşünceleri, müesseseleri, hareketleri, meslekleri reddeder. Ve her şeyi millî açıdan değerlendiren ve geleneğe uydurmayı hedef edinen siyasî ve içtimâî (sosyal) bir dünya görüşüdür. Nasyonalizm, millet mefhumunu ferd, âile, hattâ insaniyetten üstün tutar.1 Kur’ân’ın kesin olarak reddettiği ve tedâvi ettiği “cahiliye devrinden” kalma bulaşıcı bir hastalıktır. Şeytan ve sapıtmışların telkinleri asabiyet-i milliye/ırkçılık damarını tahrik eder.2Irkçılığın şeytânî bir düşünce olduğu, egoist bir anlayış taşıdığı, nefsânî bir lezzet verdiği muhakkak. Şeytan, kendisinin “ateşten”, Hz. Âdem’inse (as) “topraktan” yaratıldığını söyleyerek Hz. Adem’e (as) secde etmeyi reddetmişti.3 Kendisinin daha üstün ve hayırlı olduğunu ileri sürmüştü. Kur’ân; şeytanın insanlara düşmanlığını göstererek, ondan sakınmayı ders verirken, aynı zamanda gurur ve inadın neticesini de ibretli bir şekilde ortaya koymaktadır. Evvelâ şeytan, Allah’ın insanı üstün kılmasını hazmedemeyerek kendi üstünlüğünü iddiâ etmiştir. Allah insana, bütün yarattıklarının üzerinde kabiliyetler vermiş ve onun üstünlüğünü meleklere, ona secde etmelerini emretmek suretiyle göstermiştir. Şeytan; Allah’ın emrine isyanından dolayı tevbe etmesi gerekirken, isyanını müdafâa etmiştir. Sonra da bununla yetinmeyip, intikam almaya ahdetmiş, Allah’tan ise af ve mağfiret değil, intikam için mühlet talebinde bulunmuştur. Bu talebinin kabulü de, neticede onu şükre ve tevbeye sevk etmemiş, kin ve isyanını arttırmıştır. İşte, bir kimsenin, inad ve gurur sebebiyle, melekler seviyesinden şeytanlığa kadar alçalabileceğini gösteren bir ibret levhasıdır. Burada bir inceliğe önce dikkat çekelim: Milliyet ile milliyetçiliği karıştırmamak gerekir. Herkes bir millete, bir kavme, ırka mensuptur. Bu mensubiyet, yergi sebebi olmadığı gibi, övgü sebebi de olamaz. Ancak, kişi, kendi milletiyle, kavmiyle iftihar edebilir. Meselenin zararlı olan tarafı, “milletçilik!” yapması, kendi ırkını, milletini üstün görmesi; hak ve adalet meselesinde başkalarına kendi milletdaşını tercih etmesi ve milletine mensubiyeti başkasına karşı bir övgü ve onu yergi olarak kullanmasıdır. İnsan; başkasını hakir, basit gören; tarafgir davranmasına, haksızlık yapmasına, adaletten sapmasına yol açan bir “ırkçılık ve milliyetçilik” anlayışına sahip olamaz, olmamalı. Çünkü, övündüğü bu durum; kendi gücü, kuvveti, aklı, çabasıyla elde edilmiş bir husus değildir. Yâni, kendi milliyetini kendisi tayin etmemiştir, edemez. Neden övünme sebebi olsun ki!
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 314. 2- Mektûbât, s. 407. 3- Kur’ân, A’râf, 11-18.
10.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bediüzzaman’ın kötülük problemine bakışı - 1 |
Bloomington’dan okuyucumuz: “Şu sorulara cevap vermenizi istirham ediyorum. Bunu bizim Müslümanlığımızın gereği sayıyorum. Burada felsefe öğrencileri şu soruları soruyor: ‘Yaratıcı kendi elçilerine bile belâ vermiş, musîbet vermiş? Neden? Dünyada herkes çile çekiyor; masumu, mazlûmu, fakiri, suçsuzu, çoluğu, çocuğu, büyüğü, küçüğü. Şefkatli bildiğin ve herkesi seviyor dediğin yaratıcın bu çileleri neden çektiriyor? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?”
