|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Ka’b ibn-i Ucre radıyallâhü anh anlatıyor:
“Güçlü bir adam bir gün Peygamber Efendimiz’e (asm) uğramıştı.
Ashab-ı Kiram, bu adamın kuvvet ve kabiliyetini görünce:
“Ya Resulallah, bu adam Allah yolunda cihad etseydi ne güzel olurdu!” dediler.
Resulullah (asm) şöyle buyurdu:
“Allah yolunda olmak, sadece ölmekle mi olur sanıyorsunuz? Bu adam, küçük çocuklarının geçimini temin etmek için çıktı ise, Allah yolundadır. Yaşlı anne ve babasına hizmet için evinden çıkmışsa, Allah yolundadır. Çalışıp nefsini dilencilikten korumak için çıkmışsa, Allah yolundadır. Ailesinin geçimini temin etmek için çıkmışsa, Allah yolundadır. Çalışıp kazandığının çokluğuyla övünmek ve zenginliğiyle gururlanmak için çıkmışsa da, şeytanın yolundadır.”
|
Süleyman KÖSMENE
06.12.2007
|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Sâd. Öğüt dolu Kur'ân'a yemin olsun ki, kâfirler kibir ve hakka muhâlefet içindedirler.
Sâd Sûresi: 1-2
|
06.12.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Dört şeyden yapılan dört ameli Allah kabul etmez. Bunlar: Hıyânetten, hırsızlıktan, zimmete geçirilen umuma âit maldan ve yetim malından elde edilen para ile yapılan hac, umre, cihad ve sadaka.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 526
|
06.12.2007
|
|
En dinsiz de, dine iltica etmeye mecburdur
Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...
Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.
Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfî gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.
Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.
İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir dîn-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı dîn-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.
Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar.
Hutbe-i Şâmiye, s. 30-32, Y.A.N.
Lügatçe:
Sâni-i Âlem: Âlemi sanatla yaratan Allah.
kuvâ: Hisler, melekeler.
intibah: Uyanma.
istinat: Dayanma, dayanak.
ihtiyâcât: İhtiyaçlar.
istimdad: Yardım isteme, medet umma.
câmi: Kapsamlı, geniş.
kuvve-i hayaliye: Hayal etme kabiliyeti.
saadet-i ebediye: Sonsuz mutluluk; Cennet.
hal-i âlem: Şimdiki hal ve yaşama şekli.
ihtiyac-ı şedîd: Şiddetli ihtiyaç.
küre-i arz: Dünya
|
06.12.2007
|
|
Ankara Üniversitesi’ndeki tarihî konferanstan ben de feyz aldım
1950 Kasım ayında Ankara Üniversitesi’nde merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin verdiği konferansı lütf-u İlâhî ile ben de vecd içinde feyz alarak dinledim.
Konferans, Ankara Dışkapı’daki Veteriner Fakültesi’nde mütevazı bir mekân olan mescidde verildi. Profesörler, milletvekilleri, Pakistanlı misafirler ve değişik fakülte talebeleri de dinledi. Gece yarısına kadar devam eden bu mescidde verilen tarihî konferansın büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlendiğini müşahede ettim.
Merhum Zübeyir Ağabeyin son derece ihlâslı, vakur ve tesirli bir üslûpla mütevazı bir tavırla okuduğu metinler ve izahların dinleyenler üzerinde çok etkili olduğu, hayranlıkla karşılandığı anlaşılıyordu.
Konferansın sonunda Fizik profesörü rahmetli Prof. Dr. Münif Çelebi’nin özel sohbetinde de bulundum. O tarihlerde profesörlük payesi, o ilmî rütbeler pek nâdir idi. Nadir olduğu niçin de itibarlı, saygın idi. Zira atalarımız “Kıymet nedrettir” (Nadir olan değerlidir) demişler.
Yeni harfler ile ilk Kur’ân elifbasını o mübarek zatın yazdığını, Kur’ân-ı Kerim’i onun hazırladığı o kitap ve ilmihal ile benim gibi nice gençlerin öğrendiğini hatırlıyorum. Onu hayır ile yâd ediyorum. O değerli hocamız, etrafındaki tanıdığı gençlerden birine: “Senin gösterdiğin talebeyle konuştum; ama bir hayırlı tesir göremedim. Emeğime acıdım. Zira İmam-ı Malik Hazretleri ‘Müfsid ve muterize ilimden bahsetmek ilm-i şerife ihanettir, hakarettir’, yani ‘Fesatçı ve itirazcı bir kimse, şerefli ilmi öğrenmeye, kudsî hakikatlere muhatap olmaya lâyık değildir’ buyurmuştur” demişti.
O nasipsizin ve emsâli zavallıların zannettikleri gibi İslâmiyet toplumların gelişip yücelmesini, ilerlemesini asla engellememiştir. İslâmiyet kılıçla, savaşla yayılmamıştır. Gerçeğini Münif Çelebi merhum halisane ve müessir bir üslûpla irşad ve ifade etti.
Aynı hakikatlerin delilli ispatlı olarak cihana ilân edilip açıklandığını, okuduğum ilmî eserlerde de gördüğümden onları sizinle paylaşmak istiyorum:
İnsan sevdiğini bildiği ölçüde severken, bilmediğinin de hep düşmanı ola gelmiştir.
Gerçeği bilenler, güneş gibi parlak hakikatleri mertçe ortaya koymaktadır.
Nitekim Hz. Peygamber’den (asm) 13 asır sonra gelen İngiliz âlimi meşhur Bernard Show, şu sözleri ile bu gerçeği kabul eden yüzlerce karşı cephedekilerden sadece bir tanesi:
“Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkülleri, zor meseleleri, bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed’e (asm) insanlık ne kadar muhtaçtır.”
Fazilet, yüksek ve üstün ahlâkî değerler odur ki, onu düşman bile itiraf eder.
Kanadalı, kendi alanında uzman bir çocuk doktoru olan Anatomi profesörü, Keit Moore, bu günkü teknik imkânlarla ancak keşfedilen bebeğin anne karnında geçirdiği safhaları, Kur’ân âyetlerinden dinleyince Kelime-i Şehadet getirerek İslâm’a teslimiyetini ifade ediyor. Yine bir Japon Fizyoloji âlimi kendi alanı ile ilgili Kur’ân âyetlerini görünce zor telaffuz ettiği halde Kelime-i Şehadet getirip İslâm’a girmede tereddüt etmiyor.
İslâm’dan önce toplum öyle bozulmuş, çürümüştü ki, bütün insânî değerler ters yüz edilmiş, güzel, üstün ahlâkî davranışlar ayıp sayılıyor, kusurlar rezillikler birer marifet ve fazilet gibi itibar görüyordu. Canavarlık alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar çoban olmuş, çalım çakıyor; koyunlar bu merhametsiz çobanların elinde inim inim inliyordu. Fuhuş, zina, ahlâksızlık öyle yaygınlaşmıştı ki, çoğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu. İçki, kumar hiç de ayıp sayılan şeylerden değildi. Aşırı kâr, ihtikâr, zulüm yaygındı. Çeşit çeşit dolaplarla insanlığın kanını emme de marifet ve akıllılık sayılıyordu.
Önemsiz sebeplerden, kuru, boş, akılsızca iddiâlardan doğan anlaşmazlıklar, derhal harplere, kanlı savaşlara sebebiyet veriyor; oluk oluk kardeş kanı dökülüyor, kadınlar, çocuklar, serapa sefil, perişan, mağdur, mazlum oluyordu.
İşte bu olup bitenlere dur diyecek bir kurtarıcıya ihtiyaç vardı. İnsanlık çok bunalmış olduğundan birden İlâhî rahmet ihtizaza, imdada geldi ve Resûl-i Ekrem (asm), Kâinatın Efendisi (asm) peygamberlik ile şereflenip insanlık ufkuna güneş gibi doğdu.
Onun (asm) gelişiyle birden her şey değişiverdi. Şairin dediği gibi:
“Hidayet doğdu, kâinat bütünüyle ışık oldu.
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve övgü, minnet var.”
Evet, âlemin karanlıklar içinde yüzdüğü, cihanın doğusunda batısında yalancı şafağın dahi olmadığı bir dönemde, insanlığı, ebediyen aydınlatan İslâm’ın nuru kurtardı.
İslâm, bütün haşmeti ile akla, ilme ve mantığa ışık tutan hükümleriyle tüm insanlığa nur saçmakta, hayat bahşetmektedir.
|
Abdullah BATTAL
06.12.2007
|
|
Bugün benim doğum günüm!
Bugün benim doğum günüm...
Ama “İyi ki doğdun, iyi ki varsın, mutlu yıllar” türünden tebrikleri geri çevirdiğim/çevireceğim bir gün, bugün. Çünkü yıllar önce bugün dünyaya geldiğim için değil, birkaç yıl önce takvim sayfaları bugünü gösterdiği zaman Nurlarla şereflendiğim, hayatın gerçek mânâsına “merhaba” dediğim, velhâsıl yeniden doğduğum, “ikinci kez doğduğum” içindir!
***
Ey Risâle-i Nur! Acizim seni tarif etmekte, sana “sen” diye hitap etmekte… Çünkü bağrı yanık olan ben, senin aşığınım. “Sen” diye hitap ederken ise acizliğimin farkındayım.
Bugün benim “doğum” günüm!
Seni tanımakla geçmişime sünger çektiğim gün olsun, benim “asıl” doğum günüm!
Seni ilk tanıdığım günde, sabahın ışıkları, geceye/karanlığa son verdi! Her yer, senin nurun içinde kaldı! İstikbalim senin nurun ile aydınlanmaya başladı bugüne dek! Bu da, mutluluğun bir belirtisi olsa gerek!
Sözü çelik kadar metin ve altın kadar parlak söylüyorsun ki; böyle değerli sözlerinle de altının kıymetini ortadan kaldırıyorsun. Aşkla, şevkle mücadele ederek!
***
Bu gün benim ikinci “doğum” günüm!
Karanlıklı, sisli bir yaşantım vardı, seni tanıyana dek. Oysa ki bulutlar, senin nurun ile ellerini çekti üzerimden tek tek. Her yer senin nurun ile aydınlığa kavuştu sevinerek! Üzerimde bulunan elmas kıymetindeki nakışlar, senin sayende beni Nakkaş’a kavuşturdu gülerek!
Tevehhüm-ü ebediyet, derd-i maişet, nefs-i emmâre gibi beni dünyaya çağıran sebepler; senin nuruna tutunabilmeme karşın öyle tuhaf şeyler hissettiriyor ki bana; sanki düşerek yükselmek, durarak dönmek, yanarak donmak, gülerek ağlamak gibi! Bunların tarifi nasıl imkânsızsa, senin ile birlikte olmak, devamlı senin ile yeni bir güne “doğmak”, bu düşünceyle yaşamak o denli tarifi imkânsız bir mutluluğu yaşatıyor bana!
***
Bugün benim ikinci “doğum” günüm!
Senle yeni bir sayfa açmadan evvelki hayatımı yaşamadığım gibi, sen de beni yaşamamış say. Uykudan uyanışım, gafletten sıyrılışım senin sayende oldu. Güneşin karanlığı kovduğu, akşam rüzgârlarının sis bulutlarını dağıttığı, gece tebessüm eden ayın dünyamızı aydınlattığı gibi, sen de kalbimdeki günah karanlığını kovdun, üzerimdeki gaflet sislerini dağıttın, gönül dünyamı ise bir kamer misâli aydınlattın!
Seni tanıdığımda; göz kamaştıran cemâline gönlüm pervâne oldu! Ben, işte o zaman; aradığımı bulanlardan değil, bulduğumu arayanlardan oldum! Ve birlikteliğimiz devam etti/ediyor bugüne dek!
“İkinci” doğum günüm ve ikinci doğum gününüz kutlu olsun!
Not: Aşkın kanatlarıyla ateşe pervâne olduğumda, aklın zincirleriyle gerçekleri ispat edip Risâle-i Nurlara beni bağlayan kıymetli ağabeyim Özgür’den Allah ebeden razı olsun der, teşekkürlerimi sunarım.
[email protected]
|
Özkan ERDEM
06.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|