Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Önemli buluşmalar



Son günlerde Türkiye, birbiri ardı sıra önemli resmî ve gayri resmî toplantılara ev sahipliği yapıyor. Ve bunların da hemen hemen tamamı tarihî başkent İstanbul’da gerçekleşiyor.

İlk aklımıza gelenleri şöylece bir sıralarsak:

ABD başta olmak üzere önemli Batı ülkelerinin de temsil edildiği “Irak’a komşu ülkeler toplantısı”yla ISEDAK toplantısı resmî olanlar.

Gayri resmî fasılda ise, Eyüp Feshane’de organize edilen Uluslararası STK Fuarı, eşzamanlı olarak aynı kapsamda gerçekleşen Kudüs buluşması, Ensar Vakfının eğitim konulu toplantısı ve nihayet İstanbul İlim ve Kültür Vakfınca tertiplenen Bediüzzaman Sempozyumu var.

Esasen bu kategoridekiler daha önemli. Çünkü sivil toplum temsilcilerini, akademisyen ve mütefekkirleri informel ve samimî ortamlarda bir araya getirerek daha kalıcı izler bırakıyorlar.

İslâm dünyasında özlenen birlik tablolarının oluşmasına vesile olan bu tür buluşmalar sıklaşıp yaygınlaşmalı ki, politika ve ekonomi gibi diğer alanlardaki birlikteliklerin temelini oluşturacak sağlam bir sivil zemin teşekkül edebilsin.

Bu anlamda, saydığımız etkinlikler içinde özellikle alanında bir ilk olan STK Fuarı ile, bu yıl sekizincisi gerçekleşen Bediüzzaman Sempozyumu, söz konusu zeminin oluşmasında çok önemli fonksiyonlar üstlenebilirler. Ki, Bediüzzaman Sempozyumunun yıllardır böyle bir altyapıyı tesis etmekte olduğu söylenebilir.

Bu sempozyumların, benzer diğer etkinliklerden önemli bir farkı, özellikle Türkiye’de çok güçlü ve geniş bir sosyal tabana yaslanıyor olmaları.

Nitekim adalet konulu son sempozyumun İstanbul Gösteri Merkezinde yapılan açılış oturumuna katılımın yine son derece sakin ve olgun bir “izdiham” görüntüsü ortaya çıkarması, bunun yeni bir tezahürü.

Binlerce insan aynı mekânda toplanacak, binlercesi yer kalmadığı için içeriye giremeyecek ve en küçük bir güvenlik, asayiş ve çevre problemi yaşanmayacak. Hiç olacak şey mi!

Ama oluyor. Çünkü orada toplanan insanlar okudukları eserlerden aldıkları müsbet hareket dersleriyle asayişin manevî muhafızları ve çevrenin de gönüllü koruyucuları haline gelmişler.

Bu kitlenin destek ve katılımıyla gerçekleşen buluşmalar çoğalmalı ki, Türkiye’nin “örnek ve model ülke” olma özelliği daha iyi idrak edilsin.

İşte STK Fuarı, bu bağlamda değişik İslâm ülkelerinden gelen temsilcilerin Türkiye gerçeğini yakından tanımaları ve kendilerini de ifade edebilmeleri açısından hayli önemli bir fırsattı.

Dileriz, bu ilk adımın arkası, daha da gelişerek gelir. Ve İslâm toplumları arasında samimî bir kaynaşma ve kucaklaşmanın vesilesi olur.

Tabiî, bunun başarılması için, inisiyatifin elden kaçırılmaması, sürecin İslâm kardeşliği ekseninde geliştirilmesi ve son dönemde çok konuşulan “STK’ları birtakım denizaşırı projelerde kullanma” hesaplarına dikkatli olunması şart.

Kudüs buluşmasına gelince: Bu etkinliğin bilhassa iki noktadan önem taşıdığı söylenebilir.

Biri, toplantının, tıpkı Kudüs gibi, fethedileceği hadisle müjdelenmiş İstanbul’da yapılması.

Diğeri, Kudüs için Müslüman-Hıristiyan dayanışması mesajının dünyaya verilmiş olması.

Keşke bu toplantıya, beli dinamitli çocuk resmi gölgesinin düşmesine meydan verilmeseydi!