Felsefenin, “kötülük problemi”ni Eflâtun’dan beri tartıştığı ve bir çözüme de ulaştıramadığı bilinmektedir. İnsan hayatına ve mutluluğuna kast eden musîbetlere, belâlara, çile ve ıztıraplara ve gerek insanın ahlâksızlığı dolayısıyla olsun, gerekse maddenin kabiliyetsizliği veya tabiî bir gerekçeyle olsun her türlü zarar verici olaylara kısaca “kötülük” diyen felsefe, kötülüklerin neden var olduğunu hep sorgulamış, hattâ ateizm gibi bir takım uç akımlar da bu sorgulamadan doğmuştur. Dinlerde bu soruların cevabı vardır aslında. Ve dinlerin bu cevabı milyonları, milyarları tatmin ediyor. Meselâ dinler, felsefenin kötülük dediği problemlere “imtihan sırrı” diyor, “sabredilirse aşılır” diyor, “insanı kemâlâta yükseltir” diyor, “insanı gerçek mutluluğa ulaştırır” diyor, “insanı olgunlaştırır” diyor, “insanı günahlardan arındırır” diyor, “Allah’ın rızâsına kapı açar” diyor, “Allah’ın şefkatini celp eder” diyor, nihâyet “Allah’ın uyarısı ve ikazıdır” diyor. Yani semâvî dinlerde bu problem zaten aşılmış olduğu gibi, kimi ‘beşeri dinler’de bile bu problemin aşıldığını görüyoruz. Meselâ Budizm’de nirvanaya ulaşmak, yani gerçek mutluluğa ulaşmak çile ve ıztırap çekmeye bağlanmıştır. İslâmiyet’te zaten insanın ayağına bir diken batması bile günahlardan arınmasına ve Allah’ın şefkatinin celbine sebep teşkil eder. Musîbetlerin, çile ve ıztırapların perde önü ne kadar acı olursa olsun, isyan edilmediği sürece perde arkası sırf iyidir, güzeldir, rahmettir, şefkattir. Sabreden, Allah’ın mağfireti ile, Allah’ın rızâsı ile ve Allah’ın Cenneti ile müjdelenir. İslâmiyet’te bunlar sonsuz mükâfâtlardır ve bu mükâfâtların yanında dünyada çekilen geçici dert ve çileler devede kulak mesabesinde bile kalmaz! Demek felsefenin kötülüğü çözemeyişi aslında kendi düşüncesizliğinin problemidir. Ve kötülük problemini çözemeyen felsefe, onca çığırtkanlığına, onca gururuna, onca şatafatına rağmen, ne yazık ki, beşerin ortaya attığı dinlerden daha geriye düşmüştür! Böyle bir felsefeden ilham alan ateizm elbette dünyayı kötülüklerle sarılmış zannedecektir! Öyleyse şimdi Bedîüzzaman Saîd Nursî’yi dinleyeceğiz. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin kötülük problemine bakışını bir kaç maddede ele alalım: 1- Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, kötülüğü yaratmak “kötülük” değildir, kötülüğü kazanmak kötülüktür. Çünkü “yaratma” bütün sonuçlara bakar. Kazanmak ise husûsî bir ilişki iledir. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle netîceleri var ve hepsi de güzeldir. Bazıları tedbirsizliği ile yağmurdan zarar görse, “Yağmur bir kötülüktür” diyemez. Meselâ ateşin yaratılmasında çok faydalar var. Kimileri tedbirsizliği veya kötü tercihi ile ateşten zarar görse, “Ateşin yaratılması kötülüktür” diyemez. Çünkü ateş, yalnız onu yakmak için yaratılmamıştır. Fakat o, yemeğini pişiren ateşe elini sokmuş ve o dostunu ve hizmetkârını kendine düşman yapmıştır.1 Öyleyse Bedîüzzaman’a göre çok hayır ve iyilik için, az şer ve kötülük kabul edilmelidir. Eğer o az şer de gelmesin diye o çok hayırdan vazgeçilirse, o zaman çok büyük bir şer ve kötülük seçilmiş olur. Meselâ kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Hâlbuki görünüşte şerdir. Oysa parmak kesilmezse el kesilir, kol kesilir, nihâyet hayat elden gider; daha büyük şer ve kötülük