23 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nurullah AKAY

Fitne ve fesat nereye kadar?


A+ | A-

Birer insan olmamıza rağmen insanların bu dünya hayatına verdikleri zararın ve ziyanın farkındayız. Biliyoruz ki hemcinslerimiz insanların fitne ve fesatları olmasaydı güzellikler çirkinlikleri bastırır, dünya çok daha huzurlu bir ülke olurdu. Ama insanlar fitne ve fesatlardan kendilerini arındıramamaktadır ne yazık ki... Diğer taraftan ise, insanların dışındaki varlıklarda fitne ve fesat emareleri görülmemekte, bozgunculuk onların kitabında bulunmamaktadır.

Kâinat, en güzel mahlûk olan insan için yaratılmasına rağmen, bir kısım insanlar bu büyük değer verilişin hikmetini bilmemekte ve sorumsuzluklarıyla kendilerini yeryüzündeki bütün varlıklardan daha kıymetsiz bir hâle getirmektedirler. Bu durum ilk bakışta vicdanlarda büyük eziklikler meydana getirmektedir. Diğer varlıklardan farklı olan düşünce melekemizi devreye soktuğumuz zaman karşımızda hayatın gerçekleri daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Kâinatın Yaratıcısı olan Rabb-i Rahim yaratılış âleminde her şeyi en mükemmel bir adaletle idare etmektedir. Kudreti nihayetsiz Yaratıcı başta insan olarak, yaratılan bütün mahlûkatta çok hikmetler yerleştirmiştir. Meselâ Resuller ve kitaplarla insanlara emredilenlerde ve nehyedilenlerde en ufak bir adaletsizlik ve hikmetsizlik bulunmamaktadır.

Âlemlerin Rabbinin yapılmasını emrettiği fiillerin bu dünya hayatında da insan ve diğer varlıklara büyük faydaları bulunmaktadır. Yasaklanan hareket ve davranışların da varlıkların dünya hayatına büyük zararları vardır. İmtihanı kazanmanın kolay olmaması gereği olarak bir kısım insanlar yolunu şaşırmakta, hem kendi hayatlarına hem de diğer varlıkların dünya hayatına büyük zararlar vermektedirler.

Böylece bir kısım insanlar kendilerine verilen değerin farkına vararak kendisine yakışır bir hayat yaşamaya çalışmakta, bir kısım da farkında olmamanın sonucunda insan olmanın manevî zenginliğinden gittikçe uzaklaşmaktadır. Bu durumu imtihan gerçeğinden başka bir şey izah edememektedir.

Hâlık-ı Kâinat insana verdiği büyük değerin karşılığını istiyor. Tanınmak, şükredilmek istiyor. İnsana verdiği mükemmel duygularla, kendisinin Kadir-i Mutlak olduğunu anlamasını istiyor. İnsanın, acizliğinin ve fakirliğinin farkına varmasını ve sadece bir kul olduğunu bilmesini istiyor.

Dünyamızda meydana gelen ve aklı başında olan insanları hayrette bırakan hadiselere baktığımız zaman başka ne düşünebiliriz ki? Üstesinden gelmekte aciz olduğumuz problemlerin halli başka hangi anlayışla mümkün olabilir? Yaratılışın sırrını anlamak istemeyenler, Kâinatın Sultanını tanımak istemeyenler önlerinde yığınla duran problemlerini çözemediler ve çözemeyecekler şüphesiz.

Ama insan merkezli dünya hayatının yaratılış sırrını Kâinatın Yaratıcısı olan Rabbimizi bulmakla çözdüğümüzde, imtihan gerçeğiyle yüzleşiyor, ipleri Kâinatın Rabbinin elinde olan olaylardan dolayı sakinleşme sürecine giriyoruz. Aksi takdirde olaylar insanın ruh, akıl ve kalp gibi önemli duygu merkezlerinde büyük tahribatlar meydana getirmektedir.

Henüz bozulmamış bir insan fıtratında bilhassa insana karşı yapılan cinayetlerin anlamını bulabilmek mümkün olabilir mi? Olamaz elbette... İçinde iyilik ve kötülüğü ayrıştıran vicdan bulunan bir hayatta, yeryüzünde insanlar eliyle yapılan zulümlerin haklılığını ifade edebilmek de mümkün değildir.

Yaratılışın insanî modundan henüz ayrılmamış hiçbir insanın yeryüzünde işlenen zulüm ve cinayetlerden hoşnut kalması ve azap duymaması mümkün değildir. Şeytanî yönlendirmelerin etkisiyle fitne ve fesatlara âlet olanlar bile yaptıklarını vicdanlarına kabul ettirmekte büyük zorluklar çekerler.

Bozgunculuğa, fitne ve fesatlara bulaşanlar ya vicdanlarını günah kirleriyle ses çıkaramaz bir hâle getirecek veya vicdandan yükselen ikâz sesleriyle kendine gelmek zorunda kalacaklardır. Bu sebeple biz insanlar gerçekten çok ciddî, kazanmak veya kaybetmek problemleriyle karşı karşıyayız...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kötü alışkanlık ve bağımlılıklardan kurtulmanın yolları


A+ | A-

Behlül Dâna, boş olduğu bir zamanda, Harun Reşid’in tahtına oturur. O sırada vezirler gelir, onu orada görünce biraz hırpalar, hafifçe döverler. O da feryad ü figân ile ağlamaya başlar.

O sırada Harun Reşid çıka gelir:

“Niçin ağlıyor, ne oldu buna?” diye sorar.

“Tahtına kurulmuştu, hafifçe dövdük, ağlamaya başladı!”

İleri atılan Behlül:

“Hayır, ben onun için ağlamıyorum. Ben ömrümde bir sefer tahtına çıkıp oturdum diye beni bu kadar dövdüler. Ya sen ne kadar dayak yiyeceksin? İşte buna ciğerim yanmış da onun için ağlarım!”

***

Tuhaf asırdaşlarız. Zararı zarar bildiğimiz halde bile bile girer; geçici zevk ve lezzet uğruna kötü alışkanlıklar pençesine düşer; kıvranırız. Tedâvi için de çırpınır; koşuşturur; milyarlarca lira masraf eder; paha biçilmez zamanımızı harcarız.

Alışkanlık ve bağımlılıklar nâdir de olsa tıbbî tedbir ve ilâçlarla tedâvi edilebilir. Ne yazık ki, onların da yan etkileri var ve bağımlılık yaparlar! Oysa; kötü alışkanlık ve bağımlılıklardan ancak; ebedî hakiketleri özümseyip; sağlam karakter, kişilik kazanıp; korku, endişe ve üzüntüleri yok ederek kurtulabiliriz. Meselâ, hayvanlar gibi sadece şimdiki zamanla müptelâ ve meşgul olmadığımızdan; gelecek korkusuna, geçmişin kederine ve şimdiki zamanın elemlerine maruz kalırız.1 İşte alkol, uyuşturucu; bu üç zaman boyutlarını aşıp; endişe, korku, acı ve problemlerin olmadığı toz pembe bir dünyaya uçmak için alınır.

Halbuki; bunlardan kurtulmanın çok kolay, kestirme, ucuz, yan etkisiz ve mükemmel bir yolu vardır: Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğuna, meleklerin her tarafta bulunduğuna inanan “yalnızlık” girdabına düşmez; onun getirdiği stresi atmak için fantaziyelere sapmaz. Cennete inanan dördüncü zaman boyutuna çıkar; sonsuza açılır. Geçmişin eleminden, geleceğin endişesinden, şimdiki zamanın problemlerinden kurtulur.

Bağımlılık hâline gelen alışkanlıkları kaldırmak kolay değildir.

4. Murad heybetli, azametli, dirayetli, muktedir, pehlivan, dirayetli ve fetih ruhlu bir padişahtır. Askeri var, saltanatı var...

