|
|
Nejat EREN |
İnsanlığın Saadet Güneşine... |
|
Peygamberliğiyle, hidâyet ve ebedî saadetin varlığını getiren... Kulluk ve duâsıyla insanlığa saadeti ve Cenneti müjde eden... Duâsıyla, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fenâ-i mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekàya çıkarmayı en büyük maksadı ve gàyesi yapan...
Âlem sarayının güneşi... Arkasındaki evliyâ-i ümmetin, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye çıkmasına vesile olan... Arş-ı Ehadiyete yol açıp gösterdiği imân-ı billâh ile ispat eden...
Bütün Allah’ın elçilerini ve bütün evliyâ, sıddîkîn ve bütün asfiyâ ve muhakkikîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle Vahdâniyeti gösteren... Bütün peygamberleri sâyesi altına alan... Bütün âlem-i İslâmı himâyesine alan...
Bütün insanlığı arkasına alıp şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, bütün insanlık içinde duâ eden...
Bütün kuvvetiyle bütün dâvâları tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadette toplayan...
Bütün peygamberlerin serveri; ve şu kâinatın iftihar vesilesi olan...
Bütün peygamberlerin vahiylerinin tamamını ve bütün evliyânın tevâtürünü elinde tutan...
Bütün vicdânları incizab ve cezbe, bir gàye-i hakikiyenin ve bir hakikatin câzibedarlığına yönlendiren...
Dâvâsını ve getirdiği kelâm-ı ezeliyi bütün ins ve cinnin damarlarına dokundurduğu halde misli olmayan...
Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir terğib ile dost ve düşmanlarını, kendisini tanzîre ve taklide sevk eden...
Eğer âhiretin gelmesinin hesapsız sebepleri olmasıydı bile tek duâsı, ahiretin ve Cennetin binâsına sebebiyet verecek olan...
Hakikatin tabakàtında uçan... Hazret-i Âdem’den başlayan nübüvvet silsilesinin son halkası, varlık isimlerinin bütün mertebelerine tafsilen “mazhar” olan...
Kâinat ağacının çekirdeği ve en münevver meyvesi...
Kâinat sarayının makâsıdının medârı...
Kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, kendisinin zâtında cismini giyerek, en âhir bir meyve sûretinde görünen...
Kelâmları, saadet-i ebediyeye karşı birer pencere olan...
Kendine ve ümmetine saadet-i ebediye isteyen, bekà isteyen, Cennet isteyen...
Kulluğu, duâsı ve ibadetiyle öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet veren...
Mi’racıyla, insanlığa velâyet yolu açan; velâyetiyle gidip, risâletiyle dönen ve kapıyı da açık bırakan...
Nebî hakkına hürmet kadar, insanlığın bütününe, zengine, fakire, büyüğe, küçüğe, ve eşlerin hukukuna merhameti getiren.
Öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını içine alan.
Öyle bir çekirdek ki, hem mânâ ve nur, hem vücut ve organ olan.
Parmağını yukarıya kaldırmakla, Celâl ile şakk-ı kamer eden ve aşağıya Cemâl ile indirmekle yine o parmağından Kevser gibi su akıtan...
Risâletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubûdiyetiyle de âhiretin kapısını açan...
Rubûbiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı... Tılsım-ı kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti...
Bin mu’cizât ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm... Seyyidimiz Muhammedü’l-Emîn Aleyhissalâtü Vesselâm... Bizleri sana lâyık ümmet eyle Yâ Resûlullah. (Âmin)
NOT: Bütün âlem-i İslâmın ve dostların Mevlid kandillerini tebrik ediyor, hayır ve rahmete vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Sonsuza kadar genç kalma isteği |
|
Alphaville adlı bir müzik topluluğunun meşhur olmuş bir şarkısı vardı. Sonsuza kadar genç olmak istiyorum, anlamına gelen “I want to be forever young” diye şarkının başından sonuna kadar aynı nakarâtı söylüyorlardı.
Evet, insanın içine konulmuş bu arzu, hemen hemen bütün herkeste vardır. İnsan, daima genç ve diri kalmak ister.
Fakat yaşadığımız dünya buna imkân bırakmaz. İster istemez her insan yaşlanır. Belirli bir yaştan sonra doğan hücrelerimizin sayısı ölen hücrelerimizden daha az olmaya başlamıştır artık. Hastalıklar kendini daha ciddî bir biçimde göstermeye başlar.
İnsan, hafızasından tutun da fiziksel gücüne kadar birçok özelliğini yitirmeye başlar bir süre sonra. Hatta yaşlılıkla öyle bir noktaya gelir ki, hayat adeta bir yük olur. Sağlığın bozulması ile birlikte hiçbir şeyden tat almamaya başlanmıştır. Yeme içmeyi bir kenara bırakın, bazen nefes almanın bile ıztırap verdiği anlar gelip çatmıştır şimdi.
Son yıllarda tıpta çok büyük gelişmeler yaşandı. Hatta öyle noktaya geldik ki, ölüm hariç birçok derde devalar bulundu. İnsanlar ölüm için bile geçici bir çözüm buldular. Bitkisel hayat dedikleri yarı ölü bir vaziyette canlılık alâmetlerini bir müddet sürdürme imkânı olduğu söyleniyor.
Fakat bunların hiçbiri genç kalma özlemini giderememiştir. Buna karşılık bırakın genç kalmayı, milyonlarca ahiret yolcusu, ölüm kapısından geçerek dünyayı terk etmektedir. Bu olay batıda veya doğuda olsun hiç değişmez, her gün yaşanıp durmaktadır.
Acaba çevremizde milyonlarca örneğini gördüğümüz ihtiyarlığın bir çaresi yok mudur? Milyarlarca insanın ihtiyarlık meşakkatinden kurtulması ve gençlik nimetine kavuşması imkânı bulunamaz mı?
Evet, bu derdin de çaresi vardır. Hem de âlâ bir sûrette dermanı bulunur. Her insanın sonsuza kadar genç kalabileceği bir Cennet vaad edilmiştir zira.
Rabbimiz, iman ile yaşayıp öldüğümüz takdirde sonsuz bir Cennet hayatını bize vereceğini Kur’ân’da sayısız âyetle bizlere bildirmektedir.
Peki, bizlere ne oluyor ki vaadinden dönmesi mümkün olmayan, yani Sâdıku’l-Va’d olan Rabbimizin emrini dinlemiyoruz. Nefsimize ve Şeytanın tuzağına aldanıp dünya hayatı içinde boğulup gidiyoruz.
Çok fazla zekî olmaya gerek yok. Bir parça düşünsek, biraz tefekkür etsek kâinattaki mükemmel nizamı görebileceğiz. Elbette bu muazzam kâinatın bir yaratıcısı, bir düzenleyicisi olacaktır. Çünkü hiçbir şey tesadüfî olmuyor. Sebepler çoğu zaman aciz kalıp “Ben bu işte yokum” diyerek yolunu çeviriyor.
Tek bir seçenek kalıyor, o da en mantıklı ve en makul olanı. Yani “Lâ ilâhe illallah” derken idrak ettiğimiz gibi Allah’ın var ve bir olduğu gerçeği.
O halde ona iman edip hayatın anlamını çözmeye çalışalım. “Biz kimiz, nereden gelip nereye gidiyoruz?” sorularının cevaplarını öğrenmeye gayret edelim.
Eğer iman ile öldüğümüz takdirde ebedî yani sonu olmayan bir gençlik ve cennet hayatı bize vaad edilmiştir. Madem vaad edilmiştir elbette verilecektir. Zira, O’nun kudretine hiçbir şey zor gelmez. Bir sineği yarattığı gibi gezegenleri de halk eder. Samanyolu galaksisinden atomlara kadar her yerde O’nun birlik delilleri vardır.
Allah eğer vermek istemeseydi, istemek duygusunu bize vermezdi. Demek ki vaad etmiş, elbette verecektir. Zira O'nun mülkü çok geniş, kudreti de sonsuzdur.
Alphaville’nin şarkısında dile getirdiği sonsuza kadar genç kalmak için Allah’a iman etmemiz yeterlidir. Eğer O'na inansak, hükmüne itaat etsek hem dünyada, hem ahirette mutlu oluruz.
Yok, eğer “Ben gözümle görmediğim şeye inanmam” diyerek O'nu tanımaz isek, sonsuz bir felâketin içine düşeriz. Yaşlılıkta çektiğimiz elem ve hastalıklardan daha beter olan Cehennem azabına dûçâr oluruz.
O halde imanımızı kurtaracak ve onu güçlendirecek eylem ve fiilleri yapmak zorundayız. Başta namaza dikkat etmekle birlikte Kur’ân’ımızı bize öğreten tefsirleri hiç olmazsa günde yarım saat okumamız gerekiyor. Aksi takdirde şeytan’ın, imansızlığın günümüzdeki versiyonu olan materyalizm tuzağına düşeriz. Tesadüflere, her şeyin kendi kendine olduğuna inanmaya başlarız.
Önümüze sunulan sebepler perdesinin arkasını görememeye başlarız. Böyle bir düşünce ise ahiretimizi kaybetmek bir yana dünyada da azap içinde kalmamıza yol açacaktır. Zira hergün yok olup gitmekte olan başta sevdiğimiz insanlar olmak üzere bütün canlılar, derdimize dert katacak, büyük bir ruhsal travmaya götürecektir.
O halde aklımızı başımıza almalıyız. Hiç te Şeytanın yalanlarına inanma mecburiyetimiz yoktur. Onun amacı; başta kendisi olmak üzere Yaratıcımıza inanmamamızı sağlamaktır. Bize verilen sınırlı da olsa irademizi Allah’a iman yönünde kullanmalıyız. Bu ise çok zor değildir.
Rabbimizden bizi iman ile yaşatıp, iman ile canımızı almasını niyaz edelim.
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Öldükten sonra da yaşamak |
|
Birgün Allah Resûlünün yanından bir cenaze geçti. “Bu ölü ya rahata ermiştir ya da başkaları ondan rahata ermiştir” buyurdular.
“Rahata ermiştir veya başkaları ondan rahata ermiştir ne demek ya Resûlallah?”
Şöyle açıkladılar Kâinatın Efendisi (a.s.m.): “Mü’min bir kul öldüğü zaman dünyanın sıkıntı ve ıztıraplarından kurtulur, rahata erer. Günahkâr kula gelince insanlar, memleketler, ağaçlar ve hayvanlar onun kötülüğünden kurtulur, rahata ererler.”1
Evet, insan ölünce ya kendisi rahata erer, ya da çevresindekiler.
Hz. Ali’nin “Öldükten sonra da yaşamak istiyorsanız faydalı bir eser bırakınız” dediği gibi, organ, duygu ve yeteneklerini yerli yerinde kullanan insan hiç şüphesiz rahata eren insandır. Çünkü çileli dünyanın bin bir türlü sıkıntı ve ıztıraplarından kurtulmuş, huzura ermiştir.
Ya onun bunun canını yakmış, onu bunu üzmüş, vurmuş, kırmış, yakmış, yıkmış, incitmiş, zararı sadece insanlara değil, memlekete, hatta bitki ve hayvanlara kadar uzanmış, bir türlü rahat yüzü göstermemiş, herkese illallah dedirtmiş bir insanın ölümü de gerçekten onun şerrinden bir kurtuluş olur.
Birincisi insan şeref ve onuruna yakışır tarzda bir hayat sürmüş, baha biçilmez bir nimet ve sonsuz bir hayatı kazandıracak değerde olan ömür sermayesini değerine uygun şekilde kullanmış, kendisi gibi başkalarının da mutlu olmasını sağlamıştır.
Hayat güzel, nefis bir nimettir onun için. Onu bir lütuf ve ihsan-ı İlâhî olarak görmüş, hakkını vermeyi bilmiştir.
Evet, Allah yolunda kullanılan hayat kıymetlidir. Bakî yoluna sarf olunan her şey beka bulur.
Hz. Ali “Faydalı bir eser” bırakmaktan söz etmiyor muydu?
Her şeyden önce ömür dakikalarını bakî olan Allah yolunda sarf eden bir insanın hayatı harika bir eserdir. Her şey kullanılış maksadı ve niyete göre anlam ve değer kazandığına göre, bundan daha önemli bir eser olamaz. Ebedî saadeti kazandıran bir ömürden daha kıymetli hangi eser vardır?
Hayatını dünyada bulunuş maksadına, misyonuna uygun şekilde kullanan; sevgi, saygı, şefkat, insanlık ve fazilet abidesi olan insanlar gönüllerde taht kurmuş, ölümlerine canlı-cansız her şey hüzünlenmiştir. Bunlar öldükten sonra da yaşamayı başaran insanlardır. Maneviyat büyüklerinin asırlar geçse de unutulmamalarının temelinde bu yok mudur?
Daha yaşarken bıktıran, usandıran, ölümü istenen, yokluğu arzu edilen, söz ve davranışlarıyla huzuru kaçırmış bir kişi olmak da gerçekten büyük bir felâket. İnsanlar, dağ, taş, ağaç ve hayvan, hatta her şey kâinatın düzenini bozan böylesi bir mikroptan kurtulurken bayram havası yaşarlar.
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Cipso değil, sigara alacak paramız var! |
|
Yürüyorum, arkamdan da iki çocuklu bir bayan geliyor. Çocuklardan birinin elinden tutmuş sanıyorum. Üç yaşlarında olan, elinden tutturmadığı için sağa sola koşuşturuyor. Eh bu yaşlarda normal. Afacanlar hürriyetlerine pek bir düşkündürler. Tam köşe başında bir bakkal var. Önünde de cipslerin sergilendiği bir sepet. Çocuk gelip onun önünde duruyor ve arkamda olan annesine sesleniyor, “Anne cipso alalım. Anne cipso alalım.” Annenin çocuğa verdiği cevap çok ilginç: “Cipso alacak paramız yok oğlum. Sigara alacağım.” Sesinin tonu gayet normal. Çok sıradan bir şeyi çocuğuna açıklıyor ya da ifade ediyormuş gibi bir üslupla söylüyor söyleyeceklerini.
Tabiî, çocuk birkaç kez daha zıplıyor cipslerin önünde. Anne aldırış etmiyor. Ben köşeyi döndüğüm için sonraki olanları görmüyorum ve duymuyorum. Ama içimde bir şeylerin acıdığını hissediyorum. “Acaba bu çocuk büyüdüğünde nasıl biri olur?” diye kendime sormadan edemiyorum. Gerçekleri nasıl algılar? Algı dünyasında, “Cips alacak paramız yok, çünkü annemin sigaraya ihtiyacı var” diye düşünür mü? Ya da “Parası var annemin, ama bana harcamak istemiyor” veya “Annemin sigara alacak parası var, ama bana bir cipso almıyor. O halde beni sevmiyor” diye mi düşünecek? Son olarak bütün bunlarla birlikte, “Annem bana yalan söylüyor.” Bu olayı unutur mu? Gerçi bu olayı unutması bir şeyi değiştirmez. Çünkü annenin davranışının değişmesi lâzım.
Asıl içimi yaralayan şeyse, bu olayı sadece bir çocuğun yaşamıyor olduğunu bilmek. Bu toplumun genel bir problemi dersem çok mu ileri giderim bilmiyorum, ama şu bir vakıa ki, çocuklarımızı kendi çıkarlarımıza fedâ ediyoruz ve bunu da onlar biliyorlar. Böyle büyüdükleri için, erişkin hale gelseler bile, her şeyde kendi çıkarlarına göre davranmayı öğreniyorlar. Zira çocukken de kendilerine öyle davranılıyor. “Var, ama benim için yok. O halde ben de öyle davranırım ve kendimi korurum” diyor daha çocukken.
Bu gerçekliği en tepemizden, en sıradan insanımıza kadar görmüyor muyuz? Herkes kendisini korumak için avazı çıktığı kadar bağırıyor. Biri cipsosunu istiyor, diğeri de “Benim sigaraya ihtiyacım var. Sen de nerden çıktın?” diye bağırıyor. Diplomatik kavgayı bile sokak kavgalarına dönüştüren, ağız dalaşından öteye gidemeyen bireyler olup çıkıyoruz.
Ey anneler! Bu ülkeyi siz kuruyorsunuz, hâlâ farkında değil misiniz?
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Demokrasinin tam cemâlini 2011’den sonra mı göreceğiz? |
|
Fert, aile, toplum ve İslâm âleminin en önemli meselesi, insan hak ve hürriyetlerinin, demokrasinin, şeffaflığın tam anlamıyla yerleşememesidir. Yarım-yamalak demokrasimizde seçim var; adalet, hukuk, kanun hâkimiyeti yok. (Osmanlı'da seçim yok, adalet, meşveret, hukuk var!) Anayasa, antidemokratik maddelerle dolu; kanunların birçoğu çarpık ve demode; toplumun yapısına uymuyor. Bunun temel sebeplerinden birkaçı şöyle sıralanabilir:
- Tevekkül ve kanaati yanlış anladığımız gibi, hürriyeti de başıboşluk, istediği gibi hareket etme ve sınırsız sanmamızdır.
- Entelektüelimiz, hatta mütedeyyin bazı ilim ehli bile, hürriyetin, imanın özelliği olduğundan bîhaber yaşıyor.
- Bir kesimimiz—büyük çapta törpülenmekle beraber—demokrasiye hâlâ küfür rejimi olarak bakıyor. Şimdi bir devlet büyüğümüz ile 1980’lerde tartışırken, “Biz şeriatı getireceğiz, İlahiyatçı olarak ne işin var demokratların peşinde, demokrasi küfürdür!” demişti… Keza, 2000’li yılların başında bile muhterem bir fikir adamı ve gazeteci, Pakistanlı Prof. Hurşid Ahmed “İslâmî demokrasi olabilir, gelin bunu tartışalım!” diyordu.
Oysa Bediüzzaman 100 sene önce, meşrutiyetin, hürriyetin, demokrasinin, İslâmın, imanın özelliği olduğunu meydanlarda ilân etmiş, kitaplarına yazmıştı. “İslâmcılık” hareketinden bir kısmının demokrasiyi “küfür” rejimi olarak isimlendirmesinin sebeplerinden birisi, şu toptancı yaklaşımdır: “Mâdem Hıristiyanlık muharreftir, bozulmuştur, hurafelerle dolmuştur ve mâdem Batı, sefihtir, ahlâksızdır, doğuya düşmandır. Öyle ise ondan gelen her şey zararlıdır. Demokrasi de, Batı menşe’lidir. O halde, o da İslâmiyete zıttır.”
İşin doğrusu, insan hak ve hürriyetlerinin bânîsi Kur’ân ve Sünnettir. Bazı çevreler; hak ve hürriyetlerin bânisi İslâmiyeti—Kur’ân ve Sünnet baştan ayağa insan hak ve hürriyetleri, demokrasi, şeffaflık iken—diktatörlüğe müsâit zannediyor!
- Ve en nihayet, Batılı bazı çevreler, “İslâmiyet demokrasi ile bağdaşır mı?” endişesi içinde. “İslâmiyet demokrasi ile değil, demokrasi İslâmiyetle ne kadar bağdaşır?” diye sormak lâzım. İngiliz filozof Bernard Shaw’ın dediği gibi; “Demokrasimizin bir adım ötesi İslâmiyettir.”
Bu çarpık anlayıştır ki, darbelere ve şeklî çözümlere yöneltiyor. Bunun sonucu olarak da, anayasa ve kanunlar, milletin, tarihî, millî, sosyal, kültürel yapısına uygun yapılmamaktadır.
Bunun en çarpık örneklerinden birisi, 1980 ihtilâlinin mahsûlü ve 28 Şubat 1997 postmodern darbesinin ömrünü uzatmaya çalıştığı 1982 anayasasıdır. Bundan şikâyetçi olmayan bir avuç elit kalmıştır. Milletin kahir ekseriyeti, yasaksız, hak ve hürriyetleri barındıran, ferdi önplana alan bir anayasa istiyor. Ne var ki, resmî ideolojiden beslenen jakoben bir kesim; buna diretiyor!
II. Meşrutiyet’i büyük bir memnuniyetle karşılayan Bediüzzaman, lehinde pekçok nutuklar, konferanslar vermiş, makaleler yazmış. Hatta, ilân edildiğinden iki sene sonra (1910’larda) Doğu Anadolu’yu gezerek özelliklerini ve güzelliklerini anlatmış. Bu arada, kendisine şu soru tevcih edilmiş: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”
“Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.
“Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.”1 Bu tesbitler bize şunu göstermiyor mu?”
İnsan hak ve hürriyetleri, meşrûtiyet/demokrasi için “tembel kalıp yolunu yapmadığımıza, tembellik edip çalışmadığımıza”; diktatör ve darbecileri destekleyip (çoğunlukla) alkışladığımıza göre; acaba demokrasinin “tamamen cemâlini”, Miladî olarak yüz sene sonra, yani 2011’lerin ardından mı göreceğiz?
Dipnot: 1- Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s. 29.
22.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Duâ bizi korkularımızdan emin kılar |
|
Seda Hanım:
*“Korkuyu gidermek için duâ var mıdır? Varsa yazar mısınız?”
Bir şeyi Allah’tan istemek veya bir şey hususunda Allah’a sığınmanın öyle çok ulaşılmaz şartları, çok anlaşılmaz kuralları yoktur. Kalbimizde Allah’a sığınma dürtüsü varsa, bu, duanın tâ kendisidir. Bu dürtüyü kendi sözlerimizle duâya çevirip, yani bu dürtüyü Allah’a karşı özlü, içli ve sözlü hale getirip Rabbimizden dilediğimiz her şeyi isteyebiliriz, korktuğumuz her şeyden de Rabbimize sığınabiliriz.
Peygamber Efendimizin (asm) şu sözlerine bir bakalım. Korktuğumuz şeyden emin olmak veya umduğumuz şeye ulaşmak için Allah’a el açmanın en özel şartı nedir, görelim:
Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Kulun kalbine duâ etme arzusu geldiğinde Rabbine duâ etsin. Çünkü Allah onu kabul edecektir.”1
Hz. Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Allah’a duâyı, size cevap vereceğinden emin olarak yapın. Şunu bilin ki Allah bu inançta olmayan ve gafletle başka şeylerle oyalanan kalbin duâsını kabul etmez.”2
Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Kul, “Ya Rabbi, Ya Rabbi” dediği zaman, Allah şöyle buyurur:
“Buyur kulum! İste de, sana verilsin!”3
İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Allah’ın fazlından isteyin. Zira Allah, kendisinden istenmesini sever. Kulluğun en efdali, duâ edip de korktuğun şeyden kurtuluşu beklemektir.”4
Duâ edileceği zaman günahlarımızdan pişmanlık gösterip tövbe ve istiğfar ederek manevî olarak arınmak ve günahlardan temizlenmek, ardından Peygamber Efendimize (asm) salâvat-ı şerife okuyarak korktuğumuzdan emin olmak ve umduğumuza kavuşmak için Peygamber Efendimizi (asm) şefaatçi yapmak, ardından Allah’tan isteyeceğimiz şeyi isteyip korktuğumuz şeyden Allah’a sığınmak, ardından duâmızı yine salâvat-ı şerife ile bitirmek sünnettir.5 Duâda bu sünnet düsturlarına uyduğumuzda hem sünnet sevabı kazanmış oluruz, hem de duâmızı kabule yaklaştırmış oluruz. İçten, ihlâsla ve Allah rızâsı için duâmıza devam ettiğimizde inşallah duâmıza Cenâb-ı Hakkın cevap vermesi ve dilerse kabul etmesi yakın olacaktır.
Sıkıntılı ve korkulu anlarımızda Kur’ân’dan Âyete’l-Kürsî’yi okuyup Cenâb-ı Allah’a sığınabiliriz. Keza Salât-ı Terficiye veya Salât-ı Nâriye diye bilinen bir salavatlı duâ vardır. İslâm büyükleri tarafından sünnet-i seniyye düsturları çerçevesinde tertip edilmiş kuvvetli bir duâ metnidir. Sıkıntılı ve korkulu anlarımızda bu duâyı da dilediğimiz kadar okuyup Allah’a sığınabiliriz.
Bu duâ şöyledir: “Allahümme salli salâten kâmileten ve sellim selâmen tâmmen alâ seyyidinâ Muhammedinillezî tenhallü bihil ukadü . Ve tenfericu bihil kürabü. Ve tükdâ bihil hevîcü. Ve tünâlü bihirreğîbü. Ve hüsnul hevâtimi. Ve yüsteskal gamâmü bi vechil kerîmi. Ve alâ âlihi ve sahbihi fî külli lemhatin ve nefesin bi adedi külli ma’lûmin leke.”
Mânâsı: “Ey Allah’ım! Mükemmel (en güzel), bir salât ve mükemmel (tas tamam) bir selâm ile seyyidimiz Efendimiz Hz. Muhammed’e salât ve selâm eyle. Öyle ki, Onun vesilesi ile müşküller, zorluklar hallolur, düzelir yoluna girer. Onun vesilesiyle sıkıntı ve kederler kendiliğinden kaybolur. Onun vesilesiyle ihtiyaçlar yerine getirilir. Onun vesilesiyle gönülden arzu edilen dilek ve muratlar gerçekleşir. Hayırlı sonuçlar- iyi neticeler, Onunla elde edilir. Onun yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur dökülür. Aynı salâtü selâmı Onun al ve ashabına da eyle. Öyle ki, her an ve her nefes sana malûm olan varlıklar sayısınca Ona, Onun âline ve ashabına salatü selâm olsun.”
Bu duâyı zorluk ve sıkıntılar karşısında dilediğimiz kadar okuyarak, musibetlerden ve zorluklardan kurtulmayı ve korktuğumuz şeyden emin olmayı Cenâb-ı Allah’tan dileyebiliriz. Ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi, Salât-ı Tefriciye’nin de bütün dertleri, kederleri ve sıkıntıları yok etmesi kuvvetle umulur. Nitekim bu umudu kuvvetlendirdiği için bu duâya “Salât-ı Nariye” de denilmiştir.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 1/225
2- Tirmizî, Daavât 66. (3474.)
3- Câmiü’s-Sağîr, 1/226
4- Tirmizî, Daavât 126 (3566)
5- Mektûbât, s. 270
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kaçan fırsatlar |
|
Hatırlanacağı gibi, Erdoğan 2002 seçimine yargı engeli sebebiyle katılamamış ve milletvekili dahi seçilememişti. Seçimden sonra AKP ilk iş olarak bu engeli kaldıran bir düzenlemeyi CHP’nin de desteğiyle Meclisten geçirdi.
Ama bu yapılırken, sadece Erdoğan’ın önünü açma düşüncesi esas alındı; diğer mağduriyetlerin izalesi cihetine gidilmedi. “Madem bu değişikliği yapıyorsunuz; hazır ele almışken Erdoğan’la benzer durumda olan 312 mağdurlarını da rahatlatın” çağrılarına kulak verilmedi.
Bunların başında, 28 Şubat’ta 312’den yargılanıp bir kısmı mahkûm edilen Yeni Asya mensupları geliyordu. Eğer Erdoğan için yapılan düzenleme, küçük bir rötuşla, bu durumdakileri de kapsayacak hale getirilseydi, sonraki süreçte cereyan eden bazı sıkıntılar yaşanmayacaktı.
Söz gelişi, 312 değişiklikleri sonrasında yeniden yargılanan Mehmet Kutlular, Sami Cebeci, Cevher İlhan ve Cemil Tokpınar tekrar mahkûm edilmeyecek; Cebeci ve İlhan gözaltına alınıp tutuklanma ayıbına maruz kalmayacaktı.
Ama ne yazık ki, AKP bu çeşit sorunları, yalnızca kendi konumunu merkeze alan konjonktürel yaklaşımlarla değerlendirme gibi bir alışkanlığa sahip olduğu için, bu sıkıntılar yaşandı.
Ve öyle görünüyor ki, yaşanmaya da devam edecek. Ancak olayın bütününü kapsayan ilke bazlı çözümler üretemediği ve temeldeki yapısal sorunun devamına göz yumduğu müddetçe AKP’nin başı da dertten kurtulmayacak.
Bunun en tipik örneği, günlerdir yoğun şekilde tartışılan kapatma dâvâsı. Mâlûm, DTP’nin başında da aynı gaile var, ama AKP iktidar partisi olarak bu duruma gereken duyarlılığı göstermedi. Ve Erdoğan’ın “DTP ile görüşmem” restini çektiği gün, AKP hakkındaki kapatma dâvâsı gündeme düştü.
Hatırlanacağı üzere, 2002 seçiminin gecesinde Erdoğan, yaklaşık bir buçuk yıl sonraki yerel seçimlere kadar yapacakları en önemli ve âcil işlerden birinin Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarını değiştirmek olacağını söylemişti. Ama ne bahsettiği vadede, ne de o günden bugüne kadar geçen beş buçuk yılda o değişiklikler yapıldı.
Oysa son olarak Sami Selçuk’un da dediği gibi, sorunun esas kaynağı 12 Eylül’ün eseri olan söz konusu kanunlardaki yasakçı hükümler.
Bunları kaldırmadan veya düzeltmeden yola devam etme gafletine kapılanlar, düştükleri çukurdan şikâyetçi olma hakkına sahip değiller.
Neden? Çünkü “Kendi düşen ağlamaz.“
İş işten geçtikten, yumurta dayandığı kapıdan geçerek düşüp kırıldıktan sonra, can havliyle anayasa ve kanun değiştirme telâşı içine girmenin de fazla bir anlamı ve mantığı yok.
Yürümeye koyulduğu yolda döşenen ve yerleri de açıkça belli olan mayınları ferasetle görüp zamanında temizleyerek ve diğer tedbirleri de alarak ilerlemek gerekirken bunu yapmayıp, inanılmaz bir lâkaydlık ve sorumsuzlukla hareket ediliyorsa, bu tavır için ne denilebilir ki?
Gerçek şu ki, “Fırsatlar stok edilemez...”
AKP, girdiği ilk seçimde üçte ikilik Meclis çoğunluğunu alarak müthiş bir fırsat yakalamıştı, değerlendiremedi. Buna rağmen halk 22 Temmuz’da bir fırsat daha verdi. Ama galiba o da kaçıyor. Peki, iddia ettikleri gibi yeni bir seçimde yüzde 60-70 oy alsalar durum değişir mi?
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Çete üstüne çete |
|
Tam ‘çeteler gözaltına alındı’ derken, yeni yeni çetelerin varlığı ortaya çıkıyor. Kamuoyunun beklediği, ancak pek de ihtimal vermediği sürpriz isimler gözaltına alınıp sorgulanıyor. Bu sorgulamalardan nelerin çıkabileceğini elbette bilemeyiz, ancak bu görüntü; Türkiye’nin nerelere sürüklenmek istendiğini anlamak için ibret alınacak bir görüntü olduğunu ifade etmek gerekecek.
Çetelerin ismi ne olursa olsun, Türkiye’yi tehdit eden gerçek tehlikenin bu yapılanmalar olduğu bilinmeli. Türkiye’yi ‘idare edenler’ zaman zaman bir araya gelip, “öncelikli tehditler” listesi hazırlayıp kamuoyuna ilan ediyorlar. Ne yazık ki uzun zaman bu listelerin başında ‘irtica’ gelmekteydi. Tabiî ki, biz bu listeleri hazırlayan ve açıklayanların ‘yalancısı’ durumundayız. Fakat geçmiş dönemlerde kamuoyuna böyle listeler açıklandığı herkesin malumu.
Ardı sıra gelen haberlere bakılırsa Türkiye ‘çete tarlası’na dönmüş durumda. Hemen her ilde ‘çete’ diye tarif edilen yapılanmalar ve menfaat ‘şirketleri’ oluşturulmuş. “Yok öyle bir şey, bu iddialar temelsizdir” diyenler varsa, lütfen ‘çeteleri yakaladık’ diye açıklama yapanlara itiraz etsin.
Bunca ‘çete’ yakalandıktan sonra hâlâ hayalî irtica iddialarında ısrar ve inad edenlere ne demeli? Hangi ‘mürteci’ Türkiye’ye bu ‘çete’ler kadar zarar verdi ya da verebilir? En başta ‘irtica/mürteci’ tarifinde bile bir uzlaşma yok. Bu tabir de bir karalama aracı olarak kullanılıyor ve tarif edilmemiş ‘laiklik’ gibi insanları suçlamaya yarıyor.
Yakın tarihimiz ‘irtica’ suçlamasıyla mağdur edilenlerle doludur. Zaman zaman ‘Ezan-ı Muhammedi’yi aslî şekliyle okuyanlar ‘mürteci’ olarak suçlanmış, hatta namaz kılmak, tesbih çekmek ve Kur’ân tefsiri okumak, yazmak ‘irtica’ delili sayılmıştır. Bu ‘suç’lar karşısında harekete geçen ve bunu ‘tehdit listesi’nin başına yazanlar, aradan zaman geçtikçe ülkenin temellerine dinamit konulduğunun farkına varmamışlardır.
Bugün yakalanan ve adalete teslim edilen ‘çete’ler, sadece bu günün meselesi değil ki! Yıllar önce ekilen yanlış tohumların neticesi bugün biçiliyor. İnsanların kalplerine Allah sevgisi ve adalet hissi yerleştirmeden, ‘çete’lerle mücadele mümkün müdür?
Bunca ‘çete’ yakalandıktan sonra; hâlâ ‘çete’leri Türkiye’yi tehdit eden tehlikeler listesinin en başına yazmayanlar varsa, millete en büyük kötülüğü yapıyor demektir. “Listeye yazmakla ne değişir?” dememek lâzım. Bu tavır, en azından ‘dua’ hükmüne geçer ve ‘çete’lerle mücadele edildiğini ifade edenlerin samimi olup olmadığını görmemize yarar.
“Siyasette bir gün bile uzundur” denilir, ama Türkiye’de bu süre sanki daha kısa. Bunca kişi ‘çete’ iddiasıyla gözaltına alındığı halde hâlâ işin sonunun gelmemesi, bu yapılanmanın ne kadar derinlerde olduğunu akla getirmez mi? ‘Sıra’nın kendilerine gelmeyeceğinden ‘emin’ bir şekilde çalışan çeteler, Türkiye’yi dünya nezdinde de küçük düşürüyor.
Hayalî ‘irtica’ tehdidini listenin en başına koyan ve güya onunla mücadele ettiğini ifade edenler, acaba bu hadiseler karşısında hiç vicdan azabı duyuyor mu?
Tabiî, ‘vicdan’ların var olduğunu varsayarak bu soruyu soruyoruz...
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Millet cambaza bakmıyor |
|
Çocukları eğlendirmek için şehrin merkezine bir sirk kurulur. Bu sirkin bir de cambazı vardır. Bu cambaz, epey yükseğe bir ip gerer. Cambaz ipin üzerinde milletin yüreğini ağzına getiren hareketler yapar. Vatandaşlar da cambazın bu hareketlerini izlemek üzere havaya bakarken, yankesici de bu durumdan faydalanarak milletin ceplerini karıştırmaya başlar. Birkaç cüzdanı aldıktan sonra bir vatandaş bunu görür ve “hırsız var” diye bağırır. Bu arada hırsız pişkin pişkin cambazı göstererek, “Aaa cambaza bak” der ve oradan kaçar…
* * *
İşte şimdi tam da fıkradaki gibi olaylarla karşı karşıyayız.
Ekonomideki sıkıntılar, yeni anayasa, TCK’nın 301. maddesi, Avrupa Birliği üyeliği için çalışmaların yavaşlaması, anayasa değiştirilerek “yasak kalktı” denilmesine rağmen başörtülülerin üniversitelere girememesi, AKP’ye kapatılma dâvâsının açılması gibi konular gündemde tutulurken, birileri de millete “cambaza bak” diyerek dikkatleri başka taraflara çekmeye çalışıyor.
Anayasa Mahkemesi’ndeki dâvânın hukukî süreci devam ederken, yaşanan sıkıntılara da bakmak gerekiyor. Çünkü hayat devam ediyor ve kapatılma dâvâsı açıldı diye meseleler bekletilemez.
Uzmanlar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP’ye kapatma dâvâsı açmasının ardından malî piyasalara bir günlük maliyetinin Türkiye’ye 30 milyar dolara mal olduğunu söylüyor. Dâvâ süresindeki belirsizliğin de, ekonomi de dahil olmak üzere, pek çok alana yansıyabileceği tahmin ediliyor.
Son açıklanan rakamlara göre, enflasyon canavarı uyanmaya başladı. Yüzde 4-5 enflasyon hedeflenirken, yıllık enflasyon yüzde 9.1 çıktı. Gerçek enflasyonun yüzde 20’lerin üzerinde olduğu biliniyor. Önümüzdeki ay daha fazla çıkabilir. Bakanlar dahi ekonomik politikalarının yeniden gözden geçirilmesini istiyor.
Piyasalardaki nakit sıkıntısı yüzünden esnaf kan ağlıyor. İşveren ve işçi kuruluşları işsizlikte alarm zillerinin çaldığı konusunda uyarıyor. Yapılan araştırmalara göre, üç işletmeden biri işçi çıkarmış. Resmî rakamlara göre, Kasım 2007 döneminde işsizlik oranı yüzde 10.1 düzeyine çıktı. Milletin cebine tek kuruş girmemesine rağmen, hesaplamalardaki değişiklik sebebiyle millî gelir bir gecede yüzde 31 arttı.
Ekonomiyle ilgili üç bakan ortak basın toplantısı yaparak gülücükler saçsalar da milletin gülecek hali kalmadı.
* * *
Temmuz ayından beri tartışılan, hatta bilim kurulu tarafından taslak metni hazırlanan yeni anayasa çalışmalarını AKP bir türlü bir karara bağlayamadı. Aralık ayında açıklanacağı duyurulmasına rağmen, aradan geçen yaklaşık 3 ay zarfında adı dahi anılmaz oldu. Çalışma rafa kaldırıldı.
Düşüncenin önünde engel olduğu Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil neredeyse herkesin üzerinde anlaştığı TCK’nın 301. maddesi ile ilgili çalışmalar da bir türlü sonuca ulaştırılamıyor. Bu kanunun geçen yılın sonunda çıkarılacağı söylenmişti. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin konu gündeme geldiğinde konunun kısa zamanda ele alınacağını söylüyor. Getirilecek teklifin meseleleri çözmeyeceği görülüyor. Maddenin özgürlükçü yapıya kavuşturulması artık elzem oldu.
Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmak amacıyla çıkarılan Anayasa değişiklikleri de çare olmadı. Rektörler ve MHP ısrarla “tuzak” olan YÖK Kanununun ek 17. maddesinin çıkmasını istiyor. AKP ise, bir “değiştirelim”, bir “değiştirmeyelim” diyerek kararsızlık gösteriyor. Şimdilerde ise, Anayasa Mahkemesi’nden çıkacak sonuca göre karar vereceklerini söylüyor. Danıştay’ın kararından sonra da karışıklık devam ediyor.
* * *
İşte bütün bu konular, başka konular gündemde tutularak unutturulmaya çalışılıyor. Önce üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldıran anayasa değişikliği, peşinden sınır ötesi kara harekâtı, şimdi AKP’nin kapatılma dâvâsı ile millete “cambaza bak” denilmeye çalışılıyor. Bu konular bir türlü gündeme getirilmeden, dikkatler başka tarafa çekilmeye çalışılsa da millet “cambaza” değil, artık gerçeklere bakıyor. Teknolojinin bu kadar ilerlediği, bütün bilgilerin her an herkesin elinde olabildiği bir çağda milleti cambazla kandırmak artık mümkün değil. Her şey milletin gözü önünde olup bitiyor ve millet artık kanmıyor. Zira millet, bu saydıklarımızı hayatının her alanında yaşıyor.
Bu yüzden de bütün meseleler aynı anda ele alınıp, bahaneler üretmeden meselelere çözüm yollarının aranması gerekiyor. Bu sorunların çözümlerinin hep birbirleri ile bağlantılı olduğu unutulmamalı…
Bütün sorunların çözümü, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlüklerden geçiyor. Bu arada AB konusu da artık bir an önce raftan indirilmesi gerekiyor.
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Demokratikleşme fırsatı |
|
İktidar partisini “kapatma dâvâsı”, Türkiye’nin gündemini kapattı. Irak’ın ABD tarafından işgal edilip istilâ edilişinin beşinci yıldönümü. Ekonomi “imdât!” işâretleri veriyor. Dünya bir milyon insanın katledildiği, halkın yarısının ABD tarafından sürdürülen savaşın Irak savaşının dehşetini tartışıyor. Keza küresel ekonomik dalgalanmayla Türkiye’nin büyük kriz riski altında olduğu, artık ekonomiden sorumlu bakanlar tarafından da itiraf edilmekte…
Ne var ki Başsavcının sözkonusu “kapatma dâvâsı”, bütün problemleri âdeta halının altına süpürmekte. Bu haliyle krizin eşiğindeki Türkiye’ye de bir nev'î “can simidi” olmakta. Ancak, sorunların daha büyük sorunlarla ötelenmesi, problemleri daha da kronikleştirip içinden çıkılmaz hale getirmekte... Bu gidişle başörtüsüne tepeden dayatılan yasadışı yasak daha da azacak…
* * *
Meclis’te anayasayı dahi değiştirecek güce sahip olduğu halde çıkarılmayan “YÖK yasası” yine ertelenecek. “İrtica” suçuyla hayatlarını mesleklerine vermiş subay ve astsubaylar ordudan ihrâç edilecek. Daha evvel “şerh” koyan yeni Cumhurbaşkanı “onaylamaya” devam edecek; Başbakan ve Millî Savunma Bakanı sâdece “şerh” koymakla kalacaklar…
Dünyanın hiçbir yerinde olmadık bir garâbette, Kur’ân kursları önündeki yaş yasağı, imam hatip liselerinin önünü kesmek bahanesiyle 28 Şubat’tan bu yana yüzbinlerce öğrenciyi mağdur eden katsayı mağduriyetine bir çözüm bulunmayacak…
Oysa gelinen süreçte yapılacak olan Ankara’nın AB’ye taahhüd ettiği demokrasi ve özgürlük kriterlerini daha kararlı bir biçimde hiçbir etki altında kalmadan hayata geçirmesidir.
Bunun dışında özellikle temel hak ve hürriyetlerde gösterilecek her zaaf ve sergilenecek ürkeklik, tıpkı yasadışı başörtüsü yasağında olduğu gibi, yasakçıların ve dayatmacıların ekmeğine yağ sürecek. Siyasî iktidarın yalnız “parti kapatmayı zorlaştıran” düzenlemelerle kalmaması gerekir. Aksi halde, “pansuman tedbirler”le bugün problem aşılsa da Türkiye’nin demokratikleşme sorunu hep baş ağrıtacak.
Bu hususta, öncelikle Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un önerdiği, 28 Şubat postmodern darbenin antidemokratik dayatmalarına temel teşkil eden 12 Eylül ihtilâli ürünü yasakçı düzenlemelerin ortadan kaldırılması gerekir. Siyasî iktidar, salt birkaç maddelik “parti kapatma” düzenlemesiyle iktifa etmemeli; bu vesileyle anayasa ve yasalarda demokrasinin önünü tıkayan ayrıkları temizlemeli. Siyasetin demokratikleşmesi için öncelikle siyasî partiler ve seçim kanununun düzeltilmesi bunların başında geliyor.
Partilerde lider sultasına son veren; partilerin üye ve tabanlarını yetkilendiren, seçilmiş teşkilâtları genel merkezin emr-i vakilerinden koruyan değişiklikler mutlaka yapılmalıdır. Hâkim nezâretinde ön seçimle listenin birkaç katı aday adayının parti üyeleri tarafından sıralandığı, “tercihli sistem”le seçmenin istediğini başa çekip seçtiği bir seçim rejimini mutlaka getirmelidir.
* * *
Tesbit şu ki her ne kadar “bu noktaya gelinmemeliydi” dese de, “laiklik” üzerinden siyaset yapan CHP kendi kulvarında en azından “anamuhalefet” olmayı temin eden bu “tahterevalli oyunu”ndan “hoşnut” görünüyor. Kutuplaşma ve siyaseti uçlara ayrıştırmanın Baykal’ın en azından “laik oyları” toplayıp mevcut durumunu muhâfaza garantisini sağladığı her halinden anlaşılıyor.
2002 seçimlerinden birkaç ay sonra iptal edilen “Siirt seçimleri”yle Erdoğan’ın Başbakan yapılmasına engel teşkil eden cezaları kaldıran anayasal ve yasal değişikliklere Baykal’ın açıkça destek vermesinin anlamı da bu idi. Bundandır ki AKP, “kapatma dâvâsı”nı demokratikleşme, temel hak ve özgürlüklerin temini ve siyasetin her türlü vesâyet altından kurtulmasına vesile kılmalı. Özellikle siyasî rakiplerine karşı demokrat ve muhâfazakâr seçmen nezdinde kısa vadede “oy devşiren” hesaplardan vazgeçmeli; seçmen nezdinde “tek seçenek” olmayı avantaja dönüştürmekten sakınmalı…
Siyasî yarışta “mağduriyet”le oy devşirme ameliyesine dönüştürmemeli. Son Cumhurbaşkanı seçimi öncesinde olduğu gibi, insafsızca “siyasî malzeme” yapmaktan uzak durmalıdır… Aksi halde, siyaset hep kırılgan haliyle demokrasi dışı güçlerin çeşitli perdeler altındaki müdahâlelerine mâruz kalacak; demokratik işleyiş bir türlü rayına oturmayacaktır. Yarım asrı aşkındır olduğu gibi…
Siyasî iktidar, “kapatma dâvâsı”nı bir demokratikleşme fırsatı bilmelidir…
22.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|