olur. İşte kâinâttaki şerlerin, belâların, zararların, kötülüklerin, şeytanların ve muzır şeylerin yaratılmaları şer ve kötülük değildir. Çünkü her birisi çok mühim ve çok hayırlı neticeler için yaratılmışlar ve var edilmişlerdir. Söz gelişi, meleklere şeytanlar musallat olmadıkları için, yani meleklere göre kötülük olmadığı için yükseliş kaydetmezler, makamları sabittir, dereceleri değişmez. Kezâ hayvanlar şeytanın varlığından zarar görmedikleri için mertebeleri sabittir, eksiktir, yükselmezler. Oysa insanlık âleminde yükseliş ve alçalış mertebeleri sonsuzdur, sınırsızdır, hadsizdir. İnsanlar arasında tarihten günümüze kadar çok alçak ve çok kötü olanından, çok iyi, çok hayırlı ve çok faydalı olanına kadar değişik makam ve mertebelerde insanlar var ola gelmişlerdir. Çünkü insan iyilikleri çalışarak ve mücâdele vererek elde ediyor. Çalışması ve mücâdele vermesi için de insan bir “kötülerle ve kötülüklerle yarışma meydanında” yaratılmış bulunuyor. Bu kötülüklerden sıyrılması ve iyilikler merdiveninde yükselmesi için Allah insana hem güç ve istidat vermiştir, hem peygamber ve yol gösterici göndermiştir. Fakat diğer tarafa da kötülükleri koymuştur ki insan mücâdele verme görevini unutmasın, durmasın, tembelleşmesin, çalışsın ve bu kötülüklerden uzaklaşarak hayra ve iyiliklere ulaşsın, dünyada başarıyı yakalasın, âhirette Allah’ın rızâsına ve Cennete erişsin. Eğer insanların böylesine bir mücâdele ve çalışma ruhu, buna uygun bir dünya ortamı ve karşılarında buna uygun kamçı olabilecek mahiyette kötülükler olmasaydı, hayvanlar veya melekler gibi, makamları sâbit kalacaktı. Oysa Allah’ın murâdı, yükselen bir insanlıktır!2
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Nursî, Saîd Bediüzzaman, Mektûbât, Y.A. Neşr., Germany, 1994, s. 47; 2- a.g.e., s. 48.
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Dün müteahhit, bugün kerpiç mi? |
Elliden fazla kişinin ölümüne sebep olan yeni bir depremle daha sarsıldık. Pazartesi günü sabah saatlerinde meydana gelen depremden Elazığ’ın 6 köyü etkilendi. Deprem sonrası yapılan açıklamalarda suçlu olarak ‘kerpiç evler’ gösterildi. Bu vesile ile depremde vefat edenlere Allah’tan rahmet dilerken, yakınlarına da başsağlığı temennilerimizi sunuyoruz. Türkiye ne yazık ki deprem konusunda iyi imtihan veremiyor. Geçmiş yıllarda meydana gelen depremlerden sonra da çok söz işittik, ama bu sözlerin dertlere çare olmadığı görüldü. Bilhassa 1999’daki Marmara Depremi sonrasında ilk ve tek suçlu olarak müteahhitler gösterildi. Suçluyu ilân etmekle meselelerin çözüleceği düşünülüyor, ama gelişen hadiseler bunu doğrulamıyor. Gerçekten de depremin simgesi hâline gelen bir müteahhit tutuklandı, hapse mahkûm edildi. Peki, deprem sebebiyle meydana gelen ölümler sona erdi mi? Tabiî ki hayır. Çünkü temelde yatan problem çözülmedikten sonra bir iki kişiyi mahkûm etmekle mesele hallolmaz. Elbette müteahhitlerin kabahati vardır, ama o müteahhitler o ‘çürük’ binaları nasıl yapabildiler? Kim onların bu hatasına göz yumdu? Göz yumanlar da en az müteahhitler kadar sorumlu olmaz mı? Bugüne gelirsek, Elazığ depremi sonrası bütün medya işbirliği yapmışcasına suçlu olarak ‘kerpiç’i gösteriyor. Bu teşhiste Başbakanın açıklaması da her halde etkili olmuştur. Kerpiçin de suçu olabilir, ama acaba başka suçlular da yok mu? Kerpiç evler bile kurallarına uygun olarak yapılmış olsaydı belki de bu kadar ölümlere sebep olmazdı. Demek ki, her konuda olduğu gibi ‘kerpiç ev’ yapma konusunda da kural ve kaidelere uyulmuyor. Bu ve benzeri hadiselerde asıl sorumlunun ‘sistem’ olduğunu görmeliyiz. Diyelim ki ‘kerpiç ev’ günümüz şartlarına uygun değil. O halde ‘sistem’ bu yanlışı düzeltmek için niçin elini taşın altına koymaz? Niçin köyde yaşayanlara bu konu anlatılmaz ve daha sağlam evler yapmaları istenmez? Geçmiş depremleri ve zayiatları bir yana bıraksak bile, bundan sonra meydana gelecek muhtemel depremler için tedbirleri bugünden almak gerekmez mi? Dün müteahhitleri, bugün kerpiçi suçlu gösterdik; yarın kimi suçlu göstereceğiz? Konuyu değerlendiren uzmanlar başta İstanbul olmak üzere diğer büyük şehirlerin de depreme dayanıklılık bakımından iyi noktalarda olmadığını ifade ediyorlar. Hatta İstanbul’un yarısının yıkılıp yeniden yapılmasını teklif edenler var. Aynı şekilde başka şehirler de dikkate alınırsa, deprem konusunda binalarımızın ‘sağlam’ olmadığı ortada. O halde depreme karşı tedbir arayışı gündemin ön sıralarında olması gerekmez mi? Türkiye’yi idare edenlerin yapması gereken ilk iş, Türkiye’nin sahip olduğu bütün yapı stoğunu depreme dayanıklılık noktasından elden geçirmek olmalı. Sonra da bunların mümkün ise sağlamlaştırılması, değilse yıkılıp yerlerine yenilerinin yapılması gerekir. Keşke bunu vatandaş yapabilse. Ama fukaralığa sürüklenmiş, evine ekmek götürmenin derdinde olan köylünün bunu yapmasını beklemek gerçeklerle örtüşmez. Müteahhitler ve kerpiçlerden önce suçun ‘sistem’de olduğunu görelim...
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Çözümsüzlüğün çaresi… |
Türkiye’nin değişmeyen gerçek ana gündemi demokratikleşme ve ekonomik kriz. Başta “demokratik açılım” olmak üzere diğer “açılımlar”ın başarısı da buna bağlı… Deprem de olsa, stratejik müttefik ABD’den Türkiye’nin aleyhine peşpeşe “soykırımı isnatları” da çıksa, Türkiye’nin önünde başta yargı reformu, siyasetin demokratikleşmesi, hak ve özgürlükler olmak üzere bir dizi hayatî reform bulunuyor.Zira problemleri ve krizleri aşmanın birinci şartı, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesinden geçiyor. Doğru bir demokrasi ve özgürlükler olmazsa diğer önemli konular ne kadar sahici de olsa sathî kalıyor… Ne var ki “darbe anayasası” yerine ikame edilecek demokratikleşmenin birinci şartı olan “sivil demokratik anayasa”yı resmen rafa kaldıran iktidarın, sekizinci yılında hatırladığı “anayasa değişikliği” ve “yargı reformu”nun dar ve kısıtlı “mini paket”le kalması, yine peşinen “dağ fare doğurdu” yorumlarına yol açıyor. Gerilimsiz bir ortamda yargının sorunlarına ilişkin yapılması gerekenlerin yapılamadığını belirten Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, “Sorunları çözmesi gerekenler de yargı reformunu ancak siyasî kavgaların ve siyasî sonuçların sıcak ortamında hatırladılar” sözü bu açıdan dikkate değer. Şurası muhakkak ki “AKP’nin kapatılması dâvâsı”nda kapatmaya karşı oy kullananlar arasında olan ve partinin “laiklik eylemlerin odağı olduğu”na tek başına “itiraz şerhi” koyan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın tespitlerinin siyaset üstü olduğunda herkes hemfikir… “BEN YAPTIM, OLDU’YLA OLMAZ!” Gelinen noktada ani bir kararla Başbakan’ın Mart sonuna kadar Meclis’e getireceklerini söylediği ve henüz muhtevası bilinmeyen “Anayasa değişiklik paketi”nin oldukça yetersiz kalacağına dair işâretler, bu değerlendirmeleri doğruluyor. Kılıç’ın ‘’Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi”nin açılış konferansında dikkat çektikleri, oldukça önemli. Türkiye’nin müzâkere sürecinde olduğu AB’nin “olmazsa olmazlar”ın başında saydığı siyasî kriterlerin başında gelen siyasî partiler ve seçim yasasının, “partilerin kapatılmasının zorlaştırılması”yla ve bir tek “Türkiye milletvekilliği”yle sınırlandırılıp geçiştirilmesi, başta “seçim barajı”nın tâdili ve “tercih sistemi” olmak üzere, siyasetin demokratikleşmesinin savsaklanması, bunun açık örneği… Bunun içindir ki “Anayasa reformu konusunda tam uzlaşma olmalı. Kurumların değil suçluların üzerine gidilmeli” diyen Kılıç’ın süregelen sorgulamalar ve yargılamalar hakkında “Delilsiz tutuklamalar uzatılırsa insan hakkı ihlali doğar” ikazıyla “tüm hassasiyetleri dikkate alan bir geniş uzlaşma ortamı şart” uyarısı, bu süreçte büyük anlam taşıyor. “Ben yaptım oldu” yaklaşımının ortamı germekten ve sorunları çözümsüzlüğe itmekten başka bir işe yaramadığını belirten Kılıç’ın, ülkenin ihtiyacı olan ciddî anayasal reformunun geniş uzlaşma ortamıyla hazırlanmasını önerip, aksi halde “yargı reformu” ve “Anayasa değişikliği”nin önlerine geleceği yönündeki sözleri, bu haliyle “mini paket”in sonunun sinyallerini veriyor…Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bu hususu, “hazırlanış şekli yanlıştı, gece yarısı geçirilen bu hali ile olmaz” dediği ve Mahkeme’nin iptal ettiği “askerlerin sivil mahkemede yargılanması ile ilgili değişiklikte de bozan o kararı”yla nazara vermesi, sözkonusu yasal metin ve düzenlemelerin de çok iyi yapılmaması halinde yeniden Anayasa Mahkemesi’nde geri döneceğinin örtülü ifâdesi… “BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI”NA YASA YANLIŞLIĞI… Aslında Kılıç’ın, Başbakan’ın İspanya’da “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla hiç gereği olmadığı halde yasadışı başörtüsü yasağını anayasayla kaldırma çelişkili vâhim yanlışlığıyla açıklaması, AKP siyasî iktidarının “anayasa değişikliği” ve “yargı reformu”ndaki temel hataya açık bir misal oluyor. Ve Türkiye’nin gerçeğini ortaya koyuyor. Haşim Kılıç, “Bazı kavramlar ve sorunlar vardır. Türban meselesi de bunlardan biridir. İnsan hakları meselesidir, çözülmelidir. Ama yasa ile değil; toplumlar yaşayarak, zamanla bunu kendi içinde çözmelidir. Eğer, ‘Hayır hayır benim gücüm var, ben de uygulattırırım’ derseniz, sadece o işi çözümsüz hale getirirsiniz. Toplumu kamplara bölersiniz. Durum ona gelmedi mi?” diye soruyor. “Bakın, türban ile ilgili düzenleme de, Türkiye’nin çözmesi gereken bu sorunda iş yine çözümsüzlüğe geldi dayandı. Burada üniversite rektörlerine inisiyatif bırakılabilirdi” diyen Kılıç, başta Yeni Asya olmak üzere sağduyu çevrelerin öteden beri özellikle yasasız başörtüsü yasağı dayatmasında yasa çıkarmanın yasağı daha da azdıracağı temel tezini te’yid ediyor. Doğrusu, AKP siyasî iktidarının yanlış teşhisleri, salt siyasî ranta ve günübirlik sandıkta oy devşirmeye dayalı “seçmene selâm” emr-i vakileri, kamuoyunu oyalamaktan, uzlaşmaya ağır hasar vererek gerginlikleri azdırıp çözümsüzlüğü derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Çözümsüzlüğün çâresi, demokratikleşmenin ve reformların öncelikle politik hesaplardan uzak samimiyet ve uzlaşmada. Aksi halde, Anayasa Mahkemesi’nin “peşin çağrısı”nda bildirdiği gibi, demokratikleşme, özgürlükler ve yargı reformu yine akim kalır…
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İnsansız uçaklar Afganistan’da insanlığı vuruyor! |
Amerika’nın insansız uçakları, Afganistan ve Pakistan’da ölüm saçmaya devam ediyor. Amerika’daki ve Afganistan’daki üslerden kontrol edilen bu uçaklar, çoğu kez sivilleri vuruyor. ABD ve müttefikleri bu sayede zayiatlarının azaldığı ile övünüyorlar. Bu yıl Amerika geleneksel savaş uçaklarından daha fazla parayı bu uçaklara yatıracak. Peki masum siviller ne yapacak? Önce istihbarat topluyor Amerikalılar. Taliban veya el Kaide militanlarının bulunduğu iddia edilen bölgeleri tesbit ediyorlar. Sonra da gönderiyorlar bir çok insansız uçağı belirlenen bölgeye. Pakistan’ın hava sahasının ihlâl edilmesi, gönderilen bölgelerin yoğun sivil yerleşimlerine sahne olması, istihbaratın yanlış olması ihtimali umurlarında olmuyor. Sonuçta bir çok masum can veriyor görmedikleri bir düşmanın ateşiyle. Yedi CIA ajanının öldüğü intihar bombasının patladığı Chapman üssü de işte bu 21. yüzyılın ateş kusan canavarları için istihbarat toplandığı yerdi. Şimdi Almanlar da İsrail’de eğitilmiş pilotların uzaktan kumanda edeceği Heron 1’leri Afganistan’a gönderiyor. Biraz da onlar öldürecekler ne işleri olduğu bilinmeyen bir ülkenin masum vatandaşlarını. Yalnızca 3 Şubatta Pakistan’a yapılan saldırıda 18 masum sivil öldü. Bu bir ay içindeki onüçüncü insansız uçak saldırısıydı. 24 şubatta ise 5 kişi daha öldü. Teknolojiyi hayırlı işlerde kullanmak yerine savaşta kullanıyor Batılılar. Halbuki ilk kullanım amacı geniş tarlaların ilâçlanmasıydı. Bu yeni gözde savaş silâhı konusunda Newsweek farklı bir soru soruyor: “Günün birinde yabancı insansız uçaklar ABD’ye saldıracak mı?” Amerikalıların şu ana kadar kendilerine hiç sormadıkları bir soru bu. Teknolojinin ellerinde olduğuna güvenerek, kendilerini dokunulmaz hissederek, acımasızca kullandıkları bu silâhın geri tepebileceğini hiç düşünmüyorlar. İşte dergi bu tehlikeye dikkat çekerek, kibirli süpergücü uyarıyor. Halen en az 40 ülke insansız uçaklara sahip. Bildiğiniz gibi Türkiye de İsrail’den insansız uçak Neronları geç ve sorunlu da olsa teslim aldı. Amerika ise daha gelişmiş Predator’lar yerine Neronları almamıza kızmışlardı. 183 milyon dolarlık bu ihaleyi alan İsrail, ‘one minute’e tepki olarak uçakları geciktirmesi onları mutlu etmiştir mutlaka. Türkiye’nin amacı Amerika’dan farklı olarak yalnızca terörist faaliyetler konusunda istihbarat toplamak. Aslında Türkiye’de de insansız uçak projeleri yapılıyor. Bu ölümcül silâhın en kötü yanı çok kolay imal edilebilir olması. Hızla gelişen bu savaş teknolojisi; bu çağın en etkin silâhı olma yolunda. Newsweek bu silâhın kolaylıkla terörist grupların eline geçebileceğini ve bir süre sonra Amerika’ya bu tür uçaklarla yapılacak bir saldırıya bu ülkenin hazır olmadığını duyuruyor. Umarız Amerika, Afganistan’daki savaşı insansız canavar uçaklarla değil, oradaki insanların kalplerini fethederek kazanacağını kısa sürede anlar. Atılan her bombanın, kendisine düşmanlık, beddua ve kin olarak döneceğinin farkına varır.
