Bir yazımda Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Ankara mezhebinden bahsettiğine temas etmiştim. Bu anlayış veya doktrin veya mezhep ne zaman teşekkül etti? İlginç bir şekilde bu Ankara mezhebinin teşekkül devresi zaferlerden sonradır. İtici gücünü zaferlerden alıyor. İttihatçılar dine karşı erteledikleri bazı inkılapları Çanakkale harbinin kazanılmasını zemin yaparak uygulamaya koyuluyorlar. Keza bir takım modernist inkılaplar da aynı şekilde zeminini Yunanlıların denize dökülmesinde buluyor. Sözgelimi Enver Sedat da İsrail’le barışını veya Camp David anlaşmasını 1973 Ramazan Savaşı veya zaferine borçludur. Şayet bu zafer olmamış olsaydı Sedat’ın İsrail’le barış yapması ihtimali ya düşünülemezdi ya da zayıf kalırdı.
Neden tarihin dehlizlerine daldık dersiniz? Sebebi basit! Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya aynen Diriliş romanındaki gibi Çanakkale ve Kurtuluş Harbi’nin çarpıtıldığını söylemekte. Ona göre, Kurtuluş Savaşı Yunanlılara karşı verildiği gibi din bezirgânlarına ve mollalara karşı da verilmiştir. Aynen Turgut Özakman’ın tarihi çarpıtmalarında olduğu gibi. Gerçi Yalçınkaya’nın söylediklerinde doğruluk payı var ama kronolojik olarak yanlış. Bu ayrışma Kurtuluş Savaşı sırasında değil akabindedir. Yani zaferden sonradır. Zaferden sonra sıra bir nevi dinî kesimlere karşı zafer kazanmaya gelmiştir. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı iman gücüyle kazanılıyor. Ama ne zaman ki zafer kazanılıyor bu iman ve kurtuluş hamlesine destek verenlerin Ankara’dan koptuklarını görüyoruz. Sırayla Bediüzzaman Ankara’dan ayrılırken ve ikinci Said dönemine geçerken bilahare Mehmet Âkif de Türkiye’de kalamıyor ve hafiyelerin arkasında dolaşmasından bizâr olarak memleketi terk ediyor. Yani Ankara hükümeti kurulduktan sonra memleketi terk edenler sadece Şeyhülislâm Mustafa Sabri gibi padişahlık yanlıları değildir. Yeni döneme ve istiklâl mücadelesine canla başla destek verenlerin içeride veya dışarıda sürgüne gittiklerini görüyoruz. Bediüzzaman Van’a giderken Mehmet Âkif de gönüllü sürgün yeri olarak Mısır’a gidiyor. Neden? Zira zaferden sonra hava değişmiş ve bu havada nefes alamamışlar. Şeyhülislâm Mustafa Sabri’nin Ankara mezhebi dediği anlayış teşekkül etmeye başlamıştır. Bediüzzaman bu havanın teşekkülünü şöyle anlatıyor: “1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı, Nur’un Arabî risâlesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları bazı risâlelerde tam izah edildiğinden, burada icmâlen yazılacaktır. Sair risâlelerde inkısam etmiş olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüz’ü hükmüne geçiyor...”
***
Bediüzzaman Risâle-i Nurları yazmayı bir nevi bu akımın havasını dağıtma isteğine de bağlıyor. Şeyhülislâm Mustafa Sabri de aynı tesbitte bulunuyor. İslâm’ı muhafaza ve ihtirası (muhafızlığı) adına İslâm’ın iftiras edildiğini ve parçalandığını ve bunun için de İzmir zaferinin gerekçe ve bahane yapıldığını ileri sürmektedir. Mustafa Sabri’ye göre, İzmir zaferi, üssü inkılaplar için bir dönüm noktası teşkil etmiştir (En Nekir ala minkiri’n nime, s: 79, Daru’l Kadiri).
İzmir zaferinin bir nevi anane ve İslâmî hayata galebe için zemin yapıldığını ileri sürmektedir. Zafer üzerinden dinî hayatı dışlama modası ve çığırı aynen bugün Turgut Özakman gibilerin yazdıklarıyla sürdürülmek istenmektedir. Soner Yalçın da aynı şeyleri yapmaktadır. Din üzerine galebelerini Çanakkale Zaferi gibi millî zaferler üzerine bina etmek istiyorlar. Bu dönem için Bediüzzaman ‘kurt gövdeye girmiştir’ derken Şeyhülislâm Mustafa Sabri de: “Düşman kaburgalarımın içine sinmişşe ondan nasıl sakınırım” demektedir. O dönemde manipülasyon tamamen hedefine ulaşmıştır. Din üzerinden kazanılan zafer başka amaçlara ve din dışı amaçlara alet edilmiştir. Bu itibarla da Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Ahmet Şevki’nin Padişah Vahdettin aleyhinde ve Mustafa Kemal’in lehinde kıtalar veya rubailer nazmetmesini bu çığırın başarısına yorar. Keza allame İkbâl’in de bu tarz şiirlerini biliyoruz.
***
Mustafa Sabri bu yeni anlayışa veya çığıra Ankara mezhebi adını verirken kimileri de bu anlayışı Ankara kriterleri olarak adlandırmaktadır. Şimdi aynı anlayış Özakman ve Yalçınkaya gibilerle devam etmektedir. Onların rahatsızlıkları da Doğu Silâhçıoğlu gibi Âkif’ten veya Safâhat’tandır. Manevî zemini de hurafe olarak adlandırmaktadırlar. Bu isimlerin seleflerinden olan Abdullah Cevdet de softalara ilân-ı harpte bulunmuştu. Yani savaş açmıştı. Bugün tekmili birden inkılap ve darbe taraftarlarının gerisinde yine aynı izleri; Abdullah Cevdet gibilerinin izlerini görüyoruz. Cevdet’in çığırıyla Âkif’in çığırı elbetteki barışmayacaktır. Elbette Cevdet’in çığırında olanlar Âkif’ten ve çığırından gocunacaklardır. Sünnetullah böyledir ve değişmez.
25.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|