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

“Sokaklara da yasak konulmalı”



Malûmunuz kapalı alanlarda sigara içmek yasaklandı, hatta yasaklanmakla kalmadı, bir de üzerine para cezası getirildi. Zira millet olarak pek yasağı takanlardan değiliz, daha caydırıcı olmalı ki para cezası epey bir gelişme gösterdi bu konuda. Hani “Param gitmesin. Aman içmeyeyim şunu birkaç saat” türünden bir düşünceye sebep oldu.

Yasağı hiç umursamayıp ihlâl edenler olmuyor değil, ancak bu tür kişiler azınlıkta.

Bazen dikkat ediyorum, hepimizin kullanmak zorunda olduğu ve sigara içmenin yasak olduğu ortamlarda hâlâ sigara içmeye teşebbüs edenler oluyor. Birçok olayda yaptığımız gibi öylece bakıyoruz. Bu ihlâli yapan kişiye de hiçbir uyarıda bulunmuyoruz. Yani göz göre göre zehirleniyoruz. Böyle bir durumla karşılaşınca susmuyorum, ancak her zaman olumlu tepki gördüğüm söylenemez. Haklı olduğumuz halde haksız konuma düşmek en acı durumlarımızdan biri. Sizinle aynı sorunla karşılaşan diğerleri, bir noktada onların da hakkını savunurken, onlar susup size bakıyorlar. Sanki tv dizi film çekiliyor. Çıt yok. Sinirlerim bozuluyor ama yapacak bir şey de yok. Elinizden geleni yapmak dışında.

Bazen keşke diyorum sokaklarda sigara yasağı gelse, ne iyi olurdu.

Sigara içenler bana kızacak ama kimseyi umursamadan yaptığımız en zararlı alışkanlığımız bu. Elektrik faturasını ödemek için kuyrukta bekliyorum, adamın biri önümde yaktı sigarasını, ben hiçbir şey diyemeden öylece bakakalıyorum. Hakkım yok, sonuçta açık alan. Sigarasını rahat rahat içiyor, dumanını da üflerken rüzgâr sebebiyle arkada olan ben duman altı oluyorum. Geri gitsem olmaz, kalsam rahatsızım. Öylece bakakaldım. Sonra da düşündüm, keşke “Açık alanlarda tek başınıza olduğunuza tam emin olmadan sigara içilmeyecek” dense. Ya da diğer kişiyle aramızdaki mesafe verilse fena olmazdı yani. Bana da söz söyleme hakkı doğardı.

Evet, sigara kesin ölçülerle haram değil, ancak şimdilerde âlimler “Harama yakın mekruhtur” diyor. Hatta bu sınırı netleştirip “haramdır” diyen âlimler de yok değil. Bu da içerken ayrıca düşünülmesi gereken önemli bir husus. İçerken sağlığımızdan geçtim, bari bu yönünü göz önüne alsak ne iyi olur.

Sigarayla olan kötü hatıralarım çok eskiye, tâ çocukluğuma dayanır.

Zira çocukken nefret ettiğim şeylerden biri yolculuktu. Bana yolculuk denmeseydi de ne denirse densindi, o kadar nefret ediyordum. Çünkü ne zaman otobüse binip şehirler arası yolculuk yapacak olsak, molaya kadar duman altı olurdum. Bazen hayal kurardım; her bir koltukta canavarlar var ve kafalarından duman çıkıyor. Kendimce senaryolar yazardım. Ve bizi zorla bu otobüse bindirmişler ve biz de bu dumanlar yüzünden yavaş yavaş öleceğiz. Hoş bu kadar dumanın içinde yaşıyoruz demek gülünçtü. Sanırım sigaraya karşı olan nefretim o yıllardan kalmadır.

Toplu taşıma araçlarında yasaklanınca sigara, havalara uçmuştum sevinçten. Sigara içmiyorsanız, o duman o kadar kötü eder ki sizi, anlatılmaz ancak yaşanır türden bir hal çıkar ortaya.

Şimdilerde de bu yasağı hiç hoş bulmayan tiryakileri, her molada sanki nefessiz kalmışlar gibi koşa koşa aşağıya inip, elleri titreye titreye sigaralarını yakarken görünce; hiçbir etkinliği olmayan, dilsiz, iradesiz şu şeyin, bu kadar irade sahibi bir canlıyı nasıl da kendine mahkûm ettiğine hayretle bakıyorum.

Ancak son zamanlarda ilgimi çok başka bir durum çekiyor.

Sigaranın cinsiyet ayrımı yok. Erkeği de, bayanı da içer. Ancak dışarıda sadece erkekler içer. Son zamanlara kadar durum böyleydi. Şimdilerde artık bayanlar da ellerinde sigarayla geziyor. Hatta artık bunu örtülü hanımlar da yapıyor. Kafede, sahilde, yolda ellerinde sigara, hiç kimseden çekinmeden keyif yapılıyor.

Zarifliğin, kibarlığın, inceliğin temsili olan bayanlara yakışmayan bu hali şiddetle kınıyorum. Ve lütfen önce sağlığımız, sonra cins-i lâtif olmamız hasebiyle daha dikkat edelim. O kadar çirkin bir görüntü oluşturuyor ki ellerinizdeki sigaralar, bakamıyorum. Sadece özenti sebebiyle yapılan bu halleri terk edip, başka hanımlara da terk ettirmek için bu günden bir şeyleri değiştirmeye, terk etmeye başlasak geç kalmış sayılmayız.

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Bediüzzaman’ın mânevî şahsiyeti



İslâm tarihi boyunca dine hizmet eden mânen çok büyük zâtlar gelmişler, arkalarında iz bırakmışlar ve onları takip eden kitleler oluşturmuşlardır.

Cenâb-ı Hak, son peygamberinden sonra, İslâm dinini korumak amacıyla nice kutup-lar, mürşidler, müçtehidler, müceddidler ve mehdi-misâl şahısları vazifelendirmiş ve din-i Ahmedîyi (asm) böylece muhafaza etmiştir.

Âhirzamanda gelen ve her asır başında geleceği hadisçe haber verilen müceddidlerin en sonuncusu olan Bediüzzaman, kendinden önce gelen bütün müceddidlerin vazife alanlarının tamamını üstlenmiş ve telif ettiği Nur Risâleleri hem bu asrı, hem de gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i Kur’âniye olma özelliğini göstermiştir.

İmam-ı Rabbânî (ra), “Eskiden büyük zâtlar demişler ki: ‘Kelâm âlimlerinden bir zât gelecek. İman ve Kur’ân hakikatlerini apaçık ispat ve izah edecek.’ Ben istiyorum ki, keşke ben, o olsam. Belki ben, o adamım” demiş. Bediüzzaman “Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur” der. Zira, iman hakikatlerini aksi iddiâ edilemeyecek bir katiyette îzah ve ispat etmiştir. Ayrıca, Nur Risâleleri otuz üç Kur’ân âyetinin işâretine, hem İmam-ı Ali’nin (ra), hem de Gavs-ı Geylânî’nin müjdeli haberlerine mazhardır.

“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılsanız necat bulursunuz. Biri, Allah’ın kitabı Kur’ân. Diğeri, ehl-i beytimdir” buyuran sevgili Peygamberimizin (asm) emrine uyarak, ilhamını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alan Bediüzzaman, Ehl-i Beytten murat Sünnet-i Seniyye olduğu için, hayatı boyunca Kur’ân hakikatlerini îzah ve ispat etmenin yanı sıra, Sünnet-i Seniyeyi ihyâ etmeyi asıl maksat ve gaye edinmiştir.

Tam ihlâsı kendinde yerleştiren Bediüzzaman, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir şey beklememiş ve sadece Allah’ın rızasını esas maksat yapmıştır. “Biz ücretimizi yalnız Allah’tan bekliyoruz” diye-rek halktan istiğna eden umum peygamberler misâli, her dönemde devlet adamlarının kendisine yaptığı câzip teklifleri elinin tersiyle itme irâdesi göstermiştir.

Hakkı ve hakikati pervasızca haykıran Bediüzzaman, dört dehşetli kumandana boyun eğmemiş, Rus kumandanının karşısında ayağa kalkmadığı gibi, İngiliz papazlarının mağrûrâne sorduğu altı suâline, işgal yılları şartlarında bir tükürükle cevap vermiştir.

Geçen asrın müceddidi Mevlânâ Halid-i Bağdâdî ile aralarında tam yüz sene fâsıla bulunan ve müceddidiyet vazifesini mânen ondan devralan Bediüzzaman’ın telif ettiği Nur Risâleleri, kırkın üzerinde dünya diline tercüme edilmiş, dünya çapında yapılan İslâmî hizmet modelleri arasında Nursî Modeli birinci seçilerek ayakta alkışlanmıştır.

