Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Askerden beklenen |
Org. İlker Başbuğ’un “Yeter yahu, gerekenler yapılmazsa biz de elimizdeki bilgileri açıklarız” çıkışı, eski dönemlerden farklı olarak fazla destek bulmadı, aksine eleştirildi. Genelde siyasetçilerin kullandığı “Konuşursam yer yerinden oynar” söylemini andıran sözlerin, aynı mülâkatta “Ben devlet adamıyım” da diyen Genelkurmay Başkanından sâdır olması, “Devlet adamı şantaj yapmaz” tepkisine yol açtı. Bu, işin bir yönü. Diğer cihetinde ise, ülke gündeminin bilhassa irtica konusuyla ilgili olarak asker ve onun kontrolündeki istihbarat çıkışlı, çoğu asılsız ve düzmece raporlarla manipüle edilip saptırıldığı günlerin artık geride kaldığı gerçeği var. Gerçek şu ki, cumhuriyet ilân edilip bu isim altında bir tek parti diktasının tesis edildiği günden itibaren, devlet güdümündeki basın özellikle “irtica” tehdidine karşı kurgulanıp kullanıldı. “Gerici” yaftası vurulan dindarlar, her fırsatta kötülenip aşağılandı. Menemen olayı, Ticanîler, Ahmet Emin Yalman’a suikast girişimi gibi provokasyonlar ise, o şartlarda herşeye rağmen dine hizmet etmek isteyen insanları baskı altına alıp sindirmek ve etkisiz hale getirmek için kullanıldı. O devirlerle ilgili olarak dilden dile dolaşan ilginç bir anekdotu hatırlayalım: Müftünün keçisi çalınıyor, ama “Müftü keçi çaldı” diye yazılıyor. 1950 öncesindeki 27 senelik tek parti devrinde böyle olduğu gibi, derin bürokrasinin yine o zihniyetle çalışmaya devam ettiği çok partili demokrasi döneminde de baskılar nisbeten hafiflemekle beraber tamamen nihayete erdirilemedi. Buna paralel olarak, resmî ideoloji güdümündeki basının irtica eksenli karalama, aşağılama ve suçlama kampanyaları fasılasız devam etti. İhtilâl dönemlerinde ise iyice saldırganlaştı. Bu noktada, 27 Mayıs sayesinde bir kez daha oturma imkânı bulduğu Başbakanlık koltuğunda kendisine getirilen solcularla ilgili istihbarat raporlarını geri çevirip “Bana Nurcuların dosyalarını getirin” diyen İsmet İnönü’nün tavrı, bakış açısını ortaya koyan son derece tipik bir örnek. Basındaki yayınlar da bu bakış açısına göre şekillendi. Yayın organlarına servis yapılan irtica konulu haber ve iddialar hep gündemde tutuldu Bu çeşit haberlerin, hattâ bunlara konu olan kişi ve olayların çoğunlukla tertip ve mizansen ürünü olduğunu ayan beyan gözler önüne seren en tipik örnekler 28 Şubat sürecinde sergilendi. Aczmendilerden Müslim Gündüz’e, Fadime Şahin’den Ali Kalkancı’ya, o günlerde gündeme getirilen ne varsa, hepsinin ardında derin organizasyonların yer aldığı ayan beyan ortaya çıktı. Ergenekon iddianamelerine akseden belge ve bilgiler, bu tertiplerin arkaplanını açığa çıkardı. Böyle olunca, işin içyüzünü iyice görme imkânı bulan millet, öteden beri zaten güvenmediği bu çeşit haberleri hiç ciddîye almamaya başladı. “İliştirilmiş” basın organları ve onları yönlendiren perde gerisi aktörler de durumun farkına varınca, eski usullerle sonuç alabilmenin artık mümkün olmadığını görerek, taktik ve yöntem değiştirme ihtiyacı duydular. Ama görünen o ki, hâlâ bulabilmiş değiller. (Buna karşılık, nüfuz edebilecekleri bir boşluk bulmak için hazır halde pusuda bekleyen uluslararası komiteler, suret-i haktan görünmeyi de ihmal etmeden, sinsi ve dessas tuzaklarla harekete geçmiş durumda ki, buna dair konuları da zaman zaman işliyoruz.) Sonuç olarak, gelinen noktada, Başbuğ’un “Biz de bildiklerimizi açıklarız” çıkışının fazla yankı bulmamasının gerisinde böyle bir birikim var. Bu itibarla, Genelkurmay’dan beklenen, yine Başbuğ için yabancı diplomat ve askerlere atıfla yapılan “Özel sohbetlerde Türkiye’nin hızla değiştiğini, toplumun artık daha fazla sorgulayıcı, daha bilinçli olduğunu teslim ediyor. TSK’nın da değişime ayak uydurması gerektiğini vurguluyor” (Amberin Zaman, Taraf, 12.2.10) tesbitine uygun yaklaşımları kurumsallaştırarak bundan sonraki çizgisini buna göre dizayn etmesi. Akıntıya kürek çekmenin anlamı var mı?
23.02.2010 E-Posta: [email protected] |