Alkol ile beraber, sigara içilmesini de yasaklar. Birgün teftiş için gezinirken, bir de bakmış ki, yerden dumanlar tütüyor.

“Allah Allah, cemre zamanı değil, ne ola ki, yerden dumanlar tütüyor?”

Duman çıkan yerin çalılıklarını kaldırmış, bakmış ki bir adam, kendisine bir menzil yapmış, sigara içiyor:

“Bu ne bre, ben tütünü yasaklamadım mı?”

“Sen yeryüzünün padişahısın, orada yasaklamışsın, yeraltına karışamazsın padişahım!”

Dipnot:

1- Mesnevi-i Nuriye, s. 186


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Çelişkiler yumağı


A+ | A-

Bir kimse aynı anda hem Kemalist, hem şeriatçı olabilir mi? Ya da, bir kimse hem Atatürk meddahlığı yapıp, hem de Cumhuriyet'in ilk yıllarını yerin dibine sokacak şekilde fikir beyan edebilir mi?

Biliyorum, suâlin şekli dahi tuhaf gelmiştir size. Suâlleri okuyunca "Böyle şey olmaz" dediğinize, diyeceğinize eminim.

Evet, hakikat–i halde böyle şey olmaz ve olmamalı. Ama, burası Türkiye...

Dünyanın hiçbir yerinde olmayan, hiçbir ülkede rastlanılmayan aciplikler, gariplikler, burada sıradan, yani adiyattan sayılır hale gelmiş.

Tıpkı, yazının girişindeki soru cümlelerinde nazara verdiğimiz aciplikler, tuhaflıklar gibi...

İşte size inanılması zor, ama medyaya yansımış tomar tomar vukuattan sadece iki örnek...

* * *

Halen Radikal gazetesinde yazan eski politikacılardan Hasan Celal Güzel, 21 Şubat 2010 (Pazar) tarihli yazısında, hem Atatürk'ü medhedip ona en yüksek payeyi veriyor, hem de M. Kemal'in doğrudan inisiyatifi ile şekillenen "Cumhuriyet’in ilk dönemi"nin icraatlerini yerden yere vuran ifadeler kullanıyor.

İşte tuhaf, ama köşe yazısına yansıyan bu yaman çelişkinin bir fotoğrafı:

"Değerli okuyucular, bu Pazar efkârlıyım. Hâl–i pürmelâlimi sizinle paylaşmak istiyorum. Eğer millî iradeyi önemseyenlerdenseniz, lûtfen şikâyetlerime kulak veriniz.

"Bu mazlum ve mağdur millet tam 100 yıldan beri, kendisini hor gören, aşağılayan ve câhil sayan yarı aydınların tahakkümü altında eziliyor. Yeni Osmanlılar, Jöntürkler, İttihatçılar derken genç nesiller, halkına yabancılaşmış bu cühelâ tâifesi tarafından hebâ edildi. Koskoca bir Cihan İmparatorluğu, bu basiretsiz ve ferasetsiz jakoben elitler yüzünden tarih sahnesinden silindi.

"Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), bu kutsal mücadelesini ‘irade–i milliye’ye dayanarak gerçekleştirdi. ‘Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir’ düsturu O’na aittir ve millet iradesinin önemini en güzel şekilde ifade eder.

"Lâkin, Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren, hâkimiyet millete değil, bir avuç oligarşik azınlığa ait olmuştur...."

* * *

Yazının devamı, tahmin edileceği gibi, "Cumhuriyet’in ilk dönemi"nden başlayarak, tek parti zihniyeti ve onun zakkum meyvesi olan darbelere karşı reddiyeler sıralanıyor.

Söz konusu yazıda, dikkat çeken daha başka çelişkiler de var. Hepsini burada sıralamaya hacet yok.

Bu durumda, biz tutup sayın Hasan Celâl Beye neyin izahını yapalım?

Keza, yapacağımız izahların bir faydası olur mu?

Bilemiyoruz, kestiremiyoruz...

İyisi mi, yazının başlığına uygun bazı suâlleri sıralayarak meramımızı anlatmaya çalışalım.

1) Övdüğünüz M. Kemal, kötüsünün de kötüsü olarak gösterdiğiniz İttihatçıların içinde değil miydi?

2) M. Kemal, Osmanlı'ya içerden en yıkıcı darbeyi vuran Hareket Ordusuna mensup değil miydi? Hatta bu ordunun kurmay kadrosunun başı değil miydi?

3) Hem Saltanatı, hem de Hilafet makamını lağvederek tarihe gömen ekibin lideri M. Kemal'den başkası mıdır?

4) Millî Mücadelenin ilk kadrosunu teşkil edenlerden K. Karabekir, Cafer Tayyar, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Paşaları niçin yok saymaktasınız? Millî iradenin şahlanışında bunların hiç mi hissesi yok? Neden bütün şerefi bir tek şahsa mal etme cihetine gidiyorsunuz?

* * *

Yarın da, benzer bir başka çelişki örneği üzerinde durmaya çalışalım.

"Acikistihbarat.com" isimli web sitesinde sergilenen akla ziyan çelişkiler yumağına...

Said Nursî düşmanlığı adı altında sergilenen cehaletin nasıl aynı anda "Hem şeriatçı, hem Kemalist" göründüğüne, aynı anda hem "Sultan Abdulhamid hayranlığı, hem de M. Kemal meddahlığı" arasında zigzaglar çizdiğine kısaca temas edelim, bir sonraki yazıda...

Tarihin yorumu 23 Şubat 1966

Suriye'de Nusayrî darbesi

Güney komşumuz Suriye'nin yakın tarihi, ardı ardına yaşanan darbelerde doludur.

Özellikle 1946–66 yılları arasında vuku bulan askerî darbeler, bugünkü "Esed Hanedanı"nın ülkedeki hakimiyetini pekiştirip katılaştırmaya netice vermiştir.

Hafız Esad'ı Suriye'nin tek rakipsiz diktatörü haline getiren son darbe, 23 Şubat (bugün) 1966'da gerçekleştirildi.

Esed/Esat Hanedanı, Şiî/Batınî fırkasından olup, Hz. Ali'ye (kv) kutsiyet izafe eden, hatta onu Hz. Muhammmed'den (asm) üstün tutan rijid bir mezhebe bağlıdır.

Günümüzde "Numeyrî" de denilen Nuseyrî mezhebinin bağlıları, sayı itibariyle Suriye'de azınlık (nüfusun 1/4'ü) durumunda.

Ne var ki, bu azgın azınlık, dış dünyadan (ecnebilerden) da almış olduğu siyasî ve askerî destek sayesinde, çoğunluğu teşkil eden Sünnilere galebe çalarak iktidara geldi.

Zaman içinde Dürzîlerin desteğini de alan Esad iktidarı, yaklaşık 55 yıldır kesintisiz şekilde sürdürdükleri iktidarları döneminde, ayrıca darbeler devrinde bile nadir görülen dehşetli katliâmlara imza attı.

Bu katliâmın en zalimane olanı, Suriye'nin Hama şehrinde yaşandı.

2 Şubat 1982'de şehirdeki Sünnî Müslüman Kardeşlerin üzerine havadan ve karadan bomba yağdırıldı. Ayrıca, yakalananlar anında idam edildi.

Günlerce süren mezalim neticesinde, yaklışık 25 bin Müslüman katledildi. Üstelik, bunların tamamı kendi vatandaşlarıydı.

* * *

1517'de Osmanlı devletinin hakimiyeti altına girmiş olan Suriye, 400 sene sonra (I. Dünya Savaşında) elden çıktı ve Fransızların hükmü altına girdi.

1946'daki bağımsızlık hareketini ise, tam 20 sene müddetle peşpeşe gelen darbeler takip etti.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Müjdeleri fırsat bilmek


A+ | A-

Eyüp Bey: “‘Tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir’ ya da, ‘Hacca giden annesinden doğduğu gün gibi bağışlanır’ gibi müjdeli hadisleri nasıl anlayacağız? Meselâ, kişinin kılmadığı namazları da bağışlanır mı? Kul hakkı da bağışlanır mı?”

