Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Nurşin ve Nurs |
Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Özgen Acar, 2007 güzündeki 8. Bediüzzaman Sempozyumuna hayıflandığı makalesinde ilginç bir hatırasını anlatmıştı: Buna göre, Acar’ın Ağustos 1961’de Cumhuriyet’te çıkan ilk imzalı haberi Nurcular hakkındaymış. Sonrasını kendi kaleminden okuyalım: “Ankara polisinin Hacı Bayram Camii yakınındaki bir eve yaptığı baskında Saidi Nursi’nin ardılı üç kişinin teksir makinesinde laiklik karşıtı ‘risale (bildiri)’ basıp dağıttıkları saptanmış, kişiler adliyede tutuklanmışlardı. Foto muhabiri rahmetli Tolon Arlıhan ile eve gitmiş, polisin kapıyı mühürlediğini görünce bahçe duvarından atlayıp evin içindeki teksir makinesini, bildiri tomarlarının resimlerini çekerek haberleştirmiştik.” Bir süre sonra, mahkemeden gelen ‘celp’te ‘mesken dokunulmazlığını ihlâl’ suçundan hakkımda dâvâ açıldığı bildirilmiş. Ve sonrası yine kendi ifadesiyle: “Haberde, eve girdiğimizi itiraf ettiğim için 6 ay hapis cezasına çarptırıldım. Hafifletici nedenlerle cezam indirilip tecil edildi. İlk imzalı haberimle sabıkalı olmuştum.” Yazısının sonunda şöyle dertlenmişti Acar: “19 Kasım tarihli gazetelerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfının Saidi Nursi’nin görüşleri ışığı altında ‘İnsanlık onuruna lâyık bir dünya için adalet’ konulu uluslararası bir çalıştay toplantısı vardı. 30 ülkeden 150’yi aşkın konuğun katıldığı bildiriliyordu. Hacı Bayram’da teksir edilen, yasaklanmış ‘risaleler (bildiriler)’ savcıların önünde tartışılıyor ve ücretsiz dağıtılıyordu... ” Bunları sıraladıktan sonra, “50 yıl içinde ne değişim ama!” diyen Özgen Acar’ın yazısının başlığı da şöyleydi: “Nereden nereye Nurculuk?” 23 Kasım 2007 tarihli Cumhuriyet’te çıkan bu yazısının üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçtikten sonra Acar, “acar” bir gazetecilik örneği daha sergileyip, Cumhurbaşkanının Norşin gezisinden hareketle yeni “cevher”ler döktürmüş.
Desteksiz atınca fiyasko kaçınılmaz Norşin için “Bediüzzaman Saidi Nursi’nin karargâhı idi” deyip, “Nursi sözcüğü Norşin’in Kürtçe bozulmuş lehçe söyleniş biçimidir. Saidi Nursi Nurşinli Said demektir” diye “bilgi” satmış. Nurşin’le, Said Nursî’nin köyü Nurs’un farklı yerler olduklarını dahi bilmedikleri halde, üstelik çok orijinal bir keşifte bulunmuş tafrasıyla, “Cahil cesurdur” fehvasının yeni ve pervasız örneklerini sergilemeyi sürdürenlere ne demeli? Gerçi ilk haberini Nurcular hakkında yazan ve onda da “mesken dokunulmazlığını ihlâl”den mahkûm olan bir şahsa, sonra ne yapsa yakışır! İşin enteresan tarafı, 15 Ağustos’ta bunları yazan Acar üç gün sonra 18 Ağustos’ta aynı konuya tekrar dönerek, Said Nursî’nin, “Bugün adı Kepirli olan, Bitlis’in Hizan ilçesindeki Nurs köyünde doğduğunu” ifade ile, “Çevir kazı yanmasın” usûlünde, “çaktırmadan” ve hayli pişkince bir eda içinde bir “düzeltme manevrası” yaptı. Acaba ilk yazısındaki uydurmayı “çok orijinal bir bilgi”ymiş gibi kabullenip üzerine atlayan Vatan yazarı Reha Muhtar ve CHP’li Mustafa Özyürek gibiler, aynı kişinin üç gün sonra yaptığı bu “kıvrak düzeltme”yi fark edebildiler mi? Gül’ün Bitlis gezisinde bol bol Atatürk muhabbeti yapıldığı, buna karşılık hem orada dünyaya gelmiş, hem de yüz yıl önce gündeme getirdiği üniversite projesinin ilk ayağının bu şehirde hayata geçirilmesi gerektiğini söylemiş olan Said Nursî’den hiç bahsedilmediği halde, “Norşin Nurcuların karargâhı ve Kâbesidir” gibi, İslâmî hassasiyetlere de saygısız tahrikkâr söylemler kullanarak geziyi Nurcularla irtibatlandırma gayretlerinin altında başka hesaplar var. Ne var ki, “desteksiz atma” yöntemiyle işin içine girilince, sonuç onlar için de fiyasko oluyor. Yeni Çağ’ın 11 Ağustos’taki “Norşin, Cumhuriyet düşmanı Said Nursî’nin ilk medrese eğitimini aldığı yer” iftiracı manşeti de, resmi tamamlıyor. Daha doğrusu, iyiden iyiye çökmüş ve çaptan düşmüş bir Kızılelma koalisyonu karikatürünü... 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Açılımda unutulmaması gereken |
Meclis’in tatilde olduğu bir dönemde, hükümet tarafından “Kürt açılımı” olarak başlatılan, peşinden de Demokratik Açılım’a dönüşen, Başbakan’ın “Millî Birlik Projesi” diye adlandırdığı “açılım” Türkiye’nin gündemini belirliyor. Gözler konunun koordinatörlüğünü yürüten İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın temaslarında. Atalay, Meclis içindeki iki muhalefet partisi hariç partiler ve meclis dışı partiler başta olmak üzere, şehit yakınları, sivil toplum kuruluşları ile görüşüyor. Bakan pek konuşmayı tercih etmezken, karşı tarafı dinlemekle yetiniyor, notlar alıyor. Şimdiye kadar yaptığı görüşmelerle ilgili, önce Genelkurmay Başkanı, sonrasında Cumhurbaşkanına bilgi verdi. Bu bilgilendirmelerin ardından da mesele Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşüldü. Oradan da çıkan karar “açılıma devam” yönünde olunca, Atalay görüşmelerine devam ediyor. Sorunun ismi ne olursa olsun, artık birçok kesim bölgede bir sorunun olduğu konusunda hemfikir. Bu sorunun ekonomik, kültürel, siyasî birçok ayağı var. Bu sorunun tartışılmasında ve çözüme kavuşturulmasında CHP ve MHP “milliyetçi ve ulusalcı” söylemleri nedeniyle içinde yer almıyorlar. CHP’nin tutumu biraz daha farklı görünse de aynı noktada birleşiyorlar. Başbakan Erdoğan, liderleri ziyaret etse, belki de–en azından CHP kanadında–kapılar kapanmayabilir. Burada Cumhurbaşkanı Gül’e de görev düşüyor. Liderler zirvesi yapılabileceğini açıklasa da şu anda somut bir adım yok. Liderler arasındaki restleşme daha ileri boyutlara veya dönülmez noktaya gelmeden önce bu zirve gerçekleştirilirse sorunun çözümü daha fazla katkı sağlanacaktır. Burada, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sert ve suçlayıcı tutumunun, hatta görüşmek için kapıları kapatmasının meselenin çözümüne katkı sağlamayacağı kesin. Bahçeli’nin bu sert çıkışlarına aynı sertlikle cevap veren Erdoğan’ın tutumu da bu anlamda değerlendirilebilir. Mesele zaman zaman bir konuya düşürülmeye çalışılsa da, bu sorunun çözümü bir çok sorunun da köklü çözümüne bağlı. Meselâ, meseleyi sadece değiştirilen köy isimlerine indirgemek meseleyi çözümsüzlüğe itmek olacaktır. Muhakkak ki, bu önemli bir konu, ancak meseleyi sadece bir konuya endekslemek meselenin çözümüne yardımcı olmaz. Yılsonuna kadar bitirilmesi düşünülen demokratik açılımın neticeye ulaştırılması gerekiyor. Bu yapılmazsa, daha uzun süre mesele Türkiye’nin gündemine getirilemez ve sorun daha uzun yıllar devam eder. Bu yüzden adımların dikkatli ve sağlıklı atılması zarureti var. Bu arada, bir konuya da dikkat çekmek istiyorum. Erdoğan, demokratik açılım paketinde anayasa değişiklikleri olup olmayacağı yönündeki soruya, “O tür şeyler de var, ama biz tabiî mümkün olduğunca kolayı seçeceğiz. Mümkün olduğunca birinci derecede tabiî, kısa, orta, uzun derken uygulanabilirden işe başlayacağız. Engeller olmayacak, çünkü her şey biliyorsunuz kanunlar ve anayasa değişikliğiyle olmuyor, ama uygulanabilirliği olanlar neyse bunlardan işe başlamamız lâzım” cevabını veriyor. Ancak anayasa değişikliğinin şimdiden yapılamayacağının gösterilmesi doğru olmayacaktır. Çünkü, en büyük açılım şüphesiz ki, sivil ve özgürlükçü bir anayasa olacaktır. Köklü çözüm de bu şekilde olur. Bizce çözümün temeli de buradadır. Bu yüzden de şimdiden “anayasa değişikliği yapılamıyor” demek, meseleyi bir bakıma daha baştan taca atmak anlamına gelir. ATALAY’IN DİKKATİNE… Demokratik açılım için kurulan “devlet kadrosu”nda Dışişleri, Adalet, MİT, Jandarma ile birlikte Diyanet’ten görevlilerin olduğu gazete haberlerinde yer aldı. Peki, bu yeterli mi? 25 Temmuz 2009 tarihinde yazdığımız yazımızda konuyla ilgili, soruna çözüm aranırken “din unsuru”nun unutulmaması gerektiğini yazmış ve şöyle demiştik: “Güneydoğu sorunu konuşulurken, başvurulacak en önemli kaynak Risâle-i Nur’dur. Bediüzzaman bu mesele karşısındaki çözüm teklifleri dikkate alınmadan çözümün bir ayağı hep eksik kalır. Çünkü Bediüzzaman bu sorunu 100 yıl önce görmüş ve “çareleri”ni de açıklamıştır. Bediüzzaman önce üç problemi ortaya koymuş. Bunları “cehalet, zarûret (fakirlik) ve ihtilâf (ayrılık)” olarak açıklamış, çaresini ise “san’at, mârifet (ilim) ve ittifak (birlik ve beraberlik)” olarak saymıştır. Bu meselenin çözümü noktasında da özellikle eğitim meselesi üzerinde durmuş, Diyarbakır, Bitlis ve Van gibi merkezlerde Medresetü’z-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulması için büyük çaba göstermiştir. İşte çözümün anahtarı da budur…” Koordinatör Bakan Atalay birçok kişiyle meseleyi konuştu, ama sorunun çözümünün bu önemli ayağına dönük bir görüşme yapmadı. Bir kez daha hatırlatmış olalım… 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Cennetten çıkarılış |
“Hz. Âdem yasak meyveden yemeseydi de sürekli Cennette kalsaydık daha iyi olmaz mıydı?” Böyle bir soru zaman zaman insanların aklına gelebiliyor. Oysa insan biraz düşündüğünde Cennetten çıkmanın orada kalmaktan daha hayırlı olduğunu hemen anlayabilir. Bunun birçok izahı yapılabilir. Tarih boyunca insanların hâl ve hareketlerine, yaşayışlarına baktığımızda gerçekten Cennete lâyık insanlar kadar Cennete hiç de lâyık olmayan, “Böyleleri için Cehennem olmasa bile yaratılmalıydı” dedirttirecek nice insanların bulunduğunu görürüz. Bu da açıkça göstermektedir ki insanoğlunun başlangıçta Cennete konulması geçici bir süre içinmiş. Sonsuza dek kalabilmek için ise yapılacak bir kısım işler var. On İkinci Mektup’ta açıklandığı gibi birçok hikmetleri var Cennet’ten çıkarılışın. Her şeyden önce insanın yaratılış maksadı, misyonu dünyada bulunmasını gerektiriyor. Âdem (as) babamızla Havva anamızın yasak meyveden yemeleri ise dünyaya gönderilmeleri için sadece bir sebep. Nitekim Hz. Âdem’le Hz. Musa ruhlar âleminde sohbet ederlerken Hz. Musa’nın sorduğu bir soruya karşılık Âdem (as) babamızın verdiği cevap da bunu gösteriyor: “Ey Âdem, sen bizim babamızsın. Cennetten çıkarılmamıza sebep oldun ve bizi perişan ettin?” dediğinde Âdem (as) babamız şu cevabı vermiş: “Sen Musa’sın. Allah seni kelâmına muhatap kılarak üstünlük verdi. Dest-i kudretiyle sana kitap yazdı. Beni yaratmadan kırk yıl önce takdir ettiği bu hususta beni nasıl kınarsın?”1 Demek bu bir takdir. İnsan nesli dünyaya gelmeliydi. Cennet bir sonuçtu, uçtu, zirveydi. Ona hak edilerek girilecekti. İnsanın yapısı ve yaratılışı dünyada yaşayıp sonra ahirete gitmeyi gerektiriyordu. Çünkü Allah’ın günah işlemekten uzak melekleri vardı. Makamları sabitti onların. İlerlemeleri de, gerilemeleri de mümkün değildi. Yine makamları sabit olarak yarattığı hayvanlar vardı. Cenâb-ı Hak önüne iki yol açılan birinden gittiğinde melekleri dahi geçebilecek, diğerinden gittiğinde de hayvanlardan dahi aşağı düşebilecek bir de insanoğlu yaratmak istemiş ve bu maksatla Hz. Âdem’i yaratmıştı. Yeryüzünün halifesi olma gibi yüksek bir makama yükseltmişti insanı. Cenâb-ı Hakk’ın vekili olacak, O’nun adına tasarrufta bulunacaktı. Dağların, taşların göklerin taşımaktan kaçındığı bu görevin yerine getirilmesi için yeryüzüne gelmeliydi. Cennete amellerin neticesi olarak gidilecek, lâyık olanlar oraya gönderilecekti. İşte bunun için dünyada bulunmalıydı. Yasak meyveden yeme de buna vesile olmuştu.
Dipnot: 1- Müslim, 4:2042. 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Boşanma, meşrû daire, keyf ve hedonizm |
Ne yazık ki, son senelerde şu nâhoş cümleler sık sık duyulur oldu: “Evlenmeyeceğim; bekârlık sultanlıktır!”, “Mutsuzum!”, “Geçimsizlik canımıza tak etti, boşanıyoruz!” Elbette, evlilik işkenceye dönüşmüşse; onu zorla devam ettirmenin anlamı yok. Bir meyve dalından kopmuşsa, onu oraya yapıştırmanın bir faydasının olmayacağı açıktır. Yalnız, boşanmanın sebep ve sonuçları çok ince bir elekten geçirilip, çok iyi tahlil edilmeli. Sonuna kadar da bütün meşrû yollar, çareler denenmeli. Zirâ, insan olan yerde sıkıntı ve problem vardır. Boşanma ile çok daha büyük kayıp, acı ve işkencelerle karşılaşılabilir. Önemli olan bunlara bakış açısı ve yaklaşım tarzıdır. Acaba, basit meseleleri dağ gibi büyütüyor muyuz? Türkiye’deki boşanma oranı binde 1.4. En önemli faktör geçimsizlik. Geçimsizliğin sebepleri: Uyumsuzluk, ilgisizlik, sorumsuzluk, eşler arasında kopukluk, kıskançlıklardan doğan anlaşmazlıklar ve ekonomik sıkıntılar… Şu rakamlar aile hesabına, İslâm toplumu adına ürkütücü: 2001 yılında 91 bin 994, 2002’de 95 bin 323, 2003’te 92 bin 637, 2004’te 91 bin 22, 2005’te 95 bin 895, 2006’da ise 93 bin 489 kişi boşanmış. Boşananların yaklaşık yüzde 40’ının eğitimi lise ve dengi okul seviyesinde ve yüzde 90’ı şehirlerde yaşıyor. Araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından birisi, boşananların büyük bölümünün, tanıştırılarak veya bir süre flört ettikten sonra evlendiklerinin görülmesi. Yani, boşananların yüzde 90’ı evlilik kararını kendileri vermiş. Boşanmış kadın ve erkeklerin evlenmelerinde birinci sebep olarak da, ‘aşık olmak’ belirtilmiş.’’ (Evlenirken bir düşünmek, bin araştırmak gerekirken; evlilik “bin düşünmek, bir araştırmak” olarak gerçekleşiyor. Çabuk evlilikler, çabuk boşanmalara sebep oluyor.) Bu tesbitler, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nce yapılan ‘’Boşanma Nedenleri’’ mevzulu araştırmanın sonuçları. *** Geçimsizlik, ekonomik değil, sosyal. Zirâ, boşanmaların birinci sebebi ekonomik değil, eşlerin birbirinin beklentilerine cevap vermemesi. Geçimsizliğin temel sebebi, uyumsuzluk, birbirine küfüv (denk) olmama, dengesizlik. Uyumsuzluğun ana sebebi ise, egoizm ve hedonizm. Bugünün eğitim ve terbiye metodu, lezzetkolikliği, o da bencilliği körüklüyor. Dolayısıyla, fertler, beklenti içine giriyor. Diğergamlık (îsâr) olmayınca beklentilere cevap verilemiyor. Şiddetli geçimsizlik doğuyor. “Homoeconomist”, yalnız ekonomik düşünen insan; nefse, maddeye, bedene hizmet ediyor. Ruh, kafa ve gönle bakmıyor bile. Yani, dikkatler nefse endekslenmiş. İhtiraslar alabildiğine palazlandığından, eşler, lezzetini başkasının lezzetsizliğinde ve zararında görüyor. “Acılardan kurtulmak ve lezzetlere kavuşmak için” her yol mübah sayılıyor. Gayet tabiî ki, “acılardan kurtulup zevk ve lezzetlere koşalım” derken; boşanma faciaları, “çocuk ve aileleri” de etkiliyor, acılar katlanıyor, lezzetler acılaşıyor! Haddizatında helâl dairesi keyfe kâfi, gayr-i meşrû daireye girmeye gerek yok. Meselâ, inek, deve, geyik, balık etinden pekçok kuş etlerine kadar hemen hepsi helâl. Yalnızca domuz eti ve leş yasaklanmış. Bunları yemeye ihtiyaç olmadığı gibi, diğerlerinden daha lezzetli de değil! Su, süt, ayran, nar, üzüm suyu gibi çeşitli meşrubatlar, kahve, çay, gibi bütün bitkisel suların tamamı helâl ve keyfe kâfi. Sadece yıllanmış üzüm suyu ve benzerlerine izin verilmemiş…Meşrû dairede kuvve-i şeheviyeyi tatmin (yeme-içme ve sâir lezzetler) mümkün. 23.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Edep dersi almalıyız! |
“Aramızda yaşayan Müslüman kadınlardaki ar duygusunun, yitirilmiş değerlerimizi yeniden keşfetmemizi sağlayabileceğine inanıyorum” (21 Ağustos 2009, Yeni Asya) Bu sözler İtalya’da ana muhalefetteki Demokrat Parti’nin Veneto Bölgesi Kadınlar Kolu Başkanı Agostini’ye ait. Ülkede yaşayan Müslüman kadınların haşemalı havuza girmesi değişik çevrelerden farklı yorumlar almış. Kimisi “Gidip kendi ülkelerinde denize girsinler” derken, habere göre kimi çevreler bu durumu kültürel bir zenginlik olarak yorumlamış. “Açılma kadar örtünme hakkına da saygı duyulmalı!” diyenler de mevcut. Tesettür emr-i İlâhîsine tabi olan kadınların sayısı Batı’da arttıkça medyadaki tesettürle ilgili haberlerin artışı da normal aslında. Tesettürlü kadınların, genç kızların Avrupa ülkelerinde eğitim, çalışma haklarıyla ilgili çok çeşitli problemleri gazetelerde sıkça okumaktayız artık. Dolayısıyla örtünme İlâhî emrine uygun yüzme sporu kıyafeti olarak tanımlayabileceğimiz haşemalar da artık uluslar arası arenada! Vatikan’ı bağrında barındıran İtalya’dan ilginç sesler yükseliyor değil mi? Birkaç ay önce ekonomik kriz dolayısıyla sarsılan dünya ülkelerine Vatikan’ın resmî gazetesinde yayınlanan bir makalede krize insanların aç gözlülüğünün sebep olduğu belirtilerek “Ekonomimizde Müslümanların zekât sistemini örnek almamız gerekiyor” denilmemiş miydi? “Müslüman kadınlardan edep dersi almalıyız!” diyen Bayan Agostini’nin sözlerini okuyunca fıtrat dini olan İslâmın hakikatlerine bütün insanların muhtaç olduğu hakikatini bir kez daha hatırlamış olduk. Ruhumuzu detokslayalım! Detoks, vücudun toksinlerden yani bütün zararlı maddelerden arınması anlamına geliyor. Alternatif tıbbın da yardımıyla günümüzde türlü çeşidi mevcut. Vücudumuzun bakımının çok önemli olduğu bir gerçek. Peki ruhumuzu zararlı alışkanlıklardan, sözlerden, davranışlardan arındırıp nefsimizin, türlü hazlarımızın baskısından nasıl kurtaracağız? Ruh bakımını nasıl gerçekleştireceğiz? Bu sorunun cevabı dinimizin aslî kaynakları olan Kur’ân ve hadislerde mevcut. Ama günümüzde sağlıklı hayat, “detoks-arınma” konusunda ihtisaslaşmış uzmanlar da bilimsel açıdan bunun reçetesini veriyorlar. Ne ilginçtir ki, iki reçete de büyük ölçüde aynı. Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, Hürriyet gazetesindeki yazısında sağlıklı bir hayat için dengeli beslenme kadar “tevekkül”ü de alternatif bir tedavi metodu olarak tavsiye etmekte. Sabırsızlık asrının insanlarına bir bilim adamından ilmî bir nasihat! Dr. Ender Saraç ise yalan, kıskançlık, dedikodu, hased, rekabet gibi hislerden kendimizi uzak tutarak ruhumuzun bakımını gerçekleştirebileceğimizi ifade etmekte. (Bizim Aile dergisinin Ağustos sayısında değerli arkadaşlarımızın kendisiyle yaptığı sohbet bu açıdan çok faydalı. Okumanızı tavsiye ederim.) İlk günlerini yaşadığımız Ramazan ayında bedenimize ve mânevî lâtifelerimize tutturduğumuz orucun hem beden, hem ruh bakımı açısından muhteşem bir ay olması da Rabbimizin bir iltifatı. İyi değerlendirmek gerek bu fırsatı! Ummandan katreler! Peygamberimizin (asm) Ramazan ayı ve oruçla ilgili o kadar hoş tavsiyeleri var ki, ummandan katre misâli bir kaçını buraya da alalım. Ruh, kalb ve beden bakımını bir de hadislerin penceresinden tefekkür edelim: Evinizde hep oruçlular iftar etsin! “Evinizde hep oruçlular iftar etsin! Yemeğinizi iyiler yesin. Melekler de duâcınız olsun!” Peygamberimiz (asm) Sahabelerden Sad bin Ubade’nin evine geldiğinde Hz. Sad ona zeytin ve ekmek ikram etti. Âfiyet ve şükürle bu ikramı yiyen Peygamberimiz (asm) Hz. Sad için yukarıdaki bu duâyı yaptı. (Riyazüs Salihin) Çocuklarımıza öyküsüyle birlikte ezberletebileceğimiz kısacık bir yemek duâsı aynı zamanda öyle değil mi? Zeytin ve ekmeğin öğünden sayılmadığı her türlü israfın şükürsüzlüğün yaygın olduğu günümüz insanına ne güzel bir Asr-ı Saadet fotoğrafı! Orucu zedelemek! “Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikten sonra, tutana kalkandır” dediğinde yanındaki Sahabeler sordular: “Oruç ne ile zedelenir?” “Yalan ve dedikodu ile” buyurdu Peygamberimiz (asm). İşte günümüz uzmanlarının ruh bakımı-detoksu için tavsiye ettiklerini, 14 asır önceden haber veriyor Resûlullah (asm). Hem de küllî bir şekilde! Zira ibadetler dünyevî faydaları için yapılmaz. “İbadetlerin semeresi uhrevîdir” der Bediüzzaman Hazretleri. Yalan söylemeyip, gıybet etmediğimizde ruhumuzun, kalbimizin ferahlaması, ölüm sonrası hayatımızda alacağımız ödüllerin öncü habercileri hükmünde! İbadetlerimizin, eğer kabul edilirse, mükâfatlarını elbette ancak Rabbimiz bilir! Susarak tesbih etmek! “Oruçlunun susması tesbihtir. Uykusu ibadettir. Duâsı makbuldür. Yaptığı amellerin karşılığı kat kat verilir.” (Câmiü’s-Sağîr) Suskunluğun zikre, uykunun ibadete dönüştüğü bir aydayız. Yaptığımız her duânın kabulü kuvvetle muhtemel. Bize düşen vazife dikkatle hareket etmek! 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Her şey için Allah’a şükür borçluyuz |
Salih Bey: “Orucun şükre bakan yönü nedir?”
Biz her şey için Yüce Allah’a karşı şükür borçluyuz. Öyle ki, her isteğimiz karşılanıyor. Her ihtiyacımız görülüyor. Her derdimiz derman buluyor. Her duâmız cevap buluyor. Her dileğimize bakılıyor. Her acımıza inâyetle çare yetiştiriliyor. Gözümüz yollarda bırakılmıyor. Elimiz boş çevrilmiyor. Gönlümüz cevapsız terk edilmiyor. Hayatımız her saniye şefkatle ve ilgiyle kucaklanıyor. Mübârek Ramazanın orucu ile Allah’ın nimetlerinden kısmen, yani belirli bir süre el etek çekmekle, Allah’ın nimetlerinin kıymetini çok iyi anlıyoruz. Allah’ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu çok iyi kavrıyoruz. Olmasaydı, olmayacaktık derecesinde! Verilmeseydi, yaşamayacaktık ölçüsünde! Ekmeksiz, susuz, midemizin isyanlarına bakılmadan, ciğerlerimizin yangınına cevap verilmeden hayatımızı düşünmek bile mümkün değil! O halde şükürsüz hayat nasıl mümkün olabiliyor? Bu insan kadir kıymet bilmez bir yaratık mı? Teşekkürsüz bir hayatı insanlar arasında düşünmek bile tek kelimeyle vahşet! Ya Allah’a karşı şükürsüz yaşamak, ne kadar vahşet, ne kadar kabalık, ne derece dehşet olduğu açık değil mi? Ramazan Risâlesi’nin İkinci Nüktesi’nde Bedîüzzaman Hazretleri, Ramazan orucunun Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetini nazara veriyor. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, çok kıymettâr olan o nimetleri elinden aldığımız tablacıya bir bahşiş verdiğimiz halde, asıl mal sahibini, asıl göndericisini, asıl yaratıcısını tanımamak, görmezden gelmek ve yok saymak sonsuz derece akılsızlıktan başka bir şey değildir! Nitekim Cenâb-ı Hak hadsiz nimetlerini, tam zevkimize göre cins cins, tür tür, çeşit çeşit, her mevsimde ayrı ayrı olacak şekilde yeryüzüne yaymış ve sermiştir. Tabiîdir ki, o nimetlerin karşılığında şükür istiyor. O nimetlerin görünen sebepleri ise, yani bize getiren aracılar ve eller ise tablacıdan başka bir şey değildir. Oysa tablacılara, bize getiren ellere, aracılara, üreticilere, bir fiyat vermeden, onlara minnettâr olmadan, onlara teşekkür etmeden, onları yok sayarak almıyoruz! Hattâ müstahak olmadıkları pek çok hürmeti ve saygıyı gösteriyoruz. Halbuki o nimetleri hakikî veren, yaratan, halk eden, sırf bizim için var eden, yokluk göstermeyen, darlık göstermeyen Allah (cc), o nimetler vasıtasıyla, o aracılardan ve sebeplerden hadsiz derece daha fazla şükre lâyıktır! İşte Allah’a teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını tam hissetmekle mümkündür. Ramazan-ı Şerif’teki oruç da bize bunu sağlıyor! Hakîkî, hâlis, içten, riyâsız, gölgesiz, gösterişsiz, samîmî, kapsamlı ve geniş bir şükrün anahtarını bize veriyor. Çünkü bu insanlar sâir vakitlerde mecburî olarak aç ve susuz bırakılmazlarsa, hiç aç kalmadıklarından, hiç susuzluk nedir bilmediklerinden, nimetlerin yüksek ve hayatî kıymetini bile fark etmiyorlar, anlamıyorlar! Onlarsız olur zannediyorlar! Olmadığını görmeleri gerekiyor! Meselâ bir parça kuru ekmek, dâimâ tok olan zenginin gözünde nimetten bile sayılmıyor! Oysa onda yüksek bir nimet derecesi vardır. Bunu ona göstermek gerekiyor ve hissettirmek gerekiyor. Halbuki o kuru ekmeğin bir mü’minin nazarında çok kıymettâr bir nimet olduğuna iftar vaktinde dili şahitlik ediyor, mîdesi şahitlik ediyor, gözü şâhitlik ediyor. İşte Ramazan-ı Şerifte padişahtan en fukaraya kadar herkes, o nimetlerin kıymetlerini anlamakla mânevî bir şükre mazhar oluyor. Sonra; Bedîüzzaman’a göre, gündüzde yemek ve içmekten alıkonulması cihetiyle insan şunu tam anlıyor ki: “O nimetler benim mülküm değil! Çünkü ben onları yemek ve içmekte hür değilim! Demek, başkasının malıdır! Başkasının verdiği şeydir! Eğer gerçekten benim mülküm olsaydı kimse beni onları yemekten ve içmekten alıkoymayacaktı! Kimse elimi tutmayacaktı! Şu baş döndüren açlığa karşı kimse beni onlardan vazgeçiremeyecekti! Oysa ben onları yemek için emir bekliyorum! Ferman bekliyorum! Onları, gerçek sahibi olan Allah’ın adıyla yiyebileceğime dâir yüksek sesle yapılacak ilânı, Allah’tan gelecek izni ve müsaadeyi bekliyorum! Demek onlar Allah’ın mülküdür!” İşte Ramazan-ı Şerif’in orucu bu cihetiyle hakîkî insanlık vazifesi olan şükrün anahtarı hükmüne geçmektedir. 1
Dipnot: 1- Mektûbât, s. 388 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
“Artık her yerde, Peygamberimi (asm) yanımda hissediyorum!” |
Okuma programından nurlu haberler var! Her okuma programı, öncesi ve sonrasıyla apayrı nimetler taşıyor dünyalarımıza. 30 öğrencimizle, yeni bir Rize okuma programımız, hayatımıza yepyeni güzellikler kattı. Bu iklimden büyük küçük hepimiz etkileniyoruz. Dünyamızın yeni bir donanım kazandığını anlıyoruz. Okumalarımızın değiştiğini, gözlemlerimizin daha bir nurlandığını idrak ediyoruz. Aklımız, kalbimiz, ruhumuz nurla gıdalanıyor. Kıyamet asrında ruhumuz rahatlıyor, derin bir nefes alıyor ve ‘elhamdülillah’ diyoruz. Durum büyükler için böyle olduğu gibi, küçükler için de pek farklı değil. Hatta böyle programların küçüklerin dünyasındaki izleri daha bir büyük oluyor. Bir eğitimci için en güzel şey, yapılan programın müsbet şekilde davranışa dönüşmesidir. Çünkü programın ne kadar etkili ve yapıcı olduğu, program sonrasındaki kişilerdeki davranış değişiklikleridir. Bu gözle, programa katılan gençlerimizin program sonrası davranış değişikliklerini takip ediyor ve duâlar ediyoruz.
İslâm Yaşar’la tatlı sohbetler Program sonrasında gittiğimiz memleketimiz Mersin/Bozyazı’da, öncelikle kıymetli ağabeyim Selahattin Yaşar’la (İslâm Yaşar) tatlı zamanlar geçiriyoruz. Selahattin Yaşar’la geçen zaman dilimleri hakikaten hayatın daha dinî, daha vicdanî ve daha nuranî olduğu zamanlar oluyor. İslâm Yaşar, şükür ki, müstear da olsa, ismini lâyıkıyla taşımaya çalışıyor. Adeta onun davranışlarında İslâm yaşıyor. İslâm'ın hakikatlerini davranışlarla izhar etmek bu olsa gerek.
Bozyazılılara teşekkürler! Mersin Bozyazı’da maddî ve manevî sıcak bir iklimle karşılaşıyoruz. Bozyazılılar, Antalya yolu üzerindeki Nur medreselerini çok güzel tanzim etmişler. Burası, maddî ve manevî tahassüngâh olmuş. Yazın, sıcak ve nemli ortamlarından klimalı odalarda çay içerek risâleler okumak ve dersler yapak çok anlamlı. Bozyazılılar, dershanelerini kendi evleri gibi düşünerek, kendi evlerinde varolan donanımı ve eşyaları, dershanelerinde de istemişler ve her türlü teknolojik aleti deruhte etmişler. Ve klimalı odalar, çamaşır makinesi, buzdolabı gibi eşyaları temin etmişler. Yani Nur mekânını, her nur kardeşin çok rahat yaz programı içerisinde kalabileceği bir mekân haline getirmişler. Bozyazı’nın o boğucu, nemli yaz sıcağı Nur medresesinde yerini, serin ve selâmetli bir iklime bırakıyor. Biz de buradaki geçen zaman dilimlerimizde oldukça tatlı sohbetler ve maddî ve manevî bir sığınma ortamı yaşamış olduk. Böyle ortamlara bu mekânların çoklukla ihtiyacı bulunuyor. Allah emeği geçenlerden ve sebep olanlardan ebediyen razı olsun. Burada hemen saygıdeğer Arif Kır Ağabeyden, genç kuşak hizmet erlerinden Ersan’dan, Ferhat’tan, Ahmet Beylerden bahsetmeden geçmek olmaz. Şimdilerde ise, yeni yeni hizmet projeleri içerisindeler. Onlara duâlar edelim.
Mustafa Serhat ve Hande Nur’a tebrikler! Yaz programlarımızın bir kısmı, memleketimiz Mersin’in Bozyazı ilçesinde geçiyor. Anne babamızın, ağabey ve ablamızın bulunduğu sıla-i rahim mekânı. Şartları ne olursa olsun, insanın kendi doğup büyüdüğü mekânlar, hatıralarının olduğu topraklar daha bir anlamlı geliyor insana. Bu çerçevede Bozyazı’dayız. Risâle-i Nur Talebeleri her yerde olduğu gibi burada da bir muhteşem duruş sergiliyorlar. Küçük, kıyı ilçesinde ağır, ama istikrarlı, istikametli bir hizmet yürütüyorlar. Nitekim Şubat ayında İnşallah Bozyazı’da bir okuma programı düşünülüyor. İlçemizde bizim Rize program arkadaşımız yeğenim Mustafa Serhat ve ablası Hande Nur ile karşılaşıyoruz. Mustafa Serhat henüz ortaokul öğrencisi, ablası Hande Nur ise, lise dörde gidiyor. Mustafa ve Hande’deki okuma programının yansımalarını anne ve babasından alıyoruz. Geri dönüşüm bilgileri oldukça güzel. Biz de şükrediyoruz. Mustafa Serhat’ın bir cümlesi çok dikkat çekici idi. “Amca, ben daha önce ara sıra namaz geçiriyordum. Ama artık okuma programından sonra namaz geçirmek yok” diyor. Kendi kendime, sadece bu cümleyi duymak için bile bu program değerdi diyorum. Bir şükür daha!
Okuma programları, hayatı programlıyor Okuma programlarının gerçekten hayatı programladığına bizzat şahit oluyoruz. Eşimin başlarında bulunduğu bir programa katılan bayan öğrencimizin, “Ben daha önce akrabaların -gayr-i meşru- düğünlerine falan çok rahat katılıyordum. İnsanların işledikleri günahları gafilce seyrediyordum. Artık gafilce davranışların seyircisi değilim” demiş. Ve bu öğrencimiz bulunduğu semtte annesini de katarak haftalık Nur dersleri başlatmış. İnsan bu haberleri duyar da, nasıl yeni yeni programlar heyecanı içerisinde olmaz. Tebrikler! Tebrikler!
“Peygamberimi her yerde yanımda hissediyorum” Yine program arkadaşlarımızdan Kasım Akıllı ve Mehmet Ersöz, programdan döndükten epey sonra, baktım bana programdaki bir dersi hatırlatıyorlar. “Hocam” diyorlar, “Artık Hazret-i Peygamberi (asm) gittiğimiz her yerde yanı başımızda bir arkadaş ve bir yoldaş olarak hissediyoruz” diyorlar ve ekliyorlar, “Her şey yaratıcısını gösteriyor, yaratıcı bağlantılı olarak düşünülen her şey güzelleşiyor.” Böyle gençler için Rabbime şükrediyorum ve ‘Rabbim böyle imanlı gençlerin sayılarını arttırsın’ diyorum. Bu muhteşem ve muhterem gençleri de alkışlıyorum. Böyle gençlere ahir zaman evliyaları gözüyle bakmak tam yerinde. İşin güzel tarafı da, program gençleri artık birbirleriyle görüşüp konuşuyorlar ve birlikte programlar yapıyorlar. Arkadaş ihtiyacı kaçınılmaz, ama güzel olan, ortak düşüncelerin hakim olduğu, içinde okumaların, namazların bulunduğu arkadaşlıklar kurmaktır. Yaşasın sıdk, ölsün ye’is! Hayatımızın son demlerine kadar nurlar okumaya, nurlar yazmaya ve nurlarla yaşamaya devam diyor ve Rabbimize nurlu programlara devam etmek için söz veriyoruz. Bu sözümüzü yerine getirmemize yardım et Allah’ım! Bizi ve bu gençleri son nefesimize kadar imanla yaşat! Amin. 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Kur’ân-ı Kerim Yahudi iddialarına cevap veriyor |
İsrail’in Temeli (5)
Siyonist Yahudilerin Filistin toprakları üzerinde hakları olduklarına dair iddiaları iki ana noktada odaklaşmıştır. 1- İbrahim’in torunlarından olduklarından; Hz. İbrahim’e vaad edilen toprakları, kendilerine de vaad edilmiş sayılmaktadır. Ki, toprakların sınırları açıktır. Filistin’den tut, Türkiye’nin güneyi dahil olmak üzere Irak’a, oradan da Medine’ye kadar uzanır. 2- Yahudiler diğer milletlerden üstün tutulmuştur. Buna bağlı olarak Yahudiler “seçilmiş kullar”dırlar. Kur’ân-ı Kerim Yahudilerin bu iddialarına cevap vermektedir. Yahudiler kendilerini Hz. Yakup’un on iki oğlundan biri olan Yahuda’ya nisbet ederler. Ve, Hz. İbrahim’e vârislik hususuna oğlu Hz. İsmail’i yaklaştırmadıkları gibi, Yakup’un diğer oğullarını da asla yaklaştırmazlar. Bilindiği gibi, Hz. Yakup’un diğer bir ismi de ‘İsrail’ idi. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Yakup’un on iki oğlundan (içlerinde Hz. Yusuf ve Bünyamin de var) ve bunlardan türeyen nesilden, Benî İsrail (İsrailoğulları) diye söz eder. Kur’ân-ı Kerim, Benî İsrail’in Allah’a şirk koşmayıp atalarının dini olan İslâm dini üzerinde olmaya ve bu uğurda mücadele etmeye söz verdiklerini beyan ediyor. “Çünkü Rabbi ona (İbrahim’e) ‘Müslüman ol’ demiş. O da ‘Âlemlerin Rabbine boyun eğdim’ demişti.” (Bakara, 131) “Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti. Yakup da ‘Oğullarım! Allah size bu dini (İslâmı) seçti, o halde Müslüman olarak ölün’ dedi.” (Bakara, 132) “Yoksa Yakub’a ölüm geldiği zaman siz oradamı idiniz? (Yakup) oğullarına ‘Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?’ demişti. Onlar ‘Senin ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur’ dediler.” (Bakara, 133) Âyetlerden de anlaşılacağı gibi İsrailoğulları İslâm dini üzerine olmaya and içmişlerdir. Lâkin, zamanla Rablerine vermiş oldukları bu sözü unutmuşlar ve ilâhî emre isyan edip dinlerini tahrif etmişlerdir. Dahası, Allah’ın İsrailoğullarına gönderdiği Şuayb, Zekeriyya ve Yahya gibi nice peygamberi öldürmüşlerdir. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak kendilerine bahşetmiş olduğu servetleri, maddî ve manevî hakimiyeti ellerinden almış, üzerlerine gazap indirmiştir. “İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına) Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.” (Bakara, 61) Kur’ân-ı Mübinde birinci iddiaya daha da açıklık getiren Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Allah katındaki din İslâmdır.” (Âl-i İmran, 19) “Kim İslâm dininden başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran, 85) Böylece Rabbimiz, razı olduğu dinin İslâm dini olduğunu kesin olarak ortaya koymuştur. Peki, Yahudilerin atamız dedikleri Hz. İbrahim’in dini neydi? Cenâb-ı Hak bu soruya da cevap veriyor: “İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan, dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmran, 67) Bu âyete göre, Hz. İbrahim inanç olarak Yahudilerden değildir. Dolayısıyla,Yahudiler de Hz. İbrahim’in vârisleri değildirler. Tabiî olarak, Tevhid dini İslâma inanması yüzünden Hz. İbrahim’e vaad edilen toprakların gerçek sahibi de Yahudiler değildir. Yahudiler Hz. İbrahim’in vârisleri değillerse, Hz. İbrahim’in vârisleri kimlerdir? Aşağıdaki âyet bu soruya cevap veriyor: “İnsanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin dostudur.” (Âl-i İmran, 68) Âyetlerden anlaşılacağı gibi Peygamberin ehli demek ona kayıtsız şartsız tâbi olmak demektir. Selman Fârisî, Süheyl Rumî, Bilâl Habeşi Hz. Muhammed’e (a.s.m.) imanlarıyla ehil olurken, amcası Ebu Leheb yeğenine gönderilen risalete inanmadığı için ehil de olamamıştır. Hucurat Sûresi 10. âyette “Şüphesiz ki mü’minler birbirlerinin kardeşidirler” diye buyuruluyor. Allah’ın dinine inananlar birbirlerinin manevî babası, annesi ve kardeşleridirler. İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi olan din birliği ortadan kalkınca, aynı nesepten olmak Allah katında birşey ifade etmez. Nitekim Hz. Nuh’un, babasına isyan eden oğlu, Nuh’un ehli olmaktan çıkmıştır. Bu yüzden, babalık duygusuyla oğlunun helâk olmasından korkan Hz. Nuh’un, oğlu hakkındaki duâsı kabul edilmemiştir. “Nuh Rabbine duâ edip dedi ki; ‘Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin.” (Hud, 45) “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan birşeyi Benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud, 46) Mukaddes toprakların Yahudilere verildiği hususuna ise Enbiya Sûresi 105. âyet cevap vermektedir. Âyette, Allah’ın dinine inanıp iyi ve salih ameller işleyenlerin mukaddes toprakların sahipleri olacakları buyurulur: “And olsun ki Zikir’den (Tevrat) sonra Zebur’da da, arza iyi, salih (lâyık) kullarım elbette vâris olacaklardır diye yazmıştık.” Allah katında salih olmak demek, O'nun emirlerine şeksiz şüphesiz teslim olup gönderdiğiyle amel etmektir. Yoksa, Allah’a şirk koşmak, peygamberleri öldürmek, Tevrat’ı tahrif etmek, yasak olduğu halde faiz yemek, (Hz.Meryem’e yaptıkları gibi) namuslu kadınlara iftira atmak değildir. 23.08.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Yasemin YAŞAR |
|
Davranış ve duygunun ölçü ve ayar zamanı |
İktisat prensiplerinin hiçe sayıldığı, çalışma ve üretme bilincinin felce uğradığı zamanları yaşamaktayız. Yapay ihtiyaç üretimi, reklâm ve benzeri araçlarla kişilerin iradeleri esir alınmakta, reklâm bombardımanları ile zihinler ürün katalogları haline getirilmektedir. Gayr-i zarûrî ihtiyaçların tatmini için çok sayıda mal, reklâm vasıtası ile insanların nazarlarına sunulmakta, insanlar da bu kadar çok seçme özgürlüğü karşısında aslında iradesi elinden alınmış zavallılar durumuna düşürülmektedir. İnsan, hayır ve şer, ulvî ve süflî pek çok hislerin tarlası hükmündedir. Dolayısıyla kapitalist tuzaklara düşmeye müsâit birçok duygu taşır. Bu duygu ve hislerin tahrik edilmesi neticesinde ulvî hisleri baskılanmakta ve insan sadece bu süflî hislerin hâkim olduğu zavallı bir hâle dönüşmektedir. Şeytan bugünkü sefih medeniyet zemininde kolayca işlettiği vahşî ve ilkel (süflî) duygular ve hisler sayesinde insanı insanlıktan çıkarıp, hazcılık, çıkarcılık, ırkçılık, enaniyet gibi duyguların esâretine itmektedir. Öyle ki bu sistem, insanın duygusal olarak nasıl tutsak edileceğini, gayr-i zarûrî ihtiyaçların nasıl zarûrî hale getirileceğini, had konmayan kuvvelerin haddini bildiren şeriatın emrinden nasıl koparılacağını bilerek hareket etmekte ve ona göre teknoloji veya hislere hitap eden câzibeler oluşturmaktadır. Merak duygusu tahrik edilerek insan ister istemez bu teknoloji ve cazibenin içine çekilmekte ve bu yeni gelişmelerin karşısındaki zaaf olan duygusu ile “Şunu da dene”, “Bunu da dene”, “Şu da olmalı”, “Bu da olmalı” söylemleriyle kışkırtılmaktadır. Bu günlerde şıkça duyduğumuz, “Merak ne güzel şey, ne güzel şey merak” diye devam eden reklâm, işte insanın kışkırtılan bu duygularının melodili söylemlerinden başkası değildir. Bunun gibi nice reklâmlar ile, olmazsa olmazların sayısı her geçen gün artmaktadır. Şükür, iktisat ve kanaat hislerinin en yoğun biçimde yaşanması gereken Ramazan ayı, aynı zamanda tüketim çılgınlığının da tavana vurduğu bir ay olarak dikkatleri çekmektedir. Nefsi terbiye fırsatı olması gereken Ramazan ayı, haddi aşan yemek içmeklerle nefsin şımartıldığı bir ay haline getirilmeye çalışılmaktadır. Hemen hemen her tv kanalında Ramazan’a özel reklâmlar, hep tüketime, israfa, gayr-i zarûrî ihtiyaçları zarurî hâle getirmeye yönelik yapılmaktadır. Oysa Ramazan ayı, insanın hem itikadî, hem şahsî, hem içtimâî hayatını, hem de bedenin sıhhatini temin gibi pek çok hikmetlerle dolu bir aydır. Ramazan ayı, Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetinin idrak edildiği ölçüde, kulluğun yaşandığı, nimetlere şükretmeyi ve değerini bilmeyi sağlayan bir aydır. Çünkü şükretmeyen bir insan takdir edemez, değer bilemez. Değerini bilemeyince de israf eder. Şükretmeyen insan nimetle Mün’im (Nimet Veren) arasındaki bağı kuramadığı için, nimetlenirken Allah’ın nimeti gönderme vesilelerinin de kıymetini bilmez. Böylelikle hem nimetlere vesilelik yapan tabiat çevresi, hem de sosyal çevre ile barışık olamaz. Hâsılı; Ramazan ayının feyiz ve bereketi, sünnet-i seniyyenin hayatımızda yaşanır hâle gelmesiyle doğru orantılıdır. İftar sofralarındaki israfla, mideleri tok vicdanları aç bırakmamak gerekir. Oruçlu ve dili Kur’ân’lı olduğumuz bu ayı, dengemiz ve ölçülerimizi sarsmadan bütün davranış, his ve duygularımıza sünnet-i seniyye ayarı yaparak ve asıl olan ahiret yurdunu unutmadan geçirmek duâsıyla… 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Muzır manilerin de çaresi vardır |
Hayırlı hizmetlerin muzır manileri olsa da, o muzır manileri, o zararlı engelleri bertaraf etmenin çareleri de elbette vardır. Maniler ne kadar çetin, ne derece aşılmaz gibi görünse de, onları aşıp hedefe ulaşmanın bir yolu, bir formülü mutlaka vardır. Yeter ki çaresizliğe, ümitsizliğe düşmeden, bıkmadan, usanmadan, azimle ve kararlılıkla o çareleri arayıp bulalım ve onları doğru şekilde istimâl edelim. Bizi hayırlı hizmetlerimizden alıkoyan sebep ve manilerin tedbir ve çareleri, öyle zannettiğimiz gibi hiç de uzaklarda değil. Belki de çok yakınımızda, belki de elimizin altında. Ya da bakıp göremediğimiz yerlerde veya görüp de kullanmayı aklımıza getirmediğimiz mahfillerde. Sevgi, şefkat, merhamet... Uhuvvet, kardeşlik, dostluk... Hoşgörü, nazar-ı müsamaha, af... İhlâs, sebat, sadakat... Birlik, beraberlik, dayanışma... İstişare, tesanüt, meşveret... Bunları yaşamak, yerine getirmek hem kolay, hem de zor... Kolaydır, çünkü şu saydıklarımız zaten her Nur hâdiminin özellikleridir. Kudsî dâvânın gönüllü hadimleri için bu hasletlere sahip olmak, bunları öğrenip hayata geçirmek zor olmasa gerek... Dersini Nurlardan alan, Bediüzzaman’ı rehber edinen insanlar için başka türlüsü de düşünülemez zaten. Sıradan insanların ötesinde bir büyük dâvâya baş koyan, yüce bir gayeyi dâvâ edinen insanlar için saymaya çalıştığımız hasletlere sahip olmak, kolay olsa gerek. Kolay olmasa dahi, kolay bir yolunu, kolay bir çaresini bulup, o özelliklere, o prensiplere ulaşmak durumundadırlar Nur’un hadimleri. Nurlara hizmete talip olanların, olmazsa olmazlarından olan saydığımız prensip ve düsturlara sahip olmanın bir de kolay olmayan yönleri var. Çünkü kişi, Nur’un Talebesi de olsa, beşer olması hasebiyle, bilerek veya bilmeyerek, bazı hata ve kusurlar işleyebilir. Âhir ömre kadar devam edecek bu zor imtihanın bir gereği olan nefis ve şeytanın hile ve desiselerine kapılmamak, şeytanın tuzaklarına düşmemek elbette kolay değil. Kazasız belâsız, selâmetle, bu imtihanı başarıyla tamamlamak elbette zor. Kudsî bir dâvâya baş koyanlara, ulvî bir hizmetin müdavimlerine, insî ve cinnî şeytanların daha da musallat olduklarını da hesaba katınca, Kur’ân hadimlerinin işinin daha da zorlaştığı kolayca anlaşılır her halde. Ama imtihan ne kadar zor, şartlar ne derece çetin, engeller ne kadar amansız olursa olsun, yeter ki Nurlardaki prensip ve düsturlardan ayrılmayalım. Yeter ki yolumuzu aydınlatan, orada tavsiye edilen ikaz ve tavsiyelere uyalım. Yeter ki birbirimize karşı ihlâs ve uhuvvet düsturlarını istimal edelim. Birbirimize karşı tam bir mahviyet ve tevazu ile yaklaşalım. Yeter ki birbirimize karşı müsamaha ve hoşgörü çerçevesinde muâmelede bulunalım. Daha da önemlisi dâhilî sulh ve sükûnun Nur hizmetlerinin olmazsa olmaz şartlarından olduğunun bilincinde olarak, bunun mutlak sûrette korunması için azamî dikkat ve itina gösterelim. Sulh ve barışı ihlâl edecek her türlü söz ve davranıştan şiddetle kaçınalım. Değil dargınlıkları küskünlükleri, bu hizmetin en küçük bir nazlanmayı, en basit bir sitemi kaldıramayacak kadar nazik olduğunu unutmayalım. Dahilî soğuklukların, nazlanmaların dahi bu ulvî dâvâya zarar verebileceğini göz önünde bulunduralım. Elden geldiğince bu konuda gerekli olan itina gösterildiğinde, aşılmayacak engel kalmayacak, çözülemeyecek hiçbir problem olmayacak, üstesinden gelinemeyecek hiçbir zorluk kalmayacaktır. Böyle olunca, Nurun fedakâr hadimleri emin adımlarla, aydınlık yolda hedeflerine ulaşacaklardır İnşallah. 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Gençlik, ümitvâr olmalı |
Çocukluktan çıkan bir genç hayatı tanımaya ve olayları anlamlandırmaya çalışırken bir takım güçlüklerle karşılaşabilir. Büyükleri tarafından anlaşılamamaktan yakınır. Zira artık zaman başkadır. Ne büyükler gençliğini bu zamana getirebilir, ne de gençler gençliğini eski zamanlarda yaşayabilir. Fakat aradaki bu kuşak çatışması karşılıklı empati yoluyla çözülebilir. Böylece büyükler gençlere, gençler de büyüklere biraz daha yaklaşabilir. Bu yakınlık sağlanamadığı takdirde kuşaklar arasında gittikçe açılan bir uçurum ortaya çıkar. Böyle bir uzaklaşma hâli, genci neyi aradığını ve nereye gittiğini bilmeyen bir amaçsızlığın içine sokabilir. Zaten gençlerin en büyük problemlerinden biri de ne yapacağını, neyi tercih edeceğini bilememektir. Yani gayesizliktir. Tembellik, miskinlik ve yeistir. Bu da gençliğin hayat enerjisine ters bir durum değil mi? Gayretsizlik, boşlukta olmak ve ümitsizlik gibi hallerin genç insanlarda bulunması çok daha vahimdir. Çünkü gençlik demek enerjidir, güçtür, harekettir, ilerlemektir. Bununla ilgili olarak millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy; “Yeis öyle bir bataktır ki, düşersen boğulursun, Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun….” demiştir. Yani ümitsizlik insanı gittikçe tüketen, batıran bir hastalıktır. Gençler ilim aşk ve heyecanıyla dolu gayretli bireyler olmalı ki, yeis gibi bir hastalığa yakalanmak riski ortadan kalksın. Bunun için gençlerin boşa vakit harcayacakları ortamlardan uzak durmaları gerekir. Televizyon, internet, lüks alış veriş merkezleri, kafeler; zaman israfına yol açan, gençlerin çalışma azmini söndüren etkenlerdir. Bazı gençlerin sarhoşâne söylediği sözler vardır: “Bir kere genç olunur, bırakın da tadını çıkarayım” gibi. Evet bir kez genç olur insan ve yaşlanır eğer ömrü varsa. İşte o anda gençlik–eğer gafletle geçti ise—artık ölmüştür, yoktur. Yüzünde derin çizgiler kalmış, saçları ağarmıştır. Gençliğinde işlediği günahların yükü, sırtını biraz daha kamburlaştırmıştır. Pişmanlıklar dört bir yanını sarmıştır. Eyvahlar içinde “Eğer gençliğim geri gelseydi ihtiyarlık başıma ne haller açtı şekvâ edecektim” demeden önce biz ihtiyarlığımıza gidip o hâlimizi bir görelim. Uzun uzun seyredelim. Buruşmuş ve titreyen ellerimizi, yaşlı ve az gören gözlerimizi hayâl edelim. Sonra da tekrar bu güne, genç hâlimize dönüp gençlik nimetine şükredelim. İçinde bulunduğumuz bu günleri gafletle, tembellikle değil de ümit ile, azim ve gayretle, ilim öğrenerek geçirelim. Gençlik ümitvâr olmalı ki, huzur ve mutluluk ile nurlanan simâları vatan sathını aydınlatsın. Gençlik ümitvâr olmalı ki, yoluna çıkan engeller onu yıldırmasın.. 23.08.2009 E-Posta: [email protected] |