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Deprem ve ötesi |
Elazığ’daki deprem, devletin işleyişinde etkinliğini bırakmamak için direnişini canhıraş bir şekilde ısrar ve inatla hâlâ devam ettiren “dayatma ve fitne ustası, ama hizmet fakiri” zihniyetin Türkiye’yi getirdiği hazin noktayı ve insanımıza neler kaybettirdiğini bir defa daha olanca dehşetiyle gözler önüne serdi. Oysa günlük hayatın her alanında, vaktinde çözülmediği için, zamanın hızlı akışı içinde yeni ve girift boyutlar kazanarak daha da kronik ve katmerli hale gelmiş asırlık problemlerimiz var. Herşeyden önce bunların çözümüne odaklanılması gerekirken bunun yapılmayıp, vaktiyle milleti dışlayarak elde edilen saltanat ve iktidarı ne pahasına olursa olsun devam ettirme anlayışının bir türlü aşılamaması, hem ülkeye zaman, enerji ve kaynak kaybettirdi, hem sorunları iyice ağırlaştırdı, hem de gelişmemize engel oldu. Said Nursî yüz sene önce teşhisi koymuştu: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır.” Bilhassa son asırlarda koyulaşan cehaletin, bilgisizliğin, fakirlik ve çaresizliğin, ihtilâf ve husumetlerin takatten düşürüp her alanda geri bıraktığı toplum yapısı, yine Bediüzzaman’ın çare olarak gösterdiği san'at, marifet ve ittifakla ıslâh edilip sağlığına kavuşturabilir ve problemlerini çözüp her alanda ilerlemenin yolunu açabilirdi. Doğru temeller üzerine bina edilmiş; vicdanın ziyası olan dinî ilimlerle aklın nuru olan modern fenleri aynı potada eritip kaynaştırarak hazırlanan eğitim müfredat ve programlarının uygulanması ile yürütülecek kapsamlı bir ilim ve eğitim seferberliği ile cehaletin kökünü kazıyabilir; Böyle bir eğitimle kalp ve dimağları aydınlatılmış fertlerden oluşan bir toplumda gerçekleşecek topyekûn, çok yönlü, çok boyutlu kalkınma hamleleriyle fakirliği ve çaresizliği bertaraf edebilir; Ve yine aynı temelde, aramızdaki ortak manevî bağlara dayanan kardeşlik duygularını vurgulayıp fiiliyata da aksettirerek samimî ve sarsılmaz bir dayanışma ve ittifakı tesis edebilirdik... Eğer bunları yapabilmiş olsaydık, hiçbir şekilde hiçbir kişi veya kurumun vesayetini kabul etmeyen, hürriyet şuuruna sahip bir toplum yapısı üzerinde, güçlü, defosuz bir demokrasiyi başarabilir; hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet modeli inşa edebilir; ideolojik dayatmalar yerine halkın reel sorunlarını çözmeyi ve hayat kalitesini sürekli yükseltmeyi amaçlayan hizmetkâr devlet anlayışını hayata geçirebilir; böylece gerçek anlamda bir model ülke haline gelebilirdik. Böyle bir ülkede ne binlerce can alan terör fitnesi olur; ne her gün trafik kazalarına yeni kurbanlar verir; ne adeta otomatiğe bağlanan grizu facialarında madencilerimizi kaybeder; ne küçük depremlerde bile çok sayıda insanımız vefat eder; ne seller herşeyi önüne katıp götürür; ne de küçük bir azınlık son derece lüks imkânlarla gününü gün ederken, milyonlarca insan çok zor şartlar altında, geçim sıkıntısı içinde kıvranırdı... Bunlar ya olmazdı, veya asgarîye inerdi. Zira dini de, dünyayı da bilen; hayatını ve davranışlarını, insanlarla, diğer varlıklarla ve tabiatla muhatabiyetini Allah’ın koyduğu prensip ve kanunlara uygun şekilde tanzim eden; hayatın her alanında âdetullah kanunlarına uygun davranan insanların şuur, dikkat ve disiplini, yapılan ve yapılacak herşeyde etkin ve belirleyici olurdu. Dolayısıyla, fay hattına ve dere yatağına bina ve yerleşim yeri inşa edilmez; binalar sağlam malzeme ve işçilikle, depreme dayanıklı olarak yapılır; imar planları tabiatla ve toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak hazırlanır; yollar, trafik kaosuna meydan vermeyecek şekilde planlanırdı. Makro planlar, medenî ve insanca bir hayatın istisnasız herkesin hakkı olduğu yaklaşımından yola çıkılarak tanzim edilir, yürürlüğe konurdu. Maalesef olamadı. “Din bizi geri bıraktı, hayatta en hakikî mürşid ilimdir” diyerek ülkeye hakim olan ceberut zihniyetin çarpık ve sakat politika ve uygulamaları, bizi bu noktaya getirdi. Bunu görürsek, çıkış yolunu da buluruz...
10.03.2010 E-Posta: [email protected] |