Kur’ân’da, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”1 buyuran Cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudside, “Kulum Beni nasıl tanırsa ona öyle muamele ederim”2 buyurur.

Kur’ân âyetleri bağışlama ve mağfiret konusunda çok açık ve net bulunuyor. Allah’ın rahmetinden umudumuzu kesmemek yetiyor. Mağfiret hususunda tek tasnif günahın şirk olup olmaması ve içinde kul hakkı bulunup bulunmaması şeklinde yapılmıştır. Günah şirk değilse, içinde de kul hakkı yoksa böyle umumi müjdelerden hissedâr olacağı umulur. Bediüzzaman Hazretlerine göre esasen Allah’ın Gafur, Gaffar, Tevvab, Afüvv, Settar gibi bağışlayıcı isim ve tecellilerine mazhar olmak için günahların ve kusurların vücudu gereklidir.3

Bir takım günah ve hatalar için elbette telâfi yolları gösterilmiştir. Meselâ namaz kılmamak günah olduğu gibi, Ramazan ayında bilerek oruç yemek de günahtır. Namaz kılmamanın telafisi, yine namaz kılmaktır. Oruç tutmamanın telafisi, yine oruç tutmaktır. Kezâ kul hakkının telafisi, bu hakkı ödemek ve helâlliğini almaktır. Keza şirkin telafisi tevhide girmektir, yani Allah’ın var ve bir olduğuna iman etmek ve bu imanda sebat etmektir.

Kul bir yandan eksikliklerini telafi etme gayreti içinde olur; bir yandan da tevbe ve istiğfarda bulunur. Yapmadığı ibadetleri Allah’a bir fıtrat borcu bilir ve kazaen yapmaya başlar. Günahlarından pişmanlık duyar ve Allah’ın bağışlayıcı olduğunu bilerek Allah’a döner. Bu esnada yeniden günah işlerse, acziyetini ve zafiyetini teslim ederek, yeniden Allah’ın af ve bağışlamasına sığınır. Yani kul için af ve bağışlanma kapısı ölene kadar kapanmaz. Kul, Allah’ın bağışlayıcı olduğunu bilmeli, ümidini kesmemeli; ancak kendisine düşen vazifeleri de, güç yetirebildiği oranda yapmalı, ameline güvenmemelidir.

Günahkâr iken duâlarımızın kabul olmayacağı gibi bir genelleme İslâm’da yoktur. Bilakis İslâm bizi hep Rabbimize yönlendirir. Kul her konuda, her başı derde girdiğinde, her zaman ve her halde “halisane ve içtenlikle” dua etmekle mükelleftir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden önceki kavimlerden birisinde bir gün erkeklerden üç kişilik bir grup yola çıktı. Gecelemek için bir mağaraya sığındılar. Derken, dağdan kopan büyük bir kaya parçası onların üzerine mağaranın ağzını kapattı. Birbirlerine baktılar; Allah’a sığınmaktan ve duâ etmekten başka çâreleri yoktu. Birbirlerine, ‘Sizi ancak sâlih amellerinizle duâ etmeniz kurtarır!’ dediler.

İçlerinden biri: “Allah’ım! Benim yaşlı ve kocamış bir anam ve babam vardı. Akşam olunca ben onlardan evvel ne çoluk-çocuk, ne de hizmetçilerimden hiç birisine bir şey içirmezdim. Bir gün hayvanlarımı otlatacak ağaçlık bir yer aramak arzûsu beni uzaklara götürdü. Onların uyku saatlerine kadar geri dönemedim. Geldiğim zaman onların akşam sütlerini sağdım. Fakat onları uyumuş halde buldum. Kendilerini uyandırmayı ve onlardan evvel çoluk-çocuk ve hizmetçilerime akşam sütü içirmeyi hoş görmedim. Çocuklarım ayaklarımın etrafında ağlaşırken ben süt bardağı elimde olduğu halde, onların uyanmasını gözeterek şafak sökesiye kadar yerimde bekledim. Nihâyet uyandılar. Akşam sütlerini içtiler. Allah’ım! Eğer ben şu yaptığımı Senin rızân için yapmışsam, şu kayadan dolayı düştüğümüz sıkıntıyı gideriver” dedi.

Kaya biraz açılmıştı. Fakat çıkmaları için yeterli değildi. Diğeri:

“Allah’ım! Benim amcamın bir kızı vardı. O bana insanların en sevimlisi idi. Onu çok şiddetli seviyor ve arzû ediyordum. Bir kıtlık senesinde o bana geldi. Kendisini bana teslim etmesi karşılığında ona yüz yirmi altın vereceğimi söyledim. İsteğimi kabul etti. Fakat tam murâdıma ereceğim zamanda, ‘Allah’tan kork!’ dedi. Onu çok sevdiğim ve arzûladığım halde bıraktım. Altınları da ona bıraktım. Yâ Rab! Eğer ben şu yaptığımı sırf Senin rızân için yapmışsam içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bize açıver” dedi.

Kaya biraz daha açılmıştı. Fakat o aralıktan dışarıya çıkmaya imkân bulamıyorlardı. Üçüncüsü de şöyle yalvardı:

“Allah’ım! Ben bir takım ameleler kiralamıştım. Birisi hâriç diğerlerinin ücretlerini kendilerine verdim. O kişi hakkını almadan bırakıp gitti. Ben de onun parasını onun namına çalıştırıp çoğalttım. O kadar ki, çok mal meydana geldi.

Bir zaman sonra adam geldi ve: ‘Ey Abdullah, bana ücretimi ver!’ dedi.

Ben de: “Deve, sığır, koyun ve hizmetçi... Şu gördüklerinin hepsi senindir” dedim. Adam:

“Ey Abdullah, benimle eğlenme“ dedi. Ben:

“Seninle alay etmiyorum” dedim. Bunun üzerine malların hepsini alıp, götürdü gitti. Onlardan hiçbir şey bırakmadı. Allah’ım! Eğer ben yaptığımı sırf Senin rızân için yapmışsam, bulunduğumuz şu sıkıntıyı bizden gider” dedi. Nihâyet kaya tamamen açıldı ve mağaradan yürüyerek çıktılar.4

Dipnotlar:

1- A’râf Sûresi, 7/156; 2- Buhârî, Tevhîd, 15; 3- Lem’alar, (yeni tanzim) s. 182; 4- R. Sâlihîn, s. 12


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Saadet BAYRİ

Kalp sepetine sığan cümle


A+ | A-

Kendi doğruları, prensipleri olan ve bunları hiçbir yerden aşırmayıp, sadece yaşamın ona öğrettikleri doğrultusunda belirlemiş ve elinden geldiği kadar da bu kurallarına uyan kişileri takdir ederim.

Zira kişiye ait prensipler öyle kolay ortaya çıkmaz.

Hele uygulamak, hepsinden daha zor olanıdır.

Birbirine benzerken yaşamlarımız, içimizden birilerinin bu aynılığa baş kaldırışı pek hoş karşılanmasa da, kim takar bu hoş karşılamayanları? Hepimiz…

Aslında bu kadar çok birbirimize benzememizin sebebi de bu: Dışlanmak.

Birileri bizi yaşamlarından uzaklaştırabilir. Sevdiklerimiz bizi bir daha sevmeyebilir. Ve daha birçok sebepten çoğumuz yaşamında değişiklik yapmaya yanaşmaz. Biraz düşünür gibi olsa da, zahiren gördükleri daha eğlenceli gelip, unutur gider düşündüklerini.

İçinde fırtınalar koparken, dışarıdan hiçbir şey yok gibi davranmak kişinin kendisine yaptığı en büyük ihanettir aslında.

Farklı olma gayreti ise sonucu hüsran olan bir çabadır.

Zira ne kadar kendimiz olursak, o kadar farkımız olur diğerlerinden.

Bu ise fark edilmeyen küçük bir ayrıntıdır.

Ve hayat ayrıntıların içine sıkışıp kalır.

Oysa bizden bir tane daha yok. Biz tek ve özeliz.

Yaşadığımız yaşamı birebir yaşayan bir başkası yok. Her şey sadece bize özel. Hal böyle iken kime benzemeye çalışıyoruz bu kadar hırsla?

*

Derken kitaplarda geçen her söz, her varsayım “Doğrudur” diyenlerdenseniz, en büyük hatayı buradan yapmaya başlamışsınız. Başka yerde aramayın lütfen yanlışınızı.

“Mutlu olmak istiyorsanız her an ve zamanda, “meli-malı” ile kurulmuş cümleleri ve “asla” “ama” gibi kelimeleri çıkarın aklınızdan. “Ayıklayın dilinizden” diye devam ediyor okuduğum en son yazı.

Sürekli mutlu olmak var mıdır bir yerde? Ya da hep mutlu olanı gördünüz mü?

Eğer böyle bir durum olsa idi, sürekli mutluluktan sıkılır, mutsuz olmanın yolunu arardık.

Nihayetinde her şey zıddıyla güzel ya da çirkindir. Mutlulukta mutsuzlukla kaimdir.

Dünya üzerinde yaşayıp, insan olup ta olumsuz bir şeyler düşünmemek ve yaşamamak ne mümkün.

Herkes nasıl olumlu düşüneceğimizi anlatır, neler yapmamız gerektiğinden bahseder.

Ama kimse bunu neden yapmamız gerektiğini söylemez.

Oysa her şey kişinin kendini yalnız bırakmamasında saklı.

Yani, mutsuzken de yanınızda olmalısınız.

Ağlarken aynaya bakabilecek cesaretiniz olmalı.

En ağır sözleri duyduğunuzda, sırtını dönüp gidenlere bakmayın, hâlâ yüzünüze bakıyorsanız yeterli.

Siz yaşamınızın özüsünüz. Kabuklar, içindekini göstermek için kırılır. Kırıklara takılmayın.

Çok mutlu iken, yanınızda olun. Kendinize kontrolünüzü kaybetmemeyi öğütlesin diğeriniz. Ve o anlarınızda hiç kimseye hiçbir şey için söz vermeyin.

Çok sinirlenmeyin, hiçbir olay sinirlerinizi kayıp ettirmesin ve çok sinirli iken, diğeriniz ağzınızı kapasın, bir kelime dahi çıkmaması.

Yani sözün özü; kalbiniz bir sepet kadar olsun ve her şeyiniz o sepetin içine sığsın.

O zaman ne kaybettiğinize üzülür, ne kazandığınıza sevinirsiniz.

Ve lütfen sepetinize bir tek soru sığsın: “O Razı mı?”

Gerisi vesairedir.

Vesselam…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Saraylar yerine, adalet yükselse...


A+ | A-

Pek çok konuda sıkıntılar yaşanıyor, ama adalet ve yargı sistemindeki sıkıntılar hepsini unutturan cinsten. Son yıllarda mekân olarak geçmiş yıllara nisbeten rahatlığa kavuşan yargıda işlerin düzene girdiğini söylemek kolay değil.

Zaman zaman dâvâ sayısı ile ilgili istatistikî bilgiler yayınlanıyor. Bu bilgilere bakılınca üzülmemek elde değil. Az da olsa 50 yıl, bazen de daha fazla süren dâvâlar oluyor. Böyle bir sistemde adaletin tecelli etmesi mümkün olabilir mi?

Türkiye zenginleştikçe hemen her il ya da ilçede yeni “Adalet Sarayları” yükselmeye başladı. Bu gayretler elbette alkışı hak ediyor, ama aynı ölçüde adaletin de gecikmeden tecelli etmesi gerekmez mi? Devam eden bazı adliye binası inşaatlarında; “Burada dünyanın (ya da Avrupa’nın) en büyük adalet sarayı yükseliyor” tabelelarını okuyoruz. Seviniyoruz, ama arzu ediyoruz ki; “Burada dünyanın en adil sistemi işliyor” diye yazsın!

Dün, karikatüristimiz İbrahim Özdabak’ın yargılandığı bir dâvânın ikinci duruşması vardı. Sabah erkenden Bakırköy Adliye Sarayı’na gittik. Orada bizi bir sürpriz karşıladı: Sabah gazetesi karikatüristi Salih Memecan, ‘meslek dayanışması’ çerçevesinde Özdabak’ın dâvâsını izlemeye gelmişti. Bu hoş sürpriz Özdabak’ı duygulandırdı.

Dâvâ sırasını beklerden çeşitli konularda sohbetler edildi. Memecan, Amerika ve Avrupa’dan da örnekler vererek böyle bir karikatür için dâvâ açılmış olmasını anlayamadığını ifade etti. “Amerika’da hiç bir karikatür hakkında dâvâ açılmaz. Orada oto kontrol sistemi var. Okuyucudan gelecek tepkiler dikkate alınarak bazı karikatürler baştan yayınlanmaz. Yoksa her karikatüre dâvâ açılırsa, bu meslek gelişemez” diye görüş beyan etti.

Mahkeme kapısında asılan ‘dâvâ listesi’ne bakınca adliyelerin nelerle meşgul edildiğini de görerek vahlandık. Özdabak’ı da dâvâ eden müştekinin 13 kişi ile daha dâvâsı olduğu anlaşılıyordu. Bir bakıma dün ilgili mahkemedeki bütün dâvâları aynı kişi açmıştı. Başka dâvâların konusunu ayrıntılı olarak bilmiyoruz, ama Özdabak’a açılan dâvâya bakılırsa onların da ciddî iddialar olmadığı akla geliyor.

Netice olarak avukatlar savunmalarını yaptı ve dâvâ 18 Mayıs 2010’a bırakıldı. Sadece bu örnek bile ciddî bir adalet reformu yapılması ihtiyacını akla getiriyor. Bu sebeple diyoruz ki, Türkiye’yi idare edenler büyük adliye binaları yapmak kadar, ‘adil yargı’yı temin edecek yatırımlar da yapsın. “Büyük Türkiye”ye ‘büyük adliye binaları’ndan önce, ‘adil yargı’yı temin edecek bir sistem yakışır.

“Adalet mülkün temeli” olduğuna göre, hızlı adalet temini için ne kadar yatırım yapılsa azdır. Bunun ilk adımının da sivil bir anayasa olduğu her halde tartışılmaz. Yeni ve sivil bir anayasa yapılarak atılacak bir adımı, ona uygun hakkaniyetli kanunlar ve yönetmelikler takip ederse Türkiye sıkıntılı günlerini geride bırakabilir. Yeni ve sivil bir anayasa yapılmasına karşı çıkanlar, gerçekte Türkiye’nin hür ve adil bir ülke olmasına da karşı çıkmış oluyorlar. ‘Adil olmayan yargı’nın onları da mağdur etmeden insafa gelmelerini temenni ediyoruz...


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

HSYK soruları…


A+ | A-

Hafta başında başlatılan “Balyoz darbe plânı” iddialarının soruşturulması kapsamında eş zamanlı önemli isimlerin gözaltıları ve aramalar devam ederken, kamuoyunda bunun da öncekiler gibi yarım yamalak bırakılmayıp sonuna kadar gidilmesi isteniyor.

Son gözaltı dalgasının ve soruşturmaların sonucunun tıpkı önceki “Ergenekon soruşturmaları” gibi çoğu arkadan dolanılarak akıbetsiz kalmaması temennisi dile getiriliyor. Başta “darbe günlükleri” sahibi dönemin Hava Kuvvet Komutanı ve 1. Ordu Komutanı olmak üzere, 2003 yılında darbeye ortam hazırlama iddiasıyla başlatılan soruşturma ve yargılamalarda sonuna kadar gidilmesi, kamuoyunda güçlü bir beklenti var.

