19 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Allah’a doğru bir yolculuktu hicret


A+ | A-

İki güzel insan… İki güzel arkadaş… Tam inanmış iki kişi… Biri Hz. Peygamber’di (asm), diğeri sadık dostu Ebûbekir Sıddık (ra). Bir emir ulaştı Hz. Peygamber’e (asm), izin verildi. Bu yolculuğa beraber çıkacaktılar. Dünyanın gidişâtını değiştirecek bir yolculuktu bu. O güne kadar hiç görülmemiş ve yaşanmamış bir yolculuktu. Yıllardır süren ezalar ve cefalar karşısında, Mekke’deki mü’minlere nihayet hicret izni çıkmıştı. Medine’ye göç edilecekti.

Hz. Peygamber (asm), iman dâvâsındaki en sadık arkadaşı olan Sıddık-ı Ekber’e (ra) o gün her zamankinden farklı bir vakitte ziyarette bulundu. Bu beklenmedik ziyaretin bir sebebi vardı. Bir müjdeyi paylaşacaktı sır dostuyla. Hz. Aişe de (ra) bu sırrın şahitlerindendi. Ne yapılacağı, nasıl hareket edileceği kararlaştırıldı ve kâinatın kaderini değiştirecek olan ilk adım, o gün atılmış oldu. Hicret başlıyordu.

Hicret, vatanı terk ediş değildi. Doğduğu topraklardan, yaşadığı bölgeden ve beldeden ayrılış hiç değildi. Zahiren bir gidişti, ama aslında dönüştü bu. Bu gidişin, Mekke’nin fethiyle dönülecek bir günü vardı. İslâmiyet’in ve insanlığın talihinin parladığı bir gündü bu. Daha nice nice gönüller vardı keşfedilecek. Şehirlerden önce gönüller vardı fethedilecek. Hicret, gönülleri fethetme yolculuğuydu. Sayıca çok fazla olan nice topluluğun yapamayacağı bir işi iki kişi gerçekleştirecekti. Biri Hz. Peygamber’di (asm), diğeri Ebûbekir Sıddık (ra).

Hicret, anlaşılmaz ve bilinmez İlâhî bir sırlar manzûmesidir. Özeldir. Her şey hicret içinde kâinatta, her şey hareket hâlinde. Kanın deveranından, yıldızların seyeranına kadar, derelerin hareketinden, bulutların seyr-ü seyahatine kadar, her şey hicret içinde. Hicret, küçük büyük her şeyin Allah’a (cc) doğru yolculuğudur. Kâinatın kaderini değiştirecek kararlı, azimli, niyetli bir adımdır hicret.

Niye Hz. Ebûbekir (ra) seçildi? Bu sır da bilinmez, özeldir. Görünürde söylenecek çok şey vardır, ama özeldir. Hz. Peygamber’e (asm), dâvâsını tebliğ ettiği ilk günden beri gönlünü ardına kadar açan ve herkes reddederken, ‘Evet’ diyen sadece oydu. En zor günde yâr ve yâren olanın bu özel günde de bir nasibi vardı. Peygamberimizin (asm) hicret arkadaşı, işte böyle bir mü’mindi.

“Hiç reddedenle, hicret eden bir olur muydu?” İşte bunu bütün gözlere gösteren bir mü’mindi. Hz. Peygamber’in (asm), yerine bıraktığı genç ise Hz. Ali’ydi. Kureyş’in en azılı müşriklerinin suikast girişiminde Hz. Peygamber’in (asm) yatağını paylaşan Hz. Ali (ra)… Ölümle burun buruna geldiği o gün, ömrünün en huzurlu ve en rahat uykusunu uyuduğunu söyleyecekti Hz. Ali (ra). İhlâs sırrını yaşayandı o. O da işte böyle bir mü’mindi. Hicretin kalkanıydı. Yollarına kurban olanıydı.

***

Ve yolculuk başladı. Çöllerde rüzgârın söylediği sesleri, zikirleri dinledi iki arkadaş, iki dost. Hiç kimsenin tahmin etmediği yollardan ve yarlardan geçtiler. Asla iki kişi değildiler. Üçüncüleri Allah (cc) olan iki kişiydi onlar. Kur’ân’ın ilk emrinin indiği Hira’nın, o baka baka doyamadığım güzelim Hira’nın, dağların beyi Hira’nın, dağların ağabeyi Hira’nın kardeşi Sevr, şimdi bir başka kardeş dağ, bir başka kardeş mağara, bir büyük olaya şahitlik ediyordu. Onun da bir payı, onun da bir nasibi vardı. O gün gelmişti…

Dağ dağa kavuşmazdı, ama bu dağ öyle değildi. Sevr, Hira gibi sevgililerine kavuşmuştu. Bağrına basmıştı yârenlerini. Kâinatın sevgilisini (asm) doya doya seyretmişti. Sevr’in gözü olsa da gösterse, ağzı olsa da söylese şimdi neler yaşandığını orada. Ama gerek de yok. Dağlar durarak konuşur. Dağlar susarak konuşur. Hele de seçilmiş dağlar... Vahye ve hicrete analık eden, beşiklik eden yüce dağlar…

Hicretin ilk gün misafirleri tarihlerin kaydettiği nice harika sahnelere şahit oldular. Allah’ın izniyle örümcek ağzını kapadı mağaranın, güvercin beri yanda yuvasını yaptı. Ve örümceğin ağına takılı kaldı müşriklerin gözleri... Aralarında bir perde bile yoktu. Kur’ân o mu'cizevî ifadesiyle müşriklerin akıbetlerini çok önceden haber vermişti. Bir dinleselerdi, başına geleceklerden haberleri olacaktı.

Hicret olayı daha yaşanmadan âyet-i kerime diyordu ki:

“Allah’tan başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Hâlbuki evlerin en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi.” (Ankebut Sûresi, 41)

Yani: “Ey müşrikler! Siz, bir zaman sonra fecî bir yenilgiye uğrayacaksınız bir mağaranın ağzında. İz süren en akıllı adamlarınız da yanınızda olduğu halde, benim Peygamberimin (asm) misafir olduğu Sevr Mağarası’nın kapısındaki örümceğin ördüğü bir ağa takılıp kalacaksınız. Hâlbuki en zayıf ev, kapısı, penceresi, hiçbir şeyi olmayan, rüzgârın bir yerinden girip diğer yerinden çıktığı örümceğin evidir. İşte sizin hâliniz bu örümceğin ağı gibidir. Siz o gün örümceğin ağına mağlûp düşeceksiniz. Peygamberim’e (asm) erişemeyeceksiniz. Ne ona, ne de yanındakine dokunamayacaksınız!”

Evet, durum aynen böyleydi. Mekke’nin ufuklarını çınlatıyordu bu sesler. Ama müşrikler Kur’ân’ın haberlerini duymuyor, dinlemiyorlardı.

Onların bu hâlini Ârif Nihat Asya ne güzel dile getirir:

“Örümcek ne havada,

Ne suda, ne yerdeydi

Hakk’ı göremeyen

Gözlerdeydi…”

***

İki güzel insan… İki güzel arkadaş… İki kişi, inanmış iki kişi, tam inanmış iki kişi, biri Peygamber’di (asm), diğeri Ebûbekir Sıddık (ra). İki kişinin üçüncüsü, âyetin de ifadesiyle, Rabbimiz Allah’tı (cc). Yalnız değillerdi. Hiçbir zaman olmadıkları gibi. Bunu çok iyi biliyorlardı. Allah’a gönülden inanıyorlardı. Omuzlarında kâinat çapında bir dâvâyı taşıyorlardı. Allah ve melekler yoldaşlarıydı. Hicret işte böyle bir gündü. O gün işte böyle bir düğündü. Müşriklerin dövündüğü, mü’minlerin yüzlerinin güldüğü bir gündü.

