Ahmet ÖZDEMİR |
|
Re’fet Ağabey bana en çok Hastalar Risâlesi’ni okuturdu |
Hastalar Risâlesini okurken aklıma hep merhum Re’fet Ağabey gelir. Her ne kadar Hastalar Risâlesini yazan kâtipler arasında o yer almakla birlikte (diğerleri merhum Rüştü ve merhum Hüsrev Ağabeylerdir) beni etkileyen başka olaylardır. Risâle-i Nur’da adı “Re’fet Bey” olarak geçen emekli Yüzbaşı Re’fet (Barutçu) Ağabeyi lisede okuduğum yıllarda yakından tanımıştım. Adeta nurların hakikatlerini şahsında yaşar ve ders verirdi. Çok mübarek bir zattı. Onunla ilgili bazı hatıralarımı daha önce bu köşede yazmıştım. Kaldığım yer onun evine yakın olduğundan sık sık ziyaretine gitme fırsatım olurdu. Hayatını iman ve Kur’ân hizmetlerine vakfetmiş bir Nur Talebesini âhir ömründe ziyaret etmek, onun dertleriyle dertlenmek de bizim görevlerimiz arasında olsa gerektir. Re’fet Ağabey o günlerde seksen yaşlarında bulunuyordu. Gözleri az görüyor, kulakları da ağır işitiyordu. Sağlığı elverdiği ölçüde elinden tutar, kaldığımız eve getirirdim. Beraber olduğumuz zaman içerisinde nurlu hatıralarını kendine mahsus şivesiyle tatlı tatlı anlatırken bizler de şevk alırdık. Onun hayatında yalnızca iman, Kur’ân, Risâle-i Nurlar, Üstad Bediüzzaman vardı. En sıkıntılı ânında bile hiç şikâyet etmezdi. Hep hâline şükr ederdi. O Üstadından aldığı “Kadere teslim olan kederden kurtulur” dersini iyi anlamıştı. O tarihlerde ülkemizde 12 Mart 1971 askerî muhtırasının getirdiği sıkıntılar yaşanıyordu. Ülkenin tamamında sıkıyönetim idaresi vardı. Hâliyle Nur hizmetleri de bugünkü kadar serbest ve rahat değildi. Risâlelerin basılması, dağıtılması ve okunması bazen Medrese-i Yusufiye (hapishane)lerden ve mahkemelerden geçerdi. Onun için beraatla biten baskınlar ve tutuklamalar ülkenin gündeminden hiç düşmezdi. O yıllarda Türkiye’nin diğer yerlerinde olduğu gibi Ankara’da da hapisler ve mahkemeler devam ediyordu. Re’fet Ağabeyi evinde ziyaretine gittiğimde benden en çok Hastalar Risâlesi’ni okumamı isterdi. Kulakları ağır işittiğinden yanına oturur, duyacağı kadar yüksek sesle okumaya çalışırdım. Benim sesimi öyle zannediyorum ki, apartmanın aşağı ve yukarı daireleri de dinlerdi. Her gidişimde bir “deva” okurdum. Dinledikten sonra, derin bir nefes alır ve “Elhamdülillah, şimdi iyi oldum. Allah senden razı olsun” derdi. Bir ara askerî hastahanede tedavi altına alınmıştı. Hastaneye Üstadın o yıllarda hayatta olan bazı talebeleri ile ziyaretine gitmiştik. Giderken aklıma ağabeyin benden yine Hastalar Risâlesi’ni okumamı isteyeceği geldi. Risâleyi almayı düşündüm. Fakat tedbir açısından vazgeçtim. Ziyaret sırasında kalabalık içinde sanki evindeymiş gibi bana: “Ahmet kardeş! Hastalar Risâlesini getirdin mi?” diye sordu. Ben de unuttuğumu söyleyerek geçiştirdim. Hastaneden çıktıktan sonra kaldığımız yerden devam ettim. Bana da o günlerin kazasını yapmak düştü, Hastalar Risâlesi’nden bol bol okudum. Onun duâsını aldım. Allah rahmet eylesin. Daha sonraki yıllarda ne zaman bir hastaneye veya hasta ziyaretine gitsem aklıma hep Hastalar Risâlesi gelir oldu. Yanımda Hastalar Risâlesini taşımak âdetim oldu. Hastalar Risâlesinden ders yapmak veya hediye etmek güzel bir alışkanlık hâlini aldı. Hastalar Risâlesinin başında yer alan giriş cümlesi bu mânâyı da bize hatırlatmaktadır: “Hastalara bir merhem, bir teselli, manevî bir reçete, bir iyadetü’l-mariz (hâl ve hatır sorma) ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.” Hastalar Risâlesi hacmi küçük, ama mahiyeti büyük ve tesiri fazladır. Çünkü “nev-î beşerin on kısmından birini teşkil eden musîbetzede ve hastalara hakikî bir teselli ve nâfî bir ilâç olabilecek” devalar yer almaktadır. Risâlede yer alan her bir devâ, manevî bir ilâç hükmündedir. Doktorların reçetelerine yazdıkları ilâçları kullanma târifeleri gibi. Biz de mânevî hastalara yazacağımız reçetelere ‘devâ’ların kullanılma sıklığını şöyle ifade etsek olur mu: 1x1, 2x1, 3x1, 4x1… Şimdi önümüze güzel bir fırsat çıktı. Yeni Asya, gazeteyle birlikte her okuyucusuna 25 Aralık’ta bir adet Hastalar Risâlesi veriyor. O günü bir fırsata dönüştürüp çokça almak veya aldırmak sûretiyle pek çok insanı bu kitaba kavuşturabiliriz. Belki imanların kurtulmalarına da vesile olabiliriz. Mikroplar vücudun en zayıf ânını bekledikleri gibi; insî ve cinnî şeytanlar da insanın mânen en zayıf ânını beklerler. İmanları çalmak için en küçük fırsatları bile değerlendirirler. Allah, bizleri insî ve cinnî şeytanların şerrinden korusun ve muhafaza eylesin! (Âmin) 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Risâle eğitimi |
Nur Risâleleri, asırlarca beklenen ve yolu gözlenen bir büyük zâtın ve âhirzamanın son müceddidinin telif ettiği eserlerdi. İlhama dayalı vehbî bir ilmin mahsulüydü. İrâdeyle ve istemekle elde edilebilecek bir netice değildi. Bu hediye-i Kur’ân’iye, Allah’ın hikmeti gereği Bediüzzaman Hazretlerine ihsan edilmişti. Böyle bir eser bekleniyordu. İslâm dinini ve sünnet-i seniyyeyi yeniden ihyâ etmek, tahrip edilen değerlerimizi tamir etmek için herkes bir şeyler yapmanın çabasındaydı. Mehmet Akif “O nuru gönder İlâhî asırlar oldu yeter, / Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister” diyerek bu beklentiye tercümanlık yapıyordu. Bediüzzaman, sistematik bir eğitim görmemişti. En ciddî tahsili üç ay sürmüştü. Ancak, bu üç ay içinde on beş senede tahsil edilebilecek doksan cilt kitabı okuyup ezberlemiş, bunun yanında asr-ı hâzırın fennî ve felsefî kitaplarını da okumuştu. Hattâ, mantık ve matematik üzerine kitaplar da telif etmişti. Skolastik bataklığına saplanmış bir medrese hocası değil, modern zamanların bir imamı olmuştu. İmam-ı Rabbâni ve İmam-ı Gazalî gibi bir imamdı. Dinde tecdid vazifesini usûlüne uygun bihakkın gerçekleştirmişti. Eskiden kırk günden tut tâ kırk seneye kadar uzun bir seyr-i sülûk ile elde edilebilecek neticeye, kırk dakikada ulaştıracak bir yol ve metodu Kur’ân’dan bulmuştu. Bediüzzaman bir aksiyon ve icraât adamıydı. İlim ile icraâtı birlikte yürütüyordu. Modern bir eğitimciydi. Son zamanlarda keşfedilen ve en etkili metot olan suâl-cevap tarzındaki bir eğitim öğretimi yüz yıl önce hayata geçirmişti. Eserlerinde devamlı suâl-cevap usûlünü takip ediyordu. Birinci Cihan Savaşı öncesi kaldığı Van vilâyetinde “Şu Akdamar Adasında on yıl kalsam ve orada elli adam yetiştirsem, onlarla mânen dünyanın fethini gerçekleştiririm” diyordu. Kaderin garip bir cilvesidir ki, çeşitli sebepler altında ve zulmen sürgün edildiği Barla Nahiyesi ve Isparta’da yetiştirdiği kırk elli adamla kudsî dâvâsının temellerini attı. Her türlü tehlikeye göğüs geren ve cihan sarsılsa dâvâsından vazgeçmeyen o kuvvetli iman fedâilerinin sadâkât ve sebâtı, bugün dünyanın bütün kıt'a ve devletlerinde kök saldı. Nur Risâleleri elliye yakın dünya diline tercüme edildi. Milyonlarca insan tarafından okunur ve yayılır oldu. Bediüzzaman’ın nazarında kuru kalabalıklar değil, kaliteli ve yetişmiş dâvâ adamları önemliydi. Çok yüksek bir makamda olduğu halde imana hizmetkârlığı tercih ediyor ve bütün nazarları Nur Risâlelerine yönlendiriyordu. Çünkü, bâki hakikatler fâni şahıslar üzerine binâ edilemezdi. “Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hadim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, ‘Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamâtlara tercih ediyorum” (Emirdağ Lâhikası, s. 142) hakikatını hayatına ve mesleğine prensip edinmişti. Kars ve Erzurum ziyaretlerinden sonra, İstanbul’daki Eğitim Merkezine gitmiştim. Çünkü, Şaban Döğen kardeşimizin bekâ âlemine göç etmesinden sonra, Nübüvvet konusunun işlenmesine devam edilmesi gerekiyordu. Tevdî edilen vazife çok önemliydi. Zira, Kur’ân’ın takip ettiği dört temel maksattan birisi de nübüvvet meselesiydi. Merkezde on iki dâvâ adamı eğitim alıyordu. Kudsî bir dâvâya hayatını vakfetmenin kararlılığı bu genç adamların gözlerinden okunuyordu. Bütün duygularıyla derse odaklanmışlardı. Devletin memuru olmak yerine, son müceddidin mânevî askeri ve fedâisi olmayı her şeyin üstünde gören bu dâvâ adamlarını yürekten tebrik ediyorum. Hizmetin ve cemaatın göz bebeği gibi değer verdiği böyle dâvâ adamlarının sayısını Cenâb-ı Hakk’ın çoğaltmasını niyaz ediyorum. İstihdam edildiği hizmet mahallerinde, gizli bir kutup gibi ehl-i imana nokta-i istinad olan bu genç adamlar geleceğimizin teminatıdır. Sayısı daha fazla olan hanım vakıf adayları da çok önemliydi. İki gün boyunca nübüvvet konusunu ve meslek ve meşrebimizin temel esaslarını paylaştığımız bu gençleri, Rabbimizin son nefese kadar ihlâs, sadâkât, tesanüd ve istikamet üzerinde istihdam etmesini temenni ve duâ ediyoruz. Onlara binler maşallah ve bârekâllah... 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hastalar Risâlesi için son gün |
Hastalar Risâlesi siparişlerimiz için bugün son gün. Son defa çok yakınlarımızı gözden geçirdik mi? Siparişlerimizin içinde çok yakınlarımızın adı ve adedi var mı? Çok yakınlarımız diyorum; çünkü genelde—farkında değiliz, ama—ihmal ettiklerimiz veya müstağni davrandıklarımız onlar. ‘O zaten bu meseleyi biliyor’, ‘Onun zaten kitabı var!’, ‘O okusa da anlamaz ki!’, ‘O zaten şöyle…’, ‘O zaten böyle…’ gibi önyargılarımız çoğu zaman, farkında olmadan, o çok yakınlarımızla aramızda duvar olabiliyor. Ve o çok yakınlarımıza çoğu zaman sırf bu yüzden ulaşamıyoruz. Oysa bu kitabı onlara BİZ hediye edeceğiz. Bu çok farklı bir şey! Hastalar Risâlesi her ne kadar onların ellerinde var ise de, bir kez daha bu risâlenin okunmasına ve içindeki eşsiz rahmet damlacıklarına mazhar olmalarına bu kez BİZ vesile olacağız! Ve bu kez BİZİM vesilemizle ne tür bir rahmet sağanağına nail olacaklar, ne tür sırlara ulaşacaklar kim bilir! Rahmet sağanağı altında bize duâ edecekler. Biz de onlara duâ edeceğiz. Duâlarımız Arş-ı Âlâ’da buluşacak. Bu ne muazzam bir tecellî olacak! Bu duâlaşma İnşallah bizi mağfirete götürecek, bizi rızaya götürecek, bizi şefaate erdirecek, bizi cennete nâil edecek ve bizi cemal ve rü’yet-i Rahman’a mazhar kılacak! Düşünmesi bile insanın kalbine haşyet ve heyecan veriyor. Hele o Hastalar Risâlesi hediye edeceklerimiz arasında hastalar da var ise… Bu zaten sırf duâdan ibaret bir iyadetü’l-mariz, bir geçmiş olsun hükmünde Allah katında makbule geçecektir. Allah (cc), Allah için geliştirdiğimiz sosyal ilişkilerimizden, meselâ bir aç'ı doyurmamızdan, bir susuzu sulamamızdan, bir hastaya geçmiş olsun ziyareti yapmamızdan öylesine razı oluyor ki, tarifinde kelimelerimiz aciz kalıyor! Meselâ, Ebu Hüreyre’nin (ra) bir rivayetinde Resulullah Efendimiz (asm) bir mahşer sahnesini şöyle anlatıyor: “Allah mahşerde şöyle buyuracak: —Ey Âdemoğlu! Hatırlar mısın, Ben hasta olmuştum da, sen Beni ziyaret etmemiştin!” İnsan şaşkınlıktan şaşkınlığa düşecek ve diyecek ki: “Ey Rabbim! Bu nasıl olur? Sen âlemlerin Rabbi değil misin? Senin hasta olman olacak şey mi? Hem, ben sana nasıl gelebilirdim?” Allah (cc): “Hatırla ki, Benim falanca kulum hasta olmuştu. Sen bunu biliyordun! Fakat onu ziyaret etmedin! Eğer onu ziyaret etmiş olsaydın, onun kalbinde Beni bulacaktın! Onun, senin için yapacağı duâ Bana senden önce ulaşacaktı!” Allah (cc) bir diğer kuluna tekrar: “Ey Âdemoğlu! Hatırlar mısın, senden Beni doyurmanı istemiştim de, Beni doyurmamıştın!” Kul şaşkınlık yaşayacak ve diyecek ki: “Allah’ım! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde Seni nasıl doyurabilirdim?” Allah (cc): “Hatırla ki, Benim falanca kulum senden yiyecek bir şeyler istemişti. Senin de elinde yiyecek vardı! Fakat ona yiyecek bir şeyler vermedin! Onu doyurmadın! Eğer onu doyursaydın, ona olan ikramını ve onun senin hakkındaki duâsını senden önce Benim yanımda bulacaktın!” Yüce Allah (cc) bir başka kuluna yine: “Ey Âdemoğlu! Hatırlar mısın, senden su istemiştim de, Bana su vermemiştin!” Kul şaşıracak ve: “Allah’ım! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Seni nasıl sulayabilirdim?” diyecek. Yüce Allah (cc): ‘Kulum! Hatırla ki, Benim falanca kulum senden su istemişti. Sen de suya sahiptin. Fakat ona su vermedin! Eğer ona su verseydin, ona verdiğin suyun kat kat karşılığını ve onun sana duâsını derhal Benim yanımda bulacaktın! Sen bunu düşünemedin!’ buyuracak.”1 Bu mahşer sahnesi, bizim, çoğu zaman yapma kudretine sahip olduğumuz halde yapamadıklarımızın bizim için ne denli hesap meselesi olduğunu, oysa bunların Allah katında ne büyük değer taşıdığını bildiriyor. Öyle ki, aslında bir hasta ziyareti hiç de pahalı bir iş değil. Bir açı doyurmak için bir servete ihtiyaç yok. Bir susuza su vermek için kişide sadece bir nezaket meziyeti olması yeterli. Bütün mesele, fırsat elimizdeyken fırsatları servet bilmek! İşte Hastalar Risâlesi kampanyası indirilmiş fiyatıyla elimize böyle bir mânevî servet fırsatı sunuyor. Bu servet fırsatından yararlanmak için bugün ve kim bilir şu dakikalar son gün ve son dakikalar. Şu an verdiğimiz siparişler Cuma günü elimizde olacak çünkü. Bunun için gazetemizin abone-dağıtım servisini şu an aramamız yeterli. Mânevî servette hisselerinizin ziyade olması duâlarımla.
Dipnotlar:
1- Müslim; 2569; Riyâzü’s-Sâlihîn, 4/109-110. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
En tesirli savunma mekanizması |
Sıkıntı, problem, üzücü olaylara karşı en tesirli savunma mekanizmalarından birisi duâdır. O, duygu ve düşünceleri kesret ve madde dünyasından koparıp lâhûtî âleme çevirerek nefsî beklenti ve çıkarların ezici, kahredici pençesinden; madde bağımlılığından, nefsî, indî, süflî arzu ve isteklerden kurtarır ve rûhumuzu dinlendirir. Duâ mânevî bir sır, bir ilâç ve bir sığınma olduğundan kendimize iyiyi/güzeli telkin eder; iç dünyamızı kirleten menfî duygu, düşünce, kir ve paslardan temizler; Rahmânî duyguları yerleştirip şartlandırırız. Stres, sıkıntı, üzüntü, ümitsizlik ve güvensizliğin baskısından, cenderesinden; yalnızlığın doğurduğu kötü, olumsuz huylara düşmekten kurtuluruz. Çünkü duâmızla biliriz ki, yalnız değiliz, kudreti sonsuz birisi var: Bütün ihtiyaçlarımızı görür, bilir, sesimizi duyar, bize cevap verir. İşlerimiz ters gittiğinde kızar, nefret eder, kin tutar, vurur-kırar, dökeriz. Duâ bir paratoner gibi şiddet duygularımızı etkisizleştirir. Günlük hâdiseler içinde yorulur, yoğrulur enerjimizi tüketiriz. Duâ ile enerji depolarız. Beden, kalb ve beynimize olumlu dalgalar gönderir; hücrelerimizi yenileriz. Duâ ile aradaki beşerî vasıta ve perdeleri kaldırıp baskı ve minnetlerden kurtulur; doğrudan doğruya Allah’a muhatap olur; gerçek hürriyete kavuşuruz. Yalnız Onun huzûr ve dergâhına iltica eder; Ona hamd ve şükranlarımızı arzeder; “Hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsus”1 olduğunu yineleriz. Duâmızla; istek ve ihtiyaçlarımızı, acz ve fakrımızı, dilek ve düşüncelerimizi, doğrudan doğruya, Kâdıyü’l-Hâcât olan, yani her türlü ihtiyacı karşılayan Allah’ın huzurunda ifâde ederek gerçek emniyet/güven duyar; gerçek kul / insan kimliğini kazanırız. Stres, “kordisotropin” üreten hormon olarak bilinen “CRH” hormonunu aşırı derecede arttırır. Hormon, hücre içinde gen değişimine sebep olmakta ve “POMC” adı verilen bu gen de, virüslerin yahut kanser hücrelerinin içine yerleşip onların hızla çoğalmasına sebep olmaktadır. Ayrıca CRH hormonu, mikropları güçlendirerek, vücudun fıtrî savunma mekanizmasından kaçmalarına yardımcı olmaktadır.2 Araştırmada “Stresin doğurduğu hormonun kesin etkileri tesbit edilebilirse, bu hormonun tesirini yok edici bir ilâç da geliştirilebilir” deniyor. Pittsburgh Üniversitesinden Dr. Bruce Rabin ise, “Stresin, insanın bağışıklık sistemini değiştirici etkisini anlama aşamasındayız. Ama gevşeyip sinirlerimizi dinlendirmeyi öğrenmek şimdilik kestirme çâre” diyor.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Saffât, 182; 2- Lancet (tıp dergisi) Temmuz 1995. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Zaruret, maişet derdi |
Anarşi ve terör belâsı, harp belâsı kadar yakıcı–yıkıcı olmasa da, ondan çok daha uzun bir ömre sahiptir. Bu sebeple zararı, tahribatı büyüktür. Yıllara yayılan faturası pek ağırdır. Bazı tedbirler alarak, ya da diplomatik manevralarda bulunarak, savaşı kısa sürede bitirebilirsiniz. Terörü ise, vargücünüzle uğraşsanız da, çabucak bitiremezsiniz. Zira, bu illetin sizi aşan boyutları var. Terörü doğuran ve besleyen unsurlar, hem geniş zamana yayılmış, hem dağınık vaziyette, hem de çeşitlilik arz ediyor. Bu sebeple, kısa sürede başedilmesi kolay değil. Ancak, yine de ümitsiz, karamsar olmamalı. Her derdin olduğu gibi, bunun da vardır mutlaka bir hal çaresi... Çarelerin bir kısmı sebeplere bakar, bir kısmı da besleyici unsurlara. Türkiye'yi otuz yıldır üzen, huzursuz eden, maddî–mânevî büyük kayıplar verdiren terörün sebepleri arasında şunları saymak mümkün: * Dinî zaafiyet; mânevî buhran. * Darbeler, ihtilâller, muhtıralar, demokrasi dışı müdahaleler, hürriyetleri kısıtlayan diktacı, sultacı yönetimler, ara rejimler, kànun dışı keyfî/küfrî uygulamalar. * Irkçı ideolojiler, dayatmacı, red ve inkâra dayalı resmî uygulamalar. * Türkiye'nin belini doğrultmasını istemeyen hariç ülkeler; ülkemizin gelişmesinden korkan uluslararası güçler. * Milletimizin, bin yıl müddetle İslâmın bayraktarlığı hizmetinde bulunmasından dolayı, intikam alma stratejisini güden dahil ve hariçteki müfsitler. Terörün kökünü kesmek için, bu sebepleri ya ortadan kaldırmalı, ya da zararlarını asgari seviyeye indirecek ciddi tedbirler almalı. * * * Terörü besleyen faktörlere gelince... Bunların başında cehalet geliyor. Bunu ilim ve marifet (maarif) silâhıyla ortadan kaldırmanın plânını, programını yapıp hayata geçirmeli. Terörü besleyen ikinci büyük faktör ise, fakr û zaruret halidir. Fakirlik ve işsizlik, birbirini tetikleyip büyüten iki büyük belâ, iki mendebur hastalıktır. Bir mü'min, bu belânın "düşman başına" gelmesini dahi istemez. Evet, Allah fakirliği düşmanımızın başına dahi getirmesin. Sahih rivâyetlerde de ifade edildiği gibi, fakirlikten dolayı büyük günahlara, hatta küfre giren insanlar var. İşte, bu derece büyük tehlike arz eden bir hastalık, hiç şüphesiz, ülkemizde de terör ve anarşi canavarını besleyip büyüten etkenlerin başında gelir. Fakirlik ve işsizlik, ille de kişiyi raydan çıkaracak, yolundan saptıracak diye bir kaide yoktur ve olamaz. Ancak, uzun müddet işsiz kalan, fakr û zaruretten kurtulamayan kimseler, her türlü sosyal sıkıntıyı körüklemede potansiyel bir kuvvet teşkil eder. İşsiz kalan bir genç, terör ve anarşî tuzağına çabuk düşer. Aradığı halde iş bulamayan bir genç, gasp, soygun, kaçakçılık, uyuşturucu gibi karanlık işler çeviren odakların ağına da kolaylıkla düşebilir. İster terör, isterse diğer suç örgütleri olsun, bunların eline düşen mâsumların kurtulması da kolay değil. Kurtulma çabaları, çoğu kez ölümle sonuçlanır. Yapılan son araştırmalar, işsizlik ve fakirliğin daha çok Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde etkili olduğunu gösteriyor. Bu da, bilhassa gençleri suça ve suç örgütlerinin kucağına itiyor. Hükûmet yetkilileri, ne yapıp edip, bu derdin kalıcı devâsını bulmak zorunda. Onlar, bunun için vardır. Türkiye, "açılım" tartışmalarıyla daha fazla vakit kaybetmeden, derhal bir yatırım hamlesinin başlatılması gerekiyor. Bilhassa, gençleri iş ve meslek sahibi yapmaya matuf yatırımlar...
Tarihin yorumu 23 Aralık 1876
İlk demokrasi denemesi
Türkiye'de meşrûtiyet/demokrasi yolunda atılan en büyük adım, 23 Aralık 1876'da atıldı. Bu tarihte, ilk Meşrûtiyet (demokrasi) ilân edildi. İki meclisli parlamento (Âyân ve Mebûsân) açıldı. Hazırlanan ilk Anayasa (Kànun–i Esâsî) kabul edilerek yürürlüğe konuldu. Esasında, bu tarihten sekiz sene kadar evvel de demokrasi yolunda küçük bir adım atılmıştı. Bugün adına Danıştay denilen ilk "Şûrâ–yı Devlet", bir tür Meclis şeklinde açılmış ve tabana dayalı bir yönetim şeklinin nüveleri atılmıştı. Ancak, ne hikmetse, o dönemde dehşet verici gelişmeler yaşandı ve bir adım daha ileri gidilemez oldu. 1876 yılı ortalarında, Sultan Abdulaziz'e karşı bir askerî darbe yapıldı. Ardından, padişah katledildi. Aynı sene içinde, üç kez saltanat değişikliği vak'ası yaşandı. Abdulaziz'in yerine önce Sultan V. Murad getirildi. Onun ruhî dengesini kaybetmesi sonucu, üç ay sonra (31 Ağustos) 33 yıl tahtta kalacak olan Sultan II. Abdulhamid getirildi. Sultan Abdulhamid, tahta gelmek için hürriyet ve demokrasi taraftarlarına "meşrûtiyet sözü" verildiği için, ilk başlarda çok büyük destek gördü. Ne var ki, işler umulduğu gibi gitmedi. Kısa bir zaman sonra Osmanlı–Rus Harbi (18 Nisan 1877) çıktı. Bu savaşta, hem toprak, hem de insan gücü itibariyle Osmanlı çok büyük kayıplar verdi. Savaşta yaşanan hezimet ve mağlubiyeti gerekçe gösteren Sultan Abdulhamid, Mebûsan Meclisi'ni feshettiğini, Anayasayı yürürlükten kaldırdığını, dolayısıyla da I. Meşrûtiyet'i askıya aldığını, bir fermân ile ilân etti. Böylelikle, ilk demokrasi denemesi 1878'de kesintiye uğradı. Meşrûtiyet'in yeniden ilânı ise, ancak 30 sene sonra mümkün olabildi. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Hasan YÜKSELTEN |
|
İrem’in sütunları, Dubai’nin kuleleri |
Geçenlerde Dubai’nin borçlarını ödeyememesi dolayısıyla Abu Dabi’den borç aldığı, ancak buna rağmen iflâs tehlikesinin ortadan kalkmadığı ile ilgili haberler yer aldı medyada. Hakkında sürekli dünyanın ‘en’leri üzerine haberler okuduğumuz Dubai bu sefer ters yönde bir ‘en’le çıktı karşımıza. Kimine göre ‘İslâmî modernite’ nin merkezidir Dubai, kimine göreyse ‘yeni İrem’. Sizin için ne ifade ediyor bilemiyorum, ama benim için, küresel görgüsüzlüğün başşehridir. Sınır tanımayan tüketim anlayışının zirve yaptığı yerdir. Dubai denince benim aklıma, şatafatın, ölçüsüz tüketimin, sefahatin, gösterişin ön planda olduğu sonradan görme bir kültürsüzlük gelir. Üçkâğıt ekonomisi gelir. Üç kuruş paraya köle gibi çalıştırılan ve çalışma şartlarının kötülüğünden ötürü yüzlercesi intihar eden Hintli, Filipinli işçiler gelir. Deniz üzerine kurulmuş yapay adalar, göğü delmeye çalışan gökdelenler gelir. Özellikle gökdelenlerin altında yatan mânâya dikkat etmek gerekir. ”Nedir gökdelen! Firavun’dan miras kalan ve Tanrı’ya kafa tutan bir kule mi! Yoksa çağdaş küresel fikriyatın dünyayı istilâ eden zihniyet sembolü mü? Evet, o. Nereye bir gökdelen dikilmişse, orada paganist gücün paradan başka ilâh tanımayan kanunu geçer.”1 Dubai’nin resimlerine baktığınızda hiç cami görebiliyor musunuz? Her şeyin en büyüğünü, en lüksünü yapanlar neden göz önünde bir cami yapmayı düşünemediler acaba? Arazileri gökdelenler için ayırmak daha mı kârlı geldi? Ya da hayatın merkezinde dinin yerini paranın almasının neticesinde camilerin yerini gökdelenler mi aldı? “Son yatacağı yer iki avuç topraktan ibaret olan kişiye de ki: Sarayını, çardağını göklere kadar yüceltmeye ne hâcet var?” der Hafız-ı Şirâzî. İnsanlığın enesinin bir nev'î tezahürüdür gökdelenler. Kur’ân’da ‘şehirler içinde bir benzerinin yaratılmadığı’ söylenen İrem şehrinde, yaptıkları yüksek sütunlu evlerine ve refahlarına güvenerek “Bizden daha güçlü kim var?” diye gururlanan Ad kavminin hissiyâtının bir nev'î modern zamanlardaki karşılığıdır. Gökdelenler merkezi Dubai’nin ‘yeni İrem’ olarak da tanımlanması bu noktada bana çok manidar gelir. Dubai mu'cizesi şimdilerde Dubai faciasına dönüşüyor. Ancak asıl facia, Dubai’nin iflâsı değildir. İnsanlığa öğrettiği sefahat ve lüks hayat anlayışının zihinlerde oluşturduğu tahribattır asıl facia olan. Dubai’nin bence en büyük hatası, insanlığı lükse alıştıran, nefsin iştahını açan zevk merkezli hayat tarzını dünyanın, özellikle de İslâm dünyasının gözüne sokmasıdır. Bediüzzaman, “Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur”2 der. Ekser İslâm aç iken, ultra-lüks siteler, villalar yapılamaz, gökdelenler yarışına girilemez, çölde jiplere takla attırarak eğlenceler düzenlenemez, bir iki günlük tatiller için servetler feda edilemez. Ancak ne yazık ki, yıllardır, ülkemizde de, nelere mal olduğu çok düşünülmeden, finans, eğlence ve turizm merkezli Dubai modeli, İslâmî gelişmeye örnek olarak gösterilmekteydi. Basında kısa bir tarama yaparsanız muhafazakâr basında da Dubai’ye ne övgüler dizildiğini, "Dubai’nin yarattığı mucizelerin(!)" nasıl ballandırılarak anlatıldığını, hatta ‘İslâmî modernite’nin simgesi olarak tanımlandığını göreceksiniz. İstanbul’un Avrupa yakasında Maslak’ı gökdelenlerle doldurduktan sonra Anadolu yakasında da Ataşehir’de boş kalan son araziye gökdelenleri dikip orayı bir finans merkezi hâline getirme planından, İETT arazisine burgulu Dubai kulesi dikilmesine, Marmara kıyılarına yapay adalar inşâ etme planından, turizm adına her türlü değerden vazgeçecek kararlara imza atılmasına kadar birçok örnek bizim yöneticilerimiz tarafından da model olarak alınan Dubai görgüsüzlüğünün İstanbul’a taşınma çabalarını göstermekte. Muhafazakâr kesimden hiç kimse de, ‘Allah’a savaş açmak anlamına gelen faizci finansın merkezi olmanın ne anlamı var?’ diye sorgulamıyor. Tıpkı on-onbeş yıllık sonradan görme Dubai görgüsüzlüğünün, üç bin yıllık tarihin ve kültürün beşiği İstanbul’a giydirilmeye çalışılmasının sorgulanmadığı gibi. Bu tür meselelere itirazın dindar kesimden değil de sosyalist kesimlerden geliyor olması da, dindar kesim açısından önemli bir vebaldir kanaatindeyim. Eski bir İran masalında anlatılır: Fakir bir adamın gözyaşları inciye dönüşüyormuş. Birgün bakmışlar ki, adamın elinde kanlı bir bıçak, karısını öldürmüş, inciden bir tepenin üzerinde ağlıyor. Zengin olmak için böyle bir bedel ödemiş. Jiplerde tur atan başörtülülere, dindar kesimin ultra-lüks sitelerine, ‘tesettür otelleri’ndeki gösterişe, hatta cami önündeki ayakkabıların markalarına bakıp, “Bizimkiler de zenginleşiyor” diye sevinenler, bu zenginleşmenin bedelini hiç sorguladılar mı? İncileri elde etmek uğruna acaba hangi değerlerimizi öldürüyoruz? Dubai masalının sona ermesi, bizler için sanal ve gayr-i meşrû parayla zengin olma rüyasından uyanıp, kanaat ahlâkına dönmemiz için bir başlangıç ve fırsat olabilir. Çünkü artık masal bitmiştir. Dubai iflâstan kurtulacaktır belki. Ama artık büyü bozulmuştur. Bundan sonra İstanbul’un, İzmir’in Dubai olması gerektiği savunulamayacaktır. Müslüman ülkelere, ‘Dubai gibi olun’ denemeyecektir. Dense de anlamı olmayacaktır. Zira şimdi, küresel kapitalizmin sanal cennetinin boş gökdelenlerine çarpan rüzgâr eski bir şarkıyı söylüyor: Kapat kapat perdeleri, Bu komedi oyun bitti.
Dipnotlar:
1- Huzursuz Bacak, s. 118, Mustafa Kutlu, Dergâh Yayınları. 2- Hutbe-i Şamiye, s. 133, Yeni Asya Neşriyat. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Âcil Eylem Plânı” ve YÖK Yasası |
Danıştay’ın, meslek liselerinin katsayı haksızlığını gidermeye yönelik yönetmeliğin iptalini onaması üzerine YÖK Genel Kurulu, katsayı farkını “15’e 13” daraltan yeni bir düzenleme yaptı. Yeni bir itirazla bir “iptal”in olmaması halinde, meslek okulları mezunlarını mağdur eden katsayı haksızlığı büyük oranda giderilecek. Ancak, yükseköğretim kuruluşları hakkındaki Anayasa’nın 130. ve 131. maddeleri değiştirilmeden ve yasal tahkimatı yapılmadan salt yönetmeliklerle yapılan yamaların yetersiz olduğu ve her an devredışı bırakılıp öğrencileri mağdur edeceği endişesi devam ediyor. Siyasî iktidarın köklü yasal zeminini hazırlamadan her yıl yüzbinlerce meslek okulu mezununun mağduriyete ve haksızlığa uğramasına sebebiyet veren uygulamayı YÖK’le kaldırma kolaycılığı, sıkıntıyı sürdürüyor. ÖSS Başkanı’nın, bu kararın da iptaliyle üniversite takviminin tavsayabileceği ve sınavların ertelenebileceği uyarısı bunun ifâdesi… “MESLEKÎ VE TEKNİK EĞİTİM” VAADİ Oysa AKP hükûmetinin kurulduğu gün bizzat Genelbaşkan Erdoğan tarafından kamuoyuna taahhüd edilen ve daha sonra seçim bildirgelerinde ve hükûmet programında atıfta bulunulan 13 Kasım 2002 tarihli AKP’nin “Âcil Eylem Plânı”nda, “Türkiye’nin âcilen hukuk devleti zeminine oturması için her türlü yasal düzenlemenin yapılacağı ve uygulamanın sıkı sıkıya tâkip edileceği” sözü verilmekte. Bu bağlamda, bir ay içinde temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde süratle yapılacağı belirtilmekte. Bir yıllık takvim içinde ise, ilk ve orta öğretimde rehberlik etkin hale getirilerek meslekî ve teknik eğitime ağırlık verileceği, eğitimin önündeki her türlü engeller kaldırılacağı, üniversitelerin idarî ve akademik özerkliğe kavuşmaları sağlanacağı ve YÖK’ün yeniden yapılandırılacağı vaad edilmekte. Bu vaadin üzerinden yedi yıl geçtiği ve tek başına Anayasayı ve yasaları değiştirebilecek sayıda olduğu halde AKP iktidarı, bu süre zarfında eğitimi demokratikleştiremedi. Bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi YÖK’ü üniversiteler arası koordinasyonu sağlayan bir kurum haline getirmedi. AKP’nin ilk iki Millî Eğitim Bakanı’nın “Mutlaka değiştirilecek!” sözlerine rağmen, YÖK yasasını ve ilgili anayasa maddelerini düzeltmedi. 28 Şubat postmodern darbeden kalma yasadışı başörtüsü yasağını ve Kur’ân kurslarında Kur’ân öğrenimini yaşla yasağında olduğu gibi, eğitimin önündeki engelleri kaldırmadı… Dahası, Türkiye’nin eğitim sistemi kördüğüme dönüştü. Siyasî iktidar, yasaklara ve antidemokratik uygulamalara karşı yasakçıları ve demokrasi dışı mihrakları suçlamaktan öteye geçmeyen neticesiz politikalarla, “Ne yapalım, yapmak istedik ama yaptırmadılar!” mağduriyetli söylemine sığınmayı sürdürdü…
İMAM HATİPLERİN “DÜZ LİSE”YE ÇEVRİLMESİ Ne var ki mesele bununla da kalmıyor; katsayı konusu bütünüyle bir meslek okulları meselesiyken imam hatiplere karşı kullanılmaya devam ediliyor. Ve işin ilginç yanı, bu istimal, başta YÖK Başkanı Prof. Özcan olmak üzere imam hatiplerin de içinde bulunduğu meslek okullarının mağduriyetlerini ve problemlerini gidermekle yükümlü mahfillerce yürütülüyor. İmam hatiplerin kaldırılması ve tasfiyesi tartışmalarına âlet ediliyor. Daha önce Meclis’te bir CHP’li milletvekili ile konuşurken, imam hatip okullarını kastederek “Gerekirse bu zıkkımları kapatalım” talihsiz cümlesini sarfedip yasakçıları cür’etlendiren YÖK Başkanı, şimdi de “imam hatipleri düz liseye çevirmek”ten bahsediyor. Katsayı konusunda a, b, c, d ve hatta e plânlarının olduğunu söyleyen YÖK Başkanı’nın “tartışmaları bitirmek” ve kendi ifâdesiyle “ülkemizde ciddî tartışmalara neden olan imam hatip meselesini halletmek” için “İmam hatip okullarını genel liseye çevrilmesini” öneriyor. Ortaöğretimdeki din ve ahlâk bilgisi dersinin kaldırılıp, imam hatip okullarının seçmeli din dersiyle takasını “çözüm” olarak görüyor… “Okular olmazsa Millî Eğitim çok iyi yönetilir” komedisine benzeyen bu teklife, ne yazık ki bir-iki milletvekilinin “Bu YÖK’ün değil, Millî Eğitim’in yetkisinde” itirazının dışında doğru dürüst bir cevap verilmiş değil. Halbuki imam hatipler, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği açılan okullar. Din dersleri ise din eğitimi ve öğretimi göreviyle Anayasanın devlete yüklediği görev. Bu açıdan, zaten yetersiz olan ve mutlaka müfredatının ve muhtevasının zenginleştirilmesi ve ders sayısının arttırılması gereken din derslerinin imam hatiplere alternatif olarak gösterilmesi, tam bir çarpıklık… Gelinen süreçte, “Âcil Eylem Plânı”nda 7 yıl önce vaadedilen YÖK Yasası düzeltilmediği gibi, “ilk ve orta öğretimde meslekî ve teknik eğitime ağırlık verileceği” vaadine karşılık, meslek okullarının küçük bir cüz’ünü teşkil eden imam hatiplerin “tasfiyesi”ni ve “din derslerinin kaldırılması”nı bizzat YÖK Başkanı’nca gündeme getirilmekte… 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Her havaalanına iki mescid |
“Dinin direği” olan “namaz”a ne kadar ehemmiyet verilse yine de azdır. Bediüzzaman’ın da ifadesiyle; “Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.” Bu bakımdan namaz, mescid ve cami noktasında yapılan tahşidat, çok değil az bile görülmelidir. Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olduğu halde, pek çok konuda ‘altyapı’sı Müslümanca değildir. Bir yere gidersiniz, namaz kılmak istersiniz ve ‘mescid’ bulmakta zorlanırsınız. Mescid bulsanız, uygun abdest alma yeri bulmakta zorlanırsınız. Onu bulsanız başka bir problemle karşılaşabilirsiniz. Otellerden motellere, alış veriş merkezlerinden şehirler arası yolculuklara kadar her yerde bu problemlerle karşılaşmanız mümkün. Bu vesile ile camilerin, hanımların namaz kılma ihtiyacına göre düzenlenmediğini, bu noktada büyük bir eksiklik olduğunu da hatırlayalım ve hatırlatalım. Camileri ziyaret eden hanımlar, (İstanbul’daki tarihî camiler de buna dahil) bilhassa “uygun abdest alma mekânı olmaması” sebebiyle sıkıntı çekiyorlar. İnşallah ‘yetkililer’ bu konuda gereken çalışmaları yaparlar. Bazı ihmallerin de ‘yöneticiler’in ikaz edilmemesinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Görülen bir eksikliğin giderilmesi talep edilmez ve “Boş ver!” denilirse bu yanlışlar da yıllar yılı sürüp gider. Geçtiğimiz hafta sonu, bir vesile ile İzmir’e gittik. Yeni Asya İzmir Temsilciliğini de ziyaret edip, bazı okuyucularımızla da görüşme imkânı bulduk. Son bir ayda iş vesilesiyle gittiğimiz Antalya, Adana ve İzmir Havaalanlarında namaz kılmak nasip oldu. Havaalanlarında ‘mescid’ var, ama bununla birlikte bazı eksiklikler de göze çarpıyor. Telâfi edilmesi temennisiyle bunları dile getirmek arzu ettim. Meselâ, Antalya Havaalanındaki mescid ‘bodrum’ katta ve abdest alma yeri hiç uygun değil. Hatta bir gazeteci arkadaşımız, burada abdest alırken ayaklarını yıkadığı esnada kayarak yere düştü. Yıllar önce yapıldığı anlaşılan bu mekân, günün şartlarına uygun olarak yenilenmesi gerekir. Adana Havaalanındaki mescid de ihtiyaca cevap vermekten uzak. Gerçi buradaki mescid üst katta, ama mimarî yapısı gereği pencereler açılamıyor ve küçük mescid rutubete teslim olmuş durumda. Özel abdest alma mekânı olmaması da ayrı bir problem. Yüksek lavabolarda abdest almak hem zor, hem de sadece ellerini yıkayan diğer yolcular açısından uygun olmayan görüntülere sebep oluyor. İzmir Havaalanına gelince, orada gerçekten çok güzel ve büyük bir mescid var. Fakat oranın da önemli bir kabahati var. Mescid, havaalanının ‘geliş’ katında, yani alt katta. “Gidiş,” yani üst kattaki yolcuların mescid ihtiyacı düşünülmemiş. Alt katta mescid olduğu halde, üst kattaki yolcuların bundan haberdar olmalarına imkân yok. Çünkü üst katın hiçbir yerinde alt katta ‘mescid’ olduğuna dair bir “yönlendirme levhası” ya da işaret yok! Ancak, görevlilere sorulması halinde alt katta mescid olduğundan haberdar olabiliyorsunuz. Seyahatimiz esnasında İzmir Havaalanında namazımızı kıldıktan sonra bu durumu önce “danışmaya” daha sonra da havaalanı yönetimine bizzat ifade ettik. Onlar da “Unutulmuş her halde, ilk fırsatta bunu gündeme alalım” dediler. İnşaallah bu ‘basit’ eksiklikler giderilir ve ibadet etmek isteyen mü’minler ‘şeytan’ dışındaki manilerle karşı karşıya kalmazlar. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Üçlü mekanizma PKK’yı tasfiye edebilecek mi? |
Terör örgütünün Kürt vatandaşları sokağa dökerek günlerce huzuru bozması, Reşadiye’de yedi Mehmetçiğin şehit edilmesi ve DTP’nin Anayasa Mahkemesince kapatılması, demokratik açılım çabalarının sekteye uğratılması için gizli ellerin ciddî bir tezgâh kurduğunu gösterdi. Tezgâhın başarısını teminat altına almak için tahrik edici başka şiddet eylemlerinin tezgâhlanmasından korkuluyor. Amaç ise İmralı’daki terörist başını muhatap haline getirebilmek. Ancak hükümet ısrarla açılımın süreceğini belirtiyor. Bu amaçla toplantılar yapılıyor. Başbakan Erdoğan Türkiye’yi dolaşıp halka yaptıklarını anlatacaklarını söylüyor. Peki bu tahrik edici davranışlara rağmen açılım sürdürülebilir mi? Bizce bu açılımın sürdürülebilmesi için; PKK’nın “iknâ” edilmesi gerekiyor. Bu açıdan en önemli etkenin Amerika’nın örgüte ve Kuzey Irak Yönetimine yapacağı baskı olduğu biliniyor. Nitekim bir yıl önce kurulan üçlü mekanizmanın tarafları olan Türkiye, Irak ve ABD, Bağdat’ta bir araya gelerek bunun yöntemini tartıştı. İçişleri Bakanı Atalay PKK’nın tasfiyesi için bir yol haritası çıkarıldığını, üç ülkenin “PKK’nın tasfiyesine yönelik adımların yoğunlaştırılması konusunda kararlılıklarını vurguladıklarını” açıkladı. Bu adımların “Irak’ın barış ve istikrarına katkıda bulunacağına inandığını” vurguladı. Peki Amerika baskısını arttıracak mı? Bölgeyi bilenler Amerika’nın 2010 yılında Irak’tan çekilene kadar bu sorunu çözmek istediği, böylelikle Kuzey Irak’ın himayesi işini Türkiye’ye ihale ettiği yönünde yorumlar yapıyorlar. Amerika’nın gerçekten istemesi halinde PKK’yı etkisiz hale getireceği, silâhsızlandıracağı ve teslim olmaya zorlayacağı bir sır değil. Kuzey Irak Yönetimi de bu konuda Amerika’nın ağzına bakıyor. Amerika’nın bu konuda Türkiye’ye sunduğu iddia edilen planın mimarlarından Henri Barkey, gerek silâhsızlandırma ve gerekse dağda kalmada ısrar eden militan grupların yok edilmesi işinin yalnızca ABD ordusu tarafından yapılabileceğini söylüyor raporunda. Bizim de kanaatimiz bu yönde. Yoksa örgüt kendi isteğiyle silâh bırakmaz. Nitekim Reşadiye katliâmının emrini verdiği söylenen Cemil Bayık, “PKK teslim olacak değil. Türkiye’de anayasa değişmedikçe, Kürt kimliği yasal güvenceye alınıp tanınmadıkça, PKK dağdan inmez” sözleri de bunu doğruluyor. Bu değerlendirmelerin ışığında iddiaların aksine demokratik açılımın bitmediğini, yalnızca askıya alındığını düşünüyoruz. Ancak ön aşamalar tamamlanmaksızın doğrudan sınırdan militanların gelmesine izin verme gibi bir yanlışlığın tekrarlanmayacağını umuyoruz. Mahmur Kampı’ndan gelecek olan beş bine yakın kişinin terör örgütünün direktifleriyle hareket edeceğini, bu yüzden ikinci bir Habur olayı yaşanmasına sebep olabileceğini hatırlatmak istiyoruz. Bu kişilerin çoğunluğunun ilk başta oraya gidiş sebebinin yine örgütün baskı ve tahrikleri olduğu unutulmamalıdır. Kampın adının BM kampı olması kimseyi yanıltmamalıdır. Elbette bu ülkenin vatandaşlarının topraklarına geri dönmesi hepimizi yalnızca memnun eder. Ama bunun usûlünün, açılımın önünü kesmek isteyenlere bahane oluşturmayacak şekilde planlanması gerekir. Umarız bu demokratik açılım çabası, terör örgütünün ve yandaşlarının tahrikleriyle olgunlaşmadan koparılıp atılmaz. Çünkü ülkemizin artık bu durumu sürdürmesi çok güçtür ve kimsenin bayraklar içinde şehitler gelmeye devam etmesine göz yumma lüksü olamaz. Bu ülke otuz yılda otuz bin vatandaşını kurban verdiği bir çatışmayı sürdürmemelidir ve hükümetin 21. yüzyıla taşınan bu etnik terörün, demokratik ve barışçı yollarla sona erdirilmesi çabalarını herkes desteklemelidir. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Terör ve siyaset |
DTP hakkındaki kapatma kararı öncesinde başlayıp sonrasında tırmanma istidadı gösteren gerginlik, şimdilik yatışmış gibi. Bunda, kararla partisiz kalan 19 vekilin sine-i millete dönmekten vazgeçip, yedekte tutulan BDP’nin çatısı altında yola devam edeceklerini açıklamaları da etkili olmuş gibi görünüyor. Gerçi AYM kararıyla siyaset yasağı getirilen iki kişiden biri olan DTP Başkanı Türk’ün, kendi ifadesiyle son kez kameraların karşısına geçerek yaptığı açıklamada, devam kararındaki İmralı etkisini telâffuz etmesi, “Bunlar hâlâ akıllanmamış” gibisinden bir değerlendirmeye de yol açtı. Böylece, öteden beri seslendirilen ve kapatma kararında da temel gerekçe olarak gösterilen DTP-PKK bağlantısı yine açığa vurulmuş oldu. Görünen o ki, HEP-DEP-ÖZDEP-HADEP-DEHAP-DTP çizgisi, şimdi BDP ile devam edecek. Çünkü bu yapı ona göre kurgulanmış. Nasıl PKK 12 Eylül ürünü bir terör örgütü ise, biri kapatılıp diğeri açılan söz konusu partiler de o örgütle irtibatlı siyasî oluşumlar olarak planlanmış. Açık şekilde, örgütün siyasî ayağı bu partiler. Gerek parti kimliğiyle, gerekse buna izin verilmediği durumlarda bağımsız adaylarla katıldıkları seçimlerde yetecek sayıda oy alarak Meclise girmeleri ve mahallerde çok sayıda belediye başkanlığını kazanmaları, meselenin kritik noktası. Silâhlı bir terör örgütüyle mücadelenin askerî operasyonlarla yürütülmesi, işin tabiatına uygun. Ama o örgütle yakınlığını açıkça ortaya koymaktan geri durmasa da, halkın oylarıyla seçilmiş bir partiye karşı silâhlı yöntem işe yaramaz. Aynı çizgiyi yargı yoluyla engelleme çabaları devam ediyor olsa dahi, bu yolun da giderek zora girdiği gözleniyor. Parti kapatma kararlarına yönelik eleştirilerin her defasında daha güçlü bir şekilde dile getirilip, kapatmanın çare olmadığına vurgu yapılması, bu yöntemi de zayıflatıyor. Bizatihî kapatma kararlarını veren Anayasa Mahkemesinin, defaatle “Gerekli mevzuat değişiklikleri yapılsın ve artık bu konular bize gelmesin” çağrısında bulunması, bunun bir ifadesi. Yani, BDP ile devam edecek olan çizgi terör örgütüyle bağlantısını gevşetmeden sürdürse de, parti kapatma müeyyidesini işletmenin giderek daha da zorlaştığı bir sürece girildiği söylenebilir. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, “terör örgütünü siyasallaştırma projesinin aracısı” gözüyle bakılan partiye uygulanan yaptırımların, ortaya çıkardığı “mağduriyet” görüntüsüyle irtibatlı olarak, tepki oylarını arttırmak suretiyle, bu partiyi, hiç hak etmediği halde olduğundan daha güçlü bir konuma getiriyor olması. Ki, hep yapay müdahalelerle tanzim edilegelen Türkiye siyasetinin genel karakteristiği bu. Siyasetteki periyodik tıkanmaların sebebi de. Halbuki siyaset kendi akışı içinde rahat bırakılıp, toplum mühendisliği projelerine dayalı yapay örgütlenmelere göre defalarca silbaştan dizayn edilmeye kalkışılmasa, bunlar olmayacak. Belki bir süre sıkıntılar olacak, ama halkın sabırlı sağduyusunun belirleyici etken olduğu süreçte, zaman içinde herşey yerli yerine oturacak. Nitekim problemin bugünkü boyutlara erişmesinin temellerinin atıldığı CHP’nin tek parti diktasından sonra iktidara gelen DP, bölge halkını devletle barıştırıp kucaklaştıracak önemli adımlar atmış, Şeyh Said’in torunu başta olmak üzere, geçmiş dönemdeki mağduriyetlerin simgesi niteliğindeki birçok ismi aday gösterip parlamentoya sokmuş, bölgeye hizmet seferberliği başlatmıştı. Ama bunları, diğer bölgeleri rahatsız edecek bir tahsis izlenimi vermeden, genel politikaları iyileştirerek uygulamaya koymuştu. Ama ihtilâllerle hem bu süreç sabote edildi, hem de mevcut kronik sorunlara, gün geçtikçe içinden çıkmakta daha çok zorlandığımız yenileri eklendi. Sorun çözme adına uygulamaya konulan askıcı yöntemlerse işi iyice çıkmaza soktu. Sonuç: Teröre de, siyasî uzantılarına da sağlıklı çözüm için demokrasiden başka bir yol yok. 23.12.2009 E-Posta: [email protected] |