Selim GÜNDÜZALP |
|
Olacağı olmuş, öleceği ölmüş bil |
Başkasının ölümüne inanmak belki kolay ama kendi ölümüne inanmak zordur. Günü geldiğinde hepimiz ölümü tadacağız. Kendi ölümünü görmeyen kalmayacak. Herkesin hayatı, ölümünün şahidi olacak, dönüp de kimseye anlatamayacak. O müthiş sırrı beraberimizde götüreceğiz. *** Bu anlatacağım, kendi ölümüm. O kadar anî, o kadar çabuk olacak her şey. Üzerimde beyaz bir örtü, odanın ortasında boylu buyunca uzanmış yatıyorum. Yüzüm kıbleye dönük. Çenemi bağlamışlar, ruhumun penceresi olan gözlerim kapalı. Kulaklarım, bir tek onlar açık; her şeyi duyuyorum. Seslerinden tanıyorum gelip gideni. Bahçemizin bir yerinde kazanda su kaynıyor. Birazdan yıkayacaklar. Modası hiç geçmeyen o beyaz kefene saracaklar. Ne olur ne olmaz, bir tatil gününe rast gelir de, esnafı sıkıntıya sokmamak için eskiler tedariklidir hep. Kefeni, pamuğu, havlusu bir yerde hazırdır hep. Biraz hüzün, biraz da telâş var. İlk vakte yetiştirmek gayretindeler. Az sonra salâ da verilecek. Salânın ardından, yıllar yılı her vefat eden için duyduğumuz ve ezberlediğimiz o cümlelerin arasında, şimdi kendi adım ve soyadım geçecek. Son cümle ise şöyle bitecek: “Dost ve sevenlerine duyurulur, Mevlâ rahmet eyleye…” İşte olup olacağımız, böyle bir cenaze... Kavisli bir sokaktan geçip tabutumu mahalle camiimizin musallasına getirip koydular. Bir kenara çekildiler. Tâziyeleri kabul eden yakınlarımın dışında pek kimse yok ortalıklarda. Zaten devir de değişti ya… Bırakın mahalleyi, sokakta bile birbirini tanıyan kaç kişi kaldı? Bir gece yarısı öylece uzanıp kalmıştım o musallada. Hafiften de üşümüştüm. Şimdi tabutum konmuş buraya. Kimler geldi, kimler geçti bu caminin musallasından. O tabutun içinde kimler yattı, kimler taşındı... Amcam, babam, babaannem… En yakınlarım… Hâlâ aynı tabut, çok hizmetler gördü. Şimdi sıra bana geldi. Dikkatimi çekerdi hep; cenazelerde dolu tabutu taşıyan bulunur da boş tabuta el atan pek azdır. Sıra kendilerine gelecek diye mi acaba? Ondan mı hevesli değildir kimse? Korkunun, kaygının ecele faydası yok. Sırası gelen binip gidiyor tahta ata. Tabutun içinde yatanı kim bilir; derdini, çilesini, hissettiklerini kim bilir?... Ruh, kim bilir hangi âlemden ve nasıl bir yerden, izin verildiyse eğer, her şeyi seyrediyor olabilir. Ruh rüyada bile gözsüz görmüyor mu? Ölse de insan, endişesi, merakı bitmez. Cenaze namazına kimler gelir, hangi hocaefendi kıldırır, kimler helâllik verir, kimler vermez, tabutu ilk önce kim omuzuna alır, musalladan kimler kaldırır, kabristana kimler uğurlar caminin avlusundan, geride kimler kalır… Kendi ölümünü merak etmez mi insan? Son gününde insanın hakikî dostlarının ve iman sahiplerinin şahitliğine ihtiyacı var. Mevlâ bu şahitlik hürmetine, kim bilir, ne günahları affeder, kim bilir, ne hayır kapıları açılır… Hepsi O’nun elinde. Yaşarken duymuştum anlatılanları. Biliyorduk ölümün gerçeklerin gerçeği olduğunu. Sıranın bir gün bize de geleceğini biliyorduk. Ama yine de kaygısız yaşıyorduk. Anacığım her defasında: “Evlâdım, bu dünyada herkesin bir günü var; o gün, bir gelecek” derdi. Geldi… Demek o gün, bugünmüş. Biliyorduk, ardarda ölümler görüp yaşıyorduk. Nice cenaze namazlarına katıldık. Bir gün sıranın bize de geleceğini ayan beyan biliyorduk. Kıştan sonra bahar, geceden sonra sabahın gelmesi kat’iyetinde biliyorduk. Ama nedense ve ne hikmetse kendi ölümümüzü bir türlü yakın plana alamıyorduk. İnanıyorduk ama inandığımız gibi yaşayamıyorduk. Gelecek günlerde bir şeyler olacak da, sanki bu hoşlanmadığımız hayatın seyrini o şeyler değiştirecek diye bekliyorduk. Hâlbuki biz kendimizi değiştirmek istemedikçe, ne değişecek? Oysa küçücük bir kıpırdanış, iyi niyetli bir ileri doğru atılış olsaydı içimizde, Rabbim geceyi gündüz, tepeyi dümdüz ederdi bizim için... Anlamak zordur hayatı, hele de ölümü. Başkasının ölümüne inanmak belki kolaydır ama kendi ölümümüze inanmak zordur. Şu gezen, tozan, gülen, konuşan insan, nasıl olur da ölürdü? Gül gibi solar, dökülürdü? Anlamak zor. Gönülden inanmak ve mutmaîn olmak için binlerce sebep var, milyonlarca hikmet var. Her şey onu anlatıyor, her yol oraya çıkıyor. Bütün bu delilleri görmezden gelmek, Allah’ın sonsuz rahmet ve hikmetine karşı ne kadar büyük haksızlık ve saygısızlıktır… O, bu değil, Allah istediği için ölüyoruz. Dünyaya getiren O olduğu için gidiyoruz. Öyleyse getirişinde bin hikmet var ise, götürüşünde de yüz bin hikmet olsa gerektir. Onu bilmek, onu öğrenmek, görevidir insanın. Geçen günlerle giden, ömrümüzdü. Ölümü göre göre, bile bile yaşıyorduk. Geriye dönüşü yoktu bu yolculuğun. Hepimiz hayat yolunda birer yolcuyduk. Ben de bir yolcuydum. Yolculuğumun dünya safhası bitti. Yaşadım, gördüm, öldüm, bitti... Şimdi o zor eşikteyim, hesap âlemine göçmekteyim. Benim de sayısız emellerim, gerçekleşmesini istediğim ideallerim vardı bu dünyada yaşarken. Şimdi yanımda götürebildiğim, ne bir eşya var, ne bir kitap… Sadece bu dünyadan kazandıklarım, ya da kaybettiklerim beraberimde. Hatalarım, günahlarım, pişmanlıklarım, isteyip de yapamadıklarım, niyet ettiklerim; onlar yanımda. Bir ömür didinip çalıştığım işler… Hepsi geride, dünyada kaldı. Büyüklerden duyardım; “Dünya malı dünyada kalır, sen ahiret malına müşteri ol” derlerdi. Haklıymışlar, şimdi hepsi geride kaldı. Dünyanın malı ve işleri burada geçmiyor. Ne yapılmışsa Allah rızası için ve O’nun adına, sadece onlar geçerli burada. Onların da ne olduğunu ve ne kadarının Allah katında kabul bulduğunu bilmiyorum. Ama gelin, görün ki; her şey yarım, her şey yüzüstü. Cenazem gibi, her şey yüzüstü… Ne kadar yanılmışım… Bir gün olup, işleri bitirip de öyle gideceğimi zannederdim bu dünyadan. İşini bitirip de giden bir kişi var mı acaba? Mezarlar, işini bitiremeden giden insanlarla dolu. Bakmayın siz mezarların dıştan sakin görünüşüne. “Dışı sükûn ile zâhir, derûnu mahşerdir.” diyor şâir. İçini; bir giren, bir de Allah bilir. Kabir müthiş ve esrarengiz bir âlem. Dünya ile ahiret arasında tampon bölge. Ne dünyaya benziyor, ne ahirete. Geçiş yeri, berzah ülkesi. Kabrin karanlığını aydınlatacak tek nur, tek ışık bu dünyadan götürdüğümüz sâlih amellerimiz ve imanımız. Hz Âdem’den (as) bugüne kadar, milyarlarca ruhun ahiret yurduna geçmek için beklediği bir yer berzah âlemi. Allah dostlarının buluşma ve kavuşma yeri orası. Aralarına alacaklar mı, bana da bir yer açacaklar mı acaba? Bilmiyorum. Sadece ümit ediyorum. Kuru ümitle de yol alınmaz ya… Ölümümün bu kadar yakın olduğunu bilseydim, ömür sermayemi böyle kolay tüketir miydim? Saniyelerin bile nabzını tutardım. Bir imkânım olsaydı eğer, tekrar, yeni baştan yaşamak için bu hayatı, neler vermezdim… Ama ne çare ki koca bir ömür defteri kapandı, geçti… Zihnimi, fikrimi toparlamaya çalışıyorum. Kimim, nerdeyim? Konuşmak istiyorum, dilim yok... Görmek istiyorum, gözüm yok… Yürümek istiyorum, ayağım yok. Teneşirde, upuzun bir tabutun içinde bekliyor bedenim. Bedenim ölmüş ama ruhum yaşıyor. Okunan Kur’ân’ları duyuyorum. Olanın bitenin farkındayım ama rüyadaki gibiyim, seslenmeye kalksam, kimse duymayacak sesimi. Bunu gayet iyi biliyorum. Çünkü bir başka âlemdeyim. Bir camın ardından seyrediyorum olan biteni, dışımdaki âlemi. Hani nasıl suçluları sorguya çekerler ya bir odada, bir camın ardından içeridekiler seyreder ya olanı biteni, ben de öyleyim işte… Dünya ile aramda şeffaf bir perde var. Görüyorum, duyuyorum her şeyi. Ama hiçbir şeye gücüm yok, hiçbir şeye müdahale edemiyorum. Olan biteni sadece seyrediyorum. Hayatımın hakikî vazifesi neymiş, ne için dünyaya gelmiş ve gönderilmişim, şimdi daha iyi anlıyorum. Ama ne gücüm, ne de kudretim var buradan öteye geçmeye. İzin yok. Bu âlemin kendine mahsus kuralları var, sınırları var. Evet, zaman zaman bu arzuyu, yani dünyaya gönderiliş gâyemi derinden duyduğum anlar az değildi. Nedense bir türlü olması gerektiği yerde olamadım, yapılması gerekenleri yapamadım. Hayatım pişmanlık oldu, pişmanlık hayatım oldu... Sormazlar mı insana, seni bu dünyada ne aldattı kardeş? Nedir, nedendir dilinde bu pişmanlık diye sormazlar mı? Bari siz anlayın. Kuluz, kusurluyuz işte. Bari siz ibret alın işte… Yaşadım, bitti... Bir ömür, buz gibi eridi, gitti... Arada bir hastalıklar yoklardı, önemsemezdim hiç, gelir geçer derdim. Meğer ölümün habercileriymiş. Gerçi insan hastalık geldi diye ölmez, belki ölecek diye hastalık gelir. Bunu da biliyordum. Hastalıklar, musîbetler, ‘geliyorum’ diyen ölümün ayak sesleriymiş meğer, bilemedim… Çok şey öğrendik hayatta, çok şey biliyorduk ama bir türlü ölümü bilemedik, ölümü hayatımızın içinde yaşayamadık. Günde en az on - on beş kere ciddî ciddî düşünmek istediysek de aldandık. Bir türlü hayatla ölüm arasında bağı sağlayamadık. “Ey ölüm, geleceksin, biliyoruz” dedik. Amennâ… Doğruydu, kabul ettik. Ama muktezasıyla amel edemedik. Herkes gibi ben de, ölümün bir gün geleceğini biliyordum. Herkesi olduğu gibi beni de kıskıvrak yakalayacağını biliyordum ama, bilmek başka şey, idrak etmek başka şey. Sırrına eremedim. Günlerden (…!), aylardan (…!), yıllardan (…!), saatlerden (…!), bir gün ölüm kapımı çalacaktı. Boşluklar dolacaktı. İnandım, ama inandığım gibi yaşayamadım. Ölüm kapımı çaldı. O büyük kapıdan yalnız geldiği gibi yalnız gitmedi, beraber geçtik. Çok hastalar gördük, başında bekleyenlerin öldüğü ve yatanların kalkıp iyileştiği çok hastalar gördük. Hasta olan değil, vadesi dolan ölürmüş, bildik. Ölüm o kadar yakınmış, hissettik, anladık, bildik. Şimdi bir kenarda yatağım bekleyedursun beni. Neyim varsa geride kalan, dağıtın verin muhtaçlara, eşe dosta. Yaşarken vermek kolay değil. Ölümü gören, ölümü tadan cömertleşiyor demek... Ama ne çare ki geriye dönüp de yapacağım bir iyilik, kendi elimle vereceğim bir sadakam yok. Hepsi yaşarken... Ardından gelecek ışık, kabrini ne kadar aydınlatır ki... Yaşarken hayrını kendi eliyle yapmalı, ışığını önceden oraya göndermeli insan. Kalabalıklar içinde yaşarken insan, izini kaybettireceğini sanır ölüm meleğine. Ecel erişmez zanneder kendisine. Ölüm meleği, dünyadaki resmî bir görevliyle karıştırılıyor her halde. Düştüm, ibret aldım; kalktım, unuttum. Ben insanım, işte ben buyum. Aldanmışım, yanılmışım… Yanıldığımı şimdi anlıyorum. Her şey yalan, bir tek ölüm gerçekmiş hayatta. Ölümün hayattan ziyade bir istediği varmış meğer. Ölüm; mal, mülk, şan, şöhret, alkış vs. bunları istemiyormuş meğer bizden. Ölüm, bizim hayatımızdan imanı istiyormuş, onu bekliyormuş vermemiz için. Hz Peygamber (asm); “Ölüm büyük şey” demişti. Hatta bir Yahudinin cenazesi geçerken bile ayağa kalkmıştı. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın bir celâl tecellisi, ‘Mümît’ isminin bir tecellisiydi. Hayat hakkında ne kadar çok şey bilirse bilsin insan, ölüm karşısında âcizdir, câhildir. Bilgi burada bir hiç, amel ise her şey. “Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Rasûlullah”tan daha kıymetli hiçbir şey yok burada. Kâinat bir yana, bu söz bir yana. Dünya kapısından bu belgeyle, bu vesikayla geçiliyor ebedî hayatın huzur veren mekânlarına. Oysaki ne çok kitaplar okumuş, ne çok yazılar yazmıştım ölüme dair… Geleceği kurcalamıştım bir çilingir edasıyla o küçücük, minicik aklımla. Akıl ki, o yolda cücelerin cücesi. Daha kendini bilmez, bir de kalkmış, kendi dışındakilerin meraklısı olmuş. Ne bilsindi akıl, ne bilebilirdi ki? Kur’ân’ın bildirdiğinin dışında, akıl ne bilebilirdi?! Şimdi pıtır pıtır yağan yağmurun taneleri ıslatıyor, yıkıyor tabutumun üstünü. Aradan ince ince kefenime sızıyor, ıslanıyorum… Hayret! Sudan, yağmurdan, ıslanmaktan pek hoşlanmazdım ama sesim soluğum çıkmıyor, bedenim kımıldayamıyor. Okunan Kur’ân seslerini duyuyorum, kımıldayamıyorum… 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
İman özel bir gayret ister |
İki kardeş… İkisi de Tevrat’a inanmış… Benî Nadir Yahudilerinin başkanları Huyey bin Ahtap, diğeri de kardeşi Ebû Yasir… Ezvacı Tâhirâtttan Safiye Validemizin anlattığına göre, Rasûlullah (asm) Kuba’da Amr b. Avfoğulları’nın evine indiklerinde hemen ertesi günü sabahleyin erkenden babası Huyey b. Ahtap ile amcası Ebu Yâsir, Resûlullah’ı (asm) görmeye gitmişlerdi. Acaba Tevrat’ın müjdelediği son peygamber o muydu? Güneş batıncaya kadar orada kalmışlar, akşamleyin yorgun argın, şevksiz, düşkün ve perişan bir halde yürüyerek evlerine dönmüşlerdi. Derin bir üzüntü içerisindeydiler. Aralarında şu konuşmalar geçti: Ebu Yâsir, Huyey b. Ahtap’a Tevrat’ta sözü edilen son peygamberi kastederek, “O, o mudur?” diye sordu. Huyey, “Evet, Vallahi odur!” diye cevap verdi. Ebu Yasir: “Onu iyice tanıdın mı? Aranan vasıflar kendisinde iyice gözüküyor mu?” Huyey: “Evet! Vallahi odur!” Bunun üzerine Ebu Yasir, “Peki! Ona karşı kalbinde ne hissediyorsun?” diye sordu. Şöyle dedi Huyey: “Vallahi, sağ olduğum müddetçe ona düşmanlık edeceğim!’ 1 Kavimlerinin yanına döndüklerinde Ebu Yâsir, “Ey kavmim! Bana itaat ediniz! Hiç şüphesiz, sizin gelmesini beklediğiniz peygamber gelmiştir. Ona tâbi olunuz ve sakın muhalefet etmeyiniz” diyecek, kardeşi Huyey b. Ahtap da inadında direnecek, “Ben öyle bir adamın yanından geliyorum ki, vallahi hiçbir zaman ona düşmanlıktan geri durmayacağım!” diyecekti. Kardeşi Ebu Yâsir dayanamayıp “Ey anamın oğlu! Şu işte beni dinle, kendini helâk etme de, sonradan, istediğin şeyde bana karşı koy!” diyerek insafa dâvet ettiyse de, Huyey b. Ahtap, “Hayır! Vallahi seni hiçbir zaman dinlemeyeceğim!” diyecek, maalesef kavmi de ona uyacaktı.2 Ne yazık ki başlangıçta bu kadar hakperest davranan Ebu Yâsir de, sonradan Yahudilerin Araplara karşı kıskançlıkları sebebiyle ona katılacak, ömürleri boyunca İslâm düşmanlığı yapacaklar, halkın İslâma girmelerine engel olacaklardı.3 Cenâb-ı Hak onlar ve onlar gibiler hakkında indirdiği âyette şöyle buyuruyordu: “Kitap ehlinden çoğu, imanınızdan sonra sizi tekrar inkâra döndürmek isterler. Bu, kendilerine hak iyice belli olduktan sonra nefislerinde duydukları kıskançlık yüzündendir. Allah’ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin ve onları kınamayın. Muhakkak ki Allah her şeye hakkıyla kàdirdir.” 4
Dipnotlar:
1- İbni Hişam, Sîre, 2: 165-166. 2- Ebu’l Fidâ, el Bidâye ve’n Nihâye, 3: 212. 3- İbni Hişam, Sîre, 2: 197. 4- Bakara Sûresi: 109. 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Cumhuriyet fazilet ise... |
Cumhuriyet bayramında bazı camilerin minareleri arasında “Cumhuriyet fazilettir” şeklindeki mahyaları görünce, faziletin ne olduğunu sorgulamak aklıma geldi. Faziletin anlamına bakınca da, sözde cumhuriyetçilerin ne kadar samimî (!) olduklarını düşündüm. Ortaya tam bir kara mizah tablosu çıktı. Bir taraftan kamusal “alan, dinsel alan, özel alan” gibi söylemlerle alanların parsellenmesi, diğer taraftan “dinsel alan” kabul edilen camilerde kamusal söylemlerin mahyalara çekilmesi, öte yanda dince mukaddes olan şehitlik gezilerindeki başörtüsü yasağı ve daha pek çok garipler, ne kadar garip bir ülkede yaşadığımızı hatırlattı. Evet cumhuriyet fazilettir. Çok doğru ve hikmetli bir söz. Ama güzel söz söylemek mârifet değil, söylenen sözün gereğini yapmak mârifettir. Fâzilet kelimesinin anlamına bakıyoruz, “meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan, dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet” gibi anlamlar karşımıza çıkıyor. Bu kelimeler ise, genellikle dinî kökenli olup, imân ve ahlâkla ilgili anlamlar taşıyor. Buna göre cumhuriyetin ilkelerinde ilim var, imân var, irfan var, dinî ve ahlâkî vazifelere riayet var. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından olan “Kemâl ve Cemâl” gibi özellikler var. Cumhuriyetçilik ise, aşağı yukarı, dindarlıkla aynı anlama gelmiş oluyor. Burada Bediüzzaman Hazretlerinin “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” sözü, cumhuriyetçilerin olması gereken vasfını en güzel şekilde ifade ediyor. Eğer cumhuriyet fazilet ise, cumhuriyetçilerin de “fâzıl (faziletli)” olması gerekiyor. Yüksek ahlâkî değerlere sahip olan, âdil, merhametli, vicdan sahibi, dürüst, hoşgörülü, sabırlı, iman ve hayâ sahibi insan, fâzıl insandır. Cumhuriyet de fazilet olduğuna göre, cumhuriyetçilerin fâzıl insanların vasıflarını taşıması lâzımdır. İnsanlara zulmeden, haklarını gasbeden, farklı inanç ve hayat tarzına sahip olanlarla bir arada bulunmaya tahammül edemeyen, farklılıkları ayrımcılık ve kavga sebebi sayan, kendi düşüncesinden başka düşünceye saygı göstermeyen, kalbinde merhamet ve muhabbet duygusu taşımayan insanların fâzıl olması mümkün değildir. Fâzıl insanların vasıflarına baktığımız zaman, kaynağını dinden alan yüksek ahlâk sahibi insanlar olduğunu görüyoruz. Burada cumhuriyetin de kuvvetini dinin hakikatlerinden aldığı, dinden bazı referanslar aldığı anlaşılmaktadır. Veya da öyle olması lâzımdır. Ama bizdeki uygulamalara bakıyoruz, cumhuriyetçiyiz diyenler cumhuriyetin kurumlarını kamusal alan ilân ederek dindarları bu alanlara sokmuyorlar. Dinini yaşamak isteyenleri cumhuriyetin dışına çıkarmaya çalışıyorlar. Yani icraatları sözlerini tekzip ediyor, eylemleri söylemleri ile çelişiyor. Bir yandan cumhuriyet nutukları atarken, diğer taraftan dindarları ordudan ve okuldan atmaları, söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz olduklarını gösteriyor. Eğer cumhuriyet fazilet ise, fazilet de dinî ve ahlâkî değerlere riâyet ise, başörtülülerin cumhuriyet okullarına alınmaması tam bir keyfîlik ve zulümdür. Yine cumhuriyet fazilet ise, okullarda mescit bulunması, buralarda öğrencilerin ve öğretmenlerin dinî vecibelerini yerine getirmesi, cumhuriyetin bir gereğidir. Cumhuriyet fazilet ise, öğrencilerin Cuma namazına gitmesinden rahatsız olmaya gerek yoktur. Hatta fâzıl insanların bundan memnun olması gerekir. Cumhuriyet fazilet ise, inanç ve düşüncesinden dolayı kimsenin kimseyi kınamaya, farklı hayat tarzına sahip olanlara farklı gözle bakmaya hakkı yoktur. Cumhuriyet fâzilet, fâzilet de yüksek ahlâk ve erdem ise, Mehmed Âkif’in şu sözüne kulak vermek gerekmektedir: “Ne irfandır ahlâka veren yükseklik, ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Cuntayı ihbar cezası (1) |
İki gün sürecek yazımızın ana konusu, yakın tarihimizde yaşanan ibretlik bir cunta hadisesiyle ilgili. İspanyolca "hunta" diye okunan, ancak "junta" şeklinde yazılan "cunta" tâbiri, Türkçenin yanı sıra başka dillere de sirayet etmiştir. Mevcut düzen içinde gizlice teşkil edilen komitacılık faaliyetiyle eşdeğer anlamlar taşıyan cuntacılık, şayet silâhlı bir grup tarafından yapılıyorsa, buna "askerî cunta" ismi verilir. Cunta faaliyeti, şu sıralar Türkiye'nin gündemini de çalkalayıp duruyor. Meselenin nereden çıktığını, gelişmelerin nereden başlayıp hangi noktaya geldiğini ve bundan sonra neler olacağını herkes gibi biz de merak ediyoruz. "Darbe günlükleri"nde adı geçen "Sarıkız" ve "Ayışığı" meselesinden henüz kesin bir sonuç alınamadı. Şimdi de gündemde "İrtica ile mücadele eylem plânı" belgesi meselesi var. Tartışma, dehşetli bir cunta faaliyetini yansıtan bu belgenin gerçek mi, yoksa sahte mi olduğu noktasında düğümlenmiş durumda. Önümüzdeki süreçte, bakalım bu düğüm nasıl çözülecek... Doğrusunu söylemek gerekirse, düğümün çözülüp çözülmeyeceği de meçhûl. Zira, geçmişteki örnekler bu noktada bize yeterince bir ümit ve teselli vermiyor. Dolayısıyla, onlardan da ders alarak meselenin üzerine gidilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Bu girizgâhtan sonra, şimdi asıl konumuza dönelim...
Cunta–darbe ilişkisi
Türkiye'deki darbeler, ihtilâller, müdahaleler tarihine baktığımızda, her darbe öncesinde bir "askerî cunta" faaliyetinin yürütüldüğü gerçeğine şahit olmaktayız. Bu cunta faaliyetleri, başı, sonu, yapılanma ve karakteristik özellikleri itibariyle çeşitlilik arz ediyor. Gizliden yürütülen faaliyet, şayet başarıya ulaşır ve nihaî darbe gerçekleşirse, cuntanın elebaşıları da birer kahraman olup çıkıyor. (Evren Paşanın "Evrensel"leştirilmesi gibi...) Başarısızlık halinde ise, farklı ihtimaller söz konusu. Meselâ: Duruma göre vaziyet alınır. Mahkeme kararları askerî maslahata göre neticelendirilir. Sanıklar, bazan tenzil–i rütbe ile cezalandırılırken, çoğu kez terfi–i rütbe ile mükâfatlandırılır. Kişi, şayet büsbütün hiyerarşi dışına çıkar, hodserâne gider ve cuntacılık sıtmasından kurtulamayacak gibi bir durum söz konusu olursa, o takdirde ölüm/idam dahil en ağır cezaların verilmesi cihetine gidilir. (1964'te İsmet Paşanın tâbiriyle "Talat ve üç–beş adamı"na revâ görülen muamele gibi...) Albay Talat Aydemir, ordu içinde yaptığı cunta faaliyetleriyle bir kaç kez darbe teşebbüsünde bulundu. "Islâh ve iflâh olmaz" bir cuntacı olmanın yanı sıra, ayrıca "Dengesizin biri" olduğuna da kanaat getirilince, askerî mahkemece idam edilmesine karar verildi.
Diğer bazı cunta faaliyetleri
Belleklerde yer eden bir başka cunta da 27 Mayısçı Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun başını çektiği "9 Mart Cuntası"ydı. 1971 yılı başlarında darbe plânı yapmaya başlayan bu cuntanın önünü dönemin kuvvet komutanları kesti. Ancak, onlar da "12 Mart Cuntası"nı kurarak, seçimle işbaşına gelmiş Adalet Partisi hükümetine zehir zemberek bir muhtıra vermek sûretiyle, ara ve kara bir siyasî dönemin (ayrıca sürekli değişen koalisyonlar devrinin) müsebbibi oldular. * * * Bu arada, 12 Eylül (1980) Darbesinin öncesinde ve 28 Şubat (1997) Sürecinde bir dizi cunta faaliyetinin yapıldığına dair, ortaya yığınla bilgi/belge çıktığını da hatırlatmakta fayda var. II. Ordu komutanı Org. Bedrettin Demirel'in itirafıyla 12 Eylül öncesindeki "darbeyi olgunlaştırma" beklentisi ve 28 Şubat sürecinde yaşanan Susurluk Vak'ası ile Batı Çalışma Grubunun işportaya kadar düşen irtica raporları, bu dönemlerde ne tür cunta faaliyetlerinin yapıldığına dair önemli işaretler vermektedir. Bu cuntacılardan hiçbiri herhangi bir cezaya çarptırılmazken, bundan ta elli sene evvel yapılmış acip bir cunta faaliyeti ise, üst kademe tarafından neredeyse madalya ile ödüllendirilecek derecede itibar görmüştür. Üstelik, cezalandırılma kısmı da, cuntacılık yapanlara değil, bu kànun dışı faaliyeti deşifre eden kişiye mahsus kılınmış, ne yazık ki... (NOT: "Islak imzalı belge" konusunda, şimdi de benzer bir ihtimalin söz konusu olduğuna dair ciddî şüpheler, endişeler var. Biz bu meselede, birçok noktada tenkit ettiğimiz hükümetin yanında; cuntacılık gibi hukuk ve demokrasi dışı müdahalelerin ise bütünüyle karşısındayız. Aynen geçmişte olduğu gibi...) Yani, cuntacılık yapan ve ileride darbecilerle birlikte hareket edecek olanlar terfi ettirilip muteber görülürken, işlenen suçu ihbar eden subaya ise, çok ağır bir bedel ödetildi. Başını "Nurcu düşmanı" Korgeneral (1957'de Yarbay) Faruk Güventürk'ün çektiği anlaşılan o cunta olayını bugün itibariyle daha net görebilmekte ve yaptıklarını daha rahatça ifade edebilmekteyiz. Yakın tarihimizin son derece düşündürücü bu ibretli sayfasının detaylarını ise, bir sonraki yazıda ele almaya çalışalım.
(Devamı var) 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hastalıklar ve domuz gribinden nasıl kurtuluruz? |
Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: “Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?” Arthur Ashe cevap verdi: “Bütün dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 bini profesyonel tenisçi olur. 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah’a, ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah’a nasıl, ‘Niye ben?’ derim?” Daima mütevekkil olmalı ve hastalıklara yakanladığımızda (tedbirini aldıktan sonra) “Neden ben?” diye sormamalı. Ne olacaksa olur ve her şeyin hayırlısı olur. Ve eğer tevekkül ederseniz, rahat eder, hastalıkları da kolay atlatırsınız. Zira, inançlı olanların daha çabuk iyileştikleri, tıpçıların tesbitlerindendir. Hastalıklar bizim içindir. Ve bunlar bir imtihandır. Ancak, bize emanet edilen vücudumuzu, sağlığımızı korumak da İlâhî emirlerin başında gelir. Zira, klişe ifadesiyle, “her şeyin başı sağlık!” Tahkikî, gerçek imana sahip olan mü’minler kolay kolay hastalıklara yakalanmazlar. Zira, hem iman esasları, hem İslâm şartları ve ibadetler, tabiî olarak koruyucu sağlık hekimliğidir. İman ve tevekkül, bütün hastalıkların kökenini keser. Nasıl mı? Allah’a güvenen, yalnız O’ndan korkan, öldükten sonra dirileceğine inanan, kadere iman eden, hasta olacak kadar üzülmez, korkmaz, strese girmez. Ve kanserinden kurdeşene, ülserden nezleye kadar bütün hastalıkların kökeni, bir bakıma, strestir. Yani, sıkıntı, üzüntü, korku, endişe, kaygı, gerginlik, aşırı öfke vesaire… Nezle, grip de inanç/tevekkül ile ilgilidir. Nezleyi inanç/iman nasıl önler? Şöyle ki: Kalbimiz kan pompalar. Kılcal damar ve hücreler vasıtasıyla en ücra yerlere kadar kan gönderir. Kanın içinde alyuvarlar ve akyuvarlar vardır. Akyuvarlar askerdir, savunma yaparlar. Her zaman, nezle dahil her hastalığa yakalanma riski taşırız. Moralimiz bozuk olduğunda, üzüldüğümüzde, aşırı korktuğumuzda, kalbimiz, burnumuzun mukoza tabakasına az kan gönderir. Dolayısıyla cepheye az asker, erzak ve cephane gider. Kış şartlarında düşman askeri ve yığınağı fazla olduğundan nezle, grip oluruz! Domuz gribine, imanlı ve namazlı mü’min kolay kolay yakalanmaz. Neden? Çünkü, günde beş sefer dışarıda olan ve mikrop kapan uzuvlarını mikroplardan, virüslerden temizler. Buna rağmen, yine de bu mikroplara kapılırlarsa, ya ihmal ettiğinden, ya başka birisinin bulaştırmasındandır. Sağlığınız yerinde ve H1N1 hastalık belirtileri göstermiyorken virüsün vücutta üremesini, belirtilerin daha da şiddetlenmesini ve ikincil enfeksiyonların gelişmesini basit tedbirlerle önleyebilirsiniz. İşte tıbbın tavsiyeleri: * Ellerinizi sık sık yıkayın. (Günde en az beş defa abdest alın!) * Yemek, banyo ve yara bakımı gibi zorunluluklardan sonra da ellerinizi yıkamadan yüzünüzün herhangi bir yerine dokunmaktan kaçınınız. (Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak Peygamberimizin (asm) tavsiyelerindendir, sünnettir.) * Ilık tuzlu suyla günde iki kere gargara yapınız (tuza güvenmiyorsanız listerin kullanınız). H1N1’in boğaz ve burun boşluklarında çoğalıp enfeksiyona sebep olarak karakteristik belirtileri göstermesi için 2-3 güne ihtiyacı vardır. (Abdest alırken, ağza dolu dolu su vermek ve iyice temizlemek de sünnettir.) * Burnunuzun içini en az günde bir kere ılık tuzlu suyla temizleyiniz. Günde bir kere burnunuzu sümkürün ve sonra ılık tuzlu suya batırılmış pamuk tamponlarla silerek temizleyiniz. Bu yolla burnunuzda bulunan virüs sayısını etkili bir şekilde azaltmış olursunuz. (Kezâ, abdest alırken burnunuza dolu dolu su vermek ve temizlemek de sünnettir.) * C vitamini bakımından zengin olan yiyecekler alın. * Bitkisel çaylar gibi sıcak veya ılık içeceklerden içebildiğiniz kadar çok içiniz. Sıcak içecekler içmek gargara yapmakla aynı etkiye sahiptir fakat ters yöne doğru. Sıcak içecekler virüsleri yaşamaları mümkün olmayan ortama sahip olan mideye doğru yıkayarak götürürler. H1N1 virüsü midede çoğalamaz, herhangi bir zarar veremez ve hayatîyetini devam ettiremez. (Yani, misvak kullanmak, yani ağzı, dişleri sık sık temizlemek de kuvvetli sünnetlerdendir. Hatta Peygamberimiz (asm), “Eğer zorluğunu bilmeseydim size misvakı/diş temizliğini emrederdim” buyurur.) 31.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Dünya adına yapılan |
Allah’ın lütfettiği nimetleri, rızkı ve hayatı, kabiliyetleri ve özelliklerimizi reddetmek, kabul etmemek ve inkâr etmemiz mümkün mü? Böyle bir hal ve hareket akılsızlık olur, varlık âleminde ne varsa hepsini kabul etmemek ve onlara sırtımızı dönmek olur... Hemen karşımızdakilere bakmadan, kendimize bakıyoruz. O’nu tanımak ve bilmek, itaat edip kabul etmek ve O’na ubudiyette bulunmak için, bize lâzım olan ve yine bizlere ikramen, ihsanen verilmiş olan her şeye bakıyoruz. Bir de dönüp kendimizden başlayarak yaptığımız işlere ve acip, garip hareketlere ve takındığımız tavırlara bakıyoruz. Boş bomboş, içi boşaltılmış gayeler, hedefler ve fiiller bize bakıyorlar ve halimize şaşıyorlar, göreceğiz... İnsanın en garib tavrı hiçbir fiilin kendisini bulmayacağı, hele hele bu fiil kendi menfaatleri paralelinde değilse hiç mi hiç kendisini yakalayamayacağı noktasındadır. Halbuki salalar hep başkası için verilmez... Kendi kendine ve durmadan, dünya adına hesap görenlerin hesabı görülmek üzere bir de bakmışız ki ahirete sevk edilivermiş... Bu kadar ahlâk-ı hasene ve bu kadar güzel huylarla ahsenü’l-takvim üzere yaratılan ve bu yöne doğru sevk edilen aciz, zaif, nakıs insanoğlunun tamamen aksi istikamete doğru gitmek için, akla gelen hemen her şeyi zorlaması, bu yollarda gayret sarf etmesini anlamak mümkün değildir... Afakta, orda burda gezen küçücük aklımız muhakkak bir surette kendimize dönmelidir. Yoksa şimdilerde güldüğümüz, büyük bir istek ve gayretle istediğimiz bütün dünya umurları başımıza belâ olacaktır, ceza ve azab getirecektir... Görünüşte seçilmiş ve belirlenmiş, aklı başında birer kâinat yolcusuyuz. Fakat ubudiyet ve taatte ki akıl almaz noksanlıklarımız ve ihmallerimiz o kadar çok oluyor ki, inkârcıların hallerine durmadan yanaşıyoruz. Halbuki bizim onlardan misli misli uzak olmamız ve onların bize özeneceği mertebelere doğru koşmamız gerekmektedir. Meydan geniş fakat yol kısa... Ebedî bir âlemin kazanılması dünya adına yapılan ve kazanılan hiçbir şeye benzememektedir. Bize düşen her ânımızı ve her işimizi bu yola dökmek, harcamak, yönlendirmek ve bu yolda çalışmaktır. Kur’ân, iman hakikatlarını en güzel ve mükemmel bir şekilde anlatan eserler bizleri seyretmemelidir veya biz onları seyretmemeliyiz. Okumalıyız, okumalıyız İnşaallah.. 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Dizi dizi yanlış |
Tehlike devam ettiği için ‘80 defa dahi olsa’ tekrarlamak durumunda kaldığımız bir konu var: Çocuklarımız televizyon başta olmak üzere ‘sanal dünya’nın esiri oldu! Hemen şu soru akla gelebilir: Çocuklarımız esir oldu da biz esaretten kurtulabildik mi? Keşke bu soruya “Kendimiz de, çocuklarımız da bu esaretten kurtulduk” cevabını verebilseydik! Hakikaten bu konu çok önemlidir. Çünkü bu esaret, insanların sadece dünya hayatını değil, ahiret hayatını da tehdit ediyor. Bu tehlikeye dikkat çeken çok sayıda açıklama yapılıyor, fakat ne hikmetse gerekli tedbirler alınmıyor. Bu açıklamalardan birini de İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi Çocuk Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Özlem Özcan yapmış. Özcan, televizyonlarda uygun olmayan görüntülerin çocuklara izlettirilmesinin istismar olduğunu, sihirli, büyülü ve cinsel içerikli dizilerin çocukları olumsuz etkilediğini söylemiş. (AA, 30 Ekim 2009) İnsaf ehli biri çıkıp, “Hayır, sihirli, büyülü, cinsel içerikli dizi ve filmler çocuklarımıza faydalıdır” diyebilir mi? diyemez ve bu güne kadar büyük ölçüde diyen de olmadı. Fakat buna rağmen ciddî mânâda tedbir alan da olmadı. Tehlikenin büyüğü şurada: Geçmış yıllarda, mütedeyyin insanlar nisbeten de olsa bu tehlikenin farkındaydı. Mümkün olduğunca başta çocukları olmak üzere kendilerini bu afetten korumaya gayret gösteriyorlardı. Fakat yıllar ilerledikçe TV başta olmak üzere ‘sanal âlem’ tehlike olarak görülmemeye başlandı. Kimi ‘bizim kanal’lara çocuklarını teslim etti, kimi de ‘Bu zamanda başka çare yok’ bahanesine sığındı. Neticede tehlike bütün engelleri aşıp evlerimizin içine girdi. Elbette bu tehlikeye karşı tedbir almak ve kendini korumak kolay değil. Tedbir alabilmek için önce tehlikenin farkına varmak gerekiyor. Can damarımızı kemiren ‘sanal âlem’i düşman görmeyip, dost bilirsek kendimizi bu afetten korumamız da mümkün olmaz. Uzmanların dikkat çektiği bir nokta var. Onlara göre ‘çocuğun televizyon izleme saatleri ve izleyeceği programın anne ve babalar tarafından belirlenmesi’ gerekir. Belki doğru bir tesbit, fakat ne ölçüde uygulanabilir ki? Hani, sigara içen anne-babanın çocuklara ‘sigara zararlıdır, içme’ demesi tesirli olmuyor da, sabah-akşam TV izleyen anne babanın, “Çocuğum, sen TV izleme, zararlıdır” demesi onları ikna edebilir mi? Uygulanması “zor” ama kalıcı olan çare şudur: İmkân varsa TV’yi evimize sokmamalıyız. Elbette bu yolun çare olduğunu kabul etmek ve ettirmek kolay değil. Pek çok kişi, “Bu çağda bu anlayış, bu tavır, bu uygulama olur mu? Dünya ‘ay’a gidiyor, siz ne tavsiye ediyorsunuz?” diyebilir. Fakat hayatın gerçekleri de bunu dikte ediyor. Geçmiş yıllara nisbetle bu konuda sürpriz çıkışlar yapan ve TV’yi “zararlı” kabul eden kişiler var. Hatırlatmaya bile gerek yok ki burada şikâyet konusu olan TV ya da sanal âlemdeki “programlar”dır. Elbette doğru dürüst programlar olsa TV’lerden ya da ‘sanal âlem’den istifade etmek mümkündür. Ama uygulama maalesef böyle değildir. Bugün itibarıyla sadece ‘reklâm’ların verdiği zararı telâfi etmek bile kolay değildir. Reklâm adı altında izlediğimiz görüntüler çocuklarımızı ve bizi mahvetmektedir. Haberimiz olsun! 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Resepsiyon, malûm belge, görüşme trafiği… |
Cumhuriyet’in 86. kuruluş yıl dönümü önceki gün kutlandı. Bu seneki kutlamalara “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” etrafında yapılan tartışmalar ve domuz gribine karşı korunma yolları damgasını vurdu. Cumhurbaşkanlığına seçilmesinin ardından Köşk’teki resepsiyon davetlerine formüller geliştiren Abdullah Gül, önceki seneler uyguladığı iki ayrı resepsiyon verme davetini bu sene de uyguladı. Kendinden önceki Cumhurbaşkanı Sezer, başörtülü eşleri resepsiyonlara davet etmiyordu. Gül, geliştirdiği formülle öğlen saatlerinde verdiği resepsiyona “ A tipi” protokole dahil olan devlet erkânını “eşsiz”, akşam saatlerindeki resepsiyona da medya, sanat, sivil toplum temsilcilerini de eşli davet etti. Resepsiyon notlarını yazının sonuna bırakarak, hareketliliğin yaşandığı gündüzki kutlamalarla ilgili notlarımızı aktaralım. Tören salonlardaki liderlerin yüzlerine bakıldığında bayram havası pek görülmüyordu. Yüzler asık, birbirleri ile tokalaşmayan devlet erkânı vardı. Yapılan espriler bile kinayeliydi. Aralarındaki mektuplaşmalardan sonraki gergin havaya rağmen kameralar karşısında adeta “gülümseyen poz verme” telâşındaydılar. Erdoğan’ın “turlara devam mı?” sorusunu anlayamayan Baykal’a “Yani gezmeye devam ediyor musunuz, yurt gezilerine” dediği sonradan anlaşıldı. Baykal’ın “Sizin ne yapacağınız belli olmaz. Yurt gezilerimize devam ediyoruz” sözüne ise, “Evet haklısınız, her şey olabilir” cevabıyla bu gerginlik net şekilde ortaya çıkıyordu. Meclis’teki tören salonunda ise devlet erkânı arasındaki soğuk rüzgâr kimsenin gözünden kaçmadı. Cumhurbaşkanı’ndan kısa süre önce yerini alan Erdoğan’ın, Baykal ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile tokalaşmaması hemen değişik yorumlara yol açtı. Baykal’la tokalaşmaması bir anlamda normal karşılanabilirdi. Ama bir kaç gündür Genelkurmay karargâhında hazırlandığı söylenen “İrtica ile mücadele eylem plânı” “aslı”nın ortaya çıkması ile ilgili gergin günler yaşanıyor. Başbuğ’la bu yüzden tokalaşmadığı yorumlarına sebep olurken, bir diğer yorumda domuz gribi nedeniyle Erdoğan’ın sadece Gül ile tokalaştığıydı. Meclis’teki törenin bir küçük ayrıntısı da İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanlarının asansörde kalıp, Gül ile tebrikleşmeye gidememeleri oldu. Bunun ardından Köşk’teki “eşsiz” davette, Erdoğan ile Başbuğ’un bir kenara çekilip yaklaşık 20 dakika konuşması, haftalık olağan görüşmeyi Köşk’te yaptıkları gibi yorumlara yol açsa da aslında akşamki Başbakanlık resmî konutundaki 1 saat 10 dakikalık görüşmenin habercisiydi. Gül’ün resepsiyon verdiği saatlere yakın gerçekleşen bu görüşme Ankara kulislerini hareketlendirdi. Görüşmenin “malûm belge” ile ilgili olduğu açıktı. Görüşmenin neticesinin ne olacağı ile ilgili yorumlar yapılmaya, senaryolar üretilmeye hemen başlandı. Görüşmeden sonra Başbakanlıktan yapılan açıklamada da “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı”na yönelik tartışmalarının değerlendirildiği ve iddia edilen eylem planına ilişkin soruşturma sürecinin adlî ve askerî yargı makamları tarafından “kendi görev ve yetki alanları kapsamında” yürütüldüğü açıklandı. Şimdi bundan sonraki süreç merakla bekleniyor. Kulislerde dillendirilen görevden alma ya da azil olayı olmadı. Hatta Başbakanlık tarafından yapılan açıklamada herkese düşen görevin sürecin sonuçlanmasını beklemek olduğu belirtilirken, “kişi ve kurumları hedef olan davranış ve tutumlardan kaçınılması gerektiği” vurgusu yapıldı. Başbuğ bu görüşmenin ardından Merkez Orduevinde Ankara garnizonunda görevli askerlere verdiği resepsiyona geç de olsa giderken, Ankara’daki görüşme trafiği sakinleşmişti. Bu görüşmenin bittiği saatlerde de Köşk’teki resepsiyon devam ediyordu. Gazetemizi temsilen bizim de katıldığımız resepsiyonda Cumhurbaşkanı gelenek olduğu üzere davetlilerin tek tek elini sıkmayı bitirmesinin ardından davetlilerin arasına geldiğinde gazeteciler soruları cevaplandırdı. Gazetecilerin ‘İrtica ile Mücadele eylem Plânı’ ile ilgili Gül’ün görüşlerini merak ediyordu. Ancak bu konuda görüş almayı başaramadılar. “Türkiye yolunu Doğu’ya dönüyor” eleştirilerine uzun uzun cevap veren Gül, “Yok. Öyle kolay mı yön değiştirmek” derken, Türkiye’nin devlet politikası haline gelmiş olan Avrupa Birliği hedefinin olduğunu üstüne basarak söyledi. Son günlerde yaşanan olayları ise “olgunluk ağrıları” olarak nitelendiriyor Gül. “Çok olgun dönemdeyiz. Türkiye olgunlaşıyor. Bu olgunluğun çeşitli ağrıları olabilir. Bu ağrıları çekiyoruz. Türkiye bunların hepsini aşar” diye de ümitli olduğunu gösteriyordu. Kendisinin büyük destek verdiği demokratik açılım sürecinin durduğunun ve harekete geçirmek için kendisinin devreye girip girmeyeceğinin sorulması üzerine de bunların bir anlık, bir günlük şeyler olmadığını ve “gelişim süreci” olduğunu vurgularken, yeri geldiğinde muhalefetle de görüşülebileceğini de söyledi. Bir cumhuriyet resepsiyonu da böyle geçti. 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Demokrat Parti’nin toparlanması |
Bugün Demokrat Parti’nin bütünleşme kongresi var. Toparlanma sürecini başlatan DP’de bütünleşmeyi yapanlar partiyi bir süre daha götürecek. Ardından bir büyük kongre daha yapılacak. Ve bu kongrede seçilen kadrolar partiyi genel seçimlere götürecek… Demokrasiyi tahrip eden darbeler, Demokratları dağıttı. Türkiye’nin maddî ve mânevî kalkınmasına damgasını vurmuş Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi iktidarlarını devirmekle, partiyi kapatmakla ve vetolarla sabote etmekle kalmadılar, partinin tavanından tabanına bölme ve parçalama taktiğine başvurdular. Yeniden toparlanmasına müsaade etmediler. Oyun üzerine oyunlar, kumpaslar kurdular. Siyasetin satranç tahtasında DP-AP-DYP’nin yerine hep sahteleri, taklitleri imâl ettiler. Demokrasi cinâyetleri ve inkıtalarda, DP’nin mirâsını devralan AP’ye karşı muvazaa partiler türetildi. DP’ye karşı yapılan 27 Mayıs kanlı darbesinin ardından, AP’ye dayatılan 12 Mart muhtırasının ve 12 Eylül ihtilâlinin peşinden saptırıcı sahte siyasî oluşumlar oluşturuldu. Merkez sağı yeniden toparlayacak Büyük Türkiye Partisi’ne ancak 11 gün tahammül edilebilidi. 28 Şubat “postmodern darbe”sinin mağduru DYP’ye tezgâh kuruldu. Oysa DP ve devamı partiler bu ülkede birlik ve beraberlik içinde fevkâlade başarılı bir kalkınma ve sanayi hamlesini başarmış; barajlar, fabrikalar, köprüler, binlerce kilometrelik yollar yapmıştı. Yıllarca yüzde 8-9 kalkınma içinde yüzde 5-6 enflasyonla Türkiye kat kat büyümüştü… DARBE KALINTILARI DURUYOR… Gerçek şu ki 28 Şubat’ın “irtica ile mücadele” konseptinde meydana gelen travmadan nemâlanan siyasî rant AKP’ye rampa edilerek, tek başına anayasayı değiştirecek bir güçle iktidara getirildi. DYP’nin Meclis’e girmemesi için iç ve dış mihrakların ve medyanın ortak saldırılarıyla ve propagandasıyla her türlü saptırmada bulunuldu. Dış politikada, DP-AP-DYP’nin AB’den Kıbrıs’a kadar elde ettiği kazanımlar, bir bir kaybedildi. Irak’ta, Afganistan’da işgale “destek hamûleleri”yle tam destek veren Amerikan endeksli politikalarla AB’den uzak duran, öteleyen bir politika izlendi. Ekonomide ABD’nin kontrolündeki IMF ve Dünya Bankası’nın güdümünde güdük kaldı. Son iki yılda yüzde 100’leri aşan, yüzde 200’lere varan zam ve vergi furyası devam etmekte; 2002 krizinden bu yana Türkiye’nin cenderesine girdiği krize yeni krizler eklenmekte… İslâm dünyasıyla ilişkiler bile Amerikan-İsrail hegemonyası ve çıkarları hesabına yürütüldü. İsrail’le her türlü ekonomik, savunma sanayii anlaşmaları yapıldı. Silâh alımı ihâleleri, stratejik işbirliğine “one minute”den sonra da tam gaz devam edildi. Müzâkere sürecinde AB’ye taahhüd edilen demokratikleşme reformları sürekli askıya alındı. Siyaseti demokratikleştirecek ve vesâyet altından kurtaracak siyasî partiler ve seçim kanunundan, yargı reformuna, hukukun üstünlüğünden düşünceyi ifâde ve inanç hürriyetine varan insan hak ve özgürlüklerinde hep tutuk kalındı. Doğru dürüst bir gelişme sağlanamadı. Darbeleri ve darbecileri her türlü demokrasi dışı karar ve tasarruflarını “koruma ve kollama” altına alan antidemokratik “darbe anayasası” değiştirilemedi. 28 Şubat’ın “irtica ile mücadele” konseptinden kalma yasaklar kaldırılamadı… Hâlâ, YAŞ kararlarında yargısız infaz, Kur’ân kurslarında yaş yasağı sürüyor. Evinde meccânen Kur’ân öğretenlere hapis cezâsı ceza yasasında duruyor. Yeni Cumhurbaşkanı’yla birlikte YÖK ve rektörler değiştirildi; lâkin kırılgan politikalarla kanunsuz başörtüsü yasağı daha da katmerleştirip azdırıldı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez AKP hükûmeti, AİHM’e gönderdiği “savunma”da, Diyanet’in kararıyla, dinî bir vecîbe olan başörtüsüne getirilen yasadışı yasağın, “laikliğe aykırı ve siyasî simge” olduğunu bildirdi. Yine Kur’ân âyetleri ve hadislere dayanarak depreme “İlâhî ikaz” denmesinin “suç” sayılıp cezalandırılmasını bütün dünyanın gözü önünde AİHM nezdinde savundu. Tıpkı “yeni sivil anayasa” ve “demokratikleşme” gibi lây-ı vâlâ ile başlattığı “açılımları” da askıya aldı… SİYASETTE DP ALTERNATİFİNE İHTİYAÇ VAR… Siyasette AKP’ye alternatif gerektiği ortada. Ve bu alternatifin DP olduğu, kulislerde “DP toparlanmadan erken baskın seçim yapalım” diyen AKP yöneticilerinin ikrarıyla sabit. Meclis’te güçlü bir DP, aslında iktidarın da yararına olur, yanlışlarını tâdil eder. Türkiye’nin tamamını temsil eden, milletin değerleriyle barışık, devletle milleti barıştıran DP’nin siyasî kulvarda hak ettiği yeri alması, siyaseti canlandırır; AKP’yi de irâde zâfiyetinden, CHP-MHP tipi muhalefetin kıskacından, sathilikten, günübirlik kayıkçı kavasından kurtarır. Siyasî kulvarı demokratik zemine oturtur. Anayasada, kanunlarda yapılacak düzenlemelerde, hak ve hürriyetlerin sağlanmasında, demokratikleşmede millet irâdesini, Meclis’i güçlendirir. Demokratikleşmeyi hızlandırır, darbe tortularının temizlenmesinde etkili olur. Türkiye, AKP’nin ürkek, çekingen, tâvizkâr ve teslimiyetçiliği yerine, Demokratların Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesile başlayan, 571 imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü-ilâhiyat fakültesi, binlerce Kur’ân kursu, okullara din derslerinin okutulması ve Diyanet’e 80 bin kadro teminiyle tezâhür eden mânevî kalkınma hamlesine kaldığı yerden devam eder. Bugün siyasette yegâne alternatif olan DP, demokrasinin, temel hak ve hürriyetlerin geliştirilmesi, inanç ve mânevî değerlere hizmetleri, dinî-mânevî eğitimi ve öğretimini, demokratik kararlılığıyla kuvvetlendirir. Cumhuriyet ve demokrasinin noksan kalan mânevî yönünü tahkim eder. Ülkenin maddî ve mânevî kalkınmasında harcı bulunan DP’nin toparlanması, iktidar olarak Türkiye’ye hizmet, muhalefet olarak “muvâzene-i adâlet unsuru” olur. Demokrasi ve millet kazanır… 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ara, fazla uzamasın |
Başbakan, terör örgütünden başlayan “dönüş ve teslim oluş” sürecinin gerçekleşeceği üç adresi Kandil, Mahmur ve Avrupa olarak sıralamış; bunların ikisinden gelen ilk dalga tamamlanmış ve sıra Avrupa’dan dönecek gruba gelmişti ki, süreç bir anda duruverdi. Avrupa’dakilerin geleceği gün dahi açıklanmışken, sonra “Öyle birşey yok” denildi ve yine Erdoğan’ın önce “Süreç tıkanırsa başa döneriz” sözüyle işaretini verip, ardından dönüşlerin durdurulduğunu bildirmesiyle bu hal ortaya çıktı. Bu kesintinin arkaplanında neler yatıyor? Gelenlerin Habur’dan girişi, teslim oluşu ve sorgulama sonrası serbest bırakılışı safahatında yaşanan şov görüntülerine yönelik olarak CHP-MHP ikilisinden ve şehit aileleri adına ortaya çıkan bazı derneklerden sâdır olan tepkiler mi bunda etkili oldu; yoksa Genelkurmay’ın tavrı mı? Gerçi Cumhurbaşkanıyla Başbakanın da bu yönde beyanları oldu; ama bunlar daha ziyade diğer tepkileri yatıştırma ve “gaz alma” amaçlı söylemler olarak algılandı. Özellikle Başbakanın “Milletimden rica ediyorum, şovları ölçü almayın” sözü, o şovlara ve tetiklediği tepkilere rağmen dönüşlerin süreceği şeklinde yorumlandı. Ama hemen ardından dönüşler askıya alındı. Baykal’ın dediği gibi, “millet” o tepkiyi gösterince mi hükümet frene basma ihtiyacı duydu? Yoksa karar, Meclisin sınırötesi harekât tezkeresini uzatma kararına atıf yapılıp terörle mücadelenin süreceği kararlılığı tekrarlanırken dönüşlerin hiç medar-ı bahs edilmediği MGK bildirisinin ardından, Erdoğan’la Başbuğ arasında yapıldığı söylenen telefon görüşmesinde mi alındı? Erdoğan bu soruya “Hayır, kararı koordinatör bakanımla görüşerek aldık” cevabı verdiyse de, zihinleri ikna edebildiği her halde söylenemez. DTP-PKK cenahına bakıldığında ise, on yıl önce dönüp teslim olan grupta yer alan ve şimdiki dönüşlerde de aktif rol üstlenen Seydi Fırat, Neşe Düzel’e, “Kısa süreli ertelemenin yararlı olacağını biz de düşündük” diyor (Taraf, 26.10.09). Buna karşılık, yine DTP’den yükselen “Hükümet bir adım attıktan sonra on bir adım geri gidiyor” tepkileri ise, hem o cenahtaki ayrışmanın yeni bir örneğini ortaya koyuyor, hem de oluşan kargaşa ve belirsizliği daha da derinleştiriyor. Hükümetin, “Çaba gösterdi, ama şovların önüne geçemedi” dediği DTP Genel Başkanının, Avrupa’dan gelişlerle ilgili olarak, “Habur’daki görüntülerin tekrarına müsaade etmeyeceğiz” teminatları vermesi de bu tabloyu tamamlıyor. Bütün bunlardan sonra cevap bekleyen soru: Dönüş sürecinde, bir kısım bölge halkının coşkuyla, toplum genelinin vakur, temkinli, iyimser bir sessizlikle; bazı marjinallerin de provokatif tepkilerle karşıladığı ilk dalganın ikinci etabına konulan bariyer kalkacak mı ve eğer kalkacaksa ne zaman kalkacak? Ve bu kararı kim verecek? MGK’nın açılım sürecini koordine etmekle görevlendirdiği İçişleri Bakanı başta olmak üzere, hükümet adına yapılan açıklamalarda, eve dönüşlerin de açılımın bir safhası ve planın bir parçası olduğu ifade edilerek, bu kapsamda herşeyin devlet tarafından hazırlanan bu plan çerçevesinde yürümekte olduğu mesajı verilmişti. Ama şov görüntülerinin plan ve kontrol dışı bir gelişme olarak gündeme geldiği ve tetiklediği tepkilerle süreci tehlikeye soktuğu ifade edildi. Umalım ki, verilen ara fazla uzamasın; tepkileri yatıştırıp, yaşananlardan gerekli dersleri çıkararak süreci daha sağlıklı bir zeminde yeniden canlandırmak ve tekrar kesintiye uğratmadan devam ettirmek üzere iyi değerlendirilsin ve Arınç’ın dediği gibi, dönüşler Kasım’da yine başlayıp sürsün. Konuyla ilgili tüm aktörlerin, iyiniyetli, samimî, yapıcı bir tavırla buna katkı vermesi lâzım. Hedef, öncesini saymazsak, çeyrek asırdır devam eden kanı durdurup bu fitneyi söndürmek ise, detaylarda takılıp boğulmadan ve provokasyonlara da iltifat etmeden, buna yoğunlaşılmalı. Sessiz milyonların samimî dileği de bu. 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Güçlü NATO ordusunun yeni Afgan planı: Talibanı satın alma! |
Afganistan’a yeni atanan ABD’li komutan Stanley McChrystal, sekiz yıllık savaşta Taliban’ın üstün duruma geçtiğini, etkisini kuzey ve batı Afganistan’a da yaydığını açıklamıştı. ISAF güçleri bütün modern silâhları ve imkânlarına rağmen, sekiz yıldır kırsalda savaş veren Taliban’ı yenmeyi başaramamıştı. Üstelik durum daha da kötüye gidiyor, Afganistan Vietnamlaşıyordu. Batılı ülkeler ülkelerinin asker kaybı arttıkça kendi kamuoylarının şiddetli tepkileriyle karşılaşmaya başladılar. Bu durum onları başka tedbirler almaya itti. Önce İtalyanların kendi birliklerine saldırmaması için Taliban’a rüşvet verdiği ve anlaşma yoluna gittikleri iddia edildi. Başbakan Berlusconi bu iddiaları reddetti. Zaten kabul etmesi beklenemezdi. Ama sonunda ABD’nin İtalya büyükelçisinin hükümeti Taliban’a rüşvet ödenmemesi konusunda uyardığı resmen açıklandı. İtalyanlar bunu daha önce Mogadişu’da da yapmışlardı. Ardından Kanadalıların Kandahar’da, Almanların ise Kuzey Kunduz’da Taliban’la para karşılığı anlaşma yaparak askerlerini korumaya çalıştığı haberleri çıktı ortaya. Afganistan’daki NATO sözcüsü General Eric Tremblay bu tür uygulamalardan haberi olmadığını, “ancak Afgan hükümetinin bazen yerel düzenlemeler yaptığını” açıklayarak, bir bakıma bu haberleri doğrulamıştı. Şimdi de Amerikalıların aynı tür bir anlaşma için bütçeden para ayırdıkları çıktı ortaya. Geçen Çarşamba günü Başkan Obama’nın imzaladığı 680 milyar dolarlık 2010 yılı savunma ödeneğiyle Komutanın Acil Müdahale Programı çerçevesinde, bu iş için 1,3 milyar dolar ayrıldığı CNN tarafından ileri sürüldü. Senato Silahlı Hizmetler Komitesi başkanı senatör Carl Levin’e göre programın amacı yerel Taliban güçlerini liderlerinden koparmaktı ve Amerikalıların Irak’taki Irak’ın Oğulları programının aynısıydı. Son aylardaki Amerikan kayıplarındaki artış bu programı teşvik etmişti. Amerikalı uzmanlara göre Afganlar yalnızca işe ihtiyaçları olduğu için para karşılığı Taliban’a katılıyorlardı. Bu para ve güvenlik ISAF tarafından sağlandığında Taliban’dan ayrılacaklar, böylece Taliban zayıflatılacak. Sekiz yıldır Afganistan’da olan Amerikalıların halen Afganlıları anlayamadıkları, bu planlarıyla bir kez daha ortaya çıkıyor. Ülkesindeki işgal güçlerine karşı, onlara direnebilen tek güçle birlikte savaşan insanları para ile satın alacağını düşünmeleri bunu gösteriyor. Rusların işgaline karşı verdikleri savaştan bu yana, ülkelerinin bağımsızlığının hasretini çeken Afganlıların yalnızca para uğruna kendilerinden kat kat güçlü ve modern Batılı ordulara karşı savaş verdiğini düşünmek mümkün mü? Görülen odur ki; Batı on yıl daha geçse Afganistan’ı anlayamayacak. Ve bu tür önlemlerle yalnızca Taliban’ı finanse etmiş olacaklar. Bu programları yapanlar şu Afgan atasözünü bilmiyorlar: “Afganlıları kiralayabilirsiniz, ama asla satın alamazsınız”. Umarız Batılılar bu atasözünü çok pahalı bir yolla öğrenmezler. 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Böyle bayrak olur mu? |
Bayrak, bir milletin sembolüdür. Bizim bayrağımızın milletimiz nazarındaki yeri bir başkadır. Rivayetteki hadise doğru ise, o; bir savaş sonrası şehid olanların, göllenmiş kanlarının üzerine gece yansıyan, ay ve yıldızın aksini de içine alan bir şekilden meydana gelir. Yani kırmızı zemin üzerine, beyaz ay ve yıldız. Ve biz bunu gözlerimizle yarım asırdır görüyor ve biliyoruz. Ama ne hikmetse, 12 Eylül sonrası ve özellikle de özel TV’lerin yayına başlamasından sonra millî bayram v.s. zamanlarında birkaç TV tarafından üst logoda verilen bayrağın ortasına bir de M. Kemal resmi koyma usûlü başladı. Aslında bu yanlış bir şeydi. Milletin bayrağına nasıl bir şahsın silueti aksederdi? Ama, maalesef yumuşak karın olduğundan da kimse bir şey demiyordu. Halbuki başka bir şey olsa, kıyamet kopar ve “Bayrak Kanunu'na muhalefetten” dâvâ açılırdı. Özellikle bu Cumhuriyet Bayramı haftasında TV’lere tek tek baktım. Bir kaçı hariç, çoğu bu havaya uymuş, sanki mecburiyet varmış gibi. Hele hele, ‘bize yakın’ gibi görünenlerin de bu havaya girmesi anlaşılır gibi değil. Bu yanlışa, milletin manevî bir sembolünün yanlış uygulanmasına niye destek olurlar ki? Üstelik bir de sabah erken saatlerde, bazıları Kur’ân okuyor ve üzerinde resimli bayrak görüntüsü, hiç hoş kaçmıyor. Bayrağa karşı yapılan bu yanlışlık olmasa, bayrağın orijinal halinin dışında, bütün ekranı M. Kemal resmiyle kaplasalar bize ne? Ama, işte bu yanlış hal zuhur edince tepki gösteriyoruz. Bu yapılanlar Bayrak Kanunu'na da muhalefettir. O kanundaki iki maddede şöyle yazıyor: ”Madde 2 -Türk Bayrağı, bu Kanuna ekli cetvelde gösterilen şekil ve oranlarda olmak kaydıyla; beyaz ay-yıldızlı al bayraktır…..” Yani albayrağın üzerinde beyaz ay ve yıldızdan başka bir şey olamaz. Diğer maddede ise, “Madde 7 - Türk Bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya lâyık olduğu manevî değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz…” diyor. Şimdi buna göre nasıl olacak? Varın siz karar verin. Bu arada dünya bayraklarına baktım, hiç birinde böyle bir şahsın resminin içinde bulunduğu bayrak görmedim. Ancak, 70’li yıllardaki komünist hareketlerin hızlı olduğu zamanlarda bayrak gibi açılan bazı bez parçalarında komünist liderlerin siluetlerini görüyorduk. Kim bilir, belki de o manzaraların hafızalarında yer ettiği bazı karıştırıcıların, yine bir karıştırma senaryosudur bu yapılan. Sayın devletlülerimiz, lütfen bu yanlışı düzeltin! Kanuna muhalif olan bu şekle engel olun. Bayrağımız orijinal şeklinde kalsın. 31.10.2009 E-Posta: [email protected] |