Âhirzaman müceddidi olan Bediüz-zaman’ın yaşadığı dönemde, kıyametle alâkalı hadis-i şeriflerin mânâsı büyük ekseriyetle ortaya çıkmıştır. “Başka milletleri taklit başlayacak. Hırs artacak. Bina ve zinalar çoğalacak. Büyük depremler olacak. Bol içki tüketilecek. Köpek beslemek, bebek yetiştirmeye tercih edilecek. Zelzele ve ölümler artacak” gibi hadislerin tevili bizzat görülmektedir.

Dinsizliğin iki cereyanının kuvvet bulduğu âhirzamanda, Allah’ı inkâr cereyanı Hazret-i İsa’nın (as) şahs-ı mânevîsinin kılıcıyla öldürülmesi gibi, Süfyan komitesinin bid’akâr rejiminin yaptığı büyük tahribât dahi, Bediüzzaman’ın temsil ettiği cemaat-ı nurâniyenin sahip olduğu iman-ı tahkiki dersleriyle tamir ediliyor.

Üç devre-i hayatıyla küllî hizmetler ifâ eden Bediüzzaman, “Siz kime hizmet ettiğinizi, kime talebe olduğunuzu, nasıl bir şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz” demekle, üstlendiği kudsî ve cihanşümul vazifenin ne kadar yüksek ve mânidâr olduğunu nazara veriyordu. O, beşerî şahsiyetinden ziyade mânevî şahsiyetiyle tanınmalıydı.

Pazar seminerleri çerçevesinde, Asya-Nur Kültür Merkezinde bahsi geçen konuları ka-labalık bir toplulukla paylaşan yönetim kurulu üyemiz Ali Vapurlu, katılımcıların ilgisinden fevkalâde memnun kalmıştı. İki saati aşan program herkes için bir bilgi ve feyiz kaynağı olmuştu. Bu tür programlarmızın devamlı olmasını ve yaygınlaşmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kayıp hakikatın peşinde (2)



—Dünden devam—

Şiî Lider Fadlallah, Margaret Thatcher’in Soğuk Savaş’ın akabinde ‘Şimdi NATO’nun düşmanı kim?’ sorusuna mukabil, ‘Yeşil İslâm’ dediğini hatırlatıyor. Onların Şiî ve Sünnî meselesiyle oynadıklarını ifade ediyor. Irak’ta yaşananların tamamından işgalin sorumlu olduğunu söylüyor. Ama işgalden de kimi Şiî işbirlikçilerin de sorumlu olduğunu hatırlamak istemiyor. Sonucu görüyor. Sebebi görmüyor. Kaide aleyhindeki sarahati kadar, bu noktada iç muhasebe yapmıyor ve bundan kaçınıyor.

Bu durumda, diyaloğun ayaklarından birisi ister istemez kopmuş oluyor. 1940’lı ve sonraki yıllarda takrip/mezheplerin yakınlaştırılması meselesine geliyor. Bu süreçte Şiî ulemasından Muhammed Taki Kummi’nin önemli bir rol oynadığını ve Sünnî cenahtan da Abdülmecid Selim, Mahmut Şeltüt, Muhammed Gazali gibi isimlerin katkı sağladıklarına değiniyor. Ve Mahmut Şeltüt’ün Caferî mezhebiyle ibadet ve taabbüd edilebileceğine dair fetvasını hatırlatıyor.

Osman Osman da, Şiîlerin arasında bunu karşılayan bir fetva olup olmadığını soruyor. Yani, Şiîler nezdinde de Sünnîlerin aynı meşrûiyete haiz olup olmadıklarını soruyor. Fadlallah net bir cevap veremiyor. Cevabın netliği detaylar arasında kaybolup gidiyor. Şiî ve Sünnî fıkhı arasındaki ihtilâfın yüzde 80 nispetinde olduğunu ileri sürüyor. Halbuki Takrip Kurumunun başında bulunan ve Hamaney’in danışmanı Ayetullah Teshiri bunun yüzde 95 civarında olduğunu belirtmiştir. Buradan da keyfî cevapların ve yaklaşımların verildiği ve bunun da onun ifadesiyle sakınılması gereken umumiyat dili ve mücamelat olduğu anlaşılıyor.

Velâyet-i fakih ve veliyy-i fakih konusunu izah ederken de hiç inandırıcı değildi. Geleneksel merciilik ile Merci-i taklit birbirinden ayrılmalı. Velâyet-i fakih sadece dinî merciiyyet olmayıp, aynı zamanda siyasî merciiyyettir ve modern imamet nazariyesidir. Buna nazaran sınırları aşan siyasî boyutları vardır.

Osman Osman, Arap dünyasındaki Şiîlerin veliyy-i fakihi merci olarak taklid etmeleri halinde siyasî olarak kendi ülkeleri yerine İran’a bağlı olup olmayacaklarını ve kendi ülkelerindeki siyasî yapılara ters düşüp düşmeyeceklerini sordu. Burada Fadlallah açık bir takiyye yaptı ve Hizbullah’ın veliyy-i fakihe değil, Lübnan referansına ve merciiyetine bağlı olduğunu söyledi. Veliyy-i fakihle münasebetlerinin herhangi bir insanla yapılan danışmanın ötesine geçmediğini ileri sürdü. Böylece Fadlallah’ın çağırdığı diyaloğun da sınırlarını yakinen öğrenmiş olduk (Tafsilat için, El Cezire, Hayat ve Şeriat, 18/11/2007, saat: 21:22 suları)...

Fadlallah program sırasında diyaloğu şöyle tarif etti: “Hivar: Rihletü iktişafü’l hakikati leyse tariku’l mugalebe” yani diyalog, hakikatı keşfetme yolculuğudur, yoksa mugalebe ve üstünlük kurma değildir. Bu durumda diyalog zemini kalmayınca veya örtülü ve aldatıcı bir propaganda mekanizmasına dönüşünce, geride ifade ettiği mahzurlu yoldan başka bir şey kalmıyor: Mugalebe. Dolayısıyla böyle diyalog olmaz. Musaraha ve şeffafiyet diyenlerin şeffafiyete ihtiyaçları var.

Hem de herkesten çok.

Son

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Medine dönemi özlemi



Mekke döneminde iman esaslarına ağırlık verilmiş, kalblere iman hakikatleri nakşedilmeye çalışılmış; Medine döneminde ise sosyal hayata açılım yapılmış, imanın meyveleri toplanmaya başlanmış, sonunda huzur dolu bir atmosfere ulaşılmıştı.

Mekke dönemi çileli günler dönemiydi. Bilâl-i Habeşîler, Ammar bin Yasirler, Habbab bin Eretler işkencelere maruz bırakılıyor, Sümeyye ve efendisi Yasir şehit ediliyor, dayanılmaz işkenceler karşısında Habbab bin Eret Resûlullah’a koşup, “Bizim için Allah’tan yardım dilemez misin? Bizim için Allah’a duâ etmez misin?” teklifine karşı, Kâinatın Efendisi (asm), önceki ümmetlerin çektiği sıkıntılardan bahsediyor, o günlerde bir mü’minin alınıp testereyle baştan aşağıya ikiye bölündüğünü, demir taraklarla vücutlarının tarandığını, buna rağmen dinlerinden dönmediklerini hatırlatıyor ve şöyle buyuruyordu: “Allah’a yemin ederim ki, Allahü Teâlâ bu işi kemâle erdirecektir. Hatta atlı bir kimse San’a’dan Hadramut’a kadar gidecek, Allah’tan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiçbir şeyden korkmayacak. Lâkin siz acele ediyorsunuz.”1

Daha nice çileler çekecekti Müslümanlar. Müşriklerin ilân ettikleri üç yıllık boykot yıllarında açlıktan kavrulacak, Mekke yılları boyunca çeşit çeşit hakaretlere, ıztıraplara maruz kalacaklardı. Tam on iki yıl sürmüştü bu sıkıntılı yıllar. O günler sabır, sebat, sadakat, fedâkârlık günleriydi… Sonra hicret gerçekleşti. Bedir, Uhud, Hendek Savaşları, Hudeybiye Antlaşması ve derken Mekke’nin fethi… Demek Mekke’nin fethine giden yol, böylesine çile ve sıkıntılardan geçiyordu.

İslâmın gelişinden itibaren yirmi senelik bu devre, kemâle erme dönemiydi. Kader Mü’minleri tırpanlayarak, budayarak olgunlaştırıyordu. Demek nimet külfetsiz olmuyordu.

8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nda İngiltere Durham Üniversitesinden “El-Âdil İsm-i İlâhîsi: Risâle-i Nur’da Adalet Kavramı ve Ontolojisi” başlığı altında bir tebliğ sunan öğretim üyesi Prof. Dr. Colin Turner, Müslümanların yeniden Asr-ı Saadeti tesis edebilmek için Medine hayalleri kurduklarına dikkat çekerek, “Ama bunu yaparken gerçek adelet dersinin öğretildiği Mekke döneminin zorluklarına katlanmak da istemiyorlar. Bu anlamda Bediüzzaman bizi Mekke’ye geri çağırıyor; çünkü bir defa Mekke tecrübesi yaşandı mı Medine kendi başının çaresine bakacaktır” derken bu önemli gerçeğe dikkat çekmişti.

Calut’a karşı mücadele veren Talut’un ordusu nehirle imtihan edilmiş, sudan içmemeleri istenmiş, sudan içenler şişip dökülürlerken, Talut sudan içmeyen kahramanlarla zafere ulaşmıştı. Hz. Musa (as) yüreksiz kavmi yerine gözünü budaktan esirgemeyen cesur bir neslin yetişmesi için Tih Sahrasında 40 yıl beklemek zorunda kalmamış mıydı?

Söz Kur’ân’ın: “Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”2

Mekke dönemi yaşanmadan Medine dönemine ulaşılamıyor.

Dipnotlar:

1- Buharî, 4: 238-239.

2- İnşirah Sûresi: 5-6.

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İstişarenin ana umdeleri



Çok seslilik ve fikir hürriyetinin bir gereği olan meşveretle ilgili temel bilgiler verdik. Bugün, meşveretin püf noktaları üzerinde duracağız:

- İstişâre, danışma, şûrâ, “Aralarındaki işleri istişare iledir”1; “İşlerinde onlarla istişâre et”2 âyetleri gereği ilâhî bir emir ve farz derecesindedir.

- Hz. Peygamber’in (asm), Allah’ın en sevgili kulu, kâinatın yaratılmasına sebep olduğu, vahiy aldığı halde; vahyin dışındaki konularda arkadaşlarıyla istişare ettiğini unutmamalı.

- İslâmiyet, ana meseleler, prensipler, kanunlar, hükümler dışındaki bütün işlerin meşveretle yürütülmesini tavsiye eder.

- İstişâre, hürriyet ve gerçek demokrasinin unsurlarındandır.

- Hatâları en asgariye indirip ilerlemenin esaslarından birisi de meşverettir. Kâğıt üzerinde olmayan gerçek demokrasinin özü, meşveretten olduğundan, körü körüne ona cephe almamak gerekir.

- Temel haklar, hükümler meşveret edilemez. Dolayısıyla, “azınlığın hakları”, çoğunluğun görüşlerine kurban edilemez.

- Meşveret, teferruât ve tercihâtta (bir hükmü nasıl uygulamak gerektiğine dair) yapılır.

- Kişi, istişaredeki düşüncelerinden dolayı asla kınanamaz.

- Meşverette geçerli olan, hükmün eksere göre verilmesidir.3

- “Her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.”4 Başkan dahil herkesin bir oyu var.

- Meşveretin özü, kimseye imtiyaz tanınmaması ve kimseye baskı yapılmamasıdır.

- Meşverete katılan herkesin, her sahada uzman olması gerekmez. Zekâ ve akla sahip olmaları kifayet eder.

- Meşverette de hata yapılabilir. Ama ferdiyetçilik ve diktatörlükte bin hata olur.

- Meşveret edenler, isabet etmezse bir, isabet ederse iki sevap alır. Şahıs, isabet de etse, meşverete uymadığından mes’ûldür.

- Meşveret üyesi hangi yönde fikir beyan ederse etsin, isterse en şiddetli bir şekilde muhalefet etsin, çoğunluğun aldığı karara kendi fikriymiş gibi sahip çıkmak zorunda.

- Meşveret üyesi veya cemaat ferdi, meşveret kararlarının aleyhinde konuşamaz, tenkit edemez, akim bırakmak için çalışma içine giremez. (Mihenge vurmak, olgunlaştırmak, geliştirmek için fikir beyan etmek ile bunu karıştırmamak gerekir.)

- Sonuç alınsın veya alınmasın, alınan karardan asla pişmanlık duymamalı.

- Eğitim sisteminde “fikir ve bilim hürriyetinin” teşekkül etmemesi yüzünden, “garaz, evham, şüphe ve ilmî enâniyet” meydan aldı; düşünce sapıttı, ilim durağanlaştı.

- Mânâ, mâhiyet ve özüne bakmadan “demokrasi” ismine takılarak meşveret ve hürriyete karşı gelmek; hak ve hürriyetlerin yerleşmesine engel olmuştur.

- Meşverette bir adam, bin adam kadar iş görebilir.

- Cumhûrî, meşveretin geçerli olduğunda sistemde, iyilikler de, kusurlar da şahs-ı mânevînin ortak ürünüdür.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Şûrâ, 38.; 2- A.g.e., Âl-i İmran, 159. 3- Münâzarât, s. 41; 4- Emirdağ Lâhikası, s. 195.

21.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İtibarlı zâtları karalama şebekliği



Toplumun hürmet ettiği itibarlı şahsiyetleri karalama çabası, bilhassa çağımızda müzminleşen tipik bir hastalık haline dönüştü.

Tâ yıllar önce, Hz. Mevlânâ'ya olmadık isnatlarda bulunan, o mübarek zâtı iftira çamurlarıyla karalayanlara rastladık.

Aynı şekilde, Üstad Bediüzzaman Hazretlerine yönelik olarak da, şeytanın aklına gelmeyen çeşit çeşit itham ve iftiralar üretildi.

Kimin kasten, kiminin de marazî bir takıntı ile dahil olduğu bu karalama kampanyası, zaman zaman incelip kalınlaşarak günümüze kadar geldi. El'an devam ediyor. Ayrıca, kısa vâdede bitecek gibi de görünmüyor.

* * *

Bu hususla alâkalı olarak, pekçok okuyucumuzdan şikâyetler alıyoruz.

Son gelen şikâyetlere göre, aynı karalama kampanyasının içine yer yer Mehmet Akif, Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Hilmi Tunahan gibi mübarek zâtlar da dahil ediliyor. Güya, bu şahsiyetlerin bir kısmı Sultan II. Abdulhamid ile iyi geçinmemişler veya Cumhuriyet idaresinde şöyle veya böyle hizmet etme rahatına kavuşmuşlar. Vesaire...

* * *

Öncelikle ifade edelim ki, Sultan Abdulhamid ile iyi geçinmeyen, o padişahla arası iyi olmayan herkese "fenâ" damgası vurulamaz, onlara hakaret edilemez.

Zira, Sultan Abdulhamid, şahsiyeti itibariyle takvalı ve şahsî hayatı itibariyle makbul bir padişah olmasına rağmen, 33 yıl müddetle başında bulunduğu ve tatbik ettiği siyaset, İslâmın ruhuna uygun bir "tarz–ı siyaset" değildir.

Yani, onun uyguladığı, ya da uygulamaya mecbur kaldığı yönetim tarzı, hürriyet ve meşrûtiyetten hayli uzak, aksine istibdat, totaliter ve mutlakıyet tarzıdır.

Daha sonra gelenlerin, diktatörlükte daha fena olmaları, yine de onun "hafif istibdat" siyasetinin mâsumiyetini göstermez.

İşte, mutlakıyet döneminde padişaha muhalif olanları taassubane bir yaklaşımla karalamak doğru olmadığı gibi, İslâmiyetle barışık olmayan Cumhuriyet hükümetleri zamanında dine hizmet etmiş olan şahsiyetleri karalamak da doğru değil.

Zira, hiç kimse dünyaya geliş ve gidiş tarihini tayin etmek durumunda değil.

Kaldı ki, Müslümanların birbirlerini tenkit etmek ve bazı kusurları olsa bile dine hizmet etmiş itibarlı şahsiyetleri çürütmeye çalışmak gibi bir vazifeleri, bir mükellefiyetleri yok. Üstelik, bu tür işler kimseye sevap da kazandırmıyor. Sadece zihinleri bulandırmaya ve fitneyi körüklemeye yarıyor. O kadar.

Bu cümleden olarak, bazı televizyon programlarında özellikle Bediüzzaman Said Nursî'yi hedef alan mâlûm karalama hastalığının yeniden nüksettiğini görüyoruz.

Bir sonraki yazıda, artık müseccel hale gelmiş o alçakça iftiralara da cevap vermek ümidiyle...

GÜNÜN TARİHİ 21 Kasım 1914

Basra'nın harap oluşu

Hayatî meselelerde geç kalmışlığın en acı ve acıklı bir ifadesidir "Bâ'de harabi'l–Basra", yani "Basra harap olduktan sonra..."

İşte bugün, ne yazık ki gerçek Basra'nın madden ve mânen harap oluşunun yıldönümüdür.

Basra, bundan 93 sene evvel bugün, yani 21 Kasım 1914'te İngilizler tarafından işgal edilerek Osmanlı idaresinden kopartıldı.

Ve Basra, o gün bugündür, bir türlü tam hür olamadı ve ecnebi işgalinden başını tamamiyle kurtaramadı.

Irak Cephesi

Bir oldu–bittiye kapılarak Birinci Dünya Savaşına giren Osmanlı Devletinin başını ağrıtan cephelerden biri de Irak Cephesiydi.

Koca Rus ordusunun yüklendiği Kafkas Cephesinde büyük sıkıntıların başgösterdiği aynı günlerde, İngiliz kuvvetleri de 1 Kasım'da Irak Cephesinden Basra'ya yüklendiler ve burayı 20 gün zarfında işgal ettiler.

Kànunî Sultan Süleyman zamanında Osmanlı idaresine girmiş olan Basra, yaklaşık dört asır (377 yıl) müddetince dış saldırılardan mahfuz kaldı.

Cepheye tahşidat

Basra'nın düşmesi, Osmanlı hükümetini sarstı.

Beliren tehlikenin bölgedeki diğer merkezlere de sıçramaması için, güvenlik tedbirleri arttırıldı. Irak Cephesiyle Sina (Filistin–Suriye) Cephesine büyük tahşidat yapıldı.

Bu sayede, Şam, Bağdat, Musul, Kerkük, Halep gibi büyük şehirlerin işgali 3–4 sene kadar geciktirilmiş oldu.

Basra dışındaki diğer merkezlerin elden çıkması, savaşın bitmesine yakın zamanlarda ancak mümkün olabildi.

İlk işgalden sonra 90 yıl müddetle istiklâliyetini kazanma çabasını sürdüren Basra, ne yazık ki 7 Nisan 2003'te yeni bir işgal hareketinin zalimane muamelesine mâruz kaldı.

Evet, güzel Basra, bugün de melûl ve mahzûn bir durumda olup, bir an evvel hürriyetine kavuşacağı günleri bekliyor.

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs, âhiret saadetinin de vesilesidir -1



Gayenur Hanım:

*“Bir amel, âhirette bana fayda sağlasın düşüncesiyle yapılırsa, ihlâsa aykırı olur mu? Bu düşünceyle yapılan amel âhirette bir fayda sağlar mı?”

“İhlâs, yapılan ibâdetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fâide ibâdete illet gösterilse, o ibâdet bâtıldır. Fâideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet olamazlar.”1

Risâle-i Nûr’da ihlâs böyle tanımlanır ve Cenâb-ı Hakkın rızâsının ancak ihlâs ile kazanılacağı2 beyan edilir. Demek, ibâdet yalnız emredildiği için yapılmalıdır. Başka bir hikmet ve fayda ibâdetimize “ana sebep” olmamalıdır.

Yalnız; hikmet ve faydaların ibâdetimize “müreccih”, yani tercih sebebi olmasında bir zarar söz konusu olmaz. Öyleyse ana sebep saymamak kaydıyla ibâdetimizin âhirette fayda sağlamasını isteyebiliriz. Âhiret yurdu tevhid dâiresi olduğundan, âhiret saadetini düşünerek gayrete gelip ibâdet yapmakta bir sakınca yoktur. Bunda ihlâsa aykırılık aramaya gerek de yoktur.

Fakat, âhiret saadeti ibâdetimize ana sebep olur ve Allah rızâsını kazanma niyetinin önüne geçerse, bundan ihlâsımız elbette yara alır. Çünkü biz her şeyden önce Allah’ın kuluyuz, Allah’ın rızâsını kazanmakla mükellefiz. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle Kur’ân’dan ders alan bir Mü’min, tam bir kuldur. Fakat en büyük mahlûkâta bile boyun eğmeyen ve Cennet gibi en büyük bir menfaati bile ibâdetine gâye kabul etmeyen izzet ve onur sahibi bir kuldur.3

Kur’ân-ı Kerîm, “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz!” emriyle insanları ibâdete dâvet ediyor. Bu çağrıya hâl diliyle, “Ne için ibâdet yapalım?” diye sorulan soruyu, yine Kur’ân-ı Kerîm: “Çünkü sizi yaratan Rabbinizdir” diye cevaplandırıyor.4 Böylece bizzat Kur’ân, Rabbimizin bizi yaratmış olmasını Rabbimize ibâdet yapmamız için yeterli sebep sayıyor. Âyetin sonundaki, “Böylece takvâya erişmeniz mümkün olur” cümlesi ise