Ne var ki geçtiğimiz hafta yeni bir “Şemdinli Savcısı vakası”nın yaşanması, “Erzurum’da özel yetkili savcılar”ın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından yetkilerinin alınması etrafında olup bitenler, zihinlerde ciddî istifhamlara sebebiyet veriyor.

Siyaset kulislerinde HSYK’nun “savcıların özel yetkisi” ile ilgili son iki kararının perde arkasındaki gelişmelere dair istifhamları arttırıyor.

Gerçi başta Başbakan Yardımcısı Arınç olmak üzere iktidar partisi sözcüleri, Müsteşarın “özel savcıların yetkilerinin alınması” toplantısının gündeminden haberi olmadığını söylüyorlar. “Bir üye konuyu önergeyle gündeme getirince Müsteşar engelleyememiş” diyorlar. Lâkin HSYK Başkanvekili Özbek’in, “Gündemi bir gönce Müsteşar’la belirledik” açıklaması, bu husustaki soru işâretlerini çoğaltıyor…

KAYDA DEĞER İSTİFHAMLAR

Birinci sınıf hâkim ve savcıların soruşturma ve kovuşturmalarının “özel yetkili savcılar”ca yapılabileceği, ancak Yargıtay’ca yargılanabilecekleri, hukukçuların ortak görüşü. Buna göre, HSYK hâkim ve savcıları atamaya, görevden almaya, görev yerlerini değiştirmeye, disiplin cezası vermeye yetkili. Arınç’tan Adalet Bakanı Ergin’e kadar hükûmet kanadında da bu “yasal yetki” kabul ediliyor. Arınç’ın, “Yasasını aşmış!” tepkisinin ardından “Yargı kararlarına saygılıyız, uygulanacak” sözlerinin peşinden Kurul’un yetkilerini kullandığını kabul ederek sadece “hatalı kullanma”ya itirazı, bunun gösteriyor.

Gerçek şu ki kanununa göre HSYK, Adalet Bakanı veya onun yerine Bakanlık Müsteşarının katılmasıyla ancak resmen toplanabiliyor ve karar alabiliyor. Bu durumda Adalet Bakanı’nı temsilen Müsteşarının olağanüstü toplantıya katılmaması halinde yasa gereği Kurul toplanmamış olacak; “özel yetkili savcılar”ın yetkilerinin alınması kararı alınmayacaktı. Peki, Bakanlık Müsteşarı, neden bile bile katıldı? İddia edildiği gibi gündemden haberi olmazsa da, Erzincan Başsavcısının tutuklanıp Erzurum’a götürüldüğü karmaşada, “özel yetkili savcılar”ın yetkilerini aşıp-aşmadığı tartışmalarının yoğun bir biçimde sürdüğü süreçte Müsteşar, bunun gündeme getirilip önüne konulacağını hesaplayamadı mı? Niçin böyle bir ortamda Kurul’a katılıp altıya bir itirazla savcıların özel yetkilerinin alınmasını sağladı? Neticede toplantıya katılmakla Kurul’un sözkonusu kararının alınmasına katkıda bulunmuştur. Bunu bir oldubittiye gelmek olarak kabul etsek bile, “yetkileri” alınan savcıların yerine yeni “özel yetkili savcılar”ın atanması toplantısına apar topar katılması kayda değer…

GERÇEK, SORULARIN CEVABINDA

Sahi bu derece kritik bir safhada, özellikle “özel yetkili savcılar” üzerinde Kurul’un hükûmetle “bilek yarışı”na dönüşen ve dosyası İstanbul’a gönderilen soruşturma kargaşasında Müsteşarın alelacele Kurul’a katılıp itiraz bile etmediği kararı yasallaştırıp meşrulaştırması çelişkisinin nedeni nedir? Sonra Kurul “yetkili” değilse ve bu kararı “yargıya müdahâle” ise Adalet Bakanlığı neden bu kararı uyguluyor? Neden Adalet Bakanı’nın “Anayasa’ya aykırı” gördüğü bu “yetki aşımı”nı uyguluyor? Değilse, kamuoyuna karşı şiddetle yaptığı itirazların aksine “işlemler”i bir bir uygulamanın gereği nedir? Bütün bu sorular ve açık tenâkuzlar, halkın nezdinde yeni bir “kavga ve atışma” polemiği ortasında politik amaçlara yönelik bir “mağduriyet strateji”ni su yüzüne çıkarıyor. Yeni bir “27 Nisan e-muhtırası muvazaası”nı gündeme getiriyor. Bu arada dönemin Adalet Bakanı Başbakan Yardımcısı Çiçek’in, “Erzincan Başsavcısını aradığı iddialarını kabul ettiğine dair bir tek cümlesinin hiçbir yerde görülmeyeceğini” söylemesine ve “mevubahis dönemde Adalet Bakanı olmadığını” belirtmesine mukabil, kabinenin içinden “Çiçek’in bilgi için aradığı” açıklamaları, dikkat çekici…

Arınç’ın, “Bir Adalet Bakanı, Türkiye’nin bütün savcılarıyla her zaman görüşebilir” demesi ve Ergin’in “Kendisi ifade etti, bilgi almak istemiş” ifâdesinin aksine, Çiçek’in “İddia edildiği gibi bir gerçek ortaya çıkarsa, elbette gereğini yaparız” demesi, çarpıcı. Başbakan Erdoğan’ın “referandum”la ilgili Anayasal değişiklikler hakkında “çok zor, herkes aynı kanaatte değildir” dediğine bakıldığında, “Acaba bu hususta hükûmet ve iktidar grubu içinde bir çatlak mı var?” çarpıcı sorusunu sorduruyor…

Gerçek, bu soruların cevabında…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Hatamla Sev Beni


A+ | A-

“Ben toprağın sinesinde insan denilen bir canım/Hem düşünür hem severim, budur taştan farklı yanım./ Her maddenin zerresini bedenimde taşıyorsam/ Ben ne bir taş, ne bir ağaç; insanlığımla insanım.”

Orhan Gencebay’a ait bu mısralar, birkaç gün önce, yaklaşık altmış sahne sanatçısıyla İstanbul’da bir kahvaltıda buluşan Başbakan tarafından okundu. Başbakan’ın uzun yıllar devletin televizyonlarında yasaklı olan sanatçılarla bir araya gelmesi, onlardan demokratikleşme konusunda destek istemesi elbette ki önemlidir. Başbakan bu toplantıda, sanatçıların bir açıdan da başkalarının söyleyemediğini söyleyen kişiler olduğunu belirterek Türkiye’nin standartlarını yükseltmek istediklerini, demokratikleşme konusunda değişime omuz vermelerini rica etti. Bir sanatçı, eserlerini rahatlıkla icra edebileceği hür bir ortamdan başka ne ister ki… Bu konuda sanatçılar üstlerine düşeni zaman zaman yapmaktadırlar. Toplumsal sevginin ve barışın yerleşmesi, kardeşliğin yaygınlaşması, farklılıkların zenginlik olarak görülmesi, kavganın hor görülmesi konusunda bu güne kadar sanatçılar çok şeyler söylediler.

Başbakanın ise işi zor. Hangi taşı kaldırsa altından antidemokratik yapılanmalar çıkıyor. En son HSYK krizi örneğinde olduğu gibi, Türkiye’nin genetik kodlarına yerleşmiş statükoculuğu, otoriterciliği “ha şimdi” deyip ortadan kaldırmak o kadar kolay değil. Statüko direndikçe direniyor. Bunların aşılması için toplumun her kesiminin içselleştirebileceği yaygın bir demokratikleşme algısına ihtiyaç var. Toplum bu konuda aslında hazır da, problemin kaynağını ülkeyi yönetenlerin de dahil olduğu, toplumun “ekabir” kısmı oluşturuyor. Zira millet, bir partiyi cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidarlarından biri yaparak üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiş oluyor. Gerisi, el emeği, göz nuru ile teslim edilen oyların hakkını savunmak, o oyların hakkını vermek zorunda olanları işi.

