Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Nefsin kör noktası



Hayra kâbiliyeti olmayan, şerde ise eli uzun olan “Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-i miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur.”1 O, “Muaccel [peşin] ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel gâib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.”2

İşte nefsn kör noktası budur. Bu bilinmediğinde tehlikelere düşmek işten bile değildir. Bu bilinir ona göre davranılırsa o kör noktaya düşmekten kurtulur insan.

Bu hususta büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri nefsi şöyle susturmuş: “Ey nefsim! Sen, ânî ve fânî zevklerin bekàsını arıyorsun; onun için onun zevaliyle [bitişiyle] ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokatını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.”3

Nefsin dikkat çekici bir diğer özelliği de herşeye kendi hesabına bakmasıdır. Hoşlandığı şeylere bütün varlığıyla yönelir, âdetâ onda fânî olur.

Peki, böyle davrandığında emellerine nâil mi olmaktadır?

Hayır. Meselâ bir kısım şeylere muhabbet duyar nefis. Fakat bunu Hak nâmına yapmadığı için belâ, elem, meşakkatler içinde kalmaktan kurtulamaz. Ancak az bir safa, lezzet ve rahat görebilir. Çünkü muhabbet beslediği şeylerden ayrılacağını ve birgün gelip yok olacaklarını düşündükçe için için yanar, kavrulur. Meselâ şefkat duysa şefkat duyduklarını koruyamadığı için acı duymaya başlar. Lezzetlerinin biteceğini düşündüğünde de bunların zehirli bir bala dönüştüğünü görür. Âhirette de faydasını göremez, azabını çeker.

İşte nefis böyledir! Eğer insan nefis ve şeytanı dinlerse, esfel-i sâfilîne, yani aşağıların aşağısına düşer, eğer Hak ve Kur’ân’ı dinlerse, âlâ-yı illiyyîne, yani yücelerin yücesine çıkar, kâinatın güzel bir takvimi olur.

Öyleyse nefis beğenilmemelidir. Çünkü “Nefsini beğenen ve nefsine itimat eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır.”4

Dipnotlar:

1. Mesnevî-i Nûriye, s. 77., 2. Lem’alar, s. 73., 3. Tarihçe-i Hayat, s. 482; Emirdağ Lahikası, 1:195., 4. Mektûbat, s. 358.

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

O zaman iş değişir



Komşusu mahkemeye gidip hakime sorar:

“Kadı Efendi, senin öküz, boynuzu ile vurarak benim ineği öldürdü; hüküm nedir?”

“Hayvan kısmı suçlu sayılmaz, bir şey lâzım gelmez!”

“Affedersin, yanlış anlattım heyecandan. Benim öküz senin ineği öldürmüştü!..”

“Ha, o zaman iş değişir, getir şu kalın kabuklu kitabı da bakalım!”

***

Bir öküz tarlada, bir adamı boynuzlayarak öldürdü!

Vahşet bu vahşet!

Şey, İspanya’da oldu bu!

“Hıımmm, Avrupa medeniyeti, hakları var tabiî ki…”

İnek yolu kesti!

“Zaten ne kadar ters olaylar olursa, Türkiye’de olur! Efendim, ineklerle trafiğe çıkılır mı, basacaksın cezayı!

İyi ama, bu Hindistan’da oluyor! Yani, adamlar ineğe taptığı için, yola çıkınca tüm trafik durur!

Mısır kıtası, kumistan olan Sahrâ-i Kebîrin bir parçası olduğundan Nil-i mübârekin feyziyle gayet mahsüldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o Cehennemnümûn sahrâ komşuluğunda şöyle Cennet-misâl bir mevkî-i mübârekin bulunması, felâhât ve ziraatı, ahalisinde pek mergub bir sûrete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı kudsiye ve vâsıta-i ziraat olan bakar’ı ve sevr’i mukaddes, belki ma’bud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara, ibâdet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda benî İsrâil dahi o kıtada neş’et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.

İşte Kur’ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.

İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’câz ile beyân eder. (Sözler, s. 224.)

***

Güney Afrikalı bir profesör, bazı araştırmalar için Hindistan’a gelir. Hintli meslektaşıyla trenle giderlerken, tren istasyon dışında bir yerde durur.

Bekleyiş uzayınca Güney Afrikalı sebebini sorar. Hintli meslektaşı “Sebebini bilmiyorum, ama gidip bir sorayım” der.

Döndüğünde “Merak edecek bir şey yok,” der. “Tren yoluna bir inek uzanmış, kalkınca yola devam edilecek.”

Bunun üzerine Güney Afrikalı profesör “Hayret, 20. yüzyılda hâlâ ineğe tapılabiliyor!” deyince Hintli profesör sorar:

“Peki, sizde hiç böyle şeyler yok mu?”

Güney Afrikalı önce, “Yok” derse de biraz düşününce beyninde şimşekler çakar ve ürpererek şu cevabı verir:

“Haklısın dostum, bizde de var. Hatta bizim durum sizden de kötü. Sizin inek birazdan kalkar, ama bizde öyle inekler var ki, yıllar geçse bile yine yerlerinden kalkmazlar.”

26.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân öğrenme dönemi başladı



Milyarları aydınlatan “okunan kitap” Kur’ân, Allah kelâmıdır. Hazret-i Cebrâil’in (as) bin dört yüz yıl önce, Peygamber Efendimizin (asm) pâk kalbine âyet âyet ilka’ buyurduğu son ve tek İlâhî kitaptır. Kur’ân’ı lisan ile okumak, göz ile takip etmek, üzerinde düşünmek, mânâsını tefekkür etmek, ezbere almak, namazda kıraat etmek ibadettir. Kur’ân’ı doğru yorumlamak ibadettir. Kur’ân’ı anlamak ibadettir. Kur’ân’ı yaşamak ibadettir. Kur’ân’ın hükümlerini öğrenmek ibadettir. Kur’ân’ın doğru yorumları olan tefsirleri mütalaa etmek ibadettir. Kur’ân’ı hatim niyetiyle baştan sona okumak, bitirip yeniden başlamak, okudukça tefekkürü arttırmak, okudukça feyiz almak, okudukça kulluğun sırrına ermek, ibadetin inceliğine vâkıf olmak ibadettir. Kur’ân ile A’ dan Z’ ye meşgul olmak ibadettir. Nihayet, Kur’ân’ı öğrenmek ibadettir.

Çünkü Kur’ân, yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın tenezzül buyurup bizimle konuşmasıdır. Çünkü Kur’ân Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan, her ismin mertebe-i azamından gelmiş; bütün âlemlerin Rabb’i unvanıyla Allah’ın kelâmıdır; bütün mevcudatın İlâhı sıfatıyla Allah’ın fermanıdır; bütün semâvât ve arzın Hâlık’ı namına insanlara müteveccihen söylenmiş bir hitaptır, bir mükâlemedir, bir ezelî hutbedir, Rabb-i Rahîm’in bir iltifat defteridir.1

Bundandır ki, namaz Kur’an’la mümkündür, niyaz Kur’ân’la mümkündür, her türlü yakarış Kur’ân’la mümkündür, dua Kur’ân’la mümkündür, her türlü ibadet Kur’ân’la mümkündür.

Bundandır ki, namazda Kur’ân okumak farzdır. Kur’ân’sız namaz sahih değildir.

Hazret-i Âişe (ra) validemiz anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân’ı mahir olarak (mahrecini, tecvidini, sesini, kıraatini bilerek) okuyan, şerefli, itaatkâr elçiler olan meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı kendisine zor geldiği halde kekeleyerek okuyan kimseye ise iki kat sevap vardır.”2

İbn-i Mes’ud (ra) anlatıyor: Bana Peygamber Efendimiz (asm):

“Bana Kur’ân oku!” buyurdu. Ben de:

“Yâ Resûlallah, Kur’ân sana indirildiği halde; ben mi sana Kur’ân okuyacağım?” dedim.

Resûl-i Ekrem (asm):

“Ben, Kur’an’ı kendimden başka birinden dinlemeyi severim” buyurdu.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem’e (asm) Nisa Suresini okumaya başladım. Nihayet, “Her ümmetten birer şahit; onların üzerine de Habîbim, seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman onların hâli nice olur?” mealindeki 41. Ayete geldiğimde Resul-i Ekrem Efendimiz (sav):

“Yeter; kâfi!” buyurdu.

Dönüp baktığımda ne göreyim; iki gözünden yaşlar akıyordu!”3

Bera b. Âzib (ra) diyor ki: Üseyd b. Hudayr (ra) iki uzun iple atını bağlamış, evinde Kehf Sûresini okuyordu. Okuyup dururken, üzerinde bir bulut peydah oldu, bulut yaklaştıkça yaklaştı. Nihayet atı ürktü, deprenmeğe başladı! Üseyd: “Ya Rab, âfetten emîn kıl!” diye duâ etmeğe başladı. Sabah olduğunda Peygamber Efendimiz’e (asm) geldi ve bu hâli anlattı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Oku ey adam! Durma oku! Bu tecelli sekinedir (Allah’ın sekînet, vakar ve rahmet yüklü bir mahlûku). Kur’an’ı dinlemek için, Kur’an’a hürmeten inmiştir” buyurdu.4

Kur’ân’la meşguliyet, Allah katında makbûl ibâdetlerin başında geliyor.

Şimdi yaz geldi; Kur’ân öğrenimi dönemi başladı. Çocuklarımıza Allah kelâmını öğretebileceğimiz, öğrenmelerine kapı açabileceğimiz altın günlerin içinde bulunuyoruz.

Bu günlerde dönemin yorgunluğunu da attılar üzerlerinden. Mutlaka değerlendirelim. Çocuklarımız, kendi Yaratıcılarının öz kelâmıyla bire bir muhatap olsunlar; okusunlar, öğrensinler.

Camilerimiz, Kur’ân kurslarımız hizmete hazır. Birbirinden değerli din görevlilerimiz çocuklarımızı altın kalpleriyle kucaklayacaklar. Yeter ki biz gönderelim, ihmal etmeyelim, ilgimizi eksik etmeyelim.

Yarın mahşerde, “Annem veya babam bana dinimi öğretmedi, Kur’ân’ı öğretmedi. Allah’ım, senin kelâmını öğretmedi.” Şikâyeti bizi mahcup eder. O günün mahcubiyeti,—Allah muhafaza—bizi perişan eder.

Spor kursuna, resim kursuna, müzik kursuna, tiyatro kursuna, balo kursuna zaman ayırıp para, fırsat ve imkân bulurken; Kur’ân kursunu ihmal etmek izah edilir cinsten değildir. Yalnız Mahşerde değil; dünyada bile bizi mahkûm etmeğe yeter.

Öyleyse, buyurun; Kur’ân öğrenmeyi bir seferberlik haline getirelim.

Dipnotlar:

1-İşârât’ül-İ’câz, S.15,

2-Buhârî ve Müslim,

3-Buhârî ve Müslim,

4-Buhârî, c.9, S. 306.

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cemil Meriç, Said Nursî'yi anlatıyor (2)



Bize "Kırk Ambar" isimli eserini imzalayan Cemil Meriç, imza yerindeki özel notunu da "Huzma safâ, da'ma keder" diyerek noktalıyordu.

Meriç Hoca, bu darb–ı meseli zikretmekle, bize şunu demek istiyordu: "Bu kitabı okuduğunuzda, safâ vereni alın, keder veren şeyleri ise bırakın."

Biz de öyle yaptık. Okuduk ve içinde ekseriyetle safâ veren şeyleri bulduk.

Bu kitapta rastladığımız en safâlı yerin ise, "Ezelî sır: Kader" başlıklı bölüm olduğunu itiraf etmeliyiz.

Doğrudan doğruya Bediüzzaman Said Nursî'nin telifatı olan "Kader Risâlesi"ni tam bir hakperestlik ve kadirşinaslıkla nazara veren Cemil Meriç, konuya şu teknik terimlerin izahıyla giriş yapıyor:

"Kàmus der ki: 'Kader, (lûgatte) ölçme, tahmin, ölçerek takdir ederek tâyin; (kelâmda) Allah'ın iradesini icrâdan, yani kazâdan evvel takdir etmesi, ölçmesi mânasındadır.'

"Kader, ezelden ebede kadar cârî ahval ve hâdisata hâkim olan, küllî İlâhî hükümlerdir.

"Kader, ölçüp biçip hüküm vermek; kazâ ise, bu hükmü infâz etmek, yani ezelden verilen hükmü ademden(yoktan) fiil haline getirmektir.

"İslâmda her şeyin takdir–i İlâhî ile, yani kadere tevfikan vücuda geldiğine inanmak şarttır.

"Cebriye mezhebi, bütün fiil ve hadiselerin ezeldeki takdir üzre vukua geldiğine inanır. Ona göre, irade–i cüz'iyye bir vehimden ibaret. (Batı dillerinde, fatalizm.)

"Bu karanlık mefhuma yeni bir aydınlık getirmek kimin haddi?

"Said Nursî, İslâm irfanının, cihanşümûl hakikatlerini küçük bir risâlede toplamış. Dinleyelim..." (Kader Risâlesi, 26. Söz.)

Kırk Ambar kitabının 417–419 sayfalarında yer alan bu bölümde, sözü edilen Kader Risâlesinden birkaç paragraflık iktibas ve tam 7 maddelik yine iktibas ağırlıklı bir analiz yapılıyor.

Maddelerin bitiminde de, aynı risâleden cüz'–i ihtiyarinin sarfına dair şu hakikatli veciz söz aktarılıyor: "Duâ ve tevekkül meyelân–ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân–ı şerri keser, tecavüzâtını kırar."

Cemil Meriç'in "Ezelî sır: Kader" başlıklı tahlilinin sonunda ise, takdir yüklü şu değerlendirmeyi okumaktayız:

“Yazı (Kader Risâlesi) şu ezelî hükümle tuğralanıyor: ‘Kader’e îman, îmanın erkânındandır. Kısaca, hayat–ı insaniye bütün teferruatıyle kaderin mikyası ile çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.’

“Üstâd (Bediüzzaman), şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke...

"İrfanımızın madde–i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliyoruz? Heyhât! Ne meselenin kendisine âşinâyız, ne mefhumlara.”

İşte, Cemil Meriç'in müstesnâ bir nazarla bakmış olduğu Said Nursî ve onun aydınlatıcı izâhları hakkında söylediklerinden sadece üç–beş paragraflık bir bölüm.

Hem bunları, hem de devamında gelecek Meriç Hocanın yine çarpıcı mahiyetteki değerlendirmelerini, Said Nursî'yi Marks'la ve Risâle–i Nur ekolünü sosyalizmle irtibatlandırarak, bu zıt mefhumları birbirine karıştırma hatasına düşenlere bilhassa ithaf ediyoruz.

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 26 Haziran 1951

Mithat Paşanın 67 yıllık kemikleri

Sürgüne gönderildiği Taif'te (S. Arabistan) muhafızları tarafından boğulmak sûretiyle öldürülen Mithat Paşanın kemikleri Türkiye'ye getirildi.

8 Mayıs 1884'ten beri Taif'te bulunan paşanın mezarı, ölümünden tam 67 yıl sonra nakledilerek İstanbul Şişli'deki Hürriyet–i Ebediye Tepesine getirilip defnedildi. (26 Haziran 1951)

* * *

1822 doğumlu olan Mithat Paşa, çok yönlü bir şahsiyet olarak bilinir. Reformcu, hürriyetçi, anayasa ve parlamenter sistem yanlısı, hatta cumhuriyet taraftarı olarak bilinen Mithat Paşa, bürokrasinin en alt kademelerinden başlamak üzere, uzun yıllar valilik, ayrıca kısa süreli olmak üzere bakanlık ve iki kez de başbakanlık (sadrâzam) yapmış parlak bir şahsiyettir. Ziraat Bankası ile Emniyet Sandığının kuruluşunda da büyük emek sarf ettiği biliniyor.

Bununla beraber, adı birtakım siyasî entirikalara da karıştığı için, başı belâdan bir türlü kurtulamadı.

Sultan Abdülaziz'in hal ve katledilmesinde, ardından Sultan V. Murad'ın tahta çıkarılıp indirilmesinde önemli rol oynadığına dair söylentiler, yakasını hiç bırakmadı.

Sonunda, yine bu tür entrikalara bulaştığı ve özellikle 1881'de kurulan Yıldız Mahkemesinde Sultan Abdülaziz'in ölümünden sorumlu tutulanlar arasında sayıldığı için, idam cezasına çarptırıldı. Sultan II. Abdülhamid, bunu sürgün (kalebentlik) cezasına çevirdi ve onu Taif'e sürdü.

Sürgünde iken, Berber İsmail isimli bir muhafız asker tarafından boğularak öldürüldü.

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Magazin haberlerim



Yakışık almıyor bu iş..

Bizim geleneğimizde böyle bir şey yok…

Devlet ricalinde küslük; her daim, zafiyet işaretidir!

Diyerekten:

Sayın Deniz Baykal, Cumhurbaşkanı

Sayın Doç. Dr. Abdullah Gül’ü makamında ziyaret ettiler!’

Dahası var:

Bu memleket bizim…

Birbirimizi yemek yok!

Artık:

Elbirliği ve de;

Gönül ve işbirliği halinde hareket edelim..!

Diyerekten:

Sayın Devlet Bahçeli;

Oldukça sert ve klasik olan muhalefet şeklini bırakarak daha mantıklı bir seyir takip edeceğini kamuoyu ile paylaştılar!

***

Nezaket:

Sadece;

Muhalefetin bu alkış toplayan anlayışı ile de sınırlı kalmadı!

Emniyet güçlerimiz ve Genelkurmay Başkanlığımız adeta bir centilmenlik tavrı geliştirip takdir toplayarak şu karara vardılar:

Artık:

İç sıkıntılarımızda;

Emniyet mensupları..

Dış düşmana ve tehlikelere karşı da:

Askerlerimiz sorumlu olacaklar.

Böylelikle ikide bir;

Avrupa Birliği dahil, kimse:

Askerin sivil otoriteye zaman zaman müdahale ettiğini iddia edemeyecek!

***

Sizlere sunacağım daha çok haberim var:

Üniversiteler ve yargı; bundan geri kalmadılar…

Her şey bal-kaymak!

Ülke hepimizin, yazık oluyor bu millete mantığı ile hareket eden kurumlar:

Yasama, yürütme ve yargının ne anlama geldiğini kendi kendilerine itiraf ederek kimse kimsenin işine karışmaz oldu.

Siz okuyucularım da cin gibisiniz vallahi…

Bütün bunların magazin olduğunu hemen anlayıverdiniz.

Ben ne yapayım?

Memleket magazin hayranı oldu.

Değilse gerçek bir demokraside şu son günlerde yaşadıklarımızın çeyreği olabilir mi?

Ancak;

Şöyle gerçek bir haberim var:

Yeni okuma sezonunda yazılarımızla yeniden huzurlarınızda olacağız….

Dualarınıza dahil olalım e mi?

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kadir AKBAŞ

TÜRKİYE BİR HUKUK DEVLETİ Mİ?



20 Haziran 2008 tarihli Taraf Gazetesi’nin manşetine konu olan, Eylül 2007 tarihli Genelkurmay “Bilgi Destek Planı” ve “Bilgi Destek Planı Faaliyet Çizelgesi”ndeki eylem planları” Türkiye’nin bir hukuk devleti olma iddiasını derinden sarsacak boyutta vahim bir gelişmedir. Meşruiyeti halen sorgulanmakta olan 82 Anayasasının 2. maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti” olmak iddiasındadır. Güncel tartışmaların odağında yer alan Anayasa Mahkememiz hukuk devletini “İnsan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet” olarak tanımlamaktadır. Anayasa 125'nci maddesi ile idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tabi tutulacağını öngörmektedir. Peki anayasada yer alan istisnalar ve düzenlemeler idare üzerinde etkin bir yargı denetimi kurmaya ne denli elverişlidir? İdarenin bir parçası durumunda olan Türk Silahlı Kuvvetlerine atfen yayınlanan “Bilgi Destek Planı” hakkında Genelkurmay Başkanlığının planı yalanlaması içeriğinde tevilli bir ikrarı barındırmaktadır. Muhtevası itibariyle ağır suçlar oluşturan “Bilgi Destek Planı” Türkiye Cumhuriyetinin, ülkenin en etkili kurumunda hukuk düzenini tesis etme ve bunu sürdürmede yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. “Bilgi Destek Planı” ile suç işleyen kişilerin emekli edilerek derhal yargı önüne çıkartılmaları gerekmektedir. Meclisin bu konuyu gündeme alması ve sorumluların yargılanmasının sağlanması kaçınılmazdır. Türkiye tevilli bir ikrarı içeren açıklama ile “Bilgi Destek Planı”nı geçiştiremez. Zaten yapılan açıklama kamuoyu tarafından tatmin edici bulunmadı. Ülkemizde yaşanmakta olan olaylarla örtüşmesi planın varlığı ve uygulanmakta olduğu konusunda kamuoyunda genel bir kanaat uyandırdı. Meclis, kapatma dâvâları sebebiyle mefluç durumda olmakla birlikte varlığına kastedilen böyle bir planın varlığı karşısında duymazdan, görmezden gelmemelidir. Planın ortaya çıkması ile artık Türkiye’de demokratik bir devletin varlığından bahsedilmesi güçtür. Yürütülmekte olan bu plan parlamento ve Türkiye kamuoyu tarafından akim bırakılmadıkça, suçlular yargı önünde hesap vermedikçe, seçimlerin yenilenmesi, yeni bir meclisin oluşturulması ve yargı organlarının faal durumda olmaları hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Avrupa Birliğine üyelik sürecinde, özellikle AKP iktidarları döneminde yapılan değişikliklerin yapısal nitelikte olmadığı ve gerçekte Türkiye’de henüz hiçbir şeyi değiştirmediğini “Bilgi Destek Planı”nın hazırlanması ve uygulanmasından hareketle söylemek abartılı sayılmaz. Hükümet yapılan yalanlamaya ve komutanlık katınca onaylanmadığı açıklamasına rağmen planın hazırlanmasında görev alanların tespiti için özel bir çalışma yapmalı ve bu kişileri derhal emekliye sevk etmelidir. AKP hükümeti hiç değilse bu kadarını yapmaya muktedir olduğunu göstermelidir.

26.06.2008

E-Posta:




Ahmet ARICAN

Bağ-Kur’dan hem ‘dul’, hem de ‘yetim aylığı’ birlikte alınabilir



Bu haftaki köşe yazımızda siz okuyucularımıza, halk arasında çok az kişi tarafından bilinen ancak öğrenilmesi halinde belki de binlerce kişiye dul ve yetim aylığı alma imkânı sağlayacak olan önemli bir konudan bahsedeceğiz.

Bilindiği üzere, vefat etmiş Bağ-Kur sigortalısının kızının veya oğlunun ölüm sigortasından aldığı veya almaya hak kazandığı aylığa “yetim aylığı” denilmektedir. Ölen bir Bağ-Kur sigortalısının dul kalan eşi, Bağ-Kur’daki ölüm sigortasından ölüm aylığı bağlanmasına hak kazanmışsa, bağlanan söz konusu bu aylık ise “dul aylığı” olarak adlandırılmaktadır. Dul eşe Bağ-Kur’dan, SSK’dan ya da Emekli Sandığı’ndan ölüm aylığı bağlanabilmesi için, dul eşin erkek veya kadın olması arasında herhangi bir fark yoktur.

Bağ-Kur sigortalısı olan eşi vefat eden bir kadına eşinden dolayı “dul aylığı” bağlanılabilmektedir. Ayrıca bu durumda olan bir kadının SSK ya da Emekli Sandığı kapsamında bulunan babasının vefat etmesi üzerine, kızın (kadının) kendisinin bizzat sosyal güvenlik kanunları kapsamında çalışmaması, fiilî prim ödemesi sebebiyle gelir ve aylık almaması şartıyla, babasından dolayı da SSK ya da Emekli Sandığı’ndan “yetim aylığı” alması mümkündür. Bu durumda şu sonuç ortaya çıkmaktadır. Farklı sosyal güvenlik kanunlarına göre (Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı Kanunları) sigortalı olmaları şartıyla, vefat eden bir babanın yetim kalan kız çocuğu, aynı zamanda vefat eden bir kocanın dul karısı olması halinde, bu kişiye babasından dolayı yetim aylığı, kocasından dolayı dul aylığının bağlanabilmesi sosyal güvenlik mevzuatımızda mümkün olabilmektedir.

Bu anlattıklarımıza güncel hayatımızdan bir örnek verelim. Örnek olarak, kocasından dolayı SSK’dan ölüm aylığı (dul aylığı) alan Bayan B, kendisinin bizzat sosyal güvenlik kanunları kapsamında çalışmaması, fiilî prim ödemesi sonucu gelir ve aylık almaması şartıyla babasından dolayı da Bağ-Kur’dan “yetim aylığı” alabilmektedir. Ancak kocasından dolayı 1479 sayılı Bağ-Kur Kanununa göre “dul aylığı” alan örnekte belirttiğimiz Bayan B, sosyal güvenlik kanunları kapsamında çalışmasa veya fiili prim ödemesi sonucu buralardan gelir ve aylık almasa bile, babasından dolayı 1479 sayılı Bağ-Kur Kanununa göre Bağ-Kur’dan kendisine “yetim aylığı” bağlanabilmesi mümkün değildir.

İşte Bağ-Kur’dan hem dul, hem de yetim aylığını aynı anda alabilmenin ölçüsü ve şartı, aylık alacak hak sahibinin (eş ve çocuklar gibi) kocasının veya babasının iki farklı Bağ-Kur kanununa tabi olması veya olmaması şeklinde ortaya çıkmaktadır.

İki farklı sosyal güvenlik kanununa tabi olma durumunu açıklamak için yine bir örnek verecek olursak; 1479 sayılı esnaf Bağ-Kur Kanununa göre kocasından dolayı “dul aylığı” alan Bayan C, 2926 sayılı tarım Bağ-Kur Kanuna göre sigortalı olup ta vefat etmiş babasından dolayı, kendisinin (Bayan C’nin) sosyal güvenlik kanunları kapsamında çalışmaması ve buralardan fiilî prim ödemesi sonucu gelir ve aylık almaması şartıyla, 2926 sayılı kanuna göre babasından dolayı “yetim aylığı” alabilecektir. Çünkü 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu ayrı bir sosyal güvenlik kanunu, 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu ayrı bir sosyal güvenlik kanunudur.

İşte bu yazıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, aylık alınacak vefat etmiş Bağ-Kur’luların her ikisinin farklı Bağ-Kur kanunlarına (birisi 1479 sayılı kanuna diğer 2926 sayılı kanuna) tabi olmaları şartıyla Bağ-Kur’dan hem dul, hem de yetim aylığı birlikte alınabilmektedir.

Bağ-Kur’daki bu imkândan haberi olmayanlara ve şimdiye kadar yararlanamayanlara bu fırsatı kaçırmamalarını tavsiye ediyoruz. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu 1 Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe girerse, Bağ-Kur’lular için söz konusu bu çift aylık alma imkânı ortadan kalkacaktır. Nedeni ise, 5510 sayılı kanunun 54/a-5 maddesinde yer alan; “…hem eşinden, hem de ana ve/veya babasından ölüm aylığına hak kazananlara, tercihine göre eşinden ya da ana ve/veya babasından bağlanacak aylığı bağlanır” hükmüdür.

Bu hüküm gereği, Bağ-Kur’lular 1 Ekim 2008’den sonra eğer Sosyal Güvenlik Kurumuna başvururlarsa üstte bahsettiğimiz dul ve yetim aylıklarından yalnızca birisini alabileceklerdir.

Bağ-Kur’lular için anlattığımız bu imkân ve fırsat, SSK’lılar için de aynen geçerlidir. Aylık alacak SSK’lı bir hak sahibinin kocasının veya babasının iki farklı SSK kanununa (yani birisi 506 sayılı kanun, diğeri 2925 sayılı kanun kapsamında olmaları) tabi olmaları durumunda, hem 506 sayılı kanun kapsamından, hem de 2925 sayılı kanun kapsamından iki farklı şekilde dul ve yetim aylığı alma imkânı bulunmaktadır. Yani, örnek olarak, 506 sayılı kanun kapsamında sigortalı olup da vefat eden bir babanın yetim kalan kız çocuğu, aynı zamanda 2925 sayılı kanun kapsamındaki vefat eden bir kocanın dul karısı olması halinde, bu kişiye aynı SSK’dan (506 sayılı kanun kapsamından) babasından dolayı yetim aylığı, 2925 sayılı Kanun kapsamından ise, kocasından dolayı dul aylığı bağlanabilmektedir.

Görüldüğü üzere, SSK’dan da aynı anda hem dul aylığı hem de yetim aylığı alma imkânı bulunmaktadır. Bunun için temel ölçüt ise, aylık alınacak müteveffa SSK’lıların—eş veya baba gibi—ikisinin de 506 sayılı kanuna ya da ikisinin de 2925 sayılı kanuna tabi olmayıp, birisinin 506 sayılı Kanun kapsamında sigortalı olması, diğerinin ise 2925 sayılı kanun kapsamında sigortalı olmalarının gerekmesidir.

Bağ-Kur’lular gibi SSK’lıların da bu imkân ve fırsattan faydalanmaları 5510 sayılı kanunun yürürlük tarihi olan 1 Ekim 2008’den itibaren ortadan kalkacak ve SSK’lılar bu tarihten sonra anılan aylıklardan yalnızca birisini tercih etmek durumunda kalacaklardır.

Okur sorularına cevaplar…

Soru: Ben 2001’de birinci basamaktan Bağ-Kur’lu oldum. SSK’daki hizmetlerimi Bağ-Kur’la birleştirince tarafıma 1755 YTL basamak farkı borcu çıkarıldı. Bu borcu yeni çıkan aftan yararlanarak ödemek istedim. Ancak bana Bağ-Kur’da 2006 yılındaki aftan yararlanarak borcunu ödemiş ve kapatmışsın dediler. Dolaysıyla 1755 YTL basamak farkı af kanununa göre borcunu ödeyemezsin dediler. Konu hakkında bana bilgi verirseniz sevinirim. (İsmi mahfuz)

Cevap: Sayın okurum, hizmet birleştirmesi sonucu tarafınıza çıkarılan basamak farkı primleri neticede sizin ödemeniz gereken bir prim borcudur. 5763 sayılı son çıkan af kanunu da, Bağ-Kur’luların prim ve sosyal güvenlik destek primi borçlarını kapsamaktadır. Dolaysıyla siz bahse konu 1755 YTL’lik basamak farkı priminizi yeni çıkan af kanununun indirimli imkânlarından yararlanarak ödeyebilirsiniz. Bu konuda Bağ-Kur’da farklı kişilere başvurup yeniden talepte bulunmanızı tavsiye ederiz.

Soru: 11.05.1988 tarihinden itibaren Emekli Sandığı’nda 180 gün prim ödeme gün sayım var. 01.01.1993 tarihinde Bağ-Kur’a girdim ve bu tarihten itibaren 2640 gün Bağ-Kur’a prim ödedim. 26.02.2006 tarihinden itibaren ise SSK’lı oldum. SSK’da 7 sene 4 ay prim ödeme gün sayım var. 05.12.1985–05.06.1987 tarihleri arasındaki 1 yıl 6 ay askerlik süremi SSK’ya borçlandım. Libya’da 02.08.1990–17.04.1991 tarihleri arasında çalışmışlığım var. Fakat yurt dışı borçlanması yapmadım. Ben ne zaman emekli olabilirim? (İsmi mahfuz)

Cevap: Sayın okurum, şu anda çalıştığınız sosyal güvenlik kanunu SSK olduğu için SSK’dan emekli olmanız en akıllıca olanıdır. Verdiğiniz bilgilere göre SSK’dan 25 yıl sigortalılık süresine sahip olmak, 49 yaşını tamamlamak ve 5300 gün prim ödeme şartıyla emekli olabilirsiniz. Şu anda 5300 günü tamamlamış durumdasınız. Yaşınızı belirtmemişsiniz. Prim ödeme gün sayınız emekliliğinize yettiği için yurt dışı borçlanma yapmanızı tavsiye etmiyoruz. Ancak SSK’dan emekli olmak için 1261 günü SSK kapsamında geçirmeniz ve 1261 gün bilfiil prim ödemeniz gerektiğini unutmayın.

NOT:

Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reformu ile getirilen haklarınızdan haberdar olmak ve buralardaki sorunlarınıza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected]

Faks: 0212 515 67 62

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

TAHLİL



Yaz tatili başladı ve bizim için de kısa bir mola verme vakti geldi. Tekrar buluşmak dileğiyle. K.G.

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Alışmamak lâzım



Millet iradesine yapılan müdahaleler, siyaset alanını gitgide daha da daralttı. Asıl üzücü olan da zamanla bu müdahalelerin “normal”miş gibi görülmesidir.

Dünya şartlarında “normal” görülmeyen pek çok davranış nedense Türkiye şartlarında yaşanınca “normal” kabul ediliyor. İşte bu anlayışa itiraz etmek lâzım.

Son günlerde kamuoyu ile paylaşılan bazı gelişmeler bunun en canlı örneği. Hazırlayan kurum tarafından “tasdik edilmiş bir belge değil” denilmek suretiyle inkâr edilen “yol haritası”na bakınca bu kararların uygulandığı ya da uygulanmak istendiği görülüyor.

Bu durum şuna benziyor: Türkiye’nin ciddi sıkıntılarından biri de maulm olduğu üzere “rüşvet” iddialarıdır. Rüşvet alınıp verildiği hep söylenir, ama “belge”si açıklanmaz, bulunamaz.Buna rağmen hiç kimse “rüşvet yoktur” kanaatine sahip olmaz. Dolayısı ile bu hadisede de var olduğu iddia edilen belgelerin “tasdik edilmemiş olması”nı açıklamak neticeyi değiştirmiyor.

Bu noktada Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin açıklamaları da dikkate değer. Tanrıverdi özetle, “28 Şubat sürecinde bizden yapmamız istenen bazı işler imzasız belgelerle talep edilmişti” diyor. Şimdi bu ifadeler dikkate alınmalı değil mi? Zaten yaşadığımız süreç 28 Şubat sürecinin bir benzeri değil mi? Tabiî ki 1999’da 28 Şubat şartları daha farklıydı. Ama şu anda yapılmak istenen de bundan farklı değil.

Aynı şey yine medya vasıtasıyla yapılmak isteniyor. “Tasdik edilmeyen belge”de zaten medyaya bu şekilde bir “görev” verilmemiş miydi?

Düşünün ki normal zamanlarda manşet olması gereken haberler, bilgiler “görevlendirilmiş medya”da “kısa haber” dahi olamıyor.

Biz yine milletin duasının muhtemel “28 Şubat”ları önlemeye yeteceğini düşünüyoruz.

Haksızlığa, hukuksuzluğa, anti demokratik uygulamalara, keyfî yasaklara alışmamak lâzım.

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ekonomi ile siyaset atbaşı...



Türkiye’yi siyasette sıcak bir yaz bekliyor. Ekonomideki kırılma ile iktidar partisini “kapatma dâvâsı”nın kesiştiği kritik kavşakta bir dizi senaryodan söz ediliyor. “Karar”ın ardından saklı - gizli B, C ve D plânları ortaya atılıyor.

Her ne kadar tepki gösterilse de dolaylı yoldan “klonlama” taktiklerinden bahsediliyor. “Ara seçim”den baskın bir “erken seçim”e kadar alternatifler ele alınıyor.

AKP’ye açılan “kapatma dâvâsı”nda hakkında siyasî yasak istenen 71 partiliden 39’u milletvekili. Başbakan ve bazı bakanlar dahil bu milletvekillerine “yasak” gelmesi halinde zaten anayasa gereği üç ay içinde “ara seçim” yapılması gerekiyor. Zira ara seçim için Meclis’in tam sayısının yüzde 5’i olan 28 milletvekilinin boşalması yetiyor.

Anayasa Mahkemesi, bu sayıda siyasî yasak getirmezse de, iktidar partisi Erdoğan’ın yasaklanmasıyla “seçim” yolunu istifalarla açabilecek. Devamında mahallî seçimlere bir seneden az bir zaman kaldığından genel seçimlerle birleştirilebilecek. Bu bakımdan plânların çoğu “seçim”e çıkıyor…

YENİ SİYASÎ YAPILANMA HESAPLARI

Ankara’da bütün bunlar konuşuluyor. Yasaklanması halinde Erdoğan’ın “bağımsız” olarak seçilmesi, Yüksek Seçim Kurulu’nun o zamanki kararına bağlı olduğundan muhataralı ve riskli görülmekte. Bu yüzden başka seçenekler sıralanıyor…

Bundandır ki, Bahçeli’nin, bu gidişle “ara seçim ya da erken seçim olursa, AKP’de siyasî parçalanma olur; onun işâreti gözüküyor” tespitiyle “klonlanma” önerisi tepki görse de daha şimdiden bir nevi “klonlanma” hazırlıkları alttan alta devam ediyor. “Kapatma dâvâsı”nın sonucuyla parçalanmış bir AKP üzerinden “yeni parti” oluşumundan yeni hükümet modellerine kadar siyasî yapılanma hesapları yapılıyor.

Erdoğan’ın, kapalı grup toplantısında “bu trenden inen bir defa daha binemez!” uyarısı, “tehdit”in ötesinde kapatılma sonrasında siyasî yasaklı da olsa, beş yıl bağımsız da kalsa “iplerin kendi elinde olacağı”nın ikazından başka bir şey değil…

Daha doğrusu örtülü bir ifâde ile, “sizi ben getirdim, istemezsem gelemezsiniz, ona göre!” hatırlatmasıyla, partinin parçalanma ve dağılmasını önleme çabasıdır. Çünkü politikanın ne denli vefâsız olduğunu en çok Erdoğan ve MSP-RP-FP geleneğinden gelen eski “Millî Görüşçüler”in oluşturduğu “gömlek değiştirenler” biliyor.

Zamanaşımının durup durmayacağı tartışmaları bir yana, Cumhuriyet Savcısının, “devlet başkanının dokunulmazlığının demokratik rejimlerde kabul gören bir imtiyaz” olduğu gerekçesiyle yargılandığı “kayıp trilyon dâvâsı”nda hakkında soruşturma yapılmasının gerek olmadığı açıklanan Cumhurbaşkanı Gül’ün, aynı dâvâdan mahkûm olan “hocası” Erbakan’ın af talebini geri çevirmesi, bunun son örneği.

Keza SP’lilerin, “Elini öpenler Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık makamına oturmuşlar; ama hocalarını hapse mahkûm etmişler” serzenişi, siyasî vefâsızlığın varacağı vartanın ibretli bir vesikası…

KÜRESEL GÜÇ VE ULUSLAR ARASI SERMAYE

DEVREDE…

Bu süreçte bazı senaryoların odağında, adı ekonomik kriz ve siyasî kaosla anılan Kemal Derviş’in olması ise ilginç.

Bilindiği Derviş, 2001 krizinde Washington’un tavsiyesiyle ABD’den bir “kurtarıcı” gibi gönderilmiş; ve kendisini getiren Ecevit’i yüzüstü bırakıp partisinin içini boşaltan istifaları başlatmıştı. Daha sonra birlikte hareket ettiği Cem’i de yarı yolda bırakarak CHP’ye geçmiş; ve oradan da yine Dünya Bankası’ndaki ve ardından BM’deki “görevi”ne dönmüştü.

Derviş’in, son demde “kapatma dâvâsı” kararı öncesi TÜSİAD üzerinden son Türkiye çıkarması, kulislerde bir dizi denklemi gündeme getiriyor…

Bir yandan TÜSİAD patronlarının “yeni anayasa” isteğiyle bütün siyasetçileri “akıl tutulması” ithamıyla topa tutması; “durum böyle devam ederse Türkiye bir yıl içinde yönetilmesi zor bir ülke olacak” uyarısı. Diğer yandan TÜSİAD toplantısına katılan Derviş’in puslu siyasî havada sağdan-soldan, küskünlerden ve “trenden inenler”den oluşacak “yeni oluşum”la grup kuracağı söylentileri…

Ve IMF’nin Türkiye’deki tâkipçisi Derviş’in siyasete döneceği sinyallerini verdiği sırada ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Şimşek’in, IMF ile yeni ihtiyatî stand-by hazırlığı, ekonomideki tsunamiyle siyasî sarsıntıyı eş zamanlı buluşturuyor.

Bu yüzden Ankara’da yeni siyasî oluşumların finansal tabanlı dalga”yla sıcak paranın meydana getirdiği geçici “pembe tablo”yu altüst edecek ağır iktisadî darbeler” sonucu olabileceği yorumları kuvvet kazanıyor.

Görünen o ki ekonomideki kırılma ile siyasî kriz atbaşı gidiyor. Yine “içeriden ve dışarıdan” dayatmalarla Ankara siyasetini şekillendirme peşinde. Küresel güç ve uluslararası sermaye devrede; Derviş bunun bir aktörü. Figüranlar da hazır. Oyun başlıyor…

26.06.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Travmanın açtığı travma



Mir Mehmet Dengir Fırat’ın “İnkılaplar-devrimler toplumda travmaya yol açmıştır” ifadesi üzerine mal bulmuş mağribiler gibi malzeme bulmanın ve istismara kapı açmanın coşkusu ve çılgınlığıyla malum çevreler saldırıya başladılar.

AKP’nin kapatılması hususunda birinci kalite malzeme olarak değerlendirilmeye çalışılan bu sözler, iktidar partisi üzerinden inançlı kesimlere, inançlı kesimler üzerinden de demokrasiyi katlet-meye götürecek kadar te’vil ve zırvalara açık hale getirildi.

Dengir Fırat’ın vatanseverliği ve dedesinin M. Kemal ile aralarındaki özel pozitif ilişkinin mevcu-diyetine rağmen kınamalar sürüyor “Böyle bir dedenin torunu olarak sen nasıl bu kadar aykırı ve saçma sapan konuşursun?” diye adeta aforoz edilecek .

Bir kere bu yaklaşım tarzı bir kere daha göstermiştir ki Kemalist yobazlarda asla ve kat’a medenî tartışma, açık görüşlülük ve hoşgörü yoktur. Bu, en yakın planda sayın Atilla Yayla’nın “bu adam” kelimesine takılıp soruşturma açmalarından ve hakaretlerinden anlaşılmıştı. Yine ondan daha yakın zamanda Teke Tek program yapımcısı Fatih Altaylı’nın programında kasıtlı ve tuzak kurarcasına sorulması üzerine “Eğer sorun olmayacaksa M. Kemal’i sevmiyorum” diyen bir genç kızın ifadesi karşısında “Hayret, dehşet, bak heleee, İşte bunlar böyle vatan hainidirler”e getiren yaklaşımlarında görülmüştü. Ve en son bir gün önce sayın Baykal’ın Başbakan Tayip Erdoğan’a laf atarken “Atatürk’ün çağdaş Türkiye’si mi, yoksa yobaz Humeyni’nin İran’ı mı?” minval üzere sorusunda da müşahede edildi. Velhasılı kelâm Kemalistlik iddiasındaki bazı çevreler karşıyı eleştirirken hakaretten başka bir yöntem bilmiyorlar. Humeyni veya İran’a karşı olabilirsiniz. Ancak bu karşıt görüşte oluş karşı tarafa hakaret ve sövme hakkı vermez ki Kemalistlerin elit tabakasında bile maalesef hoşgörü ve sineye çekme, seviyeli yaklaşım örnekleri çok zor bulunur bir özellik.

İkinci olarak sayın Fırat’ın sözlerini bilimsel açıdan değerlendirmek, en azından sosyolojik açıdan ele almak yerine siyaset ve demagojiye çekilmesi hiç de hoş değil. Sayın Dengir’e ve aidiyet olarak arkasında duran kitlelere hakaret ve ağır ithamlar yerine sos-yolojik açıdan pekalâ bilimsel bir izah veya tarihî belgelerle cevap verilebilirdi. Cevap hakkı tabiî ki herkes için mevcuttur. Mesele bilimsel bir tartışma konusu yapılarak halledilemez mi yani? Amma binler teessüf ki yine ucuz yola kaçıldı.

Üçüncü olarak, tarihte hangi devrim veya inkılap bünyesinde vukua geldiği toplumda veya coğrafyada travmalara yol açmadı ki. Neticede ya tepeden inmeyle bir devrim olacak ya da belli bir süreç içinde. Her iki durumda da söz konusu devrimlere toplumun belli bir kısım hazırlıksız yakalandığı için bir takım şoklar geçirecektir. Fransız devrimlerinden, giyotinden, Robespiyer’lerden tutunuz da komünist devrime Lenin, Mao, Stalin’in en yakın paydaşlarını bile saf dışı bırakan uygulamaları hep şok edici uygulamalarla doludur. İstanbul’da suikastle öldürülen Yahudi kökenli Troçki’yi kim hatırlamaz ki?

Türkiye’deki devrimlerin yapılış şeklinin uzun bir alıştırma sürecinden geçirilerek geldiği konusu büsbütün asılsız değil. Ancak şapka inkılâbı karşısında tereddüde giren ve travma geçiren bazı vilâyetlerde meselâ Rize’deki topa tutma rivayetleri iyice araştırılmalıdır. Ayrıca şapka inkılabından çok önce serpuş hakkında İslâm fıkhına göre aleyhte hüküm veren İskilipli Atıf Hocanın sudan sebeplerle asılmasının izahını travma yerine “Nirvana” ile mi yorumlayacaklar kimileri?

Antidemokratik uygulamalar ve Cumhuriyet sistemine tamamen ters icraatlardan laf açıldığında “Canım o zamanın şartları öyle gerekiyordu. Jakoben olmak lâzımdı. Devrimlerin toplumca kabul görmesi için bu tip baskılar, İstiklâl mahkemeleri, yargısız infazlar, önce asın sonra yargılayın hukuk anlayışları o dönemde mecburen lâzımdı diyenlerin büyük çoğunluğu T.C. İnkılap Tarihi uzmanları değil miydi?

Neticenin neticesi son örnek sayın Dengir’in sözlerine karşılık bu tür hiddet, dehşet, öfke, gayz ve kin dolu cevap vermeler ve hakaretler gösteriyor ki Kemalistlerin fikrî malzemesi yok. Barut bitti gibi.

Asıl travma kimde siz karar verin.

26.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır