Selim GÜNDÜZALP |
|
Olacağı olmuş, öleceği ölmüş bil |
Başkasının ölümüne inanmak belki kolay ama kendi ölümüne inanmak zordur. Günü geldiğinde hepimiz ölümü tadacağız. Kendi ölümünü görmeyen kalmayacak. Herkesin hayatı, ölümünün şahidi olacak, dönüp de kimseye anlatamayacak. O müthiş sırrı beraberimizde götüreceğiz. *** Bu anlatacağım, kendi ölümüm. O kadar anî, o kadar çabuk olacak her şey. Üzerimde beyaz bir örtü, odanın ortasında boylu buyunca uzanmış yatıyorum. Yüzüm kıbleye dönük. Çenemi bağlamışlar, ruhumun penceresi olan gözlerim kapalı. Kulaklarım, bir tek onlar açık; her şeyi duyuyorum. Seslerinden tanıyorum gelip gideni. Bahçemizin bir yerinde kazanda su kaynıyor. Birazdan yıkayacaklar. Modası hiç geçmeyen o beyaz kefene saracaklar. Ne olur ne olmaz, bir tatil gününe rast gelir de, esnafı sıkıntıya sokmamak için eskiler tedariklidir hep. Kefeni, pamuğu, havlusu bir yerde hazırdır hep. Biraz hüzün, biraz da telâş var. İlk vakte yetiştirmek gayretindeler. Az sonra salâ da verilecek. Salânın ardından, yıllar yılı her vefat eden için duyduğumuz ve ezberlediğimiz o cümlelerin arasında, şimdi kendi adım ve soyadım geçecek. Son cümle ise şöyle bitecek: “Dost ve sevenlerine duyurulur, Mevlâ rahmet eyleye…” İşte olup olacağımız, böyle bir cenaze... Kavisli bir sokaktan geçip tabutumu mahalle camiimizin musallasına getirip koydular. Bir kenara çekildiler. Tâziyeleri kabul eden yakınlarımın dışında pek kimse yok ortalıklarda. Zaten devir de değişti ya… Bırakın mahalleyi, sokakta bile birbirini tanıyan kaç kişi kaldı? Bir gece yarısı öylece uzanıp kalmıştım o musallada. Hafiften de üşümüştüm. Şimdi tabutum konmuş buraya. Kimler geldi, kimler geçti bu caminin musallasından. O tabutun içinde kimler yattı, kimler taşındı... Amcam, babam, babaannem… En yakınlarım… Hâlâ aynı tabut, çok hizmetler gördü. Şimdi sıra bana geldi. Dikkatimi çekerdi hep; cenazelerde dolu tabutu taşıyan bulunur da boş tabuta el atan pek azdır. Sıra kendilerine gelecek diye mi acaba? Ondan mı hevesli değildir kimse? Korkunun, kaygının ecele faydası yok. Sırası gelen binip gidiyor tahta ata. Tabutun içinde yatanı kim bilir; derdini, çilesini, hissettiklerini kim bilir?... Ruh, kim bilir hangi âlemden ve nasıl bir yerden, izin verildiyse eğer, her şeyi seyrediyor olabilir. Ruh rüyada bile gözsüz görmüyor mu? Ölse de insan, endişesi, merakı bitmez. Cenaze namazına kimler gelir, hangi hocaefendi kıldırır, kimler helâllik verir, kimler vermez, tabutu ilk önce kim omuzuna alır, musalladan kimler kaldırır, kabristana kimler uğurlar caminin avlusundan, geride kimler kalır… Kendi ölümünü merak etmez mi insan? Son gününde insanın hakikî dostlarının ve iman sahiplerinin şahitliğine ihtiyacı var. Mevlâ bu şahitlik hürmetine, kim bilir, ne günahları affeder, kim bilir, ne hayır kapıları açılır… Hepsi O’nun elinde. Yaşarken duymuştum anlatılanları. Biliyorduk ölümün gerçeklerin gerçeği