Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kalplere ve akıllara hitap |
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, iki ay önce terörizmle mücadele konulu bir toplantıda yaptığı konuşmada son derece önemli şöyle bir tesbite yer vermişti: “Terörizmle mücadele insan merkezli bir süreç olmalı; bu süreçte insanların kalplerine ve akıllarına hitap edilmelidir.” (Hürriyet, 23.6.09) Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri bu. Açılım, çözüm, tarihî fırsat gibi ifadelerle etrafında dolanılan formülün de asıl püf noktası. Meseleleri çözüp huzura kavuşmanın yolu, insanların kalplerine ve akıllarına hitap edebilen bir üslûp ve dili yakalayabilmekten geçiyor. Kalplere hitap edip gönülleri kazanmanın şartı samimî bir sevgi ve şefkat, akılları ikna etmenin gereği ise her fikrin serbestçe dile getirilip tartışılabildiği hür tartışma zeminlerinde sağlam delillere dayalı inandırıcı izahlar ortaya koymak. Bir de, akıl-kalp ekseninde, birbirini tamamlar nitelikte izhar edilecek tavır ve yaklaşımları uygulamaya yansıtmak ve bunlarla çelişen eylem ve icraatları en kısa zamanda nihayete erdirmek. Bu bağlamda askerin uygulamalarına bakılacak olursa, bir süredir dikkate değer arayış ve yönelişlerin söz konusu olduğunu görebiliyoruz. Meselâ Özkök’ün komutanlık döneminde askerî birliklere gönderilen bir talimatnamede, halkla daha yakın temas kurmak için, vefatlarda taziye ziyaretlerine gidilmesi ve bayram namazlarına iştirak edilmesi gibi tavsiyeler yer alıyordu. Bilindiği üzere, Türkiye’de rütbeli subayların camiye gidip halkla beraber namaz kılması, hayli zamandır çok etkili bir şekilde estirilen “laikçi terör” baskısı sonucu imkânsız hale getirilmişti. (Yine Özkök’ün geçtiğimiz günlerdeki bir beyanında “Halkımızın inançları kuvvetlidir. Ona büyük saygı duymak lâzım. İnananlarla asla alay etmememiz gerekir” dedikten sonra, Türkiye’de yeni bir sıkıntının başladığını ifade ederek “Herkes inancını, ibadetini saklar oldu. Hacı, hoca demek küçümseme sözcükleri oldu” şikâyetinde bulunması, bu bakış tarzının agresifleştiği bir aşamayı ifade ediyor. {F. Bila, Milliyet, 19.8.09})
Osmanlıdan cumhuriyete paşalar Bunun tipik örneklerinden biri, Kara Kuvvetleri eski Komutanlarından Muhittin Fisunoğlu’nun “Bir generalin Cuma namazına gitmesi bizde doğal karşılanmaz” deyip, kendisinin görevdeyken de, dışarıdayken de Cuma’ya gitmediğini söylemesi, “Kılarsam emekli olunca kılarım” demesi ve bunu “Atatürkçü ve laik düşünceli insanlarız” diye açıklamasıydı. (Nuriye Akman, Sabah, 1.12. 1997; Zulüm Devam Etmez kitabımız, s. 278-9) Tarihimize şan ve şeref levhaları yazdırmış kahraman Osmanlı paşaları aynı zamanda dindarlıklarıyla temayüz etmiş ve bu vasıflarını, adlarını taşıyan çok sayıda tarihî cami ile tescil ettirmişken, cumhuriyet dönemi generallerine ârız olan bu çok tuhaf ve anlaşılmaz kompleks, cami avlularındaki cenaze törenlerinde namaza iştirak etmeden kenarda bekleyen subay manzaraları gibi son derece abes görüntülere yol açtı. Cemaate karışıp onlarla birlikte saf tutmayı, namaz kılmayı, duâ etmeyi laikliğe aykırı sayan bu garip zihniyet, neyse ki zaman içinde aşılmaya başlandı. Ama alınacak daha çok mesafe var. Geçirdiği rahatsızlık sonrası istirahat ve iyileşme sürecinde olduğunu öğrendiğimiz ve hayırlı, âcil şifalar dilediğimiz değerli ASDER Başkanı, E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi, muvazzafken bu kalıbı kırabilen ender komutanlardan biriydi. Ve Güneydoğu’da görev yaptığı esnada, üniformasıyla camiye gidip birlikte namaz kıldığı cemaat, kendisini büyük bir sevgiyle bağrına basmıştı. Said Nursî’nin deyişiyle, bizim insanımız “namazsız da kalsa, hattâ fâsık da olsa,” yine başındakileri dindar görmek ister. (Tarihçe, s. 221) Onun için, TSK’nın dindar personelini “irtica” gerekçesiyle ihraç etmek bir tarafa, halkla kaynaşıp kucaklaşmasını sağlayacak en kıymetli elemanlar olarak el üstünde tutmalı. Kalplere hitap edip, gönülleri kazanmanın şartlarından biri bu. 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Geleceğin kurucuları |
Bir anne babanın en büyük emellerinden biri iyi bir evlât sahibi olmaktır. Bitmez arzu ve emeller taşırlar: “Şöyle bir evlâdımız olsa!” derler anne babalar. Peki, nasıl bir evlâdınız olsun istersiniz? Akıllı, başarılı, tuttuğunu koparan, gözüpek, saygı-sevgi, küçük-büyük bilen terbiyeli, merhametli, sorumluluğunu bilen, seven ve sevilen bir kimse. Herkesin genelde istediğidir bunlar. Ancak bu kendiliğinden olmaz. Bir ağacın iyi meyveler, bir koyunun güzel süt vermesi nasıl güzel bir bakım, iş güçte başarılı olmak nasıl gayret istiyorsa yeryüzünün en seçkin varlığı, gözbebeği olan insan gibi üstün bir varlığın yetişmesi de elbette ki emek ister. Tabiî ki böyle bir çocuğun yetişmesinde öncelikle anne, babalar yükümlüdürler. Hiç hafife alınacak değildir bu görevler. Böyle bir evlât sadece ebeveyn için değil, toplum ve millet için de o kadar önemlidir. İyi bireylerden meydana gelen toplumlar da güçlü olurlar. Anne baba temeli atar, okul yardımcı olur; ama asıl çaba çocuğa düşer. Bir ideali, hedefi, gayesi olan çocuk attığı her eğitim taşıyla o göz kamaştırıcı köşkü kurar. Evet, bu ihtiyacı anne baba olduğu kadar bizzat çocuğun kendisinin de hissetmesi lâzım. Anne-baba gerekli sorumluluğu taşımadıkları için bu hususta gerekli şeyleri yapmayabilir veya yapamayabilirler. Çocuk sağını solunu, iyiyi kötüyü bilmeye başlayınca ortada bir eksikliği olduğunu görüp tamamlamaya çalışır. Anne baba ne kadar görevini eksiksiz yapsa da evlâda yine görevler düşer. O, bu temel üzerine hayat binasını inşa eder. Temel sağlam olursa duvarlar kolayca yapılır, çatı rahatla atılır. Temel sağlam atılamamışsa sorumlu evlât temeli sağlamlaştırıp binayı üzerine güçlü bir şekilde kurmak için elinden gelen her şeyi yapar. Ne dersiniz geleceğin kurucusu olan gençler emeğin, gayretin büyüğü sizde değil mi? 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Açılım paketine arzuhâlimdir |
Şimdiki hükümetin çeşitli merhalelerde takdim etmeye çalıştığı, siyasîlerin belden aşağı vurduğu ve bazı siyasîlere hiç yakışmayan ifrat ve tefrite kaçan kelimelerin kullanıldığı böyle bir curcunada ve böyle bir teklifler silsilesinde, elbette o aziz diyarın bir evlâdı, bu hususta gençliğinin baharını oralarda bu mânâda hizmetlerle geçiren bir vatanperver, milletin birlik ve beraberliğine ve ittihadıı İslâma taraftar olarak bir arzuhâlimiz olacaktır. Uzun zaman seylinde bitmeyen feryadımızdır. Bahsi geçen zaman şeridinde ve hizmet seyrimizde, önümü kesen ve beni görmeye gelen, çeşitli uçlara bağlı, terörü destekleyen ve benimle ahali ortasında münâzara ve münâkaşa eden kişilere: “Bölgemizi ve aziz Van’ımızı tarümâr eden, büyük katliâmlar yapan Ermeni ve Ruslara karşı hayatlarını siper ederek, 1916 kışının 80 santimlik kar’ının üstünde ve bu yaylaların tepelerinde şehit düşen sayısız ecdâdımın kemiklerini bağrında saklayan bu vatan parçasında konuşmaz isek ve buraları birkaç haydut için terk edersek, onların kemikleri sızlar ve bizler de mirasyedi hain evlâtlar silsilesine gireriz” demiştim. O kişilere ve çok kişilere camilerde, meydanlarda, salonlarda, köy odalarında velhâsıl avazımızın çıktığı bütün yerlerde söylediğim birkaç çıkış yolu ve hakikat var. Onlara da anlattığım ve dediğim gibi şimdiki zevâta da diyorum. İşte bu hakikatlerden bir tanesi şudur: Çağın büyük İslâm mütefekkiri ve aynı zamanda o diyarın medarı iftiharı ve evlâdı olan Hz. Bediüzzaman, Mektûbât eserinin 26. Mektub’unda yıllar önce diyor ki: “Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkezi hükûmeti İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâmı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levhi Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti binâ etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır.” Tarih inkâr edilmez, tarihsiz hiçbir şey olmaz, tarihin dersi de başkadır. Tarih diyor ki: Osmanlı, 200 ırkı 623 yıl bir babanın evlâtları gibi idare etmiştir. Bu ırkların da en büyükleri Araplar ve Türklerdir. Diğer ırklar, küçük kardeşlerdir, aşiretlerdir ve kavimlerdir. Vaktâ ki, bu kavimler ve ırklar birbirlerinden kız alıp kız vermişlerdir. Doğduğum yer olan serhad şehri aziz Van ilimizdeki beş büyük ırk, yalnız bu ailevî sebeplerden dolayı hısım akraba ve amcazâde olmuşlar. Şimdi Anadolu’da böyle. Kimi kimden ayıracaksın? Süt ile yağ gibi olmuşlar, tuz ile su gibi olmuşlar. Bunları görmeden ve bunları yaşamadan hiçbir şey yapamazsınız, Fırat nehrini geriye akıttıramazsınız, ayranın içindeki suyu çıkaramazsınız, seyrindeki güneşe mani olamazsınız. Bu tarihî tesbitler, bütün ırklar içindir. Hemen hemen bütün ırkların müntesiplerine söylemişiz ve söylemişlerdir. Bu ırkların aklı selim ve münevver kesimleri bütün mev cudiyetleriyle kabul etmişlerdir. Kimi kimden ayıracağız? Toprak da böyle, fikir de böyle. Ne kadar mantıksız ve ne kadar idraksiz bir hâl alır. Muhali ve imkânsızı talep etmek kârı akıl değil. Zaman, mekân ve fikir israfıdır. Ve arkaya bıraktığı; kalp ve gönül yıkmak, asayişi ayrı bir şekilde bozmaktır. Dünya huzur istiyor, Türkiye huzura muhtaç... Üzüldüğüm ve hayret ettiğim nokta, terörizme ve anarşiye karşı sınır güvenliğini koruyamayanlar, hatta mayın kaldırıp mayın koydurtanlar, hemen 12 ili içine alan bu çilekeş ve gariban bölgeyi nazara vermektedirler ve çokları da bunu iyi kullanmakta ve maksadına âlet etmektedir. Halbuki soruyorum: İzmir, İstanbul ve Ankara’nın oradan ne farkı var? Her gün asayişi ihlâl eden olaylar ortada. Sahillerdeki güvenlikten ne haber? En kısa çıkış yolu; Türkiye’deki mevcut 92 üniversite, 70 bin lise ve dengi okullarda Hz. Üstad’ın mezkûr tesbitinin ve buna bağlı olarak “Bütün mü’minler kardeştir” (Hucurat Sûresi: 10) hakikatinin hayata geçmesi ve tedrisâtta başa oturmasıdır. Gelin, zaman, mekân ve fikir israfı yapmayın. Bu hususta tekrar mülâki olmak ümidiyle. 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenecek adayların birbirini tanıma ve görme adâbı |
Kimi zaman, kimi gençler, hayatının dönüm noktasını teşkil edecek eşini tanıma ve görmek için haya ve hicap perdeleri aralayamıyor, veya tamamen perdeleri yırtıyor! Bu, diğerleri gibi, hâyâ duygusunun da sapmasındandır. Hâyâ, meşrû işlere, meşrû çerçevede kullanılmalı. Ne var ki, birçok gencimiz, hicap perdelerine sarılıp boğuluyor! Şüphesiz ki bu “dinin” değil, çarpık eğitimle terbiyenin, örf ve geleneklerin baskısından kaynaklanıyor. Dinimiz, her meselenin meşrû çerçevede, meşrû zeminlerde, meşrûiyet içinde tartışılmasını, konuşulmasını, öğrenilmesini, öğretilmesini emreder, öğütler. Evlenmek, âile müessesesini ihya etmek, dinimizce mukaddes sayılmış; teşvik edilmiştir. Öyle ise bu konuda çekingen değil, bilâkis cesaretli davranmak gerekir. Çevrenin bâtıl ve yanlış baskılarını da aşmak için, müsbet bir şekilde mücâdele vermek, zaten herkesin vazifesi. Çünkü burada “emr-i bil-ma’rûf veya nehy-i anil-münker” söz konusu. Evlenmek için adayların biribirini görmeleri, fikir sahibi olmaları, İslâmın “Eş seçme hürriyetinin” bir gereğidir. Görmeden, tanımadan gerçekleştirilecek evlilikleri Kur’ân ve Sünnet zorbalık olarak değerlendirir ve buna asla cevaz vermez! Bazı çevre ve bölgelerde kıza veya erkeğe sormadan böyle bir davranış içine girmeleri, İslâmiyet’i bağlamaz. O hareket, yanlış bir gelenek ve anlayıştır. Gelenek ve cehâletten kaynaklanan yanlışlıkları, İslâmiyete fatura etmek, cinâyettir. Tıpkı, yanlış teşhis koyan ve yanlış ameliyat yapan doktorun hatasını, tıp ilmine mal etmek gibi... Hiçbir erkek ve kız, istemediği kişi ile zorla evlendirilemez. Kişi, hayatını birleştireceği insanı görmeli. Sadece görmek yetmez. Mutlaka biribirinin huyu, suyu, beklentileri, düşünceleri, hayata bakış açıları, hatta aileleri hakkında teferruatlı bilgiye sahip olmalı. Ta ki, hayalî bir evlilik olmasın ve sonradan hayal kırıklıkları yaşanmasın. Cemiyetin, sosyal yapının ana direği âiledir. Dünyevî ve uhrevî saadetin kazanılması, sağlam bir âile yuvası kurmaya bağlıdır. Muhkem bir yuvanın da kurulabilmesi için, tarafların denk olması gerekir. Bunun tesbiti için de, tarafların biribirini görmesi, araştırması lâzım değil, elzemdir! Evlilik, âhiret âleminde de sürecek ebedî bir akittir. Elbette, evlenecek olan insanların biribirini görüp, gönüllerinin ısınıp, ısınmadığının tesbitini yapmaları şart. Kur’ân ahlâkını yaşayan haya ve edep timsali Peygamberimiz (asm) “Allah bir kişinin kalbine bir kadınla evlenme isteği koyduğunda ona bakmasında bir sakınca yoktur” 1 tavsiyesinde bulunmuştur. Hatta, yüzüne, boynuna ve ayaklarına bakmasına da izin verilmiştir. Hz. Enes’in (ra) rivayetine göre, Hz. Peygamber (a.s.m.) Ümmü Süleym’i, bakması için bir kadına göndermiş ve ‘Ökçe üstü ayak kirişlerine bak boynunu kokla” 2 Bir başka rivayette, “dişlerini kokla” buyurmuştur. Âlimlerin ekserisi, “yalnız el ve yüze bakılabilir” derken, Evzâî ve Ahmed bin Hanbel, “baş, kollar, dize kadar ayakların da görülebileceğini” ifâde eder. Bir başka hadis-i şerîfte, rehber-i ekmel olan Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurduğunu Ebu Hureyre (r.a.) şöyle nakleder: “Rasulullahın (asm) yanında bulunuyordum. Birisi gelerek, Ensar’dan bir kadınla evlenmek istediğini ona iletti. ona: “O kadını gördün mü?” diye sordu. O zât: “Hayır; görmedim” cevabını verdi. Bunun üzerine: “Öyle ise git onu yakından gör. Çünkü Ensar’ın gözlerinde biraz kusur olabilir.” 3 Kız, erkek her iki taraf da biribirine mahrem sınırlar, yâni meşrû çerçevede bakabilir, konuşabilir, meseleleri müzakere edebilir, hatta etmelidirler. Yüz, el ve boya bakmak zaten kâfi miktarda fikir verir. Her iki taraf da araya aracı koyabilir, biribirleri hakkında malûmat sahibi olabilirler. Erkeğin erkeğe, kadının da kadına diz ve göbek arasındaki kısım hariç, biribirine bakması caizdir. Gizli ve habersiz (başka fitnelere kapı açılmaması durumunda) bakış da, “evlenmek kastı” ile olursa meşrû kabul edilmiştir. Hattâ, Peygamber Efendimizin (asm) ifâdesiyle, “Bu anlaşıp mutlu olmanız için daha uygundur” 4 zarûrîdir. Siz bu konularda hassas olduğunuz gibi, başkaları da hassastır. Nihayet, bu meseleler hayatın bir zaruretidir ve hepimizin uyması gereken meselelerdir. Yalnız, İslâmiyetin çizdiği çerçeve içinde kalınırsa, “görme, nişan ve evlilik” meselelerinden herhangi bir fitne çıkmaz, yanlış anlaşılma olmaz ve hicap duyulmaz. Aksi halde, fitne-fesat karışabilir. Burada asıl olan husus, dindarlık, siret, ahlâk, iç güzelliğinin yanında; suretin; yani, boy-pos, endam, fizikî yapının da önem arz ettiği ve denkliğidir.
Dipnotlar: 1- İbn-i Mâce, Nikâh: 9.; 2- İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, s. 22.; 3- Müslim, Nikâh: 74.; 4- Nesâî, K, Nikâh 17; Tirmizi, Nikâh, 5. 28.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bir Ramazan sünneti: Terâvih Namazı - 2 |
Necati Bey: “Teravih namazı hakkında bilgi verir misiniz? Oruç tutamayanlar teravih namazı kılmalılar mı? Teravih namazı sünnette kaç rekâttir? Sekiz rekât da kılınır deniyor; bu doğru mudur?” —Dünden devam— Teravih namazı iki rek’âtte bir selâm verilince akşam namazının sünneti gibi kılınır. Dört rek’âtte bir selâm verilerek kılınırsa yatsı namazının ilk sünneti gibi kılınır. Yani ilk oturuşta “et-Tahıyyâtü” ile birlikte “Salâvâtlar” da okunur. Üçüncü rek’âte kalkıldığında ise “Sübhâneke” okunur ve “Eûzü Besmele” çekilir. Teravih namazının bir kısmı kılındıktan sonra câmiye gelen bir kimse önce kendisi yatsı namazını kılar; sonra imama, bulunduğu rek’âtte uyar. İmamdan sonra teravih namazının kalan rek’âtlerini kendisi tamamlar. Teravih namazını çok yavaş kıldırarak cemaati yormak ve sıkmak uygun olmadığı gibi, tadil-i erkâna riâyet etmeyecek derecede çok acele de kıldırmamalıdır. Teravih namazının kaç rekât olduğu meselesine gelince… Namazın rek’ât sayısı üzerinde değil, keyfiyeti üzerinde yoğunlaşmamızın ve onu gücümüzün yettiği kadar sırf Allah rızâsı için kılmamızın önemini gözden uzak tutmamalıyız. Mühim olan Allah’ın huzûrunda Allah’ın rızâsı için kıyâma durmaktır. Ramazan gecelerinde sırf Allah rızâsı için ve sevabını Allah’tan umarak namaz kılanların mağfiret olunacağının da müjdelenmiş olması 3, bu gecelerde kılınan terâvih namazlarının hayatımızın mânevî akışında ne büyük bir mihenk teşkil ettiğini açıkça ortaya koyar. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (asm) Ramazan gecelerinde üçü vitr namazı olmak üzere toplam on bir rek’ât namaz kıldığını haber veren Hazret-i Âişe vâlidemiz’in (ra) şu bilgi notu önemlidir: “Öyle bir dört rek’ât kılardı ki, o rek’âtler güzel mi güzel, uzun mu uzun! Sonra dört rek’ât daha kılardı. O öyle bir dört rek’ât idi ki, yine eşsiz güzel ve uzun olurdu.” 4 Peygamber Efendimiz (asm) Ramazan gecelerinde nâfile namaz kılmaya teşvik buyurmuş, kendisi de bazen halkın içine çıkarak bu namazda bizzat öncülük ve imamlık etmiştir. Kendisinin cemaatle berâber sekiz rek’ât kıldığı, sonra da ashabı evlerde nafile namaz kılmaya yönlendirdiği rivâyetleri kuvvetlidir. Öyle ki Ashab-ı Kiram daha sonra evlerine çekiliyorlar ve namaz kılmaya devam ediyorlardı. Evlerinden sokaklara arı vızıltısı gibi sesler taşıyordu. Allah Resûlü (asm) bu namazın tamamını –şimdi bizim kıldığımız gibi düzenli olarak- her gece cemaatle kıldırmamasını ise, “Üzerinize farz olur da, güç gelir diye korkarım.”5 sözleriyle açıklamıştır. (Bir Peygamber’in (asm) ümmeti üzerindeki şefkatini bundan daha güzel ne gösterebilir?) Hazret-i Ömer (ra) döneminde teravih namazları yirmi rek’ât olarak câmilerde düzenli bir şekilde kılınmaya başlanmış ve bu konuda icma meydana gelmiştir. İmam-ı Azam (ra) der ki: “Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Hazret-i Ömer (ra) onu kendi kafasından yirmi rek’âte çıkarmış değildir. Bu yolda bir bid’ât de ortaya koymuş değildir. Verdiği hüküm, kendi düşüncesinin bir ürünü de değildir. Hazret-i Ömer’in bu hükmü, Hazret-i Peygamber’in (asm) kendisine verdiklerine ve Asr-ı Saadetteki uygulamalara dayanmaktadır.” 6 Netice itibariyle, teravih namazını, tadil-i erkânı bozacak ölçüde hızlı kıldırmak câiz değildir. Fakat yavaş kıldırarak halka zorluk göstermek de uygun değildir. İkisinin ortası bir yol izlenerek; tadil-i erkâna riâyet etmek şartıyla, diğer namazlara nisbeten hızlıca kıldırılması, İslâm’ın re’fetine ve şefkatine daha uygundur.
Dipnotlar: 1. Câmiü’s-Sağîr, 2/460., 2. Buhârî, Salâtu’t-Teravih 1, Cuma 29, 5; Müslim, Müsâfirîn, 177, (761); Muvatta, Salâtfi’r Ramazan 1, (1, 113); Ebû Dâvud, Salât 318, (1373, 1374); Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 4, (3, 202)., 3. Müslim, Salât, 173., 4. Buhârî, Teheccüd, 592., 5. Müslim, Salât, 178;Buhârî, Salât, 411., 6. Cezîrî, İ. Fıkhı, 1/462. 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Ramazan geldi hoş geldi... |
Rabbimize hadsiz şükürler olsun ki yine bir Ramazan ayına daha sağlıkla ve huzurla kavuşuverdik. Rahmet ayı, duâ ayı olan Ramazan’da elbette karşılıklı olarak duâ edip duâ bekliyoruz. Müzik kültürümüzde, Ramazan geldiğinde ilk on gün, hoş geldin ilâhileri ile karşılanır bu mübarek ay. Onlardan biri ile bizde hoş geldin diyelim Şehr-i Ramazan’a: Donandı her yer kandiller ile Doldu camiler efendim mü’minler ile Zikrü tesbihler saf diller ile Sana eylerler efendim Şehr-i Ramazan Hoş safa geldin efendim Şehr-i Ramazan…
««« İki minare arasında ışıktan harfler: Mahyalar
Ramazan’a özel bir başka güzellik de mahyalardır. Camilerin iki minaresi arasına ampullerle yazılan yazılar bambaşka bir hava katar bu aya. Farsça “mahiye”den geldiği söylenen mahya, iki minare arasına gerilen bir halattan küçük kandiller—şimdi ampuller—sarkıtılarak yapılırmış. İlk mahyanın Sultanahmet Camiine kurulduğu söylenir. Zamanla öyle rağbet görür ki Üsküdar halkının da istemesi üzerine Mihrimah Camiine bir minare daha eklenerek buraya da mahya kurulur. Hatta Mısır’dan dahi böyle bir talep gelince Süleymaniye başmahyacısı Mısır’a gider. Ancak minarelerin arası yeterince açık olmadığından kurulamaz. Mahyacılar, Ramazanın ilk on beş günü yazılı son on beş günü ise resimli mahyalar kurarmış. Önceleri mahyalar “Ya şehr-i Ramazan”, “Maşallah”, “Elhamdülillah”, “Bismillah”, “Şefaat” gibi yazılırken 1921 Ramazanından itibaren “Yaşasın İstiklâliyet”, “Tayyareyi unutma”, “İsraftan kaçın”, “İçki aile düşmanıdır” gibi sosyal muhtevalı yazılarda yazılmaya başlanmıştır. Geçmiş yıllarda bir gazetede eskiden camilerde kullanılan mahya takımlarının çürümüş halde olduğunu okumuştum. Süleymaniye Camiinde bir mahya odası olduğu, bu odada eskiden kullanılan mahyaların artık çürüdüğü, bakımsızlıktan kullanılamaz durumda bulunduğu belirtiliyordu. Acaba cami görevlileri veya müftülük yetkilileri bir camide de olsa eskiden yağ kandilleriyle yapılan bu mahya geleneğini tekrar canlandıramazlar mı?
««« Davulun sesi hoş gelir; hele sahurda ...
Geçen hafta gazetelerde Çankaya Belediyesi’nin artık sahurlarda davulcuların dolaşmasını yasakladığı haberi yer alıyordu. Bu, Ramazana ait güzel âdetlerden birinin daha artık o ilçede yaşanamayacağı anlamı taşıyordu. Hoş gitgide zaten bu adet pek çok yerde uygulanmaz olmaya başladı. Özellikle Yahya Kemal’in tabiriyle “Ezansız Semtlerde” davulun sesi uzaktan gelir oldu. Eminim benim gibi, sizin de çocuk dünyanızda Ramazan; sahur, teravih, iftar kadar biraz da sahura davul sesi ile uyanmaktır. Sonra bayramda davulcuların ev ev dolaşarak, pencerenizin altına yaklaşıp davulunun güm gümlerine manilerini de ekleyip bahşişlerini beklemeleri, gecikirseniz ısrarlı gümlemelerine devam etmeleridir. Bu vesileyle davul sesi ve Ramazanlara dair yazılmış güzel yazılardan birine kısaca yer vermek istiyorum. Aşağıda okuyacağınız alıntı Halit Fahri Ozansoy’un çocukluğunun Ramazanlarını anlattığı 1930 tarihli bir yazıdan: “Ah! Nasıl yüreklere tatlı bir zevk kulaklara hoş bir heyecan verirdi davulun sesi, ilk Ramazan akşamı! Evlerde çocuklar sevinç içinde sokağa fırlarlardı. Ramazan, sokaktan geçen davul gümbürtüleri ile Müslümanları vecde getiriyordu. Bekçi şimdi sokağın başında durmuş, çocuklar “Ramazan geldi hoş geldi” diye sevinçli haykırışlarla etrafında toplanmıştır. Bu gece sahura kadar hemen hemen hiç uyunmayacak, Ramazanın gelişi neşesi ile büyükler arasında fıkralar, içeride büyükannenin odasında da çocuklara belki yüz kere dinledikleri Keloğlan ve Zümrüdüanka masalları anlatılacaktır. Bekçinin davulu sahur vakti bir kere daha gümler. Bir süre sonra sahur topu atılır ve artık ertesi akşama kadar ne bir lokma bir şey, ne bir damla su. Oruç her şeyden kutsaldır.”
««« Osmanlı da Semai Kahveleri
Eskİden direkler arası eğlenceleri meşhurmuş. Şimdi de Sultanahmet’e, Eyüp’e, Feshane’ye gitmek, eğlenmek, gezmek. Zaman içerisinde değişimle birlikte halk da kendi eğlence mekânlarını ve tarzlarını buluyor. Eski Ramazanlar denince eğlence kültürü bakımından Osmanlı’da Ramazanlarda semai kahvelerinin ayrı bir yeri var imiş. Özellikle İstanbul’da Aksaray, Beyazıt, Balat, Eyüp, Karagümrük, Üsküdar gibi semtlerde bulunan bu kahvehaneler 1. Dünya Savaşı ile birlikte ortadan kaybolmuşlardır. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu, bu kahvelerin tavanına elvan kâğıttan güller, zincirler yapıldığını, bir köşede çalgı yeri hazırlandığını, çalgıcıların sazlarını bu duvara astıklarını anlatır. Arefe günü akşamı kahvedeki bütün iskemleler ve masalar kaldırılıp yerine küçük hasır iskemleler konulurmuş. Semai Kahvelerine pek çok tabakadan İstanbullu gelmekle beraber baş müşterilerinin tulumbacılar (o dönemin itfaiyecileri) olduğunu yazar. Semai Kahveleri normal mahalle kahvelerine göre 4 kat daha pahalı imiş. Darbuka, zilli maşa, klarnet, ve çifte naradan oluşan bir musıkî heyeti zaman zaman çalarmış. Kahvenin çığırtkanı bir semai veya divan okuyarak bir ay boyunca sürecek faslı başlatırmış. Kendisi de bir semai kahvesi işletmiş olan Üsküdarlı Vasıf Hoca “Çok genç çocuklar olmamak şartıyla isteyen her sınıf halkın gelebildiğini, kibar kimselerden, devlet adamlarından gelenlerinde çok olduğunu, bunların bir köşede dikkat çekmeyecek şekilde oturup arifane bir tarzda okuyanları dikkatle ve takdirle dinlediklerini” anlatır. Semai Kahvelerinin son ve ünlü temsilcilerinden Zeytin- burnulu Zil İzzet’in 1910 yılındaki vefatına kadar, Beşiktaş’taki kahvesinde musıkî fasıllarını bizzat yönettiği, Ramazan boyunca bir okuduğu ilâhiyi bir daha okumadığı anlatılır.
Dâvetlisiniz...
İnşallah yarın akşam iftar öncesi Kanal A’da sevgili Ertuğrul Erkişi’nin konuğu olacağız. Aynı akşam 21:00–22:00 arası ise Dünya Radyo’dayız. Ramazan, dinî müziğimiz, ilâhiler ve güzel bir sohbet için sizleri de bekliyoruz. 5 Eylül Cumartesi akşamı iftar sonrası ise, güzel şehrimiz Gaziantep’in Şahinbey İlçesinde Belediye Başkanlığı’nca düzenlenen ve canlı olarak ilâhilerimizi seslendireceğimiz konser programımız olacak. Gaziantepli okurlarımız ve dinleyicilerimizi de bu vesileyle dâvet ediyoruz. 28.08.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
H. İbrahim CAN |
|
Filistin'in yeni planı: Bağımsız Filistin devleti! |
İsrail’in iflâs olmaz inatçılığı ve zalimliğinden bıkan Filistin yeni bir yol izlemeye karar verdi. Amerika’da eğitim görmüş saygın bir ekonomist olan Filistin Yönetimi Başbakanı Salam Fayyad, iki yıl içinde fiilî bir bağımsız Filistin devleti kuracaklarını açıkladı. Fayyad, Batının desteğini alan ve İsrail’de bile saygı gören bir sakin politikacı. Buna rağmen o da artık barıştan umudunu kesti. Peki 16 yıllık bitmek bilmeyen barış görüşmelerinden bıkan Filistinlilerin yapmak istediği ne? İsrail ve destekçisi Amerika’ya rağmen, eğitimli güvenlik güçleri, işleyen kamu hizmetleri ve gelişen ekonomisiyle fiilen bağımsız bir devlet kurmak gerçekten mümkün mü? 2003 yılında kabul edilen yol haritası uygulanmıyor bir türlü. Ne İsrail yeni yerleşim yerleri kurma planını durduruyor ne de Filistinliler militan grupların eylemlerini kontrol edebiliyor. İsrail, Batı Şeria’da kurduğu yerleşim yerlerinde nüfusun tabiî artışının gereği olarak 2500 ev daha inşa edeceğini söylüyor. Bütün kurallara aykırı bu genişlemeyi Obama bile durduramıyor. Filistinlileri daha fazla tutsaklaştıran güvenlik duvarı inşası sürüyor. Filistinlilerin topraklarına el koyma uygulaması sürüyor. İsrail tabiî gelişimin sonucu olduğunu iddia ettiği yerleşim yeri inşasını sürdürürken, Filistinlerin en tabiî hakları olan Doğu Kudüs’teki binalarını yıkıyor. Dün İngiltere Başbakanı ve Obama’nın özel temsilcisi George Mitchell ile görüşecek olan Netanyahu’nun Kudüs konusunda hiçbir sınırlamayı kabul etmeyecekleri ve Batı Şeria’daki yerleşimcilerin hayatlarını sınırlamayacağını söylediği ileri sürülüyor. Bütün bunlar Filistin’in en mâkul, Batının da desteklediği başbakanını bile çileden çıkardı. Bu yüzden hiç kimseye aldırmadan yeni devletlerini kuracaklarını açıkladı. Tabi bunun için özellikle petrol zengini Arap âleminin parasal desteğine ihtiyacı var. Peki Arap ülkeleri böyle bir bağımsız devleti ister mi? Gerçekleşmesi için oldukça yüksek miktarlarda hibe sağlar mı? Bu sorulara olumlu cevap vermekte zorlanıyoruz. Ancak asıl sorun El Fetih ile Hamas arasındaki ihtilâfların çözülmesi. Kanaatimizce İsrail’in Filistinlileri tamamen susturmaya yönelik ‘böl ve yok et’ politikasının ürünü olan bu ikilik çözülmedikçe Fayyad’ın planının gerçekleşmesi yalnızca bir hayâlden ibaret. İngilizlerin eğittiği profesyonel polis gücü, Batı Şeria’ya havaalanı inşasının sürmesi, yol inşaatları gibi faaliyetler bu bağımsız devlet kurma planının parçası. Ancak İsrail, daha, önceki gün Gazze’deki tünelleri bombalayarak, bölgeye rahat ve huzur göstermeyeceğini bir kez daha ispatladı. İsrail’in uzlaşmaz tutumunun süreceği de aşikâr. Amerikan desteği sürdükçe barışa sıcak bakması mümkün görünmüyor. Bu durumda Salam Fayyad’ın ‘iki yılda mutlaka gerçekleşmesi gerek’ dediği fiilî bağımsız devlet kurma planı, Filistin yönetiminin yeni ancak gerçekleşmesi çok güç bir atağından ibaret kalacak. Umarız Arap dünyası ve İsrail bizi yanıltır ve Filistin gerçek bir devlete kavuşur. Filistinli akademisyen arkadaşımın “İsrail kapıları kapatıyor ve günlerce tam bir tutsaklık hayatı yaşıyorsunuz ve bu durum insanların ruh halini mahvediyor” dediği tutsaklığın sona ermesini diliyoruz. 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Kalpleri ve akılları fethetmek |
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) kendini bütün insanlığa, dünyanın en mükemmel dinini yani İslâm’ı öğretmeye adamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah şöyle buyuruyor: “İşte o kitap, bunda şüphe yok, takva sahipleri için hidayettir.” (Bakara, 2) Bediüzzaman Hazretleri de şunu ifade ediyor: “İnsan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü’l-esâsı da imân-ı billâhtır.” (Sözler, 23. Söz. 4. Nokta) “Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.” (Bakara, 3-4). Allah Müslümanlardan ilmi talep etmelerini murad ediyor, ilimden kaçmalarını değil, bilâkis onun peşine düşmelerini istiyor. Başka bir âyette ise Allah şöyle emrediyor: “İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin...” (Ankebut, 46) Bu âyette ise Allah Müslümanlardan insanlara hitap ederken ortak ve kabul edilebilir bir dil kullanmalarını istiyor. Görüldüğü gibi Kur’ân bizlere metodu, yaklaşımı ve usûlü öğretiyor. Biz de metodu kullanarak herkesin İslâm’ın hakikatlerini ve nurunu dinlemelerini ve anlamalarını sağlayabiliriz. Said Nursî, Türkiye’de İslâm’ın hakikatleri için son nefesine kadar çalışmıştır. Onun bu husustaki gayreti ve başarısı eşsiz ve benzersizdir. İşte Said Nursî de bizlere bütün davranış ve amellerimizde İslâm’ın doğruluğunu yansıtmamız gerektiğini yani her halimizin Müslümanca olması gerektiğini öğütlemiştir. Onun çabaları sayesindedir ki, biz Müslümanlar mükemmel dinimizin hakikatlerini korumada ve yaşatmada gereken gayret ve çalışmaya devam edebilmek için ihtiyacımız olan nurlu yolu bulmuşuz. Batılı reformistler İslâm’ın eski moda ve gerici bir zihniyete sahip olduğunu ve onu modern çağa uydurmak gerektiğini iddia ediyorlar. Fakat onların bu argümanları kesinlikle yanlıştır, zira gerici olan İslâm değildir. Ancak onların ortaya koymuş oldukları ve halihazırda çökmüş olan modern çağın kokuşmuş fikirleri Batılı vahşi kapitalizmin lağımlarına doğru akmaktadır. Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair, bir seferinde şunları söylemişti: “Yaşananlar medeniyetler çatışması değildir. Bütün medeni insanlar, Müslümanlar yahut diğerleri, bundan rahatsızlık duymaktadır. Olan biten ise, hem İslâm’ın içinde hem de dışarıda, bir fikir, kalp ve akılların savaşından ibarettir.” Batı medeniyeti son on yılda İslâm’ı sulandırmaya ve hakikatten saptırmaya yönelik gayretlerini arttırmıştır. Bunun için de bazı Müslüman ilim adamlarını kullanmak suretiyle, “özgürleştirme planlarını” İslâm coğrafyasında tatbik etmek istemektedirler. Eğer Batı gerçekten Müslümanların özgürlük aradığına ve buna ihtiyacı olduğuna inanıyorsa, neden aynı Batı Müslümanların hali hazırda sahip oldukları özgürlüklere saygı göstermiyor? Müslümanlar kadını istismar eden ve alçaltan popüler kültürden uzak ve özgürdür. Müslümanlar alkolün ve hırs ve açgözlülükle hareket eden şirketlerin yıkıcı etkilerinden uzak ve özgürdür. Bu özgürlükler Müslümanların sahip olduğu hazineler değil midir? Batılı özgürlük düşünceleri ile Müslümanların kalp ve akıllarını fethetme gayretleri karşısında, kapitalist sömürücülükten ve şirketlerin açgözlülüğünden uzak ve özgür bir hayat tarzı benimsemiş olan Müslümanlar titreyip kendilerine gelmeli ve silkinmelidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin bizlere sunduğu örnek hayat üzerinden, Müslümanlar Batı zihniyetli reformistler karşısında fikirler savaşını kazanabilir. Eğer Müslümanlar İslâm’a tam tamına sadık kalırsa ve Batılı reformistlerin ve Siyonist işbirlikçilerinin çarpıtma ve bozma gayretlerine set çekebilirlerse, İslâm’ın nuru Allah’ın insanlığa bir hediyesi ve nimeti olarak sonsuza dek parlayacaktır. “Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.” (Fatır, 43) Tercüme: Umut Yavuz
Winning Hearts and Minds
The Prophet Muhammed (peace be unto him) dedicated himself to giving humanity the world’s most perfect religion –Islam. In the Qur’an Allah says: “This is the Book wherein there is no doubt; a guidance to those who fear God” (2:2).
Bediuzzaman Said Nursi once said, “Man came to this world to be perfected by means of knowledge and supplication. In regard to his nature and abilities everything is tied to knowledge. And the foundation, source, light, and spirit of all true knowledge are knowledge of God, and its essence and basis is belief in God.”
“Who believe in the Unseen, are steadfast in prayer, and spend out of what We have provided for them; and who believe in what is sent to you and what was sent before you, and (in their hearts) have the reassurance of the Hereafter” (2:3-4). Allah illustrates for the Muslim his desire for the Muslim to seek knowledge, not to shy away from it, but to pursue it aggressively.
In another verse God commands: “And discuss not with the People of the Book, except with means better (than mere disputation)” (29:46). In this verse Allah is telling the Muslim to engage in discourse that is common among the masses. The Qur’an describes what method, approach, and manner should be used so that all can listen and understand the power of light, truth and Islam.
Said Nursi gave his last breath for the survival of Islam in Turkey. His resolve to succeed was unparalleled. Said Nursi tells us that Muslims are required to be Muslims in all of their attributes and actions.
In his glory, we, Muslims find a blueprint for continuing the work that is needed in order to preserve the essence of our beloved religion. The western reformers say that Islam has backward thinking ideas and needs to be brought to modern times, but this argument is flawed for it is not Islam that is backward thinking, it is these modern times that is rot with bankrupt ideas marinating in the sewage of western predatory Capitalism.
Former British Prime Minister Tony Blair once said, “It is not a clash of civilizations—all civilized people, Muslim or other, feel revulsion at it. But it is a global struggle. It is a battle of ideas and hearts and minds, both within Islam and outside.”
The West in the last decade has elevated its efforts to dilute Islam using Muslim scholars to move their “freedom agenda” throughout the lands of the Muslim.
If the West believes that freedom is what the Muslim wants, than should the West not respect the freedom the Muslim has? Muslims are free from listening to music that degrades women. Muslims are free from the destructive effects of alcohol and corporate greed. Are these not freedoms the Muslim treasures?
The battle to win the hearts and minds of Muslims by advancing western ideas of freedom should send a chill down the spine of all Muslims who have enjoyed a lifestyle free from Capitalist exploitation and corporate greed.
Through the example of Bediuzzaman Said Nursi, the Muslim can win the battle of ideas against Western minded reformists. If the Muslim remains true to Islam and reframes from capitulating to the falsehoods of western reformers and their Zionists allies, Islam will remain as Allah gave to Humanity.
“You will not find in the creation of Allah any alterations”. (TMQ Al-Fatir: 43) 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kadir AKBAŞ |
|
Süreci yönetme sorumluluğu |
Demokratik açılım süreci İçişleri Bakanı sayın Beşir Atalay’ın koordinatörlüğünde yürütülüyor. Sayın bakanın bu süreçte yaptığı görüşmelerde ve kamuoyuna yaptığı açıklamalarda takındığı mutedil tavır ve kullandığı nazik üslûp umut vericidir. Keza görüşmelerde ve toplantılarda dikte eden konumuna düşmekten dikkatle kaçınması ve genellikle dinleyici konumunda olması, söylenenleri dikkatle not etmesi sürecin sağlıklı işlemesi açısından sevindiricidir. Demokratik açılım sürecinin siyasî sorumluluğu öncelikle hükümete ve elbette sayın Başbakan’a aittir. Siyasî sonuçları itibariyle de Adalet ve Kalkınma Partisi Meclis Grubunu ve bütün parti teşkilâtını etkileyecektir. Sürecin sayın Atalay’a emanet edilmesi, Başbakan’ın bu sürecin gerektirdiği nezaketin farkında olduğunun açık işareti olarak kabul edilmelidir. Ancak sürecin asıl sorumlusu olan Başbakan’ın kamuoyundan yükselen eleştirilere ve farklı görüşlere karşı takındığı saldırgan, tahrik edici üslûp umutları gölgelemiştir. Son olarak sürecin bir ABD planı olduğunu ifade eden sayın Devlet Bahçeli’ye Başbakan’ın ayaküstü verdiği cevap, ardından grup başkanvekillerinden sayın Bekir Bozdağ’ın yaptığı açıklamalar sürecin bizzat mimarları tarafından dinamitlenme ihtimalinin uzak olmadığını kamuoyuna gösterdi. Sürecin TRT 6’nın Kürtçe yayına başlamasıyla başlatıldığını söylemek mümkün. Ancak kamuoyu sayın Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin terör sorununu çözmek için önemli bir fırsat yakaladığını ifade etmesiyle konuya dikkat kesildi. Ancak fırsatın ne olduğuna ilişkin sorulara gerek Cumhurbaşkanlığı, gerek hükümet kanadından tatminkâr bir cevap alınamadı. ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası bölgesel Kürt Yönetiminin güvenliği açısından Türkiye’ye belli sorumluluklar yüklemek istediği, bunun için de PKK’nın tasfiyesinin gerekli görüldüğü uzun zamandır kamuoyunda yüksek sesle dile getiriliyordu. PKK’nın uluslar arası geniş bir desteğe sahip olduğu bir sır değil. PKK, Türkiye’nin bir iç sorunu olmaktan çıkalı çok oldu. ABD’nin PKK’yı uzlaşmaya ve silâh bırakmaya zorlamasının Türkiye açısından sorunun çözümü ve PKK’nın tasfiyesini kolaylaştırıcı bir zemin sağlaması, Türkiye’nin gelişmeleri bir fırsat olarak görmesi ve kullanmak istemesi son derece tabiîdir. Türkiye gelişmeleri izlemiş ve sorunun çözümü için elverişli bir zemine gelindiğini görerek demokratik açılım için inisiyatif almış, çözüm için iç dinamiklerini harekete geçirmek istemiştir. Hükümet kanadından yapılan açıklamalar da bu yöndedir. Ancak muhalefet, özellikle de MHP planın bir ABD planı olduğunda ısrar etmektedir. MHP, bu iddiasını demokratik açılımın bütünüyle reddi yönündeki görüşüne dayanak kılıyor. Sayın Başbakan’ın bu yöndeki iddialara karşı verdiği cevap ise ölçüsüz olmuş ve oldukça ağır kaçmıştır. MHP’nin bu yöndeki iddialarına karşı Adalet ve Kalkınma Partisi meclis grup başkan vekili Bekir Bozdağ’ın MHP’yi sıkıştırmak adına geçmişte Abdullah Öcalan’ın idam edilmemesi konusunda takındığı tavırdan dolayı neredeyse kınaması gariptir. Bu gün sorunun çözümü yönünde bir umut varsa, bu biraz da MHP’nin Abdullah Öcalan’ın idamı hususunda ısrarcı olmaması sayesindedir. Büyük umutlar bağlanan sürecin sağlıklı işlemesi, muhalefete ve farklı düşünenlere karşı daha mutedil bir dil kullanılmasını zarurî kılmaktadır. 28.08.2009 |
Faruk ÇAKIR |
|
Köy Ramazanları |
Bereketiyle yeniden tanıştığımız Ramazan ayını idrak ediyoruz. Bilindiği üzere her yıl, bir önceki yıla göre 10 gün erken başlayan Ramazan ayı, bu şekilde bütün günleri ve ayları dolaşmış oluyor. Geçmiş yıllarda kış aylarında idrak edilen Ramazan ayı, bu yıl Ağustos ayına tevafuk etti. Bu sebeple uzun yıllar sonrasında “Yaz Ramazanı”nı idrak ediyoruz. Her Ramazan ayının kendine mahsus özellikleri ve güzelleri vardır. Bu özellik ve güzellikler, kişilere göre de değişebilir. Bizim açımızdan da bu yıl idrak ettiğimiz Ramazan ayının farklı bir güzelliği var. Yıllar sonra ilk defa Ramazan ayını, Karadeniz’in şirin bir köyünde, doğduğumuz köyde karşıladık. Uzun yıllar Ramazan ayını büyük şehirlerde idrak edenler için Ramazanı köyde karşılamak farklı oluyor. Büyük şehirlerin gürültüsüne rağmen Ramazan ayında tertiplenen programlar elbette çok dikkat çekici. Buna karşılık köylerde idrak edilen Ramazanlarda tam bir sakinlik var. Köylerde kitap fuarları, ziyaret edilecek büyük camiler, gezilecek mekânlar yok; ama buna karşılık samimî ve sıcak bir komşuluk ilişkisi var. Yine büyük şehirlerde kalabalıklar içinde yalnızlık yaşıyanlara karşılık köylerde, sakinlik içinde bir tanışma, konuşma ve ‘komşunun halinden haberdar olmak’ var. Tabiî köylerde yaşayanlar ‘masa başları’nda değil, tarlalarla çalışıyor. Dolayısı ile bedenen daha çok yoruluyorlar. Belli başlı işler her gün yapılmak zorunda. Erteleme ve ötelemenin mümkün olmadığı işler her gün yapılmak durumunda. Fakat bu ‘zorluk’lara rağmen büyük şehirler sıcaktan kavrulurken, en azından Karadeniz köylerinde serinlik ve hatta soğuk bir hava hüküm sürüyor. “Ağustos ayının yarısı yaz, yarısı kıştır” sözü köylerde aynıyla vaki. Duyanlar şaşırıyor, ama Ağustos ayında köy odalarında ‘soba’ yakılıyor. “Komşu komşunun ‘kül’üne muhtaçtır” sözü gereği köydeki komşular birbirine destek oluyor. Ramazan’daki iftar dâvetleri de bunu doğruluyor. Beş yıldızlı otellerde olmasa da köy odalarında mutlaka iftar dâvetleri veriliyor. Elbette bu dâvetleri, köy camiinde kılınan teravih namazları takip ediyor. Ramazan ayının okulların tatil olduğu yaz mevsimine tevafuk etmesi, köylerin daha kalabalık olmasını, dolayısı ile köy Ramazanlarını daha da hareketlendirmiş durumda. Köyümüzde, büyük şehirlerdeki “Ramazan davulcuları” yok, ama onun yerine ‘teneke çalarak’ komşuları sahura kaldıran gençler var. Üstelik bu gençlerin kendilerine has ‘mani’leri de var. Çayeli, Senoz Vadisi köylerindeki güzelliklerden biri de halkın TV’ye esir olmaması. Elbette pek çok evde TV var, ama yapılması gereken ‘iş’ler sebebiyle insanlar büyük şehirlerde yaşayanlar kadar TV’ye teslim olmamışlar. Bunun yerine bilhassa “ihtiyarlar”ımız mutlaka Kur’ân okuyup, Ramazan boyunca bir hatim bitirmenin telâşındalar. Her yerde olduğu gibi köylerde idrak edilen Ramazanların tadını da yine çocuklar çıkarıyor. Her gün sahura kalkan, öğleye kadar ‘oruç’ tutan ve iftar vaktini bekleyip büyüklerine ‘iftar müjdesi’ni veren çocuklar çok mutlu. Nice ‘oruç ayı’ ve bayramlara kavuşmak temennisiyle... 28.08.2009 E-Posta: [email protected] |