Basından Seçmeler |
Demokrasiye tezgâhın belgesi
Türkİye’nİn demokrasiyle buluşmasının niye bu kadar geciktiğini Genelkurmay Karargâhı’nda hazırlanan “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” çok açık biçimde ortaya koyuyor. Bu nedenle belgenin içeriği ve neyi hedeflediği çok önemli... “Kâğıt parçası” diyerek “polis içindeki bazı güçler hazırladı” iddiasında bulunarak, bilinçli biçimde “korkunç ve tehlikeli” içerik halktan saklanmaya çalışıldı. Peki, ne vardı o belgenin içeriğinde? Aslında bilmediğimiz şeyler değil. Son 60 yıllık çok partili yaşamımızda onlarca benzer tezgâha tanık olduk. O talihsiz 6-7 Eylül olayları için bir komutan şöyle demişti: “Çok iyi bir operasyondu.” O operasyonla yaklaşık 50 yıl sonra gerçekleşen “Şemdinli bombalamaları” arasında ne fark var? Alın Demokrat Parti dönemindeki 9 subay olayını... O olay daha 1954’lerde darbe hesaplarının yapıldığını gösteriyor. Zaten, sonraki her on yılda bir darbe yapıldı. Ama kesmedi ve tam 50 yıl sonra 2003- 2004 yıllarında Ayışığı, Sarıkız, Eldiven kod adlı darbe girişimleriyle karşılaştık. Albay Dursun Çiçek imzalı belge, aslında son 60 yıllık tarihimizi kimlerin kararttığının, toplumun nasıl yönlendirildiğinin, karanlık olayların nasıl gerçekleştiğinin anahtarı niteliğinde... O raporda, bu ülkenin geçmişinde yaşanan sağ sol rekabetinin nasıl çatışmaya dönüştürüldüğünün, Alevi Sünni gerginliği yaratılmasının, “Şeriat geliyor” ve “ülke bölünüyor” korkusu yaymanın nasıl bir iktidar aracı olarak kullanıldığının ipuçları var. Bu nedenle cunta belgesinde neler olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var. Genelkurmay’ın en önemli biriminde görevli subaylar, iktidardaki AK Parti’yi şöyle tanımlıyor: “Laik düzeni yıkıp İslam devleti kurma hayalindeki AKP hükümeti...” Bu tespiti bir belgeye dayanarak yapmıyorlar tabii... Onlar öyle düşündükleri için öyledir. Ne yapılması gerektiğini de şöyle anlatıyorlar: “AKP mensubu kilit haberleşmecilere kamuoyuna çelişkili açıklamalar yaptırılarak, parti-hükümet içinde ciddi anlaşmazlık ve bölünmeler yaşanıyormuş şeklinde algılanması sağlanacaktır.” Resmen siyasete tezgâh kurmak bu. Acaba yıllar önce Ecevit’in CHP’sine, Demirel’in AP’sine benzer tezgâhlar düzenlendi mi? Askerler, komşularımızla ilişkiye de el atmışlar. O raporu okuyunca neden Türkiye’nin çevresindeki herkesi “düşman” ilan ettiği daha iyi anlaşılıyor. Bakın ne deniyor o raporda: “Ermenistan ve Yunanistan’la ilgili kamuoyunda tepki uyandıracak haberler sürekli gündemde tutularak milliyetçi partilerin tabanının genişletilmesi sağlanacaktır...” Şimdi gelelim raporun en pervasız ve ölçüsüz olduğu bölüme... Bu bölüm ağırlıkla Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili... Raporda aynen şöyle geçiyor: “Askeri suç kapsamında yapılacak Işık Evleri baskınlarında, silahlı terör örgütü oluşturmak doğrultusunda, silah mühimmat, plan vb. materyal bulunması sağlanarak. FG grubu, “Silahlı Terör Örgütü” kapsamına aldırılacak...” İnsan ürperiyor. Güvenliğini emanet ettiği bir kurum, seni terörist göstermek için evine silah ve mühimmat koyuyor. Ama bununla da yetinmiyor. “Bekletilen eleman” dedikleri İskender Evrenosoğlu, Ömer Öngüt gibi elemanlara medyatik eylemler ve söylemler yaptırılarak Gülencilerin irticacılarla özdeşleştirilmesi sağlanacak... Türkiye’nin geçmişinde “Alevi Sünni çatışması” yaratıldığı için şu satırların da çok önemli olduğuna inanıyorum: “Ev baskınları kapsamında (Işık Evleri kastediliyor) Alevi düşmanlığını körükleyici bilgi ve belgelerin bu evlerde bulunması sağlanacaktır...” İnanılmaz değil mi? Bir an Kahramanmaraş, Çorum hatta Sivas olaylarını hatırlayın... Nasıl oldu acaba? İşte böyle uzayıp giden korkunç bir tezgâh var o meşum “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nın içinde... Türkiye, bazı kurumların kılcal damarlarına işleyen bu darbeci zihniyetle hesaplaşmadığı sürece gerçek demokrasiye ulaşamaz. “Islak imza” belgesi bu yolda önemli bir dönüm noktasıdır.
Mahmut Övür, Sabah, 30 Ekim 2009 |
31.10.2009 |
Bayram gazeteleri
YazIİşlerİndekİ sabah toplantısından sonra Ece beni yakalayıp usul bir sesle sordu. “Biz neden Cumhuriyet Bayramı’yla ilgili bir duyuru koymadık?” “Normal gazetelerde öyle şeyler olmaz” dedim ben de, “bir cumhuriyetin seksen altıncı yılının gazetelerde yarım sayfa kutlanmasına diktatörlüklerde rastlanır sadece.” Sonra da ben ona sordum. “Sen yeryüzünü izleyen birisin, dünyanın ciddi gazetelerinden herhangi birinde böyle bir kutlama ayinine rastladın mı?” “Bunu bari küçük bir duyuruyla açıklasaydık.” Ben ona gene aynı cevabı verdim. “Normal gazeteler böyle duyurular koymazlar.” Ece, gelebilecek herhangi bir eleştiriye karşı gazeteyi korumaya çalışıyordu. Medyasının tümüyle çarpıldığı bir ülkede normal bir gazetenin “çarpık” görünebileceğinden endişe ediyordu. Çünkü bizim ülkemizde “çarpıklık” normal hale geldiği için “normal” çarpık görünüyordu. Türkiye’deki gazeteler, Kuzey Kore’de yayımlanan gazeteler gibi çıktıklarını bile fark etmiyorlar. Cumhuriyetin 86. yılını yarım sayfalık “kutlamalarla” duyuran gazetelerin nasıl bir tuhaflığın sonucu olduğunu, Hürriyet gazetesinin “kutlama mesajlarına” yer veriş biçimi çok açık gösteriyordu zaten. Hürriyet gazetesi, kutlama mesajlarını verdiği habere Genelkurmay Başkanı’nın “mesajıyla” başlamıştı, Orgeneral Başbuğ’un açıklamasına uzunca bir yer verdikten sonra Cumhurbaşkam’nın, Başbakan’ın, Baykal’ın ve Bahçeli’nin mesajları da birer paragraf olarak yazılmıştı. Bunu, Hürriyet’i eleştirmek için yazmıyorum. Bu gazetenin, kutlama haberlerini verirken izlediği “protokol” sırası Türk medyasının “yerleşik” garipliklerinden biri. Biri hatırlatmasa Hürriyet garip davrandığının farkına bile varmaz. Cumhuriyet Bayramı’nı yarım sayfalık duyurularla kutlayan bir medya için en önemli “siyasi” figür kaçınılmaz olarak askerdir. Bunlar, birbirini tamamlayan çarpıklıklar. Kimse, Hürriyet’in o sayfasını hazırlayan editöre “Başbuğ’u başa al” dememiştir herhalde, editör kendi doğal alışkanlığıyla böyle yapmıştır. Bu medya, seksen altı yıllık bir “askerî cumhuriyetin” medyası. Bütün alışkanlıkları, bu çarpık yapıya uyum sağlayan bir medyanın genlerine yerleşmiş olan acayipliklerin sonucu oluşmuş. Ve, bu acayiplikler artık medyanın “bilinçaltına” işlemiş. Düşünmeden, farkına varmadan, yılların getirdiği reflekslerle yapıyorlar bunları. Hiçbir gazetenin oturup resmî bayramları neden her yıl bu kadar büyük bir biçimde verdiğini düşündüğünü sanmıyorum. Her yıl, bir yıl önce yaptıklarını tekrarlayarak devam ediyorlar. Ben, Türkiye değişirken medyanın da mutlaka değişmesi gerektiğine inananlardanım. Bu değişiklik sadece düşüncelerinde, bilinçlerinde olmayacak, bilinçaltılarının, alışkanlıklarının, zihinlerine kazınmış tabuların da değişmesi gerekiyor. Bu çok kolay değil herhalde. Ama böyle büyük bir değişimden geçen bir ülkede medya alışkanlıklarını değiştiremezse sonunda halktan iyice kopar. Türkiye, barışçı, demokratik, dünyayla uyumlu ciddi bir devlet olmaya çabalarken medya hâlâ savaşçı, baskıcı, içe kapalı, gayrıciddi bir devletin medyası olarak devam etmek istiyor. Değişimlerin öncülüğünü üstlenemedikleri gibi değişime ayak uydurmakta da zorlanıyorlar. Alışkanlıklarını hiç sorgulamıyorlar. Onlar hâlâ “paşaların kükrediği”, “devletin kutsal olduğu”, kamuoyu dendiğinde sadece “Türk vatandaşların” akla geldiği, “sivil siyasetçilere” güvenilmediği, Atatürk’ün tek “ideolojik” referans kabul edildiği, “hukukun pek de ciddiye” alınmadığı, devletin işlediği suçların “suç sayılmadığı”, resmî bayramların “devlet ayinleri” halinde kutlandığı, halkın çok da önemsenmediği bir cumhuriyetin medyası. Değişecekler. Çünkü hem dünya hem Türkiye hızla değişiyor. Her gazetecinin “asker doğduğu”, ordunun parlamentodan üstün olmasını doğal karşıladığı, orduya siyasetçilerden daha fazla güvendiği, gerektiğinde “darbe yapılabileceğine” inandığı bir ülkede medya, değişimin düşmanı haline gelir. Ama bu düşmanlık değişimi durdurmaz. Medya değişimi zorlaştırır, değişim de medyayı darmadağın eder. Türkiye’deki bu son değişimlerle birlikte medyanın da değişeceğini göreceksiniz. Başka hiçbir çareleri yok çünkü.
Ahmet Altan, Taraf, 30.10.2009 |
31.10.2009 |
Askerler için ‘hesap verme’ zamanı...
(...)Türkİye, Cumhuriyet’in 86. yılını bir kez daha ‘demokrasi sancıları’ içinde ‘idrak etti’. İşin en ironik tarafı, Cumhuriyet’in kuruluşunda başrolü oynamış bir kurum olan Silahlı Kuvvetler’in ‘denetim’ ve ‘hesap verme’ye karşı direnişinden ötürü. Son günlerin en hararetli tartışmasının özünde, TSK’nın Türkiye’de gerçek bir demokratik rejimin yerleşmesine ‘alerjisi’ yatıyor. Her demokratik ülkede olduğu ve olması gerektiği gibi, TSK’nın tümüyle ‘sivil yönetim’e tabi olması, sivil yönetim ve demokratik yasaların öngördüğü biçimde ‘denetlenebilmesi’ ve orada ‘yasa dışına düşme durumları’ olduğunda bunun sorumlularının ‘sivil yargı önünde’ ‘hesap verebilmesi’ gerekiyor. Türkiye’de böyle bir durum var mı? *** TSK, daha da kestirmeden ifade edersek onun yönetim birimi olarak Genelkurmay, ‘demokratik denetim’e açık olmaya ve ‘sivil yargı önünde hesap vermeye’ bu kadar direnir ve bu yöndeki herhangi bir adımın karşısına ‘TSK yıpratılıyor’ söylemi çıkarsa, Türkiye’nin sittin sene demokrasiyi sağlama alabilme şansı da olmaz. Ancak, öyle bir zaman diliminde, öyle bir uluslararası ortamda ve ülke içinde de öyle bir düşünce iklimi içindeyiz ki, ‘TSK yıpratılıyor’ söylemi de, Genelkurmay Başkanı olsun üst düzey askeri yetkililer olsun Türkçe’nin imkan verdiği en sert ve tehditkâr sözcüklerle yaptıkları açıklamalar da, bundan önce olduğu ölçüde etkili olamıyorlar. Çünkü Genelkurmay son gelişmelerin ortaya çıkarttığı biçimde ‘inandırıcılığı’nı vahim biçimde yitirmiş durumdadır. İnandırıcılığınızı şayet yitirmişseniz, ‘karizma’yı da ne kadarsa- çizdirmiş oluyorsunuz. O yüzden, bağırıp çağırmanız, onu bunu tehdit eden öfkeli demeçleriniz ‘caydırıcılık’ gücünü de yitirmiş oluyor. İnsanlar, Genelkurmay çıkışlı demeçleri, açıklamaları inandırıcılıklarını yitirmiş oldukları için yüzlere yayılan alaycı bir tebessümle dinliyor ve bunların inandırıcılığı ile birlikte ‘caydırıcılık’ niteliği de büyük ölçüde ortadan kalktığından, korkmuyorlar da. Orada burada bugüne dek rastlanmadık şekilde korkusuzca konuşuyorlar, eline kalemi alan da yazıyor çiziyor. Genelkurmay’ın ‘karizma’sı çizilmeye görsün bir kez. Öyle ‘Amerika’da ıslak imza makinaları varmış. İnternet adresi de ‘www. bilmemne.com imiş’ gibisinden sayıları giderek azalan medya fosillerinin fantastik iddialarıyla, ‘çizilen karizma’yı geri alabilmek mümkün değil. Bu noktada Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un kendisi için istifa mekanizmasını işletmeden yapabilecekleri hala mevcut. *** Ne mi? TSK’yı ‘denetlenebilir’ ve sivil yönetime ‘hesap verir’ konuma oturtmak. İşin ‘ilke’si bu. Bunun da ilk işareti, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisinden isteyeceklerini yerine getirmek olacaktır. Şu ‘cunta-darbe’ işine ismi karışan tüm isimleri soruşturmanın selameti için açığa almak, soruşturmanın önünü açmak, sorumluları ‘sivil yargı’ya teslim etmek. Atabileceği ön ve asgari adımlar bunlar. Şimdiye dek bu yönde değil ters yönde davranacağına dair sinyaller verdi. Taraf’ta her şeyi çorap söküğü gibi getiren ‘AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı’na imzasını atan Mehmet Baransu, kendisine Başbuğ’un ‘karargâhı’ndan sızdığı izlenimi veren dünkü haberinde şu satırlara yer vermişti: ‘Başbuğ’un Çubuklu’dan (Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral) tek isteği var. Soruşturmanın Ergenekon savcılarından alınıp, askeri savcılığa devredilmesi için tüm yolların denenmesi. Çubuklu bir yandan gazetecileri ararken, diğer yandan da askerlere sivil mahkemenin yolunu açan yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’nde görevli bazı üyelere görüşüyor. Karargâhın sütten ağzı yandığı için bu görüşme sonuçları ‘sözlü rapor’ olarak üst makamlara rapor ediliyor.’ Geceleri ışıkları sönmeyen Genelkurmay’daki son günlerin hummalı faaliyeti ise aynı haberde şöyle gerekçelendiriliyor: “Karargâhtaki herkes bu belgenin Orgeneral İlker Başbuğ’un emriyle hazırlandığını biliyor. Çalışmanın ve ışıkların sönmemesinin tek bir nedeni var. Bu sorumluluk kimlerin üzerine yıkılacak ve Orgenerallere varmadan bu iş nasıl kapatılacak...” Hal böyle ise, Genelkurmay ‘denetim’ ve ‘hesap verme’ konusuna işi yokuşa sürmeye çalışmaya devam ediyor demektir. Öyleyse, ‘sorun’ derinleşir, kangrenleşir ve Türkiye demokrasisini ‘enfekte’ eder. Aslında durumun geldiği nokta Başbakan Tayyip Erdoğan’ı can alıcı soruyla yüzyüze bırakıyor. İlker Başbuğ ile görüştüğü vakit, ‘Türkiye’yi yöneten benim’ diyerek ‘askeri, sivil yönetim altına mı’ alacak; yoksa bugüne dek arada bir yapıldığı gibi Genelkurmay Başkanı ile sır paylaşarak ‘uzlaşma yolu’na mı sapacak? Bir ‘İkinci Şemdinli vak’ası’ daha yaşayacak mıyız? İlkinin dışındakiler zayıf ihtimal. Genelkurmay ‘karizmayı çizdirdiği’ne göre, Erdoğan’ın Genelkurmay’ın hukuk karşısındaki açmazını paylaşmasına gerek yok. Gün, Genelkurmay’ı denetlemek ve sivil yargı karşısında hesap vermesini sağlamak günüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin selameti ve geleceği için...
Cengiz Çandar, Radikal, 30 Ekim 2009 |
31.10.2009 |
TSK değişmek zorunda
Islak imza olayının patlak vermesi ya da Genelkurmay karargahında bir adet hükümeti devirme planının ortaya çıkmasıyla birlikte yapılan bazı yorumları günlerdir hayretle izliyorum. Evet, hayretle... Sanki burası Türkiye değil. Sanki bu yorumları yapanlar bir başka gezegende yaşıyorlar. Hey, farkında mısınız? Burası Türkiye! Bu ülkede kaç tane askeri darbe yaşandı, kaç tane askeri müdahale gördük. 27 Mayıs’ı unuttunuz mu? 12 Mart’ı unuttunuz mu? 12 Eylül’ü unuttunuz mu? 28 Şubat’ı unuttunuz mu? 27 Nisan’ı unuttunuz mu? Bunlar Türkiye’de yaşanmadı mı? Askeri darbelerle idam sehpaları, Zirverbey Köşkü gibi, Diyarbakır Askeri Cezaevi gibi işkencehaneler kurulmadı mı? Menderes’ler, Talat Aydemir’ler, Deniz Gezmiş’ler, Erdal’lar asılmadı mı? Ya da Susurluk yaşanmadı mı?.. Lütfen zaman ayırıp Başbakan Yılmaz döneminde, 1990’ların sonunda yazılan resmi Susurluk Raporu’nu okuyun bir zahmet. Özellikle Güneydoğu’daki faili meçhul cinayet çarkının nasıl döndüğünü öğrenmeye çalışın. Bunlar hep bu ülkede yaşandı. Ya hükümetlere komutanlar tarafından verilen uyarı mektupları... Başbakanların yüzüne tokat gibi çarpan Genelkurmay Başkanı açıklamaları... Bunları yaşamadık mı? 2002 yılı sonrasını anımsayın. AKP’nin milletvekili seçimlerini kazanıp tek başına hükümet olmasından sonra yaşananları unuttunuz mu? Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinde yer alan darbe tertipleri hayal miydi? Beyler, biraz ciddi olun. Sarıkız, Ayışığı, Eldiven... Bunlar size neyi çağrıştırıyor? 2003 ve 2004 yıllarında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinde darbe tezgahları çevrilmedi diyebilir misiniz? Yeni 28 Şubat’lar için özellikle medyaya dönük baskılar yaşanmadı diyebilir misiniz? Soruyorum, diyebilir misiniz? Özkök Paşa diyemiyor. Özkök Paşa yalanlamıyor. Daha dört beş yıl önce, eğer Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda anayasa ve demokrasiye bağlı bir komutan, Orgeneral Hilmi Özkök oturmuyor olsaydı, Türkiye’nin yine bir darbeyle sarsılması ihtimali çok yakınlara gelmişti. Uçurumun kıyısından döndük. Onun sayesinde... Tehlikenin farkında mıydınız? Özden Örnek günlükleri eğer Mustafa Balbay’ın günlükleriyle birlikte okunursa, Türkiye’de demokratik rejimin bundan çok kısa bir süre önce nasıl bir tehlikenin eşiğinden döndüğü daha iyi ortaya çıkar. Çankaya Savaşları unutuldu mu? Abdullah Gül’ün 2007’de Cumhurbaşkanı olmasını önlemeye dönük 367 formülünü arkalamak için, bir gece vakti Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Paşa tarafından kaleme alınıp yayınlanan 27 Nisan e-muhtırası yoksa gerçek değil miydi? Ergenekon dosyası da Türkiye’de demokrasi ve hukukun üstünlüğüne kurulan tuzaklarla doludur. Yargılanma sürecinde hukuk açısından yapılan bazı yanlışlar ve haksızlıklar, davanın demokrasiyle ilgili özünü değiştirmez. Ergenekon operasyonu eğer olmasaydı, Türkiye’de oluk gibi kan akıtabilecek yeni çarklar işleyecekti. Hatta işlemeye başlamıştı bile... Yine bu operasyon olmasaydı, şunu iyi bilin, Kürt açılımı da hayal olurdu. Bunların hiç biri hayal değildi, rüyada görülmedi, başka gezegende yaşanmadı, Türkiye’de meydana geldi hepsi. Unuttunuz mu?.. Ya andıçlar... Anımsıyor musunuz? Kaç meslektaşımızın, kaç aydının hayatını bir süre cehenneme çeviren o andıçlar nerede hazırlandı? Genelkurmay’da değil mi? Daha birkaç yıl öncesine ait, neredeyse bütün sivil toplum örgütlerini düşman ilan eyleyen andıçlar da Genelkurmay karargahından çıkmadı mı? Şimdi ‘ıslak imza’ya bu tepkiniz nedir? Neyi temize çıkarmaya çalışıyorsunuz? Darbe tertiplerini mi, hükümeti devirme planlarını mı?. Ayıp! Evet, ‘asker sorunu’ diye de bir sorunu var bu ülkenin. Bunu da çözmek lazım. Çünkü bu sorun, Türkiye’de birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletine açılan yolları yıllardır tıkıyor. Çünkü bu sorun, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerini demokrasilerde olması gereken olağan rayından çıkartarak, gerçek bir siyasi istikrar ortamına açılan yolları mayınlıyor. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri daha fazla yıpranmak istemiyorsa, demokrasi ve hukuk devletinin temel ilkelerinin ışığında kendini değiştirmek zorunda diye düşünüyorum. Ve asker içinde de bu değişimden yana olanların gitgide ağır basacağına inanıyorum.
Hasan Cemal, Milliyet, 30 Ekim 2009 |
31.10.2009 |
Böyle bir orduyla demokrasi mümkün mü?
Ülkenİn vazgeçilmez, temel bir kurumunda hâlâ akla ziyan planlar yapılabiliyor. Yapanlar da ünvanlarında ‘kurmay’ yazan, TSK’nın beyin takımı. Bir kez daha ortaya çıktı ki bu ülkenin bir numaralı meselesi ordusuna bulaşan darbe kültürü ve siyaset tutkusudur. Bu en önemli meselemizdir çünkü böyle bir yapı, kültür ve personelle iç barışı kuramazsınız. Bu devlet büyüklerimiz Alevilere karşı komplo kurmakla meşguldürler! Demokrasiyi yerleştiremezsiniz çünkü meşru bir siyasi iktidarı alaşağı etmek için tezgâh peşindedirler. Hukuk devleti olamazsınız, çünkü bir yandan Ergenekon sanıklarını kurtarmak için yargıyı etkilemeye çalışırlarken öte yandan da masum insanların evlerine silah ve mühimmat yerleştirmeyi düşlerler. Bunlarla hür basın yaratamazsınız çünkü en iyi bildikleri iş medya manipülasyonlarıdır. Bölge ülkeleriyle barış kuramazsınız, çünkü bunlar için savaş, iş, ekmek ve iktidar demektir... Kısaca böyle işlerle meşgul insanların makam sahibi, güç sahibi olduğu bir orduyla ‘modern, demokratik, laik bir hukuk devleti’ olamazsınız. Modern bir ülkede ordu, profesyoneldir, işini yapar; işi ülkeyi savunmak, buna sürekli hazırlıklı olmaktır. ‘İrticaya karşı eylem planı’nda gördüğümüz ordunun ülke savunmasıyla hiçbir alakası yok. Kafayı bu kadar siyasete ve topluma müdahaleye takmış bir ordunun işini yapması mümkün değildir zaten. Daha işinin ne olduğunu bilmeyen bir ordu işini nasıl ‘iyi’ yapabilir ki? Demokratik bir ülkede ordu seçilmiş iktidarın, yani sahibi olan milletin temsilcilerine karşı sorumludur, onlara hesap verir. ‘Suç-eylem planı’nda karşımıza çıkan ordu seçilmiş meşru iktidarı devirmek için komplolar kuran, ajanlar besleyen, olaylar provoke eden bir ordudur. Demokrasinin, halk iradesinin, milletin ordusu olma bilincinin yakınından bile geçmeyen bir anlayış saçılıyor ‘ıslak imza’lı belgeden. Laik bir ülkede devletin hazır kıta cübbeli, sarıklı ‘şeriat göstericileri’ olur mu? Bunların var; basıyorlar düğmeye, sokağa salıyorlar. Demek ki ellerinin altında, bir yerlerde ‘şeriatçı’ yetiştiriyorlar. Sonra da başka bir düğmeye basacaklar, başka bir güruh da çıkacak ‘ne şeriat ne demokrasi’ sloganları eşliğinde yürüyecek, orduyu göreve çağıran pankartlar çekecek. Hukukun üstünlüğünün cari olduğu bir ülkede kanunlar herkese eşit uygulanır, kimsenin suç işleme özgürlüğü yoktur. Üniformalı suçluları koruyan bir yasa yoktur, olamaz da. Bir hukuk devletinde halka, hükümete, yargıya ve de komşu ülkelere komplolar kuran bir yapı deşifre edildiğinde gereği yapılır. Bizde neler oluyor? ‘Suç-eylem belgesi’ basına yansıyor, altında imzası olan albay sivil mahkemece tutuklanıyor, birkaç saat içinde yeni bir mahkeme kuruluyor, sanık cezaevine ulaşmadan yeni mahkeme tahliye kararı veriyor! Ardından, soruşturma yapan askerî savcılık Genelkurmay Karargahı’ndaki ‘resmi belgeyi’ bulamıyor, altında imzası bulunanlardan ve hazırlandığı bilinen birimden belgeye ilişkin bir ipucuna ulaşamıyor! Biz de buna hukuk devleti diyoruz! Genelkurmay, askerî savcılığın yeniden soruşturma başlatmasını sağlamış! Ne güzel. Dört ay önce elindeki belgeyle hiçbir bilgiye ulaşamayan askerî savcılık şimdi hakikati bulacak öyle mi? Güldürmeyin bizi. Savcılığın elinde yeni bir belge yok ki. Önceki de aynı belgeydi, altındaki imzası ve hazırlandığı birimiyle. Ne oldu? Görmedi, sormadı, duymadı... Şimdi ne yapacak? Komplocu komutanlarını sivil yargıdan mı ‘koruyacak’? Bir dönüm noktasındayız, önce tabloyu görmeliyiz; böyle bir orduyla bırakın demokrasiyi laiklik de, hukuk devleti de mümkün değil. Ama halkın böyle nitelikleri haiz bir devlet kurma niyeti çok ciddi, talebi çok yaygın, kararlılığı pek güçlü. Peki nasıl olacak bu iş? Orası askerin tercihine bağlı...
İhsan Dağı, Zaman, 30 Ekim 2009 |
31.10.2009 |