Şükürler olsun Rabbimize, şimdi Hicretin başladığı günlerin arefesindeyiz, içindeyiz. Rabbim yeni hicretler nasip eylesin. Televizyonlu odalardan, televizyonsuz odalara geçişin hicretini nasip eylesin. Hayatımızı Nur Risâlelerinin dersleriyle doldursun. Kararan dünyalarımızı, nurânî hayatlara geçişin aşkıyla, azmiyle, muhabbetiyle doldursun İnşallah. Küskünlükleri, dargınlıkları bir kenara atıp, barışa, kardeşliğe, kucaklaşmaya doğru geçişin hicretini yaşayalım İnşallah. İçimize hapsettiğimiz bütün güzel duyguların nefes almasını, Allah için sevdiklerine kavuşmasını, yaratıldığı gayeye doğru koşmasını isteyelim ve seyredelim. Bırakalım da duygularımız doya doya yaşasın bu güzel günü. Duygularımız da hicretini yaşasın. O mübarek günün hatırasına, hayallerimiz, fikirlerimiz, davranışlarımız, ahlâkımız, imanımız da hicretten nasibini alsınlar İnşallah. Açılmayan kapılar ve kitaplar açılsın. Söylenmeyen sözler, Allah’ın razı olacağı o en güzel sözler söylensin artık. O sözler ki hepimize emanettir. Açılsın sözlerdeki sırlar bir hicret sabahında, bize de açılsın İnşallah. Bir hicreti içimizde yaşamak, doya doya yaşamak, bu köhne dünyada bizim de nasibimiz olsun İnşallah.

Dağ dağa kavuşmaz derler ya, inanmayın. Dağlar; Uhudlar, Hiralar, Sevrler, o dağ gibi dağlar nasıl bir duâ etmişler ki, duâları kabul bulmuş. O duâlar Yaratanın katında kabul bulmuş ki dağ gibi dağlar, kâinatın habibine kavuşmuşlar. Barınak, sığınak olmuşlar. Karanlık gecelerde yıldızlarla konuşmuş, aylara, güneşlere arkadaş olmuşlar. Ve kâinatın canlı güneşine (asm) yer açmak için seferber olmuşlar. Birinden birine bir nasip düşmüş, kâinatın habibini, Allah’ın habibini (asm) sinelerinde misafir etmişler.

Bir gün yolunuz oralara düşer ve uğrarsa, o yüce mekânlara misafir olursanız şayet, o günlerin aziz hatırasından kalan bir nasip, bir nimet sizi de bekliyordur mutlaka. Dağların bile nasipsiz kalmadığı bir dünyada, Rabbim insanları, şu Müslümanları nasipsiz bırakır mı? Hele oraya bu maksatla uğrayanları hiç eli boş gönderir mi?

Her şey hicret içinde kâinatta, her şey hareket halinde. Her şey zikrinde, her şey bir plan ve nizam dâhilinde akıp gidiyor. Her şey hicret içinde. Allah’a doğru, Allah için...

Hicret, Allah’a doğru bir yolculuktur. Hicret, kâinatın kaderini değiştirecek İlâhî bir yolculuktur.

Kendine bir nasip arayan mahrum olmaz bu aydan, bu sofradan.

Rabbim hicretimizi mübarek eylesin. Hicretin yaşandığı ayı, günü mübarek eylesin. Takvimlerin değiştiği gibi, hayatımızın değiştiği günleri bize de nasip eylesin İnşallah… Rabbim bu yolculuğu nasıl bereketli kıldıysa bizleri de şefaatlerine nail eylesin İnşallah.

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Hizmet erleri


A+ | A-

Onlar, istikamettedirler.

Onlar, sadakattedirler.

Onlar, daima hizmettedirler.

Onlar, devamlı müsbettedirler.

Onlar, daima iyimser ve ümittedirler.

Onlar, sabırda ve îtidaldedirler.

Onların sayıları çok değildir. Gösterişi sevmezler. Önlerde görünmezler. Ortalarda pek dolaşmazlar. Tehlikeyi iyi sezerler. Metin ve sebattadırlar. Dik dururlar. Tavizsizdirler. Sarsılmazlar. Kanmazlar, kandırmazlar. Mahfuz ve mazlûmdurlar. Çamur atmazlar, atana acırlar.

Aksiyon adamıdırlar. Hizmet erbâbıdırlar.

Şefkat ve merhametli olmak kadar, hakperest, muhâkemeli ve âdildirler.

Sorarlar, dinlerler, tahkik ederler, tahlil ederler, fikir teâtisinde bulunurlar ve “meşveret” ederler.

Ağızları değil, elleri, kalpleri, muhakemeleri, his ve ruhları, tahrip değil tamir için çalışır.

Anadolu’nun bahadır erlerinden bahsediyorum. Yani sizlerden. Nurun gönül sevdalılarından. Son iki haftayı beraber geçirdiğim can dostlarımdan!

Kayseri, Nevşehir, Ürgüp, Ankara-Pursaklar, Sincan, Fidan, Zonguldak, Kilimli, Ereğli, Bartın, Bahçecik, Karamürsel, Gölcük, Adapazarı, İzmit’in bahadır erlerinden bahsediyorum!

Dünyadaki ve ülkedeki bunca olumsuz, terör, nümayiş, anarşi, ekonomik krize rağmen “hizmet” diye yanıp tutuşan Nurun müştakları, sevgili dostlardan bahsediyorum.

Osmanlı’dan emanetleri, tarihî ve turistik harikalarıyla meşhur Nevşehir’deki müdakkik gözler ve samimî gönül sahibi olan muhteremler heyeti, değerli hizmetkârlar...

Selçuklunun mânevî sultanı Burhaneddin Hazretlerinin diyarı güzel Kayseri’deki hizmet erleri ve gençlerin dâvâya bağlılık ve sahiplenme ruhu...

Başşehir Ankara–Pursaklar semtinde ve çevresindeki hizmet ehlinin samimiyet ve içtenliği...

Peygamber sancaktarlarından sahabe Hz. Ebû Derdâ‘nın (ra) medfun bulunduğu Bartın’daki dostların dikkat, arzu ve iştiyakı...

“Kara Elmas” diyarının şirin ve güzel beldesi Kilimli’deki Nur hadimlerinin samimiyet ve hasbî hâli...

Demir-Çelik endüstrisinin ana merkezlerinden olan Zonguldak Ereğli’sindeki gönül dostlarının istikbale dönük plânları, dikkat, teennî ve tahkike dayanan halleri...

İzmit’in mütevazı ve şirin beldelerinden Bahçecik’teki hizmet erbabının coşku, gayret ve birlikteliği...

Muhafazakârlığıyla bilinen Adapazarı’ndaki dâvâ adamlarının rehberliğinde bulunan genç potansiyelin hayal gücü, dikkati, gayreti ve sadakati...

Türkiye’mizin en önemli ticaret, sanayi, teknoloji, endüstri ve ulaşım merkezlerinden olan İzmit’teki hizmet erbabının plân, program ve her meseledeki istişare ağırlıklı o güzel çalışmaları...

İşte bütün bunlar, Anadolu’nun bağrından çıkan en sistemli, büyük, sarsılmaz, sivilliği ve demokratlığı da içinde barındıran büyük bir dâvânın görüntüsü ve son fotoğrafıdır. Ve yüz sene önce “Mezarımıza uğrayınız... ‘Henîen leküm’ sedasını işiteceksiniz” diyen güçlü bir sesin ve nefesin tesbitidir. Zaman, onu ve dâvâsını doğrulayıp tasdik etmiştir.

Kabuk çatlamış, çekirdek filizden meyveye dönüşmüş. Ümitsizliğin yerini aşk, şevk, heyecan, plân, proje, program almış.

Yeni Asya misyonu, meslek ve meşrebinde olan “şahs-ı mânevî”, geçmişte olduğu gibi yine kaynağından aldığı şaşmaz prensiplerle, her konuda “istişare ve meşverete” dayanan tatbikat ve hizmet prensipleriyle istikametle dâvâsına sahip çıkıp yoluna devam ediyor Elhamdülillâh. Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

İçinde bulunduğumuz bu “helâket-felâket asrında”, sarsılmadan, hak bildiği yolda hizmete katkıda bulunan herkese, bu değerli memleket sevdalılarına, gönül dostlarına, dâvâ adamlarına sonsuz saygı ve selâmlar... İhlâslı, sadakatli ve istikametli bir hayatı; can dostlarla birlikte paylaşmak ve devam ettirmek dilek ve temennisiyle...

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Hasta ziyaretine ne götürelim?


A+ | A-

Bizim milletimizin güzel hasletlerindendir hasta ziyaretleri. Tabiî, bu özellik de bize; dinimizden ve Peygamberimizin (asm) hadis-i şeriflerine tâbi olmaktan geliyor.

Evet, hasta olan bir dostumuzu, arkadaş veya akrabamızı ziyaret etmek özellikle hasta için unutulmaz bir hatıradır. Bugün o hastaysa, yarın da biz olabiliriz değil mi? Kimsenin elinde bir garanti yok ki hasta olmayacağına dâir. Tıpkı ölümün, ölmenin garantisinin olmadığı gibi. Neticede insanoğlu; demirden değil, taştan değil. Her zaman bozulur ve dağılır, et ve kemikten yaratılmıştır. İnsanlar, bakıyorsunuz “pat” diye birden dünyasını değiştirivermiş. Akşam beraber olduğunuz birisinin, sabah ölüm haberi gelebiliyor.

İşte, bahsettiğimiz bu hastalara ziyaret için gideceğimiz zaman hep düşünürüz “Acaba ne götürsem? Süt mü, bisküvi mi, kolonya mı, çiçek mi?” diye. Halbuki; bu saydıklarımızın hepsi de, herkesin getirebileceği hediyelerdir ve hastanın belki de yemesi, içmesi yasak olan şeylerdendir.

İşin burasında, hediyelerin en güzeli, mânevî bir reçete ve “geçmiş olsun” makamındaki “Hastalar Risâlesi“ aklımıza geliyor. Bize göre, hastalara götürülecek en güzel hediye odur. Kırk senelik Risâle-i Nurlu hayatımızda, bu risâlenin çok acâib tesirlerini görmüşüzdür. Kendimiz hasta olduğumuzda onun mânevî tesiriyle ve Şafi-i Hakiki’nin kudretiyle iyi olduğuma şâhidiz.

Geçen sene, 40 derece ateşe yakın bir hararetle hasta olduğumuzda, zerrelerimize kadar hissederek yazdığımız “Hasta olmak” başlıklı yazıyı okuyan bir çok dostumuz, hissiyâtlarını bildirmenin yanında, “3x1” şeklinde ilâç dozu gibi formüle ettiğimiz günde en az üç devâ okunmasını söylediğimiz kısmın çok hoşuna gittiğini söylemişlerdi.

Bu risâleyi yeni görenler dâhi hayretle karşılıyor. Çok misâller var. Bir tane canlı misâl de; bizim hanımın akrabası olan bir tıp profesörünün, zor bir hastalığında kendisine verilen Hastalar Risâlesi’ndeki manevî devalarla hastalığa epeyce direndiğini, doktorlarının biçtiği ömür müddetine rağmen hayretlerini ifade ettiklerini söylemesiydi.

Misâller çok, anlatmakla bitmez. İşte bu Hastalar Risâlesi’ni, Allah nasip ederse, 25 Aralık günü gazetemiz Yeni Asya, promosyon olarak verecek. 60 kuruş olan gazetenin fiyatı o güne has 1 lira olacak. Yani Hastalar Risâlesi’ni 40 kuruşa almış olacağız. Normalde 3 liraya satılan kitabı, memleketin her köşesini bir mektep yapma ideâliyle hareket eden Yeni Asya, yüzde 87 gibi bir tenzilâtla okuyucularına hediye edecek. Bursa’da bir çok arkadaşımız 20-50-100 v.s. adet şeklinde gazetelerini şimdiden ayırtıp siparişlerini verdiler bile. Kitapları kendileri alıp, eşe-dosta (özellikle de hasta ziyaretine giderken) verecekler. Gazeteler ise çeşitli yerlerde dağıtılacak. Bir taşla bir kaç kuş misâli, çok yönlü hizmetlere vesile olunacak İnşaallah.

Peki, sizler de şimdiden siparişlerinizi verdiniz mi? Yoksa hâlâ, “Acaba hasta ziyaretine giderken ne götürelim?“ diye marketlerin kapısında düşünmekte misiniz?

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Mevlânâ ve Şeb-i Arus


A+ | A-

Ömer Bey: “Mevlânâ’yı ve Şeb-i Arus’u kısaca tanıtır mısınız?”

1207’de Belh’te doğan Hazret-i Mevlânâ, 1273’te Konya’da ebediyete göçtü. Soyu baba tarafından Hazret-i Ebû Bekir-i Sıddîk’a (ra) dayanır. Anne tarafından da seyyiddir. İlk tahsilini babası Sultanu’l-Ulemâ Muhammed Bahaüddin Veled’den aldı.

Belh’ten babasıyla birlikte ayrıldığında beş yaşındaydı. Âilesiyle birlikte Nişâbûr, Bağdat, Hicaz, Şam ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerine gitti. Nişâbur’da bulundukları sırada Feridüddin-i Attar Hazretleri iltifat etmiş ve “Bu çocukta bir nûr-u İlâhî var. İstidâdı fevkalâde” diyerek meşhur eseri Mantıku’t-Tayr’ın bir nüshasını kendisine hediye etmiştir. Şam’da bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî ile, Şeyh Sadeddin-i Hamevî ile, Osman Rûmî ile, Mevlânâ Kemâleddin bin Adîm ile görüştü ve ders aldı.

Hazret-i Mevlânâ âilesiyle birlikte yedi sene Karaman’da ikamet etti. Fakat sonradan Konya hükümdârı Alaüddin Selçukî’nin dâveti üzerine Konya’ya gitti ve buraya yerleşti.

Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Mantık, Usûl, Meânî, Edebiyat, Matematik, Fen, Tıp gibi pek çok zâhirî ilimleri okudu ve her birinde uzmanlaştı. Babasının ölümünden sonra ders okutmaya başladıysa da, mânevî ve ledünnî ilimleri almak üzere babasının işâretiyle Seyyid Burhâneddin Tirmizî’nin nezdinde riyâzete ve enfüsî mücâhedeye başladı. Seyyit Burhaneddin Tirmizî’den dokuz sene mânevî ilimler tahsil etti. Tasavvufta yüksek makamlara ulaştı. Kalben yükseldi; fakat akıl ayağını da bırakmadı.

Hocasının Kayseri’ye gitmesi üzerine Konya’da talebe yetiştirmeye başladı. Binlerce talebeye ilim öğretti.

Bu sıralarda Tebrîz’de “Uçan Güneş” olarak anılan ve sahip olduğu yüksek mânevî ilimleri vermek üzere bir yüksek istidât arayışına çıkan büyük mutasavvıf Şems-i Tebrizî, gördüğü bir rüya üzerine Konya’ya gelmişti. Peşinde binlerce talebesiyle Celâleddin-i Rûmî’yi burada gören Şems-i Tebrizî, aradığı zatın bu olup olmadığını anlamak üzere ona bir soru yöneltti:

“Peygamber Efendimiz (asm), ‘Ben Allah’a her gün yetmiş defa tevbe ediyorum’ derken; onun ümmetinden bazıları, ‘O ridâmın içindedir’ diyor. Bu nasıl olur? Ne demektir?”

Hazret-i Mevlânâ:

“Hazret-i Peygamber’in (asm) istidadı sonsuza doğru durmadan yükseliş içindedir. Allah katında her gün yetmiş kat yükseliyor ve her yükselişinde Allah’a tevbe ediyordu. Onu ridâsının içinde görenlerse kâbiliyetlerinin ‘sınırlılığını’ ve artık yükseliş kaydetmediklerini ilân ediyorlar. Yükselişin anahtarı tevbedir” diyor.

Aradığı istidâdı bulduğundan emin olan Şems-i Tebrizî artık Hazret-i Mevlânâ’dan ayrılmıyor. Aylarca “mânevî sohbet” asansöründe birlikte yükseliyorlar. Hazret-i Mevlânâ’nın ledün ilmi böylece kemâle eriyor.

Şeb-i Arus, sözlükte sevgiliye kavuşma gecesi demektir. Hazret-i Mevlânâ’nın Allah’a kavuşma ânına verdiği isim Şeb-i Arus’tur. Nitekim Hazret-i Mevlânâ bir gazelinde şöyle der:

“Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma...

“Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;

“Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır,

“Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme,

“Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır,

“Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma,

“Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.

“Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?

“Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?”

Hazret-i Mevlânâ’nın, âlemi baştanbaşa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunduğuna işâret eden Bedîüzzaman Hazretleri, “Fikren arşa çıkan, Celâleddîn-i Rûmî gibi diyebilir: ‘Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.’ Yoksa, Celâleddîn gibi, bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcûdâtı âyine şeklinde görmeyen adama, ‘Kulak ver! Herkesten Kelâmullah’ı işitirsin’ desen, mânen arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur”1 der.

Üstad Saîd Nursî, Mesnevî’nin bir hizmet tarzı olarak yazıldığı çağdaki makbûliyetine ve Risâle-i Nûr ile arasındaki âhenge şöyle işâret eder: “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nûr’u yazardı. Ben de Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi Risâle-i Nûr tarzındadır.” 2

Not: Yeni bir hicri yıla daha girdik. Tarihler şimdi 1431’i gösteriyor artık. Bu, âhir zamanın içine bir adım daha çekildiğimizin, kıyamete bir adım daha yaklaştığımızın resmidir. Biz hayır dileyelim, hayır umalım, hayır bulalım İnşallah. Âlem-i İslâm için hayırlara vesile olsun! Âlem-i İslâm’ın ve okuyucularımın yeni hicrî yılını tebrik ediyorum. Bu yılın, hayırlı inkişaflar ve tecelliler yılı olmasını Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak’tan niyaz ederim.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 272; 2- Son Şahitler, 1/318.

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Süreci nasıl okumalı?


A+ | A-

Gittiğimiz hemen her yerde, bulunduğumuz hemen her ortamda şu suâle muhatap oluyoruz: Süreci nasıl görüyor, nasıl okuyorsunuz? Gelişmelerin nasıl bir seyir takip edeceğini düşünüyorsunuz?

Buradaki "süreç"ten kasıt, "Demokratik açılım süreci"dir.

Bu konuda, tâ başından beri söylediğimiz ve yeri geldikçe hatırlatmaya çalıştığımız ölçü şudur: "Maksuda vâsıl oluş, usûle riayet edişledir."

Yani, bir meselede usûle riayet ederseniz, hayırlı netice alır ve mahall–i maksuda vâsıl olursunuz.

Aksi halde, bir noktada çakılır kalır, daha bir adım olsun ileriye doğru gidemez bir hale gelirsiniz.

Hatta, usûlsüzlükle bazan geriye doğru gitme durumuyla dahi karşı karşıya gelebilirsiniz.

Bugün itibariyle gelinen noktada, ne yazık ki bir "belirsizlik" hali ağırlık kazanmış bulunuyor.

Haliyle, bu da insanlarımızı endişelendiriyor, tedirgin ediyor.

* * *

Hükûmetin, kendine göre bir "açılım söylemi" var. Vatandaş, bunun ne menem şey olduğunu bir türlü anlayamadı.

Sürecin koordinatörlüğünü yapan İçişleri Bakanı, son olarak şöyle bir isimlendirmede bulundu: "Terörü bitirmek ve demokratik standardı yükseltmek."

İsim ve ifade güzel. Ancak, bu işin nasıl realize edileceği hakkında, ortada elle tutulur, gözle görülür tatmin edici somut/müşahhas hiçbir şey yok.

Öncelikle, şunu bilmek lâzımdır ki: Mevcut "ihtilâl anayasası"yla demokratik standart yükselmez. Ham hayal kurmaya gerek yok... İkincisi, terörü bitirme hedefine, terör örgütü mensuplarını cesaretlendirerek varılmaz. Keza, elindeki silâhı bırakmayan bir örgütle—dolaylı da olsa—pazarlık yapılmaz

Maalesef, bu her iki konuda da usûl hatası yapılarak "açılım"dan söz edilmemeye başlandı...

Mesele, aylarca kamuoyunda tartışıldı durdu; ancak, tartışanların ekseriyeti dahi "açılım paketi"nin ne olduğunu, içinde nelerin bulunduğunu bilmeden, anlayamadan konuşup tartıştı.

Dolayısıyla, adeta bir ucûbeye benzeyen bu "açılım"ı, kim nereye isterse oraya doğru çekmeye çalıştı.

Halen de, bu konuyu kimse netleştirmiş veya doğrultmuş değil.

Durum böyle olunca, ortalıkta bir kargaşadır almış başını gidiyor.

* * *

Bu tesbitlerden sonra, yakın gelecekte olacaklardan değil de, olmayacaklardan, olmayacağına kesin olarak inandığımız bazı hususları nazara vererek bitirelim.

* Ortada endişe verici bazı durumlar var. Ancak, yine de ümitsiz, karamsar olmamak lâzım. Zira, demokrasiden geriye dönüş olmaz. İnsanlarımız mutlak ekseriyeti, yaşanan bütün acılara, gerilimlere ve aksiliklere rağmen, yine de her meselenin demokrasi içinde kalınarak halledilmesinden yanadır. Bu kuvvetli iradeyi, asla küçük görmemeli.

* Bu vatanda, uzun yıllardan beri kardeş kavgası körüklendiği ve bir kanlı iç savaş çıkartılmak istendiği bilinen bir vakıadır. Ancak, bunda şimdiye kadar muvaffak olunamadığı gibi, bundan sonra da olmayacak. Bin yıllık kardeşliğin bozulmayacağına, bunu bozmaya kimsenin güç yetirmeyeceğine inanıyoruz ve inanmak durumundayız. Aksi halde, "kabil–i iltiyam olmayacak bir inşikak çıkacak" ki maazallah; böyle bir ihtimâl, ancak kıyâmetin alâmeti olarak görülebilir.

* Yaşanan gelişmeler, sancılanmaların bir süre daha devam edeceğini göstermekle birlikte, nihayetinde, yani "vakt–i merhûn"da çok güzel ve hayırlı bir "doğum" hadisesinin tahakkuk edeceğine inanıyor ve böyle bir neticeyi rahmet–i İlâhiyeden pür–ümit şekilde bekliyoruz.

Tarihin yorumu 19 Aralık 1986

Rusya'da rejim değişikliği

Yaklaşık 70 yıl müddetle (1917–1986) komünist rejimin istibdadı altında yaşayan Rusya (Sovyet Rusya'sı), 1980'li yılların başından itibaren yeni bir sistem arayışının içine girdi.

Zira, komünist Rusya'nın en büyük kuvvet kaynağı olan Kızıl Ordu, eski dinginliğini kaybetmiş, girdiği Afganistan batağından bile çıkamaz bir hale gelmişti.

Öte yandan, iktisadî bunalım had safhaya varmış, uzaya füze fırlatan Rusya'da, insanlar ekmek bulamaz, açlıktan nefesi kokacak bir duruma düşmüştü. Sefalet dizboyu olmuştu.

Sefaleti netice veren komünizm, temelde dinsizliğe, ateizme dayanıyordu. Ancak, dinsiz bir millet yaşayamazdı. Bu kat'î gerçekle, sonunda komünist Rusya'da karşı karşıya geldi ve dikta rejimi her tarafından sökülmeye, dökülmeye mahkûm oldu.

Eski halin artık muhal olduğunu anlayan Sovyet Rusya'sı Devlet Başkanı M. Gorbaçov, vargücüyle perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmalarına girişti.

Bu meydanda ciddî bazı adımlar attı. O adımlardan biri, komünist rejimi muhalifi, dirayetli ilim (fizik) adamı sürgündeki Andrei Sakharov ile 1971'de evlendiği karısı Yelena'yı affettiğini ve sürgün cezalarının kaldırıldığını ilân etti. (19 Aralık, 1986)

Bu gelişme, Rusya'da ciddî bir rejim değişikliğinin yaşandığını gösteriyordu.

Zira Sakharov (1921–1989), sıradan bir insan değildi. Onu hemen bütün ilim, fikir ve siyaset dünyası tanıyordu. Üstelik, 1975'te Nobel Barış Ödülüne lâyık görülmüş; ancak, sürgünde olduğu için gidip ödülünü alamamıştı. (Aynı ödül, 1990'da Gorbaçov'a da verildi.)

İşte, Sakharov ile eşinin serbest bırakılması, hem Rusya'ya, hem de komünist ülkelerdeki insanlara nefes aldırmıştı.

Yetmiş yıldır dünyayı etkisi altına alan ve insanlığı tehdit eden komünizm, hiç olmazsa siyasî ve askerî sahada, artık çökmeye yüz tutmuş, demirperde yırtılmaya başlamıştı.

Rusya, bu tarihten itibaren, kademeli şekilde "cumhurî demokrasi"ye geçiş sürecini yaşadı.

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Denge ve rûh sağlığı


A+ | A-

Denge; organizmanın uyumunun bozulmasına mâni olan beden ve rûh faaliyetidir. Yüzeyden baktığımızda bile atomdan hücrelere, bedenimizden unsurlara, dünyamızdan kâinatın öbür ucuna dek muazzam, hassas bir “denge/muvâzene” hâkim olduğunu görürüz.

Meselâ; sinek mikrop; yarasa ve su samurları böcek; yırtıcı hayvanlar leş; leylek solucan; yılan fare; fare veba mikrobu; kedi fare, bitkiler sinek toplar; bakteriler yerlere düşen yaprakları eritip azota çevirip toprağa verir. Ağaç/bitki karbondiosit alır, oksijen üretir, vs. Birisinin azlığı dengeyi allak-bullak ile felç eder; yokluğu hayatı söndürür.

Colorado’da (ABD) bir şehirde kurtlar, dağ eteklerinde yaşayan geyiklerle besleniyordu. Halk, kurtları uzaklaştırdı; geyikler, çoğaldı ve cadde, çöp tenekeleri, evlere dadanıp tabiattaki yeşillikleri yemeye başladı. Çünkü, onları dengeleyen kurt kalmamıştı. Tekrar kurtları geri getirip koruma altına aldılar.1

Vücudumuzdaki “denge”, otomatik çalışan organ, fizyolojik mekanizmalar ve savunma sistemiyle sağlanır. Meselâ, beden ısısı otomatik kontrol ile 36.5 derecede tutulur. Enerji dengesi de beslenmeye bağlı. Yetersiz, aşırı beslenme veya ısı yetersizliği dengeyi bozar ve hastalanırız.

Dünya Sağlık Teşkilâtı’na (WHO) göre sağlık; hastalık ve sakatlığın olmaması; ferdin bedenî, rûhî, sosyal açıdan iyi durumda olmasıdır. Bu târif, rûh sağlığını da ihtivâ eder. Diğer bir tâbirle, ferdin kendisiyle, içinde yaşadığı toplum-çevre, inanç ve kültür değerleriyle uyum ve barış içinde yaşaması; denge ve düzeni korumak için gerekli çabayı sürdürebilmesidir.

Tıp; endişe, korku gibî menfî/olumsuz duygularına saplanmış; hayatla bağını koparmış; düşünce yapısı bozulmuş; insanlarla hiçbir konuda sağlıklı iletişim kuramayanları “ruh sağlığı bozuk” diye vasıflandırıyor. Rûhumuz da, olumlu/olumsuz duygularımız ve lâtifelerimizle muhteşem bir “denge” üzerine binâ edilmiş. Endişe, korku, heyecan, kaygı, gerginlik, üzüntü; mânâ dengesini yok eder; hem rûh hem de beden sağlığı bozulur.

Kâinattaki tekâmül; yenilenme, gelişme meyli çalkalanmalara yol açar. Kâinatın küçük bir nümunesi olduğumuza göre; hem vücûd, hem duygu/iç âlemimizdeki değişim, gelişim; çalkantı ve fırtınalara sebep olur; ruh ve duygu dünyamızı değiştirir. Belki, ömrümüzün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri sayısınca birer başka ferd yapar. Çünkü, zaman altına girdiğimiz için, o tek kişiliğimiz; bir model hükmüne geçer, hergün başka bir ferd şeklini giyeriz. Rûh âlemimiz (iç dünyamız) dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir. Her zaman farklılık arz ediyor, hergün başka bir âlem kapısını açıyor. Hem şahsımız, hem âlemimiz yenilendiğinden2 dengeyi korumak durumundayız. Aksi halde; aşırı ve yersiz duygu; bâtıl inanç ve ölçüsüz düşüncelerle dengemizi kaybeder; rûh ve beden sağlığımızı yitiririz.

Dipnotlar:

1- Bilim ve Teknik, Çocuk Dergisi, Mayıs 1996.

2- Mektûbât, s. 319.

19.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Herkes işini yapsa...


A+ | A-

Tansiyonu yükseltici konuşmalar yapmak Türkiye’ye bir fayda vermediği halde, nedense inatla bu yol tercih edilir. Kimi zaman siyasetçiler, kimi zaman da komutanlar ‘hırsla kalkıp, zararla oturan’lar zümresine dahil olur. ‘En çok bağıran kazanacak’mış gibi bir tavır sergilenmesini anlamak mümkün değil.

Siyasetçilerin birbirleriyle atışması biraz da işin gereği. Ama elinde silâh bulunduranların neredeyse günaşırı siyasî beyanlarda bulunması, tartışmalara girmesi ya da yeni tartışmalar açması Türkiye’ye bir fayda sağlar mı?

Başka pek çok problem gibi bu konuların tartışılması da elbette sadece bu günün meselesi değildir. Tarihten gelen alışkanlıklar var. Fakat şu bir gerçek: Herkesin kendi işini yaptığı günlerde ülkede huzur, birlik ve dirlik sağlanmıştır. Aksinin yapıldığı; siyasetçinin ticaret, elinde silâh bulunduranların da siyaset yaptığı ya da siyasete müdahale ettiği zamanlarda da sadece ülkedeki sıkıntılar artmış, dertler çoğalmıştır.

Silâhlı kuvvetler mensuplarının siyasî beyanlar vermesi, hele hele günümüzde kabul edilen bir hareket tarzı değildir. Amerika yeniden keşfedilmeyeceğine göre, siyaset, ticaret ve silâhlı kuvvetlerin yönetim içindeki yeri ve konumu da bellidir. Hür ve demokrat ülkelerde siyasetçi ne yapıyorsa ülkemizdeki siyasetçi de onu yapmalı. Aynı şekilde bu ülkelerdeki silâhlı kuvvetler mensupları nasıl davranıyorsa Türkiye’de de öyle davranmalıdır. Ancak bu yolla ülkemiz huzura ve sükuna kavuşabilir. Silâhlı kuvvetlere mensup kişilerin siyasî beyanlar vermesi, siyasetçiyi üstü kapalı ya da açıkça tehdit etmesi, “Ülkede benim dediğim olur” şeklindeki beyanlar en başta milletin kendisine hakaret olarak addedilmelidir. Madem demokrasi ‘temsil’ esasına dayanır, o halde ‘vekil’leri devre dışı bırakmayı akla getiren har hareket reddedilmelidir.

Tabiî hadisenin başka bir boyutu daha var ki, o silâhlı kuvvetlere mensup olanların siyasete müdahalesinden daha fecidir. Bir siyasetçi, siyasete müdahale edenlere itiraz etmiyor ve “Ağzına sağlık! Sen her zaman böyle konuş, siyasete müdahale et! Gerekirse ben seni savunurum” anlamına gelecek şekilde hareket ediyorsa vay o siyasetçinin hâline, vay o ülkenin hâline, vay bizim hâlimize! Üstelik bu tavrı, siyasete müdahaleye en başta itiraz etmesi gereken hükümet mensupları, bakanlar sergiliyorsa vay ki vay hâlimize!

Genelkurmay Başkanı’nın Trabzon’da (TCG Oruçgazi Firkateyni’nde) yaptığı konuşmayı pek çok kişi ‘siyasete müdahale’ olarak yorumluyor ve eleştiriyorken, ‘tek başına iş başına gelen bu günkü hükümetin Millî Savunma Bakanı, ‘’Başbuğ’un ifadeleri, bir asker gözüyle meselelerin aydınlatılmasıdır, halkın aydınlatılmasıdır” demiş. (AA, 17 Aralık 2009)

Genelkurmay Başkanı’nın “Oruçreis Firkateyni’ndeki” konuşmasını değerlendiren Güngör Mengi bile şöyle demiş: “Trabzon doğru bir seçim olsa bile bu seçime anlam yükleme zorlamaları en azından gereksiz olmuştur.” (Vatan, 18 Aralık 2009) Mengi’nin tesbitini ‘bile’ olarak vermemiz boşuna değil. Çünkü yazının bütünü Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasını savunma isteğiyle yazılmış. Ama bir noktadan sonra o bile “gereksiz olmuştur” diyebilmiştir. Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasına ciddî ve haklı eleştiri gitiren onlarca, belki de yüzlerce yazıyı hatırlatmaya her hâlde gerek yok.

Bütün bunlar yaşanırken, bir Bakan’ın bu konuşmayı “halkın aydınlatılması” olarak yorumlaması siyaset ve siyasetçi bakımından üzücüdür. Siyasetçi gibi düşünen ve konuşan siyasetçilere hasretiz, vesselâm...

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Danıştay, AKP, alkol...


A+ | A-

Laikçi, modernist, Kemalist, çağdaşçı cenahın AKP’yi hırpalamak için en çok kullandığı araçlardan birinin “içki yasağı” iddiaları olduğu mâlûm. Sayıları giderek azalan bazı belediye tesislerinde uygulanmakta olan bu yasağın sistematik şekilde yaygınlaştırılmaya çalışıldığı iddiasına dayandırılan karşı kampanyalar yakın zamanlarda sık sık gündem oluşturdu.

Bu kampanyalardan birinde, dönemin İçişleri Bakanı Aksu’nun, kendisini savunurken “İçki yasağı koymak bir tarafa, içkili yer açmayı kolaylaştırdık” diye açıklama yaptığını hatırlıyoruz.

Başbakanın “Son dönemde ülkemizde alkol tüketimi arttı” sözüyle, son derece acı ve düşündürücü bir gerçeği vurguladığını da biliyoruz.

Bu durumdaki tuhaflığa, bazı yorumcular tarafından, “Alkole şiddetle karşı olan Erdoğan’ın iktidarında alkol tüketimi tırmanışa geçti” gibi ifadelerle dikkat çekildiği de kayıtlarda mevcut.

AKP teşkilâtlarında, işi şarap üreticiliği olan, beldesinde şarap festivalleri düzenleyen, eğlence mekânlarında şişe şişe şampanya patlatan, içkinin su gibi aktığı kutlama törenleri düzenleyen çok sayıda yerel yöneticinin varlığı ayrı bir konu.

Başmüzakereci Devlet Bakanının yerli içkilerle ithal içkiler arasındaki vergi farkının kalkmasını önemli bir AB reformu olarak sayması da.

Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, evvelce hiç benzeri görülmeyen bir uygulamanın, gazetelerde çarşaf çarşaf rakı reklâmları çıkmasının, yine AKP döneminde başlamış olması.

Bir taraftan yine “içki yasağı” iddialarının muhatabı olmaktan çekinirken, diğer taraftan serbest piyasa ve reklâm özgürlüğü mantığıyla da bu reklâmlara engel olamayan AKP, hiç olmazsa birşeyler yapıyormuş görünme kaygısıyla, söz konusu reklâmlara kısıtlamalar getirmeye çalıştı.

Rakının balık ve kavun gibi gıdalarla birlikte gösterilmemesi veya sinemalardaki rakı reklâmlarının filmin bitiminde perdeye yansıması gibi.

Ama üretici firmalar önce medyada ağır bir yayın bombardımanına hedef yaptıkları kısıtlamaları, bilâhare iptali için Danıştay’a götürdüler.

Ve Danıştay da gereğini yaptı; söz konusu kısıtlamalar için yürürlüğü durdurma kararı verdi.

Katsayı kararından çok kısa bir süre sonra açıklanan bu karar, diğer gündem maddeleri arasında kaynayıp gitti. Yürürlüğü durdurulan kısıtlamaların ciddiyetsizliği ve başka birçok konuda da gösterilen “baştan savmacı, geçiştirmeci, palyatif, rötuş ve makyajlarla işi savuşturmaya çalışıcı” yaklaşımı yansıtıyor olması da, muhtemelen bu ilgisizlikte önemli bir pay sahibiydi.

Oysa son derece ciddî bir problemle karşı karşıyayız. Alkolizm bir sosyal felâket olarak toplumumuzu tehdit ediyor. Aile facialarından trafik terörüne kadar birçok alandaki olumsuz ve tahripkâr yansımaları, “İçki her kötülüğün anasıdır” sözündeki gerçeği her gün defaatle teyid ediyor.

Buna karşı, laikçilerin akşamları iki kadeh parlatma keyiflerine dokundurmama hırçınlığıyla sergiledikleri saldırgan tavra teslim olarak, bu duruma seyirci kalan bir siyasî irade söz konusu.

Danıştay’ın kararı, şimdi hayatta olmayan bir komutanın, Başbakanın sofrasında garsonu çağırıp “Oğlum, bana bir bardak rakı getir” demesiyle açığa vurulan 28 Şubat refleksiyle uyumlu.

Ama anayasanın “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden (...) korumak için gerekli tedbirleri alır” diyen 58. maddesinin 2. fıkrasıyla çelişiyor.

Yayılan alkolizm iptilâsını önlemek için hiçbir şey yapamayan iktidarın tavrı ise, hem önde gelenlerinin, sahip olduklarını iddia ettikleri dinî hassasiyetlerle, hem de 28 Şubat’a her cihetiyle karşı olmaları gerektiği yönündeki yaygın kabulle bağdaştırılması mümkün olmayan bir tuhaflık.

Hiç değilse, alkolizm başta olmak üzere zararlı alışkanlıklarla mücadele için kurulan Yeşilay’ı güçlendiremez; alkolün tahribatını gözler önüne serecek tarzda bilgilendirici, uyarıcı, etkili kampanyalara destek veremezler miydi? Sigara yasağındaki takdire şayan takipçilik burada niye yok?

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yeni hediyemiz: Hastalıkların manevî reçetesi


A+ | A-

Bugünkü yazımızda artan gerginliklerden, siyasetteki sen-ben kavgasından bahsetmeyeceğiz. İçi doldurulamayan “demokratik” açılımdan, işsizlikten, ekonomik krizden de. Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un Trabzon’da yaptığı tartışmaya açık konuşmasından da söz etmeyeceğiz.

Son yıllarda siyasette yaşanan kavgalar, sürtüşmeler, gerginlikler bir türlü son bulmuyor. Bu tür haberler insanın “kimyası”nı bozuyor, psikolojik rahatsızlara sebep oluyor, strese yol açıyor.

Zira yüzyılımızın hastalığı stres. Stres bütün hastalıkları tetikleyen bir hastalık. Kalp, kanser ve daha nice hastalıklara sebep olduğu söyleniyor. Strese sebep olan şeyleri de şehir hayatı, geçim telâşı, şehirlerin kalabalıkları, gazete ve televizyonlardaki haber vb. olarak sıralamak mümkün.

Bir de son yıllarda deli dana, kuş gribi, Kırım-Kongo kanamalı ateş hastalığı şimdi de domuz gribi… Özellikle içinde yaşadığımız dönemde H1N1 (domuz) gribi en çok konuştuğumuz hastalıkların başında geliyor.

Bir taraftan gribin tehlikesinden insanlar korku içine sokulurken, diğer yandan da Başbakan ile Sağlık Bakanı’nın “aşı olup-olmama” konusundaki farklı açıklamaları, vatandaşları şüpheye düşürmüş durumda.

Son yıllarda kalp rahatsızlığı ve kanserden ölümler hayli arttı. Diğer yandan GDO’lu yiyecekler vatandaşı iyice kötümser, ya da umutsuz yapmış durumda.

Her gün skor verir gibi hastalıktan ölümler anlatılıyor. Bu da insanları ümitsiz ve panik içine sokuyor. Hastalıkla ve ölümle korkutuluyor.

ŞİFA REÇETESİ

İşte böyle bir ortamda gazetemizin önümüzdeki hafta Cuma günü (25 Aralık'ta) vereceği bir hediye kitaptan bahsetmek istiyorum.

Gazetemizde anonsları bir müddettir, “Kur’ân eczanesinden harika bir şifa reçetesi” olarak duyurulan “Hastalar Risâlesi”ni bu tarihte gazetemizle birlikte ücretsiz dağıtacağız.

Domuz gribinin çokça konuşulduğu günümüzde “ders” veren eserinde Bediüzzaman, “musîbetzede ve hastalara hakikî bir teselli (acısını dindirme) ve nafi (faydalı) bir merhem olabilecek” yirmi beş devayı sıralıyor. Cenâb-ı Hakk’ın Bakara Sûresinin 156. âyetinde “O sabredenler ki, başlarına bir musîbet geldiğinde ‘biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yeni ona döneceğiz’ derler. Ve Şuara Sûresinin 78-80 âyetinde “Beni yediren ve içeren odur. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur” buyurduğu âyetlerini hatırlatarak bu hastalıkların devalarını (ilâç ve çare) veriyor ve hastaların öncelikle “sabır ve şükür” etmelerini söylüyor.

Burada bütün devaları yazamayacağımız için birkaçı aktarıp, diğer devaları haftaya Cuma günü vereceğimiz kitaptan okumanızı tavsiye edelim.

Birinci devada Bediüzzaman, “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nev'î dermandır” diyerek müjde veriyor. Bu devaların onbeşincisinde, “Ey âh-ü enin eden (ağlayan, inleyen) hasta! Hastalığın suretine bakıp ah eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel bir şey olmasaydı, Hâlık-ı Râhim ev sevdiği ibadına (kullarına) hastalıkları vermezdi” diyerek manevî ders veriyor.

Yine onaltıncı devada “Ey sıkıntıdan şekvâ eden hasta! Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede (insanın sosyal hayatı) en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden istiğnâdan (aza kanaat etme) kurtarıyor” diyerek de hastalığından şikâyet edenlere tavsiyelerde bulunuyor.

Çağımızın hastalık ve problemlerine karşı Kur’ân eczanesinden sunulan ilâçların ve çarelerin yer aldığı bu eser, mükemmel ve harika bir şifa reçetesi…

* * *

Hastalıkların manevî reçetelerini sunan bu mükemmel eseri başta özel hastaneler olmak üzere devlet hastanelerinin, sağlık sendikalarının, derneklerin, vakıfların sahiplenmeleri gerektiğini düşünüyoruz.

Önümüzde bir hafta daha var. Bediüzzaman’ın bu kıymetli eserini dağıtmak isteyen gerek kurum, kurul gerekse de şahıslar gazetemiz merkezini ve bürolarımızı arayarak sipariş verebilirler.

Bu sayede hem gazetemiz geniş çevrelere tanıtılmış olacak, hem Risâle-i Nur’la tanışmayan insanlara bu mükemmel eser ulaştırılmış olacak, hem de hastalıklar dolayısıyla biçâre, sabırsız, tahammülsüz, hastalığından şikâyet edenlere manevî bir ilâç hükmünde olacaktır.

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Alevî açılımı”nın akıbeti (1)


A+ | A-

Sonradan ismi “demokratik açılım” ya da “millî birlik projesi” olarak değiştirilse de demokratikleşmeye “Kürt açılımı”yla başlanıp özgürlüklerin etnik kimlik üzerinde temini teşebbüsü açmaza girdi.

Öylesine ki hükûmet artık, “açılım” için değil, sokaklara taşan ve son birkaç gün içinde sokak anarşiyle dört can alan ve en son Bulanık’taki olaylarla kana bulanan taşkınlıkları önlemek için “güvenlik zirvesi” topluyor. Her ne kadar kamuoyuna karşı “açılıma devam” mesajı verilse de, işin arka plânında hükûmetin saplanılan anafordan çıkmaya çalıştığı kulislerde konuşulmakta.

Oysa herkesi ve herkesimi içine alan, bütün vatandaşları kapsayan, hak ve hürriyetleri genişleten, demokratikleşmenin bir etnik kökenle, bir mezheple veya bir bölgeyle sınırlı kalması, daha baştan “açılımları” baltalamakta.

Ne var ki siyasî iktidar, demokrasiyi, temel hak ve hürriyetleri ırkî ve mezhebî ayırımlar üzerindeki yanlışa devam ediyor. Başbakan tarafından “görevlendirilen” Bakan’ın açıklamasıyla “Alevî açılımı”ndan sonra “Roman açılımı”da olacakmış…

“Roman açılımı”nın ne olacağını bilmiyoruz; ancak “Alevî açılımı”da tıpkı “Kürt açılımı” gibi daha açılmadan kapanmakla yüzyüze kalmakta…

ALEVÎLİĞİ, İSLÂM’DAN AYIRMA SAPTIRMASI

“Atatürk’ten sonra cemevini ziyaret eden ve semah seyreden ilk Cumhurbaşkanı” övgüsüyle Gül’ün son Tunceli ziyaretinde ortaya çıkan talepler ve “Alevî çalıştayı”nda koşulan şartlar, salt bir mezhebe mahsus “Alevî açılımı”nın akıbetinin de âdeta habercisi.

“Alevîler adına” dile getirilen isteklerde, ne yazık ki Türkiye’de baştan beri Alevîliğin bir nev’î Müslümanlıktan ayrı bir mezhep ve hatta “din” olarak lanse edilmesi komplosu kuruluyor.

Peygamberimizin (asm) halefi, İslâm halifesi Hz. Ali’nin hakkaniyetine dayanan, Ehl-i Beyt muhabbetini esas alan ve bütünüyle İslâm’ın bir parçası olan Alevîliği Müslümanlığa “alternatif bir din” gibi gösterme saptırması garâbetine düşülüyor.

İslâmı Hıristiyanlığa mukayese ederek, İslâmın akaidî ya da amelî mezheplerinin çatıştığı havası veriliyor. Müslümanlara hizmetle yükümlü ve yetkili devletin anayasal kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Alevî topluluğun da temsili talebi, bu anlama geliyor.

Bütün bunlar, İslâmın içinde Peygamberi, kitabı, akaidi, farzları, sünnetleri aynı olan Alevîliği, Müslümanlıktan farklı telkininin bir yansıması. Bundandır ki oyunun farkında olan akl-i selim sahibi Alevîler buna şiddetle itiraz ediyor.

Millî Eğitim Bakanlığı’nın son yıllarda eğitim müfredatında ve özellikle din kültürü ve ahlâk bilgisi müfredatında Alevîliğe geniş yer verdiği, önceki Millî Eğitim Bakanı’nın “Din dersleri kitaplarında Alevilik-Bektaşilik hakkında 42 sayfalık mâlûmat var” ifâdesine rağmen çarpıtmalar devam ediyor. Bu bakımdan özellikle “din derslerine Alevîliğin konulmadığı, haklarının çiğnendiği” iddiası, bir yanıltmadan ibâret.

Bu yanıltmayla, Şintoizm’den Budizme bir dizi bâtıl ve muharref dinin tanıtıldığı ders kitaplarında İslâm dinine dair yeterli muhtevada bilgi verilmemesi gözardı ediliyor. “Alevî inancı” sloganıyla, özünde, inanç ve ibâdette, İslâmın muhtevasında ve mânâsında olan Alevîlik, tam zıddına İslâm dışı ve hatta “karşıtı” gösterilmeye çalışılıyor…

CEMEVLERİ İBÂDETHANE OLAMAZ…

Sivas’taki mâlûm provokasyonlara sahne olan Madımak Oteli’nin “müze” yapılması gibi bazı mevzii isteklere ilâveten “Alevî açılımı”nda en fazla ileri sürülen konulardan biri, “cemevlerinin ibâdethâne olarak kabul edilip camilerin statüsüne kavuşturulması.” Cemevinin cami olduğu yakıştırması; Aleviliğin ve “Alevî açılımı”nın olmazsa olmazı” haline getirilmesi…

Oysa birer kültür merkezi olan cemevlerinin geçmişi yirmi yılı geçmiyor. “Cemevi”nin Aleviliğin kültür kodlamasında bulunmadığı, bizzat Alevî kökenli akademisyenlerce ifâde ediliyor. 1990’ların ortalarına kadar Türkiye’de “cemevi” yok. Alevîler, sohbet ve zikir için evlerde, muhtelif mekânlarda bir araya gelirlerdi.

“Cemevi”ni Alevîlerin camisi” saymak, Alevîliğe iliştirilen bir hurâfenin ötesinde tam bir manipülasyon. Alevîliği Müslümanlıktan ayırma ve uzaklaştırma uydurmasına çanak tutmaktır. Sahi cemevi “ibâdethâne” ise, İslâmda ibâdethanede resmin, çalgının ne işi var?

Özetle “Alevî açılımı”yla, cemevlerinin camilere alternatif edilmesi, Alevîleri “dinî azınlık” gösterme oyunun bir parçası.

Görünen o ki tamamen folklorik hareketlerle temaların işlendiği cemevlerini, Alevîliğin “şartı” olarak tanımlayıp, ısrarla “Alevîlerin ibâdethanesi” olduğunda diretmek, bu “açılım”ı da peşinen başarısızlığa mahkûm etmekte…

“Açılım” perdesinde Alevîliğin İslâmın dışında ayrı bir din gibi lansesine karşı uyanık olunmalı…

19.12.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

İsrail ile bir yıllık dalgalı ilişki


A+ | A-

Meşhur Davos Zirvesi’nde yaşanan “One Minute” krizinden sonra, Türkiye ve İsrail yetkilileri dün ilk kez resmî olarak ve en üst düzeyde Kopenhag’da bir araya geldi. Davos’ta karşı karşıya gelen Recep Tayyip Erdoğan ve Şimon Peres iken, dünkü görüşmede ise bizim tarafta Erdoğan yerine bu kez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı.

2009 yılı genel olarak İsrail-Türkiye ilişkilerinde dalgalı bir sene oldu. Bunun böyle olacağı aslında 2008’in sonunda yaşanan bir tevafuk ile belli olmuştu. Zira İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği, Dökme kurşun adı verilen 22 günlük askerî operasyonunun ilk saldırısının geldiği 27 Aralık 2008 tarihinden birkaç gün önce, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert Ankara’daydı. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları sebebiyle görevinden istifa eden Olmert, birlikte çalıştığı diğer dünya ülkeleri liderlerine yaptığı gibi Türkiye’ye de bir günlük veda ziyaretine gitmiş; hem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmüş, hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından kabul edilmişti. Burada hem Olmert-Erdoğan hem de Olmert-Gül ikili olara çok sıcak pozlar vermiş ve ilişkilerin iyi olacağı yönünde bir görüntü ortaya çıkmıştı. Ancak herşey İsrail’in Gazze katliâmı ile birlikte tersine döndü. Zira Olmert, Türkiye’den ayağının tozuyla İsrail’e dönmesinden hemen ardından, Filistinlilerin Kassam roketi saldırıları gerekçesiyle, Gazze’ye operasyon emri verdi. Bilânço ağırdı: 22 gün süren “Dökme Kurşun” adlı operasyon-savaşta, 1172’si çocuk, kadın ve sivil polis; diğerleri Filistinli direnişçiler olmak üzere 1409 Filistinli öldü. Yaralıların sayısı ise 5 bin dolayında oldu. Yıkılan 4 bin dolayında ev ve sokakta kalan binlerce insan da cabası...

Başbakan Erdoğan’a, Olmert’le toplantısı sebebiyle “operasyondan haberdar olduğu” yolunda suçlamalar geldi. Bu iddialar tabiî ki Erdoğan tarafından kesin dille yalanlandı. Ancak Erdoğan üzerine atılan bu lekeyi bir şekilde temizlemeliydi. Bunun için de Davos Zirvesi’ndeki açık oturum büyük bir fırsattı. Nitekim, Davos’ta ocak ayı sonunda Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasındaki açık oturum, iki ülkenin bu tarihten sonraki ilişkilerinin yönü için adeta bir dönüm noktası oldu. Erdoğan, Peres’in operasyonu savunan ve ateşkesi Hamas’ın bozduğunu söyleyen sözlerine karşı çıktı; kendisine yeterince söz hakkı verilmediğini belirtip İsrail Cumhurbaşkanı’na “Siz kadın ve çocukları öldürüyorsunuz” diyerek toplantıyı terk etti. Bu olaydan sonra Türkiye-İsrail ilişkilerini görünürde zor günler bekliyordu.

Şubat ayında İsrail Orta Doğu’nun geleceği için önem taşıyacak İsrail seçimlerine sahne oldu. Seçimlerden muhafazakâr kanat galip çıktı. Neticede Binyamin Netanyahu’nun başbakanlığında aşırı sağcı partilerden oluşturulan bir koalisyon İsrail’de göreve geldi. Yeni hükümet eskisine göre daha şahin bir hükümetti. Dolayısıyla İsrail için barış görüşmelerinin rafa kalktığı söylenebilirdi.

Bu yeni dönemde, uzaktan uzağa bir soğukluk ile devam eden Türkiye-İsrail ilişkileri, Ekim ayında Konya’da yapılan “Anadolu Kartalı” tatbikatının uluslar arası bölümünün son dakikada iptali ve iptalin bu tatbikata düzenli katılan ülkelerden İsrail’i dışarıda bırakmak için yapıldığı iddialarıyla yeni bir boyut kazandı. Bu noktada, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Gazze’de olanlara sessiz kalamayacaklarını, ancak barış yönüne dönülmesi durumunda İsrail ile ilişkilerin eski rayına oturtulabileceğini belirtmişti. Beklenmedik tatbikat iptali, İsrail’de iki ülke arasındaki gerginliğin sürdüğünün yeni bir işareti olarak tanımlanırken, Ekim ayının ortasında TRT’de yayımlanmaya başlayan “Ayrılık” adlı, İsrail-Filistin çatışmasını konu alan dizi ise, Yahudi karşıtlığını körüklediği iddiasıyla İsrail’de Türkiye aleyhtarı kampanyaya sebep oldu.

İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in ev sahipliğinde, Ekim ayının üçüncü haftası içinde Kudüs’te düzenlenen konferansa dâvet edilen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Gazze’ye de geçme niyetini dile getirmesi ve buna İsrail tarafının verdiği ret cevabı üzerine gelişini iptal etmesi de, iki ülkenin son bir yıllık kriz takvimine yazılan olay oldu.

Ancak hemen aynı günlerde İsrail Ticaret, Sanayi ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben-Eliezer, bir önceki 2007’de İsrail’de yapılan Karma Ekonomik Komisyon toplantıları vesilesiyle Türkiye’ye gitti. İki ülke arasında yıl içinde yüksek düzeyli ilk temas niteliğindeki ziyaret sırasında Ben-Eliezer, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e İsrail’e gelme dâvetini de cebinde taşıyordu. Hatta Ben-Eliezer, Türkiye ziyareti öncesi ve sırasında, Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasındaki barış görüşmelerine yeniden arabuluculuk edebileceği mesajlarını da veriyordu. Ancak Ben-Eliezer’in bu arayışları, kendi Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun zıt mesajlarıyla karşılık buldu. Netanyahu, defalarca İsrail’in Suriye ile doğrudan görüşmeyi tercih edeceğini, “tarafsız olmadığına inandığı” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yerine, ille de bir aracı gerekiyorsa Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi tercih edeceğini defalarca dile getiriyordu. (AA ve diğer kaynaklar)

Netice itibariyle, dün Kopenhag’daki İklim Zirvesi bahane edilerek İsrail ile gergin bir döneme girmemize sebep olan olaylar zincirinin başlamasından yaklaşık bir yıl sonra ilişkilere yeni bir ivme kazandırabilmek amacıyla, Gül-Peres görüşmesi gerçekleştirildi. Çok detaylı bilgi verilmese de, görüşmenin çok sıcak bir ortamda gerçekleştiği söylenemez.

2009 yılında ciddî krizlere sahne olan Türkiye-İsrail ilişkilerinin 2010 ve sonrasına yönelik yönünün İsrail’in bölgedeki tavrına bağlı olacağı ise dünkü Peres-Gül görüşmesi sonrasında daha iyi anlaşılmış oldu. Zira Gül, dünkü toplantıda İsrail tarafına yerleşim yerlerinin durdurulması uyarısında bulundu. Gül’ün 1967 sınırlarının esas alınması yönünde iki devletli bir çözümü desteklediğimizin altını çizmesi de Türkiye’nin duruşunu sergilemesi açısından manidardı.

İsrail ile ilişkilerimizde Davos’taki gibi görünümü kurtarmaya yönelik ve kriz doğuran adımlar yerine, böyle ikili görüşmelerde aklı selimi koruyarak ve etkili şekilde diplomasi uygulayarak çözümler aramak daha doğru olsa gerek. Bütün bu gelişmelerin 2010 yılına nasıl yansıyacağını hep beraber göreceğiz.

19.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl