—Dünden devam—
Şiî Lider Fadlallah, Margaret Thatcher’in Soğuk Savaş’ın akabinde ‘Şimdi NATO’nun düşmanı kim?’ sorusuna mukabil, ‘Yeşil İslâm’ dediğini hatırlatıyor. Onların Şiî ve Sünnî meselesiyle oynadıklarını ifade ediyor. Irak’ta yaşananların tamamından işgalin sorumlu olduğunu söylüyor. Ama işgalden de kimi Şiî işbirlikçilerin de sorumlu olduğunu hatırlamak istemiyor. Sonucu görüyor. Sebebi görmüyor. Kaide aleyhindeki sarahati kadar, bu noktada iç muhasebe yapmıyor ve bundan kaçınıyor.
Bu durumda, diyaloğun ayaklarından birisi ister istemez kopmuş oluyor. 1940’lı ve sonraki yıllarda takrip/mezheplerin yakınlaştırılması meselesine geliyor. Bu süreçte Şiî ulemasından Muhammed Taki Kummi’nin önemli bir rol oynadığını ve Sünnî cenahtan da Abdülmecid Selim, Mahmut Şeltüt, Muhammed Gazali gibi isimlerin katkı sağladıklarına değiniyor. Ve Mahmut Şeltüt’ün Caferî mezhebiyle ibadet ve taabbüd edilebileceğine dair fetvasını hatırlatıyor.
Osman Osman da, Şiîlerin arasında bunu karşılayan bir fetva olup olmadığını soruyor. Yani, Şiîler nezdinde de Sünnîlerin aynı meşrûiyete haiz olup olmadıklarını soruyor. Fadlallah net bir cevap veremiyor. Cevabın netliği detaylar arasında kaybolup gidiyor. Şiî ve Sünnî fıkhı arasındaki ihtilâfın yüzde 80 nispetinde olduğunu ileri sürüyor. Halbuki Takrip Kurumunun başında bulunan ve Hamaney’in danışmanı Ayetullah Teshiri bunun yüzde 95 civarında olduğunu belirtmiştir. Buradan da keyfî cevapların ve yaklaşımların verildiği ve bunun da onun ifadesiyle sakınılması gereken umumiyat dili ve mücamelat olduğu anlaşılıyor.
Velâyet-i fakih ve veliyy-i fakih konusunu izah ederken de hiç inandırıcı değildi. Geleneksel merciilik ile Merci-i taklit birbirinden ayrılmalı. Velâyet-i fakih sadece dinî merciiyyet olmayıp, aynı zamanda siyasî merciiyyettir ve modern imamet nazariyesidir. Buna nazaran sınırları aşan siyasî boyutları vardır.
Osman Osman, Arap dünyasındaki Şiîlerin veliyy-i fakihi merci olarak taklid etmeleri halinde siyasî olarak kendi ülkeleri yerine İran’a bağlı olup olmayacaklarını ve kendi ülkelerindeki siyasî yapılara ters düşüp düşmeyeceklerini sordu. Burada Fadlallah açık bir takiyye yaptı ve Hizbullah’ın veliyy-i fakihe değil, Lübnan referansına ve merciiyetine bağlı olduğunu söyledi. Veliyy-i fakihle münasebetlerinin herhangi bir insanla yapılan danışmanın ötesine geçmediğini ileri sürdü. Böylece Fadlallah’ın çağırdığı diyaloğun da sınırlarını yakinen öğrenmiş olduk (Tafsilat için, El Cezire, Hayat ve Şeriat, 18/11/2007, saat: 21:22 suları)...
Fadlallah program sırasında diyaloğu şöyle tarif etti: “Hivar: Rihletü iktişafü’l hakikati leyse tariku’l mugalebe” yani diyalog, hakikatı keşfetme yolculuğudur, yoksa mugalebe ve üstünlük kurma değildir. Bu durumda diyalog zemini kalmayınca veya örtülü ve aldatıcı bir propaganda mekanizmasına dönüşünce, geride ifade ettiği mahzurlu yoldan başka bir şey kalmıyor: Mugalebe. Dolayısıyla böyle diyalog olmaz. Musaraha ve şeffafiyet diyenlerin şeffafiyete ihtiyaçları var.
Hem de herkesten çok.
Son
21.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|