olduğunu. Sıranın bir gün bize de geleceğini biliyorduk. Ama yine de kaygısız yaşıyorduk. Anacığım her defasında: “Evlâdım, bu dünyada herkesin bir günü var; o gün, bir gelecek” derdi. Geldi… Demek o gün, bugünmüş. Biliyorduk, ardarda ölümler görüp yaşıyorduk. Nice cenaze namazlarına katıldık. Bir gün sıranın bize de geleceğini ayan beyan biliyorduk. Kıştan sonra bahar, geceden sonra sabahın gelmesi kat’iyetinde biliyorduk. Ama nedense ve ne hikmetse kendi ölümümüzü bir türlü yakın plana alamıyorduk. İnanıyorduk ama inandığımız gibi yaşayamıyorduk. Gelecek günlerde bir şeyler olacak da, sanki bu hoşlanmadığımız hayatın seyrini o şeyler değiştirecek diye bekliyorduk. Hâlbuki biz kendimizi değiştirmek istemedikçe, ne değişecek? Oysa küçücük bir kıpırdanış, iyi niyetli bir ileri doğru atılış olsaydı içimizde, Rabbim geceyi gündüz, tepeyi dümdüz ederdi bizim için... Anlamak zordur hayatı, hele de ölümü. Başkasının ölümüne inanmak belki kolaydır ama kendi ölümümüze inanmak zordur. Şu gezen, tozan, gülen, konuşan insan, nasıl olur da ölürdü? Gül gibi solar, dökülürdü? Anlamak zor. Gönülden inanmak ve mutmaîn olmak için binlerce sebep var, milyonlarca hikmet var. Her şey onu anlatıyor, her yol oraya çıkıyor. Bütün bu delilleri görmezden gelmek, Allah’ın sonsuz rahmet ve hikmetine karşı ne kadar büyük haksızlık ve saygısızlıktır… O, bu değil, Allah istediği için ölüyoruz. Dünyaya getiren O olduğu için gidiyoruz. Öyleyse getirişinde bin hikmet var ise, götürüşünde de yüz bin hikmet olsa gerektir. Onu bilmek, onu öğrenmek, görevidir insanın. Geçen günlerle giden, ömrümüzdü. Ölümü göre göre, bile bile yaşıyorduk. Geriye dönüşü yoktu bu yolculuğun. Hepimiz hayat yolunda birer yolcuyduk. Ben de bir yolcuydum. Yolculuğumun dünya safhası bitti. Yaşadım, gördüm, öldüm, bitti... Şimdi o zor eşikteyim, hesap âlemine göçmekteyim. Benim de sayısız emellerim, gerçekleşmesini istediğim ideallerim vardı bu dünyada yaşarken. Şimdi yanımda götürebildiğim, ne bir eşya var, ne bir kitap… Sadece bu dünyadan kazandıklarım, ya da kaybettiklerim beraberimde. Hatalarım, günahlarım, pişmanlıklarım, isteyip de yapamadıklarım, niyet ettiklerim; onlar yanımda. Bir ömür didinip çalıştığım işler… Hepsi geride, dünyada kaldı. Büyüklerden duyardım; “Dünya malı dünyada kalır, sen ahiret malına müşteri ol” derlerdi. Haklıymışlar, şimdi hepsi geride kaldı. Dünyanın malı ve işleri burada geçmiyor. Ne yapılmışsa Allah rızası için ve O’nun adına, sadece onlar geçerli burada. Onların da ne olduğunu ve ne kadarının Allah katında kabul bulduğunu bilmiyorum. Ama gelin, görün ki; her şey yarım, her şey yüzüstü. Cenazem gibi, her şey yüzüstü… Ne kadar yanılmışım… Bir gün olup, işleri bitirip de öyle gideceğimi zannederdim bu dünyadan. İşini bitirip de giden bir kişi var mı acaba? Mezarlar, işini bitiremeden giden insanlarla dolu. Bakmayın siz mezarların dıştan sakin görünüşüne. “Dışı sükûn ile zâhir, derûnu mahşerdir.” diyor şâir. İçini; bir giren, bir de Allah bilir. Kabir müthiş ve esrarengiz bir âlem. Dünya ile ahiret arasında tampon bölge. Ne dünyaya benziyor, ne ahirete. Geçiş yeri, berzah ülkesi. Kabrin karanlığını aydınlatacak tek nur, tek ışık bu dünyadan götürdüğümüz sâlih amellerimiz ve imanımız. Hz Âdem’den (as) bugüne kadar, milyarlarca ruhun ahiret yurduna geçmek için beklediği bir yer berzah âlemi. Allah dostlarının buluşma ve kavuşma yeri orası. Aralarına alacaklar mı, bana da bir yer açacaklar mı acaba? Bilmiyorum. Sadece ümit ediyorum. Kuru ümitle de yol alınmaz ya… Ölümümün bu kadar yakın olduğunu bilseydim, ömür sermayemi böyle kolay tüketir miydim? Saniyelerin bile nabzını tutardım. Bir imkânım olsaydı eğer, tekrar, yeni baştan yaşamak için bu hayatı, neler vermezdim… Ama ne çare ki koca bir ömür defteri kapandı, geçti… Zihnimi, fikrimi toparlamaya çalışıyorum. Kimim, nerdeyim? Konuşmak istiyorum, dilim yok... Görmek istiyorum, gözüm yok… Yürümek istiyorum, ayağım yok. Teneşirde, upuzun bir tabutun içinde bekliyor bedenim. Bedenim ölmüş ama ruhum yaşıyor. Okunan Kur’ân’ları duyuyorum. Olanın bitenin farkındayım ama rüyadaki gibiyim, seslenmeye kalksam, kimse duymayacak sesimi. Bunu gayet iyi biliyorum. Çünkü bir başka âlemdeyim. Bir camın ardından seyrediyorum olan biteni, dışımdaki âlemi. Hani nasıl suçluları sorguya çekerler ya bir odada, bir camın ardından içeridekiler seyreder ya olanı biteni, ben de öyleyim işte… Dünya ile aramda şeffaf bir perde var. Görüyorum, duyuyorum her şeyi. Ama hiçbir şeye gücüm yok, hiçbir şeye müdahale edemiyorum. Olan biteni sadece seyrediyorum. Hayatımın hakikî vazifesi neymiş, ne için dünyaya gelmiş ve gönderilmişim, şimdi daha iyi anlıyorum. Ama ne gücüm, ne de kudretim var buradan öteye geçmeye. İzin yok. Bu âlemin kendine mahsus kuralları var, sınırları var. Evet, zaman zaman bu arzuyu, yani dünyaya gönderiliş gâyemi derinden duyduğum anlar az değildi. Nedense bir türlü olması gerektiği yerde olamadım, yapılması gerekenleri yapamadım. Hayatım pişmanlık oldu, pişmanlık hayatım oldu... Sormazlar mı insana, seni bu dünyada ne aldattı kardeş? Nedir, nedendir dilinde bu pişmanlık diye sormazlar mı? Bari siz anlayın. Kuluz, kusurluyuz işte. Bari siz ibret alın işte… Yaşadım, bitti... Bir ömür, buz gibi eridi, gitti... Arada bir hastalıklar yoklardı, önemsemezdim hiç, gelir geçer derdim. Meğer ölümün habercileriymiş. Gerçi insan hastalık geldi diye ölmez, belki ölecek diye hastalık gelir. Bunu da biliyordum. Hastalıklar, musîbetler, ‘geliyorum’ diyen ölümün ayak sesleriymiş meğer, bilemedim… Çok şey öğrendik hayatta, çok şey biliyorduk ama bir türlü ölümü bilemedik, ölümü hayatımızın içinde yaşayamadık. Günde en az on - on beş kere ciddî ciddî düşünmek istediysek de aldandık. Bir türlü hayatla ölüm arasında bağı sağlayamadık. “Ey ölüm, geleceksin, biliyoruz” dedik. Amennâ… Doğruydu, kabul ettik. Ama muktezasıyla amel edemedik. Herkes gibi ben de, ölümün bir gün geleceğini biliyordum. Herkesi olduğu gibi beni de kıskıvrak yakalayacağını biliyordum ama, bilmek başka şey, idrak etmek başka şey. Sırrına eremedim. Günlerden (…!), aylardan (…!), yıllardan (…!), saatlerden (…!), bir gün ölüm kapımı çalacaktı. Boşluklar dolacaktı. İnandım, ama inandığım gibi yaşayamadım. Ölüm kapımı çaldı. O büyük kapıdan yalnız geldiği gibi yalnız gitmedi, beraber geçtik. Çok hastalar gördük, başında bekleyenlerin öldüğü ve yatanların kalkıp iyileştiği çok hastalar gördük. Hasta olan değil, vadesi dolan ölürmüş, bildik. Ölüm o kadar yakınmış, hissettik, anladık, bildik. Şimdi bir kenarda yatağım bekleyedursun beni. Neyim varsa geride kalan, dağıtın verin muhtaçlara, eşe dosta. Yaşarken vermek kolay değil. Ölümü gören, ölümü tadan cömertleşiyor demek... Ama ne çare ki geriye dönüp de yapacağım bir iyilik, kendi elimle vereceğim bir sadakam yok. Hepsi yaşarken... Ardından gelecek ışık, kabrini ne kadar aydınlatır ki... Yaşarken hayrını kendi eliyle yapmalı, ışığını önceden oraya göndermeli insan. Kalabalıklar içinde yaşarken insan, izini kaybettireceğini sanır ölüm meleğine. Ecel erişmez zanneder kendisine. Ölüm meleği, dünyadaki resmî bir görevliyle karıştırılıyor her halde. Düştüm, ibret aldım; kalktım, unuttum. Ben insanım, işte ben buyum. Aldanmışım, yanılmışım… Yanıldığımı şimdi anlıyorum. Her şey yalan, bir tek ölüm gerçekmiş hayatta. Ölümün hayattan ziyade bir istediği varmış meğer. Ölüm; mal, mülk, şan, şöhret, alkış vs. bunları istemiyormuş meğer bizden. Ölüm, bizim hayatımızdan imanı istiyormuş, onu bekliyormuş vermemiz için. Hz Peygamber (asm); “Ölüm büyük şey” demişti. Hatta bir Yahudinin cenazesi geçerken bile ayağa kalkmıştı. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın bir celâl tecellisi, ‘Mümît’ isminin bir tecellisiydi. Hayat hakkında ne kadar çok şey bilirse bilsin insan, ölüm karşısında âcizdir, câhildir. Bilgi burada bir hiç, amel ise her şey. “Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Rasûlullah”tan daha kıymetli hiçbir şey yok burada. Kâinat bir yana, bu söz bir yana. Dünya kapısından bu belgeyle, bu vesikayla geçiliyor ebedî hayatın huzur veren mekânlarına. Oysaki ne çok kitaplar okumuş, ne çok yazılar yazmıştım ölüme dair… Geleceği kurcalamıştım bir çilingir edasıyla o küçücük, minicik aklımla. Akıl ki, o yolda cücelerin cücesi. Daha kendini bilmez, bir de kalkmış, kendi dışındakilerin meraklısı olmuş. Ne bilsindi akıl, ne bilebilirdi ki? Kur’ân’ın bildirdiğinin dışında, akıl ne bilebilirdi?! Şimdi pıtır pıtır yağan yağmurun taneleri ıslatıyor, yıkıyor tabutumun üstünü. Aradan ince ince kefenime sızıyor, ıslanıyorum… Hayret! Sudan, yağmurdan, ıslanmaktan pek hoşlanmazdım ama sesim soluğum çıkmıyor, bedenim kımıldayamıyor. Okunan Kur’ân seslerini duyuyorum, kımıldayamıyorum… 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |