|
|
Şaban DÖĞEN |
Borçtan kurtulma azmi |
|
“Ya Rabbi, beni helâl dairede yaşat! Harama ihtiyaç bırakma. Helâlle yetindir, onu bana yetir. Ve beni lütfunla Senden başkalarına muhtaç etme!”1
Bu Peygamberimizin (asm) borçtan kurtulmak için öğrettiği bir duâ.
İnsan, özellikle ticaret hayatı içinde olanların borçlanmamaları mümkün değil. Ama dengeli, ölçülü, ayağını yorganına göre uzatan, kendini bilen bir tüccar altından kalmayacağı borçların içine girmez. Hesabını kitabını yapıp ona göre borçlanır. Ve hep ödemek niyeti içerisinde olur.
Evet, bu nokta çok önemlidir. Kişi borcunu ödemek niyeti içinde olmalıdır. Çünkü bu duygu ve düşüncede olan kimseye Allah yardım eder. Bulur, buluşturur, mutlaka borcunu öder o kişi.
Bir gün Hz. Ali’ye bir köle gelmiş, hürriyetini kazanmak için efendisiyle anlaşma yaptıklarını, ancak borcunu ödeyebilecek durumda olmadığını bildirmiş ve Hz. Ali’den de yardım istemiş. Hz. Ali ise, “Ben sana Resûlullahın (asm) öğrettiği, üzerinde bir dağ kadar da borcun bulunsa, hepsini ödemene vesile olacak bir duâ öğreteyim mi?” demiş ve baş tarafa meâlini aldığımız duâyı öğretmişti.
Görüldüğü gibi bu duâda herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında bulunan, yoktan var eden, herşeye kàdir, herşeyin sahibi, maliki Allah’a yöneliyor kul. İstediklerini Ondan istiyor. Helâlle yetinme, harama ihtiyaç duymama ve Allah’tan başkalarına muhtaç olmamayı istiyor. Herşey vesile. O diledikten sonra işler yoluna girer, kolaylaşır. Allah Resûlü (asm) zorlukla karşılaştığımızda da şu duâyı öğretmiyor mu bize? “Allah’ım, Senin kolaylaştırdığından başka kolay yoktur. Sen istersen zoru da kolaylaştırırsın.”2
Borçtan kurtulma duâsı aynı zamanda ödeme niyet, azim ve gayretinin de bir ifadesidir. Böyle olunca da Allah’ın o kulunu yalnız ve yardımcısız bırakması mümkün değildir. Tabiî ki kul tevekkülün gereği olarak ödeme duygusu içinde hareket edecek, sadece kavlî duâyla yetinmeyip fiilî duâ içerisine girecek; elini, kolunu oynatacak, yani çalışacaktır.
Mü’min altından kalkamayacağı borçların altına girerek, borçlarını zamanında ödemeyerek, imkânı olduğu halde sallayarak kul hakkına da girmemeye çalışan insandır. İtibarı, güvenilirliği herşeyin üzerindedir onun için.
Ama imanın gereğini yapmamış, izzetini muhafaza etmemiş, borçlandığı halde ödeme niyet ve duygusunu yitirmiş, ona buna çelme takmış, cüz’î menfaatler uğruna birçok değerlerini fedâ etmiş bir insan, ahirette karşılaşacakları bir yana dünyada da onur ve haysiyetinin çiğnendiğini düşünemeyecek kadar nasıl duygusuzlaşabilir?
Gerçek Müslüman olmaya ve Müslümanca yaşamaya ne kadar muhtacız.
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Dua: 110.
2. El-ezkâr li’n-Nevevî, s. 106.
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bir Türk aydını olsaydım! (1) |
|
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden 21. asra taşıdığı en önemli sosyal problemlerinden birisi de hiç şüphesiz Kürt meselesidir. Bunun kaynağı ise, devletin hak ve hürriyetlere, demokrasiye göre değil; şahsın görüşlerine dayanan resmi ideolojiye göre yapılanmasıdır.
“Kutsal devlet!” neye inanılacağından milliyetçilik anlayışına, ne giyinileceğinden hangi kelimelerin kullanılacağına kadar hemen herşeye karar veriyor. Diğer bir ifadeyle, vatandaşın kimliğini özgürce ifade etmesine müsaade etmiyor.
Geri kalmışlık da, etnik çatışmalar da, terör de, ayrılıkçı görüşler de bu dayatmalardan besleniyor. Ne ki, bu dayatmalar yalnızca Doğu ve Güneydoğu’da değil, ülkenin her bölgesinde yaşanıyor. Meselâ, başörtüsü Nur ve Ahzab Sûrelerindeki iki âyette, kelime olarak da açıkça beyan edilir. Dolayısıyla örtünmek, inancın gereği, alt bir kimliğin ifadesidir. Ne var ki, resmî ideoloji mensuplarınca, “siyasal simge!” olarak tanımlanıp; yüz binlerce kız öğrencinin okumasına engel olunuyor; milyonlarca aile ise perişan… Resmî ayrımcılığın, kıyımın bir başka fecaat boyutu…
Öte yandan devlet, kitap okuyan vatandaşını hapse, nezarete atmış; mahkemelerde süründürmüş, işkence yapmış, kitaplarını yasaklamış ve imha etmiştir.
Eğer Bediüzzaman rahat bırakılıp, Risâle-i Nur yasaklanmasaydı… Eserleriyle sunduğu sevgi, barış, kaynaşma, dayanışma gibi muhteşem düşünce ufukları çok daha geniş kitlelere mal olmaz mıydı? Ne kimlik bunalımı, ne ırkçı-etnikçi ayrılık, ne dil problemi, ne PKK terörü yaşanırdı.
Alev Alatlı, bu hususlara temas eden, “Ben bir Kürt aydını olsaydım...” başlıklı üç yazı yazmış.1 İyi de yazmış, iyi ki yazmış… Ancak, ben de bir Türk aydını Alev Alatlı olsaydım, Bediüzzaman’ın Kürtlerle ilgili şu pasajlarından bazılarını yazıma ilave ederdim. En azından okurdum. Türk ve Kürt aydınlarının okumalarını tavsiye ederdim. Geç kalınmış, ama, her şey bitmiş değil; şimdi okuyalım:
“Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman’ı Şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiği zaman cevaben demiş: ‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem’ diye hem cevabı red vermiş, hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.”2
“(Kürtler): Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safî suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır? Zîra hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.
“Cevap : Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız…
“Ey Kürtler! (...) Gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz (mutluluğumuzun sebebi) olan meşrûtiyeti (hürriyeti/demokrasiyi) takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, marifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; ta bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tembeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir. (...) Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimâî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (çıkar).”3
Dipnotlar: 1- Zaman/16, 23, 30 Kasım 2007.; 2-Beyânât ve Tenvirler, s. 137.; 3-Münâzarât, s. 42-43, 126.
06.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kurban yaklaşırken |
|
Ankara’dan Ahmet Tahir Uçkun:
*“Ankara’da ikamet ediyoruz. İstanbul’daki durumu olmayan bir akrabamıza kurbanlık parasını ve vekâleti versek, bu akrabamız da gidip kurbanı alıp kesse ve etini vs... kendisi kullansa ‘bizim kurbanımız’ olur mu? Yoksa sadaka mı olur? Hükmü nedir?”
Vekâletle kurban kestirmeniz caizdir. Kurbanlığı sadaka olarak vermeniz de caizdir. Tercih size aittir. Eğer kurbanlık parasını ve vekâleti birisine verirseniz, o kişi sizin adınıza kurbanı alıp kestiğinde siz kurban kesmiş olursunuz. Etini kimin kullanması önemli değil. İsraf etmemesi yeterlidir.
Fakat siz eğer kurbanlık parasını birisine sadaka olarak verirseniz, bu durumda siz sadaka vermiş olursunuz; ama kurban kesmiş olmazsınız. Siz ayrıca kurban kesmekle yükümlü olursunuz. Allah kabul etsin. Âmin.
***
Ankara’dan Bekir Bey:
* “Karı koca çalışıyoruz. Bu sene benim, gelecek sene eşimin kurban kestirmesinin dinen sakıncası var mıdır? Eşim adına kurban kesilirse kurban kabul olur mu, olmaz mı?”
Bu sizin ekonomik durumunuza bağlı. Karı koca çalışıyor olabilirsiniz; ama eğer meşrû olmak ve israflı lüks harcama kalemlerinden olmamak şartıyla masrafınız, gideriniz, borcunuz var ise ve her ikinizin çalışması ile ortak giderinizi ancak karşılıyor ve ortada yıllık bazda bir birikim söz konusu olmuyorsa, bu durumda bahsettiğiniz gibi bir sene biriniz adına, diğer sene öbürünüz adına kurban kesebilirsiniz.
Ama eğer gideriniz gelirinizden fazla değilse ve her ikiniz de yıllık olarak en az nisap miktarı (yaklaşık seksen gram altın kadar) bir birikim sahibi olabiliyorsanız, her ikinizin de ayrıca kurban kesmesi gerekiyor. Allah kabul etsin. Âmin.
***
İstanbul’dan Ramazan Subaşı:
*“Kurban bayramında İstanbul’da kurban kesmek çok zor şartlarda olduğu için Sakarya’da kurban kesiyorum. Bazı arkadaşlar bunun caiz olmadığını söylüyorlar. Bu konuda bilgi verirseniz sevinirim.”
İstanbul/Esenler’den Özgür Gür:
*“Kurbanımızı ikamet ettiğimiz yerde mi kesmemiz gerekir? Yoksa herhangi bir yerde, kesebilir miyiz?”
Yozgat’tan Abdullah Gökhan:
*“Hangi misafir kurban kesemez? Meselâ kurban bayramında 3 gün için tatile Antalya’ya gitmişsem kurban kesme durumum nasıl olacak?”
İstanbul/Kartal’dan Mustafa Aydıngülü:
*“Kurban kesmek istediğimiz yerde en az 15 gün ikamet etmek gerekiyormuş, yoksa olmuyormuş. (Meselâ memlekete gidip kesenler falan)”
Misafir olduğumuz yerde eğer zorluk yoksa pekâlâ kurban kesilebilir. Bu caizdir. İstanbul’da çalışan ve memleketi Sakarya olan birisi kurban bayramı için Sakarya’ya gelmiş olsa, zorluk da yoksa burada elbette kurban kesebilir. Tatil için gittiğimiz yerde kurban kesme zorluğu varsa tatili ertelemek ve kurban bayramını evimizde yaşamak daha hayırlı olur.
Dinî prensip şudur: Seferî olan için kurban kesme yükümlülüğü düşüyor. Fakat zorluk yoksa bu, kurban kesemeyeceği mânâsına asla gelmiyor. Eğer sefere çıktığımız yerde kurban kesme hususunda zorluk yaşayacak isek, bu durumu önceden değerlendirmemiz, eğer zorunlu değilsek sefere çıkmamayı tercih etmemiz daha doğru olacaktır. Eğer sefere çıkmak zorundaysak ve sefere çıktığımız yerde kurban kesmemiz de zor olacak ise bu durumda kurban kesmeyiz ve kurban kesmemekle günahkâr olmayız.
***
Ekmeleddin Bey:
*“Sorum şu; diyelim ki sizin belli bir zaman içinde büyük baş kesme adağınız var. O süre dolmadan büyük başı taksitler halinde kesebilir misiniz? Meselâ şu an büyük baş 1500 YTL diyelim. 300 YTL’liği ile şu an küçükbaş kesseniz daha sonra geri kalan 1200 ytl ile bir hayvan satın alıp kesseniz olur mu?”
Kurban adadığınız zaman, bu adak üzerinize kurban olarak vacip olur. Büyükbaş mı ya da küçükbaş mı keseceğinizi siz tercih edersiniz. Eğer gönlünüzden büyükbaş kesmek geçmişse, bu cömertliktir, makbule geçer. Bunu bahsettiğiniz gibi birkaç kurban olarak da kesebilirsiniz. Biri adadığınız vacip kurban olur. Diğerleri de sizin gönül zenginliğiniz. İnşaallah hepsi de makbule geçer.
Ama eğer adak kurbanı olarak bir büyükbaş hayvan almışsanız, bu hayvanı değiştirmeden kesmeniz vacip olur. Allah kabul etsin. Âmin.
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Kilise ve üniversite! |
|
En üstte:
Kilise…
Hemen onun altında:
Papa!
Onun altında ise;
Kral.
Daha sonra; Soylular…
Soyluların altında:
Burjuva…
Yani; zengin tabaka!
Ve….
….Nihayet:
Bütün bunların altında: Köylüler!
Yani; zavallı halk…
***
Saygıdeğer okuyucular; 17. Yüzyıla kadar, nerede ise bütün Avrupa yukarıdaki hiyerarşi ile yönetiliyordu!
Katı bir sistem!!!
Değişmeyen bir anlayış…
Daha doğrusu;
Anlayışsızlık!..
Kural şöyle işlerdi:
Papazlar toplanır;
İki dünya ile ilgili kararlar alınırdı(!)
Bu karar(!); alt katmandaki Papa, Kral, soylular, burjuva ve zavallı halkı kesinkes bağlardı!
Sıkı mı?!:
Bu karara uymayan ya dinden atılıp aforoz edilir, daha olmazsa asılıp ya da bir çırpıda yakılıverirdi!
Tıpkı:
Zavallı Galileo gibi…
“Beni assanız da dünya dönüyor!” diye kiliseye başkaldırıp bilimi savunduğu için…
***
Bütün bunları; Volter(Voltaire)’in “Tarih Felsefesi” adlı eserinden sizlere özetlemiş bulunuyoruz…
Fransızlar’ın o çok övündükleri: Fransız Devrimi’nin akıl babaları kimdi?
Bu Voltaire ile üç arkadaşı; Jan Jak Rousseau, Montesqieau ve Doudet…
Papaz olmak için kiliseye gittiler, taciz olup buradan nefret ederek din düşmanı oldular.
Fransa’da kan gövdeyi götürdü!
Paris sokakları dahil tüm Fransa’da yüz bini aşkın insanın kafası giyotinlerle vahşice ve katur-kutur şekilde yerinden kopartıldı!!!!
***
Bu arada ise;
Almanlar uyanık çıktı ve:
17. Yüzyıl sonrasında hemen Kilisenin baskısından üniversiteyi ayırıp kurtardı.
Ancak bu sefer iflâs eden Hıristiyanlık karşıtı olanlar “şüpheci” bir anlayış ile bütün dinlere savaş açtılar.
Bu esnâda biz Türkler, İslâmiyet’in verdiği meziyetler ile koca Osmanlılar halinde dünyayı yönetiyorduk…
Sonrasını biliyorsunuz:
Bize de aynı hastalıklar bulaştı!
Batılılaşmayı yanlı ve yanlış anladık. Komünizm gelip dünyayı çalkaladı ve topluca Allah’ı inkâr etme hastalığına yakalanan insanoğlu daha yeni yeni Freud ve Darwin teorilerinden yine televizyondaki belgeseller ve bilim sayesinde yakasını kurtarmaya çalışıyor.
Avrupa’da her şeye rağmen hangi taşı kaldırsanız altından Kilise çıkar!
Mesela: pozitif yani artı(+); bildiğiniz haç işaretine endekslenmiştir…
Peki biz ne olacağız bundan böyle?
Kurtuluşumuz nasıl olacak?:
Çok kolay:
Sevgili imamlarımız en az papazlar kadar donanımlı ve araştırmacı olacaklar!!!
Gece lambası ışığında kitap okuyarak uyuyacak; insanlarımız da kendilerini geliştirecek televizyon ve ajans seyrederek ömürlerini tüketmeyecekler!
Türk Milleti koyun gibi diyenler kısmen haklı; biz zamana yayarak çok büyük bir sabırla, sabır taşını çatlatacak kadar da olsa aydınlanmamızı tamamlıyoruz!
Ama:
Bazı ülkelerin yaptığı gibi -affedersiniz- bilmem ne sürüsü gibi insanımızı giyotinlerle doğrayıp sonra da övünerek bunun adına, “devrim” demiyoruz!
Ya aydın geçinen insanımız ve üniversitelerimiz bu arada ne eyleyecekler?!:
O da çok kolay:
Biraz diz kırıp kendi değerlerini yeniden öğrenecekler…
Öyle atıp-tutmayla olmuyor bu işler!
Hangi İngiliz bütün ömrünü Hıristiyanlığa savaş açarak geçirmiş?
Biraz olsun kendi özümüze dönmemiz gerekmiyor mu?!!!!
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
İhale günlüğü |
|
Sabah/atv sonunda Çalık Grubu’na satıldı. Yapılan ihale, bir dakika kadar kısa bir zaman diliminde tek oturumda yapıldı.
Bu günlere nasıl gelindi? Önce ona bir bakalım:
1 Nisan 2007 Pazar.
TMSF, Ciner Grubu’na ait Merkez Medya’nın Sabah gazetesi ve atv dahil 63 şirketine el koydu.
4 Nisan 2007.
TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, el konulan şirketlerin 4 ila 6 ayda satılacağını açıkladı.
9 Nisan 2007.
Ciner Grubu, TMSF’nin Medya Grubu’na ait şirketlerinin temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimini devralması işleminin iptali ve yürütmenin durdurulması talebiyle Danıştay’da dâvâ açtıklarını açıkladı.
24 Nisan 2007.
Danıştay 13. Dairesi Ciner Grbu’nun açtığı dâvâda görevsizlik kararı verdi. Yüksek mahkeme dosyayı İstanbul İdare Mahkemesine gönderdi.
22 Haziran 2007.
İstanbul 6. İdare Mahkemesi, Sabah/atv grubuna el konmasıyla ilgili yürütmenin durdurulması talebini reddetti. Ciner Grubu konuyu bir üst mahkeme olan İstanbul Bölge İdare Mahkemesine götürdü.
5 Temmuz. 2007.
İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Ciner Grubunu haklı buldu. Mahkeme TMSF’nin Sabah/atv grubuna el koymasına ilişkin kararın yürütmesini durdurdu.
29 Ağustos 2007.
TMSF, Turgay Ciner’in şirketi Park Grubu ile anlaşarak bir protokol imzaladı. Anlaşmaya göre Sabah/atv’nin satışını TMSF gerçekleştirecek. Buna karşılık Dinç Bilgin grubundan intikal etmemiş Merkez Grubu iştirakleri Ciner Grubuna geri verilecekti. Bu kapsamda Kanal 1, Sefaköy’deki stüdyolar, Kanal 1 Binası, Zincirlikuyu’daki Fargo Binası ve pek çok dergi Ciner Grubu’na geri geldi.
4 Eylül 2007.
TMSF’nin Sabah ve atv Grubu’nun satışına dair ilanı Resmî Gazetede yayımlandı. İhalenin muhammen bedeli 1.1 milyar dolar olarak belirlendi.
4 Eylül 2007.
Sabah/atv ihalesinin 7 Kasım tarihinde yapılacağı açıklandı. Son teklif günü de TMSF tarafından 6 Kasım olarak belirtildi.
15 Ekim 2007.
TMSF yoğun talep ve Ramazan Bayramını gerekçe göstererek Sabah/atv ihalesinin 7 Kasım’dan 5 Aralık tarihine ertelendiğini açıkladı. Fon, ihale için 5 şirketin şartname aldığını duyurdu.
20 Kasım 2007.
TMSF Başkanı Ahmet Ertürk Sabah/atv ihalesi için sadece 3 talibin olmasının kendisinde hayal kırıklığı meydana getirdiğini açıkladı.
3 Aralık 2007.
Sabah/atv ihalesinin 3 taliplisinden 2’si ihaleye teklif vermeyeceklerini duyurdu. Nurol-Carlyle ortaklığı ile RTL-Koza-Sancak girişimi ihaleye katılmayacaklarını duyurdu.
4 Aralık 2007.
Sabah/atv ihalesinin tek talibi kalan Çalık Grubu girişimi Turkuas mesai saati bitimine 1.5 saat kala teklifini kapalı zarf usulüyle TMSF’ye ulaştırdı. Böylece talibi çok diye ertelenen ihalede tek talip kaldığı da ortaya çıkmış oldu ve nihayet satıldı.
Bakalım medya şimdi nasıl şekillenecek?
Özelikle Doğan Grubuna karşı...
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
1970’li yıllardan bu yana çok muhtelif vesileler ile beraber olduk. Nur tarihine büyük harfler ile ismini yazdırdı. Ekâbir-i sahabeler misâli “ekâbir-i nur” idi.
İyi bir bürokrat, samimi bir nur talebesi, harika bir Anadolu insanı.
1997 yılında “Risâle-i Nur’u nasıl tanıdım?” tefrikası için nurlu hatıralarını kısaca yazıp bize göndermeyi lûtfetmişti. Hayatını, mesaisini, emeklerini esirgemeyen bir insandı. Yeni Asya yönetim kurulunda beraber çalıştık. 1993 yılında hacda beraberdik.
İlk tanışmamız, 1970’li yıllarda Barla’da olmuştu.
Bazı insanların anlatılması zordur. Ancak tanımak, bir ve beraber olmak ile bilinebilir.
Bu vesileyle, 1997 yılında “Risâle-i Nur’u nasıl tanıdım?” isimli çalışmamıza gönderdiği nurlu hatıralarınından bir bölümü aşağıya alıyorum:
“Risâle-i Nur, Hızır gibi imdâdıma yetişti”
“..Darü’l-Hilafe mezunu olan Rahmetli babamdan Kur’ân okumayı öğrendim. İlkokuldan sonrasını kasabamızın dışında okuduğum için, lise ve üniversite dönemlerinde namazları bazen kılıyor, çoğu zaman tembellik ediyordum.
“Tahsil ve askerliğin bitişi ile başlayan memuriyet döneminde de—uzunca bir süre—inişli çıkışlı hâl devam etti. Ramazan dışında, çoğu kez, Cuma’dan Cuma’ya vazifelerimi hatırlıyordum. Çalıştığım kuruluşların kapalı devre lojman hayatı ve menfî çevre, işyeri-lokal-ev-lokal fasit dairesi beni de sarıp sarmalamıştı. Maddî imkânların fazla oluşu da kötü gidişi kolaylaştırıyor ve hızlandırıyordu.
“1962 Temmuz’unda, Sümerbank Kayseri Pamuklu Sanayii müessesesindeki görevimden istifâen ayrılıp, daha iyi ücret veren Türkiye Petrolleri A.Ş.’nin Bölge Müdürlüğü’nde muhasebe müdür muavini olarak göreve başladım.
“Batman’a varışımdan bir müddet sonra, şirkette çalışanlardan iki kişi (H. Mehmed Uçar ve Hacı Mirza Demir) ziyaretime geldiler. Hatır sorma, tanışma ve çay faslından sonra ayrılırken iki küçük kitapçığı masamın üzerine koydular ve ‘Müsait vaktinizde okumak isterseniz...’ deyip gittiler.Hâşiye
“Onlar gittikten sonra kitaplara baktım. Tabiat Risâlesi ve Küçük Sözler isimli kitaplar. Zaman zaman âfâkî bir nazarla kısmen okudum. Ama hiç birini bitiremedim. Bir müddet sonra da kitapçıkları kendilerine iâde ettim. Pek bir şey anlayamamıştım. Aradan 1,5 yıl geçti. Hemşehrim ve Kayseri’den de mesâî arkadaşım olan muhasebe müdürü ile muhasebe kayıtlarında ve defter-i kebir düzeninde yaptığımız iyileştirmeler takdiri gerektirirken; merkez, muhasebe müdürünün kıskançlık damarını uyandırmış olmalı ki ‘Benden habersiz ve izinsiz böyle şeyleri nasıl yaparsınız?...’ gibi sudan bir bahane ile muhasebe müdürü hemşehrimin işine son verdiler. Beni de ‘Hanımını toplantılara getirmiyor, sosyal hayata uyumlu değil’ ilave cürmüm sebebiyle tenzîlen Rafineri Satış Şefliğine tayin ettiler. Çocuklardan üç tanesi okula devam ediyor. Ders yılı sonunda yeni bir iş bulup Batman’dan ayrılmak niyeti ile bu haksızlığı sineye çekmek zorunda kaldık.
“Beşer zulmetmiş fakat kader adalet etmişti. Üzgün ve sıkıntılı günler geçirmekte iken, bir gün, H. Mehmed Uçar (İdarî ve Sosyal İşlerde Memur idi) ‘Birkaç arkadaşla akşam evinize çay içmeye gelmek istiyoruz. Müsait vaktiniz var mı?’ diye telefon etti, ‘Buyurun’ dedik.
“Akşamdan sonra dört kişi (H. Mehmed Uçar, H. Mirza Demir, İbrahim Ekmen, Kenan Sağlam) geldiler. Çaylar içilirken bize yapılan muâmeleden müteessir olduklarını, yine de üzülmeye değmez bu durumun ileride düzelebileceğini ifadeyle bize tesellî verdiler. Bir ara içlerinden birisi—Kenan Sağlam—cebinden bir küçük kitap çıkarıp birşeyler okudu. Duyduklarım, ruh âlemimde acîb dalgalanmalar meydana getiriyor ve büyük zevk-i mânevî hâli yaşıyordum. Biraz fasıla ve âfâkî konuşmalardan sonra, bu defa H. Mehmed Uçar iç cebinden çıkardığı ‘Not Defteri’nden bir kaç sayfa okudu. Bu duyduklarım da, önce okunan bahisler kadar cazip ve güzel geldi bana. Ayrılırlarken, bana bu kitaplardan emâneten vermelerinin mümkün olup olmadığını sordum, ‘Maalmemnuniye’ dediler ve herkes cebinden birer küçük kitap çıkarıp verdi ve veda edip gittiler.
“Onlar gittikten sonra, çocuklar da yatınca, yalnız başıma kitaplardan birini okumaya başladım. O akşam gece yarısına kadar durmadan hayretler içinde okudum, okudum... Müteâkip günler yeni ve büyük kitaplar... Kasabadaki dershaneye devama başlayışım... Yeni dostlar, yepyeni bir uhuvvet ve muhabbet çevresi... Hayatımın seyri 180 derece değişmişti. Sigara dahil her türlü menhiyâtı derhal bıraktım. İbadet vazifelerimi, ‘olmazsa olmaz’ şuuru ve tâze bir şevkle ifa ediyordum. Bir müddet sonra çevreyi tanıma faslı başladı... Urfa Mevlidleri, Van Mevlidleri, rahmetli Bekir Berk Ağabeyimizle Mersin’den Erzurum’a havalideki dâvâların pek çoğuna beraber yolculuklarımız... Mânevî haz ve şevk sağanağı gibi üstümüze yağdı da yağdı. Hâzâ min fadlı Rabbî, elhamdülillah.
“Risâle-i Nur’u tanımadan evvelki pek çok hata ve günahlarım sebebiyle, Rabb-i Rahîm’im beni bir küçük musibetle cezalandırırken, akabinde nimetler ummanına gark eylemişti...
“Mevcûdât ve hâdisâta Allah hesabına, mânâ-yı harfî cihetiyle bakma şuurunu ve tahkikî imanı, yazan, okuyan ve insafla dinleyenlere mutlaka kazandıran Risâle-i Nur; binlerce insanın iki hayatını birden Cennet’e çevirdiği tecrübelerle sabit ve müberhendir. Pek çok kimseyi helâket ve felâket uçurumlarından biiznillah çekip çıkarmıştır.
“Risâle-i Nur’a ve Hazret-i Üstad’a medyun ve müteşekkir olanlar, elbette pek çoktur, ama samîmî inancım odur ki, hiç kimse benim kadar minnet ve şükran borçlu olamaz. Ben günah gayyasında boğulmak ve fani meselelerin yükü altında ezilip gitmek noktasına çok yaklaşmıştım ki, fazl-ı İlâhî olarak, Risâle-i Nur, Hızır gibi imdadıma yetişti. Dağlar, tepeler, hendekler dümdüz; zulmetli gecelerim ise gündüz olmuştu...
“Hâşiye: Bu ziyaretten takriben 20 ay sonra, ben Risâle-i Nur’a kavuşunca, Batman’daki hizmetlerin bu iki temel rüknü, o ilk ziyarete nasıl karar verdiklerini şöyle anlattılar: Biri diğerine şöyle söylüyor: ‘Yeni gelen müdür muavini Cuma namazına geliyor. Onunla ilgilenelim.’”
Bu vesile ile Rukiye ve Orhan Kaşlıoğluna, Recep, Reyhan ve Ragıp kardeşlerime başsağlığı diliyorum. Böyle mümtaz bir baba için ne kadar iftihar etseler azdır.
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Köşk sonrası başörtüsü |
|
Dikkat edilirse, AKP başörtüsü meselesine ne zaman el attıysa, sorun daha girift bir kördüğüme dönüşüp içinden çıkılmaz hale geldi.
2002 seçimi öncesindeki meydan konuşmalarında verilen “Başörtüsü namus borcumuzdur” mesajlarıyla, seçim sonrası, yasağı protokol üzerinden delme girişimlerini hatırlayalım.
Sonuç ne oldu? Yasakçı cephe, daha önce hiç duyulmamış olan “kamusal alan” kavramını devreye sokarak yasağı daha da tahkim etti.
Ve AKP buna karşı hiçbir şey yapamadı.
Tam tersine, protokol törenlerinde boy göstermek uğruna başını açan siyasetçi eşleri oldu.
Dahası AKP, 28 Şubat hükümetlerinin dahi yapmadığını yaptı; yasağı özel dershanelere taşıyan bir yönetmelik değişikliğini Resmî Gazete’de yayınlatıp yasağı oralarda da resmîleştirdi.
Yine AKP döneminde başörtülü bir okul müdiresiyle ilgili Danıştay kararında, okula gidip gelirken sokakta da başın açık olması gerektiği gibi görülmemiş bir yargı içtihadı üretilebildi.
Bu kararın sorumluluğu elbette AKP’ye yüklenemez. Kamusal alan ucubesinin faturası da bu partiye çıkarılamaz. Ama bunlar niye daha önce yoktu da, AKP ile birlikte gündeme geldi?
Ve AKP, bir ara anayasayı değiştirecek çoğunluğu da yakalamış bir Meclis gücüne yaslanan bir tek parti iktidarı olduğu halde bunlara niye engel olamıyor?
Bu sualin cevabı, evvelce çok daha zor ve ağır şartlarla karşı karşıya oldukları halde, bugünkü AKP yöneticilerinin de yıllarca içinde bulunduğu Millî Görüş hareketinin insafsızca eleştirdiği AP-DYP hükümetlerinden esirgenen bir hoşgörü ve bağışlayıcılıkla verildi:
“Efendim, Türkiye’nin şartları mâlûm. Seçimi kazanmak, Mecliste çoğunluğu elde etmek ve tek parti iktidarı olmak, muktedir olmaya yetmiyor. Seçmenin oyu, zinde kuvvetler ve anayasal kurumlar karşısında yeterli olmuyor.”
AKP’nin beş yıllık ilk iktidar dönemi, bu yaklaşımla mazur görüldü. Ve parti 22 Temmuz’da daha güçlü bir seçmen desteğiyle ikinci kez tek başına iktidar gücüne sahip kılındı. Bu güçle, geçen dönemde icraatın önündeki en ciddî engellerden birini oluşturan Çankaya sorunu da çözüme bağlandı. Gül, cumhurbaşkanı seçildi.
AKP’nin tabanına yıllardır yaptığı telkin şu idi: “2007’ye kadar sabredin, cumhurbaşkanını seçelim, o zaman çözeriz.” Şimdi o noktadayız.
Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının, iktidarın Meclisten geçirdiği kanunların sür’atle onaydan çıkıp yürürlüğe girmesini sağladığını görüyoruz.
Peki, bu durum başörtüsü meselesinde de hızlı ve kalıcı bir çözüme imkân verebilecek mi?
Bunu önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz. Ama ilk işaretler pek iç açıcı görünmüyor.
Bir defa, Hayrünnisa Hanımla birlikte başörtüsünün Köşke çıkmış olması mâlûm cenahta hâlâ hazmedilmiş değil. Dahası, buna misilleme olarak tabanda yasak daha da şiddetlendirildi. Öyle ki, Hayrünnisa Hanımın Konya gezisinde konvoya refakat eden ambülanstaki başörtülü hemşire bile hemen objektiflerce tesbit edilip hakkında derhal soruşturma açılabildi.
Kozan ve Erzurum’daki olaylar cabası. Bir de millî güvenlik dersleri kullanılarak arttırılan ve henüz basına aksetmeyen baskılar söz konusu.
Bakalım, bu işin sonu nereye varacak?
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Hacca hazırlanırken |
|
Bu mevsim, hac mevsimi. Herkes, yakınını, konu komşusunu hacca gönderiyor. Yolculuyor. Hacı adayları da, gitmeden önce sıla-i rahim yapıp, helâllık diliyorlar çevrelerinden.
İlk defa gidenler için hem büyük bir heyecan, hem de merak sözkonusu. Arzuladıkları o yüce makama ulaşma hasretiyle, neyi nasıl yapacaklarına dair sorup soruşturdukları yüzlerce başlık var.
Hacı adaylarının, önceden yeterli bir eğitim aldıkları veya sağlıklı bir rehberlikten geçtikleri söylenemez. Son yıllarda Diyanet’in ve özel firmaların rehberlik hizmetlerine rağmen, arzu edilen zihnî hazırlığın yapılabildiği tereddütlü. Duygu dengesi ile farz olmasının gerektirdiği huşu içinde ibadet menziline hazırlanma metotlarında çok mesafe alınmasına rağmen, çalışmalar yeterli değil.
Bazen fazla tedbirli olunuyor, gerekmeyen eşya götürülüyor. Dönerken, Türkiye’de bulunan hediyeler oradan getiriliyor. Çoğunlukla duyuma dayalı öğrenmeyle hacca gidiliyor. Kulaktan kulağa etkileşim öne çıkıyor. Daha önce gidenler, tecrübelerini aktarırken, olumsuz vakaları nazara vermeleri, aşırı tedbir ve teyakkuza sevkediyor hacı adaylarını.
Burada hacı adaylarına cesaret vermek gerekiyor. Mümkünse olumluları anlatmak, meşakkatli bir ibadet olduğunu söylemek ve sabır tavsiye ederken, psikolojisini iyi hazırlamak icab ediyor.
Aylar öncesinden, hatta birkaç yıl boyunca hacca niyetlenip, Diyanet’e başvuranların bir kısmına kuradan “buyur” daveti çıkınca, sevinçle birlikte tatlı bir telâş başlıyor. Bir sonraki yıla/kuraya kalanlar ise ertelenmenin artan iştiyakını yaşıyorlar. Bunların hepsi bir ibadet ve ihlas emaresi.
Hacıların farz ibadeti yapmaya niyetlendikleri andan, yol hazırlıklarının hızlandığı zaman aralığına kadar, zihnen ve hayalen de kendilerini hazırlamaları, yetiştirmeleri, haccın verim ve bereketini kat kat arttırır. En önemlisi, idrak seviyesini yükseltir. Gitmiş gibi kalben, ruhen ve niyeten harekete geçirecek en önemli amil, şuurlu gitmektir. Yani okuyarak, dinleyerek ve görerek gitmektir.
Okuma ve dinlemeyi anladık da, “Görmeyi, önceden nasıl yapacağız?” diyeceksiniz. Zaten en önemli mevzu da bu. Bugünkü görüntü teknolojilerinden yararlanmak. Gözümüzle görmek, kulağımızla işitmek ve kalbimizle tasdik edip hislerimizin artan buluşma talebini, daha da kuvvetlendirmektir.
Şu anda kitapçılarda veya vcd satan yerlerde, hacla ilgili bir çok belgesel ve hac rehberi bulmak mümkün. Bunlardan, farklı açıları nazara veren birden fazla, hatta mümkünse hepsini birkaç gün eve kapanıp veya iş arasında veya akşamları ailece seyredip, kavramlara, mekânlara ve farzlara alışmakta yarar var.
Mekke ve Medine belgeselleri, hac ziyaretleri ve günlük tarzında yazılmış yazı ve kitaplarda önemli bir malzemedir. Giderken dolu gitmek. Ruhunu yaşayarak revan olmak. İştiyakı taçlandıracak, azamet-i İlâhiyenin hikmet perdesini Resulullah’ın (asm) şahsında bize sunuşunu yaşamaya gideceğimiz en müstesna hallere aşina olurcasına, hayalen ve fikren gidip, sonra bedenen gitmek, inanılmaz derecede irfan ve iz’an katar.
Haccın hikmetlerini bilmek, Peygamber Efendimizin hayatını tekraren okumak, sahabelerin, Asr-ı Saadet’in tarihçesine bir daha göz atmak, notlar çıkarmak, zaruri duâları, ezbere bilmiyorsak, elimizin altında tutmak, sünnet-i seniyyeyi derin bir nazarla tetkik ederek yönelmek, elbette duâmıza duâ, kalbimize sürûr, gidişimize bereket, mülâkî olacağımız, müşerref olacağımız Kâbe’nin azametine yaraşır bir kabul ve teslimiyet safhasına götürür.
Bir inşirahın, bir inkişafın, bir fethin kalbimizdeki ufkunu farkedeceğimiz en güzel zamanlardır haccı düşünmek, Resûllullah’ı (asm) hayal etmek ve onun nebiler nebisi Hatem’ül Enbiyalığını anlamak, haccı haclandırır.
Hazırlıklar bununla sınırlı değil elbet. Daha konuşacaklarımız var. İyi bir hac planlaması, iyi bir duâ tasavvuru, iyi bir niyet halisiyetinin yanında, bunu besleyecek semboller, değerler ve anlamlar bütünlüğünün tefekkür kapılarına dayanmak gerekiyor. Bir de Tefekkürname olmalı.
06.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Faruk ÇAKIR |
Anketten ‘korku’ üretmek tutar mı? |
|
Kanunsuz olarak uygulanmaya devam eden ‘kamusal alanda başörtüsü yasağı’ doğrudan ya da dolaylı olarak yine gündeme geldi. KONDA araştırma şirketinin yaptığı “Gündelik yaşamda din, laiklik ve türban” başlıklı araştırma, başörtüsü takanların sayısının ‘arttığını’ ortaya koymuş.
Tabiî ki başörtüsü yasağının ve sebep olduğu sonuçların çok yönlü değerlendirilmesi gerekir. Yasağı savunanlar, ortaya konulan bu araştırmadan ‘korku’ üretmenin peşindeler. “Eyvah! İnançları gereği başını örtenler, tesettürü tercih edenler artıyor. O halde, yeni ‘yasak’lar, yeni ‘bahaneler’ üretelim” diyebilirler. Araştırmanın, manşetlere taşınmasında böyle bir niyet ve hedef olabilir.
KONDA’nın 41 ilde 5 bin 289 kişiyle yaptığı araştırmaya göre, son dört yılda başını örtenlerin oranı yüzde 64.2’den 69.4’e çıkmış. Tesettürü tercih edenler, ‘Niçin örtündünüz?’ sorusuna; yüzde 73 nisbetinde ‘İnancımın gereği’ cevabını vermiş. Aynı araştırmaya göre, ‘İsteyen memurlar başını örtebilmeli’ diyenlerin sayısı da 2003’te yüzde 62.6 iken, yeni araştırmaya göre bu nisbet yüzde 78.9’a yükselmiş. (Milliyet, 4 Aralık 2007)
Araştırmada ‘yabancı’ olmadığımız başka neticeler de var. Bütün bu araştırmanın neticesi, ortada bir “Türkiye gerçeği” olduğu ve Türkiye’yi ‘idare edenler’in bunu görmek istemediği şeklinde özetlenebilir.
Kimse “Türkiye gerçeği”nden korku üretmeye çalışmasın. Başörtülü sayısının arttığı doğrudur. Ancak bu artışın, aynı nisbette ‘şuurlanma’yla desteklenip desteklenmediği tartışmalıdır. Arzumuz ve duâmız, başörtülü sayısının artışıyla orantılı olarak bu şuurlanmanın da artmasıdır.
“Başörtüsü”ne ısrarla “türban” diyenler ve bu tercihten korku üretmek isteyenler asıl şunu düşünsün: “Bunca yıl aleyhinde çalıştığımız halde, niçin başörtülülerin sayısı artıyor?”
Bu soruya ne cevap vereceklerini bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var: Sular tersine akamaz. İslâm dini ve onun emri olan ‘tesettür,’ insanın yaratılışına uygun bir emirdir. Dolayısı ile insanların doğruyu, hakkı tercih etmesi yaratılışlarının gereğidir. Gerçeğin tebliğ edildiği ve fıtratı bozulmamış hiç bir insan, ‘tesettür emri’ni garip karşılamaz. Tesettürün ‘önlenemeyen yükselişi’nden korku üretme telaşında olanlar hadisenin bu yönüne de bakmalıdırlar.
Başörtüsü yasağının sadece üniversite öğrencilerinin önünü kesmediği de ortada. “Yasak kalksın” denildiğinde bu talebin sadece üniversite ile sınırlı olmadığı da bilinmelidir. Nitekim, ankete katılanlar da aynı şeyi düşünmüş ve “İsteyen memurlar başını örtebilmeli” diyenlerin nisbeti yüzde 78.9 olarak ortaya çıkmış.
Kimileri ortaya çıkan sonuçları değerlendirirken ‘koku’ üretmeyi planlamış olabilir. Ama bu anket, nasıl yorumlanırsa yorumlansın nihayetinde “Türkiye gerçeğini” ortaya koyan bir araştırmadır. O halde, Türkiye’yi ‘idare edenler’e düşen, bu ve benzeri anketleri dikkate almak ve kanunsuz yasağa bir an önce son vermek olmalıdır.
Milletimiz, anketlerden korku üretmek isteyenlere papuç bırakmayacak şuura da ulaşır inşallah...
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Rüzgâr yön değiştirdi |
|
16 Amerikan istihbarat teşkilâtının ortaklaşa İran’ı aklayan ve 4 Aralık (2007) tarihinde yayınlanan raporları dünya gündemine bomba gibi düştü. Herkes hayrette. Ama zafer sarhoşu olanlar da var. Gerçekten de beklendiği gibi İran’ı zafer neşvesi sardı. Raporun açıklanmasının ardından İran doğrulanmanın vermiş olduğu güçle ve şevkle zaferini ilân etti. Beklendiği gibi İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad haklılıklarının Amerikan istihbaratları tarafından da tescil edildiğini ve doğrulandığını söyledi. Elbette ki haksız değil. Rapor karşısında Bush’un başı öne düşerken Nejad’ın ve Baradey’in ise başı havalara değdi ve dik hale geldi. Bu raporun iki galibi var. Nejad ve Baradey. Bilindiği gibi Baradey İran’ın birkaç yıl içinde nükleer silâh yapabilecek kapasitede olmadığını ileri sürüyor ve bu yüzden de İsrail medyası ve liderleri tarafından ‘yanlı’ olmakla suçlanıyordu. Amerikan raporları hem Nejad’ı, hem de Baradey’i büyük bir gaileden kurtardı ve aklamış oldu. Böylece Baradey, Hans Blix gibilerin durumuna ve Amerikan istihbarat kurumları da Neoconların günah keçisi George Tenet’in durumuna düşmekten kurtuldu. Bunda Amerikan realizminin ve baba Bush’un adamlarının veya ekolünün elbetteki payı var.
Baba Bush ile oğul Bush arasındaki farkın, yöntem farkı olduğunu söylemek zor. Fakat algılama ve sınırları tayin farkı var. Sözgelimi 1991 yılında oğul Bush olsaydı muhtemelen neoconların gazına gelerek Bağdat’a kadar yürürdü. Fakat baba Bush realist davranarak Kuveyt’te kalmasını bildi. Elbette bu hissî olarak oğlunu savunmasına ve onu sahiplenmesine engel değil. Amerikan istihbarat teşkilatlarının ortak raporu şimdilik ve fasıllardan birisinde neoconların hezimete uğradıklarını gösteriyor. Şimdi hasar tespiti yaparak toparlanmaya geyret ediyorlar. Aslında neoconlar büyük çapta Beyaz Saray’dan temizlendiler. Ama geride kalan bazı kökleri ve kalıntıları var. Bunlar henüz tam olarak sökülemedi. BOP projesinin büyük çapta aşınması gibi aslında neoconlar da aşındı. İstihbarat raporları onlar için oldukça büyük bir darbe. Bununla birlikte, Barak’ın da belirttiği gibi bu rapor bir iki hafta öncesinden biliniyordu. İşte burada sorulması gereken soru şu: Bu rapor ne kadar, Bush ve adamlarının onayıyla hazırlandı ve yayınlandı?
***
Yoksa onların rağmına bir gelişme mi sözkonusu? İkisinin bileşkesi de olabilir. Bununla birlikte, Bush hâlâ askeri seçeneğin masada olduğunu ilan etti. Ve eşgüdüm için Bush’un derhal İsrail’e gideceği ve burada İsrail tarafıyla İran meselesi ve Annapolis süreci olmak üzere bir dizi gelişmeyi görüşeceği ilân edildi. Demek ki bir dizi mesele müzakere edilecek. İran’a müdahale konusunda ABD ayağını geri çekecek olursa İsrail’in tek yanlı olarak önleyici bir saldırıya cesaret edemeyeceği tercih edilen bir görüş. Zira geçmişte, Hindistan üzerinden Pakistan’a saldırmak isteyen İsrail pek de buna cesaret edememiş ve planlarını rafa kaldırmıştı. İran elbette biraz daha farklı. Çünkü İran, Hizbullah üzerinden doğrudan İsrail’e karşı mevzilenmiş durumda. Adeta İsrail’in böğründe. Pakistan’ın pozisyonu ise daha farklı.
Amerikan istihbarat raporları acaba pazarlık konusunda İran’a bir mesaj mı gönderiyor? Sözkonusu rapor askerî yaptırımlar seçeneğini psikolojik olarak zayıflatmıştır. Çin gibi ülkeler şimdiden İran’ın tezini sahiplenerek artık yaptırımlara gerek kalmadığını savunuyorlar. Muhtemelen Avrupalılar da bu teze sıcak bakacaklardır. Bununla birlikte, İsrail’i ve onun ABD’deki uzantılarını ikna ve tatmin etmenin hayli zor olduğu da bir gerçek. Bir yolunu bulmak adeta imkânsız. Onlar sözkonusu güçlü rapora rağmen aksini savunuyorlar. Bildiklerini okuyorlar. Ve bildiklerini okumaya da devam edecekler. Olmazsa manipülatif eylemlere de başvurabilirler. Aslında rapor açıklandığı gün İran’ın çifte zaferiydi. 1981 yılından beri ilk defa en üst düzeyde Körfez İşbirliği Konseyi’ne resmi olarak davet edildi. Ya da daha doğru bir ifadeyle, kendisini davet ettirmişti. Bu İran diplomasisinin bir zaferiydi.
***
2003 yılının İran’ın nükleer programında bir dönüm noktası teşkil ettiği anlaşılıyor. Raporda buna da atıf var. Başta CIA olmak üzere Amerikan istihbaratının 16 ajansınca hazırlanan rapora göre, İran’ın 2003’e kadar nükleer silâh üretimine yönelik ‘gizli’ bir programı vardı. Bush yönetimi 2005 yılına kadar mevcut programın sürdürüldüğünü iddia ediyordu. Ama İran bilinmeyen sebeplerle bu programı 2003 sonbaharında durdurmuş...
Aslında raporda geçen, ‘bilinmeyen nedenler’ biliniyor. O da, ABD’nin korkunç savaş makinasıyla, gücüyle Afganistan ve Irak üzerine çullandığını gören İran’ın bu ülkenin saldırısı için bahane vermemek için sözkonusu nükleer programını durdurmasıdır. Ama gücü ile sarhoş olan ABD, İran’la pazarlığa oturmaya yanaşmamış ve bundan sonra da İran’ın blöften başka yapacak bir şeyi kalmamıştı. Ve bunun sonucunda Nejad’ın blöf ve ileriye kaçma siyasetine yöneldiğini görüyoruz... Mesele bundan ibaret...
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Komploya dikkat... |
|
Gündemin hayhuyu arasında olup bitenlerin etraflı tahlili yapılamıyor. “Terörle mücâdele”yi salt “sınırötesi harekât”a indirgeyen Ankara, görülüyor ki günübirlik politik atraksiyonların önünde sürükleniyor.
Bundandır ki, Avrupa Birliği’nden gelen bütün çağrılara rağmen, DTP hâlâ PKK’yi “terör örgütü” olarak ilân etmiş değil. Bu durum ilk bakışta radikal söylemlerle gerginliği tırmandırma taktiği olarak görülse de, mesele bunun çok ötesinde küresel plânın bir parçası...
Plân, partiyi kapattırmak ve Türkiye’nin demokratikleşme çabasının önüne takoz koyup AB’ye girişini engellemek. Zira uluslararası güç ve sermaye, Türkiye’nin bölgesinde güçlü ve demokratik büyük bir öncü ülke olarak AB üyesini olmasını istemiyor...
Bu arada Ahmet Türk’ün, “yıllarca etnisite üzerinden siyaset yaptım; şimdi anlıyorum ki etnik ayrılıkla ayrı devlet, halkları felâkete sürükler” itîrafı, aynı gerçeği su yüzüne çıkarıyor.
Ve bütün bunlar, 11 Eylül sonrası “terörün önünü alma” konseptiyle, Bush’un “yanımızda olmayanlar düşmanımızdır” parolasıyla ABD’nin başlattığı topyekûn operasyona AB’nin itirazıyla ortaya çıkan ayrılığın bir yansıması olarak tezâhür ediyor.
ABD’nin uzun yıllar İsrail’in işgalindeki Bekaa Vadisinde terör örgütüne hâmilik etmesi, işgal ettiği Irak’ta, kontrolündeki Kuzey Irak ve Kandil dağlarında yuvalanıp palazlanmasına destek vermesi, makineli tüfekten tanka kadar binlerce Amerikan hafif ve ağır silâhların örgütün elinde bulunması, bunun en basit örnekleri...
* * *
Aslında neoconların politikaları derin bir sapmaya dayanıyor. Amerika’nın en fanatik generallerinden genelkurmay eski başkanı Lyman Lemnitzer, ABD’yi “dünyanın efendisi” yapmak için çılgınca bir plan hazırlamıştı. CIA, “Northwood Operasyonu” adı verilen plân uyarınca Amerika’da büyük çapta terör eylemleri yapıp kendi vatandaşlarını bile öldürecek ve bütün suç Küba Lideri Fidel Kastro’nun üzerine atılıp Küba işgal edilecekti.
Başkan Kennedy, önüne getirilen plânı üç gün boyunca inceledi ve reddetti. General Lemnitzer’e, “Küba konusunda askerlerin bütün çalışmalarını durdurmalarını, siyasî muhtevalı hiçbir plân hazırlamamalarını ve kışkırtmalardan kaçınmaları” tâlimatını verdi.
Sonuçta, 1962’de Demokrat Kennedy’e kabul ettirilemeyen plân, 40 yıl sonra Cumhuriyetçi Bush’a kabul ettirildi. “Yahudi lobisi”nin isteğiyle silâh ve petrol tüccarı “şahin neoconlar”, savunma bakanı eski yardımcısı ve “çuval olayı”nın zehir zemberek savunucusu Wolfowitz’in ve “karanlıklar prensi” Perle’nin daha önce Clinton’a sundukları ve rafa kaldırılan Irak’ın işgâlinin de içinde bulunduğu “proje” tatbike konuldu.
Çünkü, İslâm dünyasını hedef alan plânı rafa kaldıran Clinton’un başına önceden kayda alınmış, yine Yahudi asıllı “Monica skandalı” patlatılmış ve artık Rumsfeld–Wolfowitz–Perle’nin son şeklini verdiği “Bush doktrini” önünde hiçbir engel kalmamıştı...
Böylece Kissinger’in önerisiyle, karışıklık, kaos, terör ve iç çatışma meydana getirilerek, büyük ülkeleri zayıflatma, bölüp parçalama plânı, tam gaz devreye sokuldu. Uluslararası dolar spekülatörü Soros aracılığıyla dağıtılan uluslararası sermayesinin kanla beslediği, sömürgecilik, saldırganlık, işgâl, açlık, hastalık, soykırım, bunalım, kültürel değerlerin ve mânevîyatın tahribini destekleyen medya, artık bu yeni emperyalizmin araçları arasında idi...
Churchill’in “bir damla petrolün bir damla kandan daha değerli olduğu yeni dünya” düzeninde, Irak’lı çocukların kanı karşılığında elde edilen petrolle kalınmayacaktı...
* * *
Bunun içindir ki, başta Bush ve Dışişleri Bakanı Rice olmak üzere, ABD’nin onca vaadleri ve her “Oval Ofis görüşmesinde sergilenen “dostluk gösterileri”, hep havada kaldı; “stratejik ortak” yine bildiğini okudu...
“Büyük Ortadoğu Projesi”nin eş başkanı Başbakan Erdoğan’ın tâbiriyle, “stratejik müttefik sayın Bush ve arkadaşları”, ne “Ermeni soykırımı” tasarında, ne Irak kentlerinde kurulan PKK bürolarının kapatmasında, ne Telâfer ve Kerkük’teki katliamları önlemede, talan ve demografik tahribi durdurmada ve ne de defalarca söz verdikleri terör örgütünün elebaşlarını teslim etmede bir şey yapmadılar...
Yine bu hedefle, AB içine fitne sokuldu. ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıkan, İran operasyonunu, Suriye saldırısını onaylamayan Avrupa Birliği liderleri tasfiye edildi. Almanya’da Schröder’in yerine Bush’un dostu Merkel, Fransa’da Chirac’ın yerine Blair’den sonra yeni fanatik Bush hayranı Selânikli Sarkozy–ya da Fransızların tâbiriyle “Amerikalı Sarko” –gibi “AB içindeki AB karşıtları” ve “Türkiye’yi istemeyenler” başa getirildi.
“Danimarkalı kovboy” Rasmussen’i yeniden kazandı. Başta Polonya olmak üzere, diğer “Avrupa ülkelerini ABD’leştirme” ameliyesine devam edildi...
Kısacası, bir yandan etnik tahrikle Türkiye’deki ırkları kışkırtarak iç gerilim ve kargaşayı tırmandırmak, diğer yandan terörü azdırıp Ankara’nın gözünü karartmak, küresel fitne mihraklarının, Türkiye’yi demokrasiden ve AB sürecinden koparma komplosu...
Komploya dikkat...
06.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|