Son sekiz yılla ilgili benim tezim şudur ki: 28 Şubat’ın antidemokratik icraatlarından, tüm darbelere rahmet okutacak faaliyetlerinden, bin yıllık değerlerimizi açıkça ortadan kaldırma çabalarından bunalan millet; 2002 seçimlerinde, bu tür faaliyetlerin siyaseten payandalığını yapan Ecevit, Yılmaz ve Bahçeli koalisyonunun karşısına bir fasulye sırığı dikilse, ona yapışacaktı. Öyle de oldu. Bu süreçte AKP nasıl kuruldu, oylar AKP’ye nasıl kanalize edildi, ayrı bir araştırma konusudur ya… Benim cevabını beklediğim sorular başkadır.

İktidarının ilk yıllarında AB rüzgarını arkasına alarak ciddî atılımlar yapan AKP, 2004’ten sonra neden hız kesmiştir? Cumhurbaşkanlığı krizi sonrasında yine çok ciddi bir oy oranı ile iktidarını tazeleyen, demokratikleşmenin önündeki engelleri, anayasadan başlayarak birer birer ortadan kaldıracağı sözünü zafer akşamı veren Başbakan sözünü ne ölçüde tutabilmiştir? Başörtüsü konusunda kritik hatalar nasıl yapılabilmiştir? Katsayı meselesi ne olacak, YÖK’le ilgili problemler daha ne kadar askıda kalacaktır? Anayasal değişiklikler neden hep başka bahara bırakılmaktadır? Yüksek yargı, sürekli—ifade edildiği şekilde—keyfi, hukuka aykırı kararlar alabilmektedir de, hükümet bunları aşmak için ne yapmaktadır, emrinde olan onca hukuk danışmanlarıyla birlikte en kritik meselelerde nasıl bile bile lades denmektedir? Ya son HSYK örneğine ne demeli? Milleti kör, alemi sersem zanneden bir hükümet tavrı… Müsteşar malûm kararın alındığı HSYK toplantısına katılmasa hukuken böyle bir karar alınamayacak. Bunu Adalet Bakanlığı da biliyor, toplantıya katılan müsteşar da. Sonra feryad u figan…Müsteşar kandırılmışmış… Çocuk gibi kandırılabilen müsteşarlarımız varsa bizim ebeden daimen burnumuz şeyden kurtulmaz. Yandık ki ne yandık… Tekrar kapatma bahsinin açıldığı, erken seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının alevlenmeye başladığı, Genelkurmay Başkanı’nın el altından sopa gösterdiği bir ortamda bunun arkasından neler çıkar, aslında tahmin etmek çok da zor değil. “Mağdurum Emmioğlu” filmi tekrar vizyona girer. Peki sekiz yılın yapılamayanları, hataları ne olacak? Türkiye’nin gerçek gündemi; işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği, ahlâkî dejenerasyon, kültürel yozlaşma, eğitimde yaşanan aksaklıklar ve çarpıklıklar… Bunlar ne olacak?

Görülen o ki, yeni bir seçim beklenmektedir. Başbakanımız, seçim kampanyalarında çalınacak şarkıyı şimdiden belirlemiştir herhalde: “Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni.”




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Varlık bestesinin en muhteşem melodisi (asm)


A+ | A-

Varlığın derinliğine doğru inildikçe, dıştan gözlenenin aksine katı ve küçük tanecikler değil, ince ve lâtif bir alt yapı gözleniyor. Eşyanın özü, fiziğin yeni bakış açısı ile gözlendiğinde titreşimlerden ibaretmiş gibi gözleniyor. Son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz ‘sicim teorisi’ özünde maddenin temel alt yapısının titreşimlerden ibaret olduğunun ifadesi. Bu noktadan bakıldığında varlık sanki her bir cismin ayrı melodisinin ahenkle bir araya getirilmesinden oluşan ve güçlü mesajlar içeren devasa bir senfoni gibi. Eşyanın bir ritmi ve her ana yönelik bir mesajı var. Bu yönü ile âlem her bir saniyesinin ve en küçük zaman diliminin dahi kaçırılmadan dinlenmesi gereken, parçası ve bütünü ile çok önemli bir eser.

Asırlardır akıl ve hayalin çok ötesinde güzel nağmeler ile varlık âlemini şenlendiren sicim adlı titreşimlerin dile getirdiği en güzel beste Asr-ı Saadet ve Âlemlere Rahmet Olan Zat’ın (asm) bedeni idi. Ay ve dünyanın ahenkle dansından hâsıl olan hicrî takvimler Rebiülevvel ayının onikinci gecesi konumuna geldiğinde sicimler o zatı (asm) maddî âlemde sonsuz bir sevgi melodisi olarak ifade etmiş. Bu öyle güçlü bir melodi ki zaman ve mekânları aşarak Hazret-i Âdem’den (as) en son insana bütün insanlığı etkiliyor ve özünde hakikate ve sevgiye aşık bütün gönülleri titretiyor. Bu yönü ile eşyanın tamamını derinden etkiliyor. Varlık senfonisinin ana melodisi nur-u Muhammedî (asm) olarak ele alındığında kâinatın tamamında gözlenen ve sicim şeklinde algılanan şeylerin, aslında Ezelî Sanatkâr’ın muhteşem bestesinin algılanmasından ibaret olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu öyle muhteşem bir bestedir ki, asırlar boyu kalbî hakikate ve varlığın özüne yönelmiş bütün gönülleri derinden titretir, ortak bir kalbe dönüştürür. Zaman ve mekânlar üstü olan bu kalp rahmet ve kuşatıcılık olan bütün enerjisini nur-u Muhammedî’den (asm) alır.

Bir dönem bilimler, materyalizmin ve varlığı katı bir yapı olarak algılamanın vesilesi oldu. Özellikle, pozitivizm adı altında on dokuzuncu ve yirminci asrı etkisi altına alan kasırga, varlığı kendi başına işleyen bir mekanizma şeklinde tanımlamaya çalıştı. Ancak eşyanın derinliğine doğru indikçe bilim dünyasının bu beklentisi hüsran ile neticelendi. Varlığın alt yapısının titreşimler ya da lâtif bir yapı olduğu anlaşıldı.

Bu durum bilimi katı materyalist yapısından ve varlığa hükmedebileceği beklentisinden çok uzaklaştırdı ve semavî dinlerin ortaya koyduğu hakikatlere çok yakınlaştırdı. Vahiy yoluyla ve nübüvvet kanalıyla insanlığa ulaştırılan hakikatler artık bilimin de ilgi sahasına girecek ve belki de bu mânâların anlaşılmasına çok önemli katkılar sağlayacaktır.

Bilimin varlık âlemini anlama serüveni içinde ilgi alanına girmesi gereken en önemli hakikat şahsiyet-i Ahmediyye (asm) ve nur-u Muhammedî (asm) olmalıdır. Bir zamanlar metafizik adı altında ilgi alanının dışına ittiği kavramları zamanla ve maddî yapı daha iyi anlaşıldıkça daha çok anlamaya çalışacak, bu da bütün birikimleri ile bilimin vahye muhatap olmasından ortaya çıkacak müthiş sonucu insanlığın istifadesine sunacaktır.

Asrın ateizm asrı olduğu noktasında fikir beyan edenler bilimde ve insanlıktaki bu çok önemli değişin farkında olmamanın getirdiği sığlıktan kurtulamadıklarının işaretlerini ortaya koymaktadırlar.

Doğumu ile insanlığı küfrün karanlıklarından çıkışa götüren ve nuru ile aydınlattığı âleme bedenen teşrif eden zatın (asm) hicreti ile isimlendirdiği takvim sisteminde yapraklar onun geliş yıldönümünü gösterdiğinde ona biatımız tazelenecektir. Belki de bu, tüm insanlık olarak ve insanlığın en önemli kazanımı olan bilim dünyası ile ona (asm) yönelmekle insanlığın mutluluğuna en önemli adımın başlangıcı olacaktır. Çünkü o (asm) varlık bestesinin en anlamlı ve bütün ruhları titreten en muhteşem bestesidir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Başbakan Erdoğan’ın İspanya ziyareti


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın İspanya’daki ikinci ve son günü. İki ülke arasında hükümetler arası zirve toplantısının ikincisi bu akşam tamamlanacak. Dokuz bakanın yer aldığı Türk heyeti, meslektaşlarıyla ikili ilişkileri geliştirmek için çaba harcıyor.

Bu ziyaretin en önemli yönü; İspanya’nın 7 Ocaktan bu yana Avrupa Birliği dönem başkanlığını yürütüyor olması. AB içinde Türkiye’yi en çok destekleyen ülkelerden birisi olan İspanya’nın dönem başkanlığında, en azından iki başlığın daha açılması bekleniyor. En önemlisi de Türkiye’nin hazır olduğu çevre başlığının, bazı ülkelerin engellemelerine rağmen açılmasının sağlanacağı umut ediliyor.

Kıbrıs konusunda da İspanya dışişleri bakanı Moratinos’un Kıbrıslı Rumlarla yakın ilişkisini kullanarak, toplumlar arası müzakereleri hızlandırmaya katkıda bulunması istenecek. Ancak Mehmet Ali Talat’ın kaybedeceğinden pek kuşku olmayan seçimler sonrasında, hem Türk kesimi hem de Rum kesiminin bu konuda çok hızlı davranma niyetinde olmayacağı belli. Bu yüzden İspanya’nın Kıbrıs konusunda yapabileceği önemli bir katkı yok.

İki ülke arasındaki ilişkiler hep örnek sayılacak nitelikte oldu. Medeniyetlerarası İttifak projesinde de iki ülke başbakanı eşbaşkanlık yapıyor. Medeniyetler çatışması tesine karşı oluşturulan bu projede, malesef şimdiye kadar çok önemli gelişmeler sağlanamadı. İki ülke G-20 kapsamında da birlikte faaliyet gösteriyor. İkisi de Akdeniz ülkesi olduğu için ortak yönlere sahip.

Ekonomik ilişkilerimiz son yıllarda hızla gelişiyor. 2008 yılı ticaret hacmi 8,6 milyar dolara ulaştı. Türkiye’nin ticaret yaptığı ülkeler arasında İspanya onuncu sırada. Geçen yıl Türkiye’ye gelen İspanyol turist sayısı 500 binin üzerinde. Türkiye’de faaliyet gösteren İspanyol firmalarının sayısı ikiyüzden fazla.

İki ülke arasındaki tüm bu olumlu göstergelere rağmen, İspanya’nın son aylardaki ekonomik durumu, ilişkilerin ekonomik boyutunu etkileyecek gibi görünüyor. İnşaat sektörünün çökmesiyle birlikte İspanya krize girdi. 2009 yılında GSMH’sı yüzde 3,6 düştü. IMF tahminlerine göre 2011 yılına kadar da artışa geçmeyecek. İşsizlik oranı AB ülkelerinin yüzde onluk ortalamasının iki katı. 4,5 milyon kişi işsiz. Bütçe açığı hızla artıyor. Bu üç gösterge İspanya’nın malî durumunu sarsıyor. Uluslar arası değerlendirme kuruluşları puan düşürmeye devam ediyor. Yunanistan’daki krizin de domino etkisiyle İspanya’yı vurmasından endişe ediliyor. Tüm bunlara karşın Başbakan Zapatero krizi görmezden geliyor ve “kötümserlik istihdam oluşturmaz” diyor. Bu arada İspanyol İstihbarat Teşkilatı CNI’yı Anglo-Sakson medyası ve yabancı yatırımcıların İspanyol ekonomisini çökertmek için komplo kurup kurmadıklarını araştırmak için görevlendirdi. Bunda AB dönem başkanlığına başladığı ilk gün web sitesinin ele geçirilip sayfada ünlü İngiliz komedi filminin karakteri Mr. Bean resminin yayınlanmasının da etkisi var. Bir yandan da yabancı yatırımcıları malî durumlarını kısa sürede düzelteceklerine ikna etmeye çalışıyor.

Türkiye’yi pek aratmayan komik açıklamalar da eksik değil İspanya’da. Başbakan “Ekonomiyi eleştirmek vatanseverliğe aykırıdır” derken, tarım bakanı kiriz atlatmak için geçen Noel’de vatandaşa tavşan eti yemeyi öneriyordu. Öbür yandan kendi ülkesinde ekonomiyi krize sürükleyen Zapatero, dönem başkanlığı yaptığı Avrupa Birliği ekonomisini 2020 Ekonomik stratejisine taşıyacak yeni ortak politikalar üretmeye çağırınca hem eleştirilere hem de gülüşmelere neden oldu. “Kendi ülkesinde son 60 yılın en ağır ekonomik krizine neden olan bir lider, 27 ülkenin ekonomik toparlanmasını nasıl becerecek?” diyor özellikle İngilizler. Bir çok ülke basını da karikatürlere yer veriyor bu çelişkiyi göstermek için.

Kısacası; Başbakan Erdoğan’ın ziyaretinden AB ile ilişkilerde olumlu adımlar atılması ve iki ülke arasındaki dostluğun pekiştirilmesi sonuçlarının elde edilmesi beklense de, ekonomik alanda çok önemli kazanımlar sağlanması beklenmemelidir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Varlık bestesinin en muhteşem melodisi (asm)


A+ | A-

Varlığın derinliğine doğru inildikçe, dıştan gözlenenin aksine katı ve küçük tanecikler değil, ince ve lâtif bir alt yapı gözleniyor. Eşyanın özü, fiziğin yeni bakış açısı ile gözlendiğinde titreşimlerden ibaretmiş gibi gözleniyor. Son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz ‘sicim teorisi’ özünde maddenin temel alt yapısının titreşimlerden ibaret olduğunun ifadesi. Bu noktadan bakıldığında varlık sanki her bir cismin ayrı melodisinin ahenkle bir araya getirilmesinden oluşan ve güçlü mesajlar içeren devasa bir senfoni gibi. Eşyanın bir ritmi ve her ana yönelik bir mesajı var. Bu yönü ile âlem her bir saniyesinin ve en küçük zaman diliminin dahi kaçırılmadan dinlenmesi gereken, parçası ve bütünü ile çok önemli bir eser.

Asırlardır akıl ve hayalin çok ötesinde güzel nağmeler ile varlık âlemini şenlendiren sicim adlı titreşimlerin dile getirdiği en güzel beste Asr-ı Saadet ve Âlemlere Rahmet Olan Zat’ın (asm) bedeni idi. Ay ve dünyanın ahenkle dansından hâsıl olan hicrî takvimler Rebiülevvel ayının onikinci gecesi konumuna geldiğinde sicimler o zatı (asm) maddî âlemde sonsuz bir sevgi melodisi olarak ifade etmiş. Bu öyle güçlü bir melodi ki zaman ve mekânları aşarak Hazret-i Âdem’den (as) en son insana bütün insanlığı etkiliyor ve özünde hakikate ve sevgiye aşık bütün gönülleri titretiyor. Bu yönü ile eşyanın tamamını derinden etkiliyor. Varlık senfonisinin ana melodisi nur-u Muhammedî (asm) olarak ele alındığında kâinatın tamamında gözlenen ve sicim şeklinde algılanan şeylerin, aslında Ezelî Sanatkâr’ın muhteşem bestesinin algılanmasından ibaret olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu öyle muhteşem bir bestedir ki, asırlar boyu kalbî hakikate ve varlığın özüne yönelmiş bütün gönülleri derinden titretir, ortak bir kalbe dönüştürür. Zaman ve mekânlar üstü olan bu kalp rahmet ve kuşatıcılık olan bütün enerjisini nur-u Muhammedî’den (asm) alır.

Bir dönem bilimler, materyalizmin ve varlığı katı bir yapı olarak algılamanın vesilesi oldu. Özellikle, pozitivizm adı altında on dokuzuncu ve yirminci asrı etkisi altına alan kasırga, varlığı kendi başına işleyen bir mekanizma şeklinde tanımlamaya çalıştı. Ancak eşyanın derinliğine doğru indikçe bilim dünyasının bu beklentisi hüsran ile neticelendi. Varlığın alt yapısının titreşimler ya da lâtif bir yapı olduğu anlaşıldı.

Bu durum bilimi katı materyalist yapısından ve varlığa hükmedebileceği beklentisinden çok uzaklaştırdı ve semavî dinlerin ortaya koyduğu hakikatlere çok yakınlaştırdı. Vahiy yoluyla ve nübüvvet kanalıyla insanlığa ulaştırılan hakikatler artık bilimin de ilgi sahasına girecek ve belki de bu mânâların anlaşılmasına çok önemli katkılar sağlayacaktır.

Bilimin varlık âlemini anlama serüveni içinde ilgi alanına girmesi gereken en önemli hakikat şahsiyet-i Ahmediyye (asm) ve nur-u Muhammedî (asm) olmalıdır. Bir zamanlar metafizik adı altında ilgi alanının dışına ittiği kavramları zamanla ve maddî yapı daha iyi anlaşıldıkça daha çok anlamaya çalışacak, bu da bütün birikimleri ile bilimin vahye muhatap olmasından ortaya çıkacak müthiş sonucu insanlığın istifadesine sunacaktır.

Asrın ateizm asrı olduğu noktasında fikir beyan edenler bilimde ve insanlıktaki bu çok önemli değişin farkında olmamanın getirdiği sığlıktan kurtulamadıklarının işaretlerini ortaya koymaktadırlar.

Doğumu ile insanlığı küfrün karanlıklarından çıkışa götüren ve nuru ile aydınlattığı âleme bedenen teşrif eden zatın (asm) hicreti ile isimlendirdiği takvim sisteminde yapraklar onun geliş yıldönümünü gösterdiğinde ona biatımız tazelenecektir. Belki de bu, tüm insanlık olarak ve insanlığın en önemli kazanımı olan bilim dünyası ile ona (asm) yönelmekle insanlığın mutluluğuna en önemli adımın başlangıcı olacaktır. Çünkü o (asm) varlık bestesinin en anlamlı ve bütün ruhları titreten en muhteşem bestesidir.

23.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Askerden beklenen


A+ | A-

Org. İlker Başbuğ’un “Yeter yahu, gerekenler yapılmazsa biz de elimizdeki bilgileri açıklarız” çıkışı, eski dönemlerden farklı olarak fazla destek bulmadı, aksine eleştirildi.

Genelde siyasetçilerin kullandığı “Konuşursam yer yerinden oynar” söylemini andıran sözlerin, aynı mülâkatta “Ben devlet adamıyım” da diyen Genelkurmay Başkanından sâdır olması, “Devlet adamı şantaj yapmaz” tepkisine yol açtı.

Bu, işin bir yönü. Diğer cihetinde ise, ülke gündeminin bilhassa irtica konusuyla ilgili olarak asker ve onun kontrolündeki istihbarat çıkışlı, çoğu asılsız ve düzmece raporlarla manipüle edilip saptırıldığı günlerin artık geride kaldığı gerçeği var.

Gerçek şu ki, cumhuriyet ilân edilip bu isim altında bir tek parti diktasının tesis edildiği günden itibaren, devlet güdümündeki basın özellikle “irtica” tehdidine karşı kurgulanıp kullanıldı.

“Gerici” yaftası vurulan dindarlar, her fırsatta kötülenip aşağılandı. Menemen olayı, Ticanîler, Ahmet Emin Yalman’a suikast girişimi gibi provokasyonlar ise, o şartlarda herşeye rağmen dine hizmet etmek isteyen insanları baskı altına alıp sindirmek ve etkisiz hale getirmek için kullanıldı.

O devirlerle ilgili olarak dilden dile dolaşan ilginç bir anekdotu hatırlayalım: Müftünün keçisi çalınıyor, ama “Müftü keçi çaldı” diye yazılıyor.

1950 öncesindeki 27 senelik tek parti devrinde böyle olduğu gibi, derin bürokrasinin yine o zihniyetle çalışmaya devam ettiği çok partili demokrasi döneminde de baskılar nisbeten hafiflemekle beraber tamamen nihayete erdirilemedi.

Buna paralel olarak, resmî ideoloji güdümündeki basının irtica eksenli karalama, aşağılama ve suçlama kampanyaları fasılasız devam etti.

İhtilâl dönemlerinde ise iyice saldırganlaştı.

Bu noktada, 27 Mayıs sayesinde bir kez daha oturma imkânı bulduğu Başbakanlık koltuğunda kendisine getirilen solcularla ilgili istihbarat raporlarını geri çevirip “Bana Nurcuların dosyalarını getirin” diyen İsmet İnönü’nün tavrı, bakış açısını ortaya koyan son derece tipik bir örnek.

Basındaki yayınlar da bu bakış açısına göre şekillendi. Yayın organlarına servis yapılan irtica konulu haber ve iddialar hep gündemde tutuldu

Bu çeşit haberlerin, hattâ bunlara konu olan kişi ve olayların çoğunlukla tertip ve mizansen ürünü olduğunu ayan beyan gözler önüne seren en tipik örnekler 28 Şubat sürecinde sergilendi.

Aczmendilerden Müslim Gündüz’e, Fadime Şahin’den Ali Kalkancı’ya, o günlerde gündeme getirilen ne varsa, hepsinin ardında derin organizasyonların yer aldığı ayan beyan ortaya çıktı.

Ergenekon iddianamelerine akseden belge ve bilgiler, bu tertiplerin arkaplanını açığa çıkardı.

Böyle olunca, işin içyüzünü iyice görme imkânı bulan millet, öteden beri zaten güvenmediği bu çeşit haberleri hiç ciddîye almamaya başladı.

“İliştirilmiş” basın organları ve onları yönlendiren perde gerisi aktörler de durumun farkına varınca, eski usullerle sonuç alabilmenin artık mümkün olmadığını görerek, taktik ve yöntem değiştirme ihtiyacı duydular. Ama görünen o ki, hâlâ bulabilmiş değiller. (Buna karşılık, nüfuz edebilecekleri bir boşluk bulmak için hazır halde pusuda bekleyen uluslararası komiteler, suret-i haktan görünmeyi de ihmal etmeden, sinsi ve dessas tuzaklarla harekete geçmiş durumda ki, buna dair konuları da zaman zaman işliyoruz.)

Sonuç olarak, gelinen noktada, Başbuğ’un “Biz de bildiklerimizi açıklarız” çıkışının fazla yankı bulmamasının gerisinde böyle bir birikim var.

Bu itibarla, Genelkurmay’dan beklenen, yine Başbuğ için yabancı diplomat ve askerlere atıfla yapılan “Özel sohbetlerde Türkiye’nin hızla değiştiğini, toplumun artık daha fazla sorgulayıcı, daha bilinçli olduğunu teslim ediyor. TSK’nın da değişime ayak uydurması gerektiğini vurguluyor” (Amberin Zaman, Taraf, 12.2.10) tesbitine uygun yaklaşımları kurumsallaştırarak bundan sonraki çizgisini buna göre dizayn etmesi.

Akıntıya kürek çekmenin anlamı var mı?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl