Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden 21. asra taşıdığı en önemli sosyal problemlerinden birisi de hiç şüphesiz Kürt meselesidir. Bunun kaynağı ise, devletin hak ve hürriyetlere, demokrasiye göre değil; şahsın görüşlerine dayanan resmi ideolojiye göre yapılanmasıdır.
“Kutsal devlet!” neye inanılacağından milliyetçilik anlayışına, ne giyinileceğinden hangi kelimelerin kullanılacağına kadar hemen herşeye karar veriyor. Diğer bir ifadeyle, vatandaşın kimliğini özgürce ifade etmesine müsaade etmiyor.
Geri kalmışlık da, etnik çatışmalar da, terör de, ayrılıkçı görüşler de bu dayatmalardan besleniyor. Ne ki, bu dayatmalar yalnızca Doğu ve Güneydoğu’da değil, ülkenin her bölgesinde yaşanıyor. Meselâ, başörtüsü Nur ve Ahzab Sûrelerindeki iki âyette, kelime olarak da açıkça beyan edilir. Dolayısıyla örtünmek, inancın gereği, alt bir kimliğin ifadesidir. Ne var ki, resmî ideoloji mensuplarınca, “siyasal simge!” olarak tanımlanıp; yüz binlerce kız öğrencinin okumasına engel olunuyor; milyonlarca aile ise perişan… Resmî ayrımcılığın, kıyımın bir başka fecaat boyutu…
Öte yandan devlet, kitap okuyan vatandaşını hapse, nezarete atmış; mahkemelerde süründürmüş, işkence yapmış, kitaplarını yasaklamış ve imha etmiştir.
Eğer Bediüzzaman rahat bırakılıp, Risâle-i Nur yasaklanmasaydı… Eserleriyle sunduğu sevgi, barış, kaynaşma, dayanışma gibi muhteşem düşünce ufukları çok daha geniş kitlelere mal olmaz mıydı? Ne kimlik bunalımı, ne ırkçı-etnikçi ayrılık, ne dil problemi, ne PKK terörü yaşanırdı.
Alev Alatlı, bu hususlara temas eden, “Ben bir Kürt aydını olsaydım...” başlıklı üç yazı yazmış.1 İyi de yazmış, iyi ki yazmış… Ancak, ben de bir Türk aydını Alev Alatlı olsaydım, Bediüzzaman’ın Kürtlerle ilgili şu pasajlarından bazılarını yazıma ilave ederdim. En azından okurdum. Türk ve Kürt aydınlarının okumalarını tavsiye ederdim. Geç kalınmış, ama, her şey bitmiş değil; şimdi okuyalım:
“Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman’ı Şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiği zaman cevaben demiş: ‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem’ diye hem cevabı red vermiş, hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.”2
“(Kürtler): Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safî suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır? Zîra hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.
“Cevap : Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız…
“Ey Kürtler! (...) Gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz (mutluluğumuzun sebebi) olan meşrûtiyeti (hürriyeti/demokrasiyi) takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, marifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; ta bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tembeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir. (...) Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimâî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (çıkar).”3
Dipnotlar: 1- Zaman/16, 23, 30 Kasım 2007.; 2-Beyânât ve Tenvirler, s. 137.; 3-Münâzarât, s. 42-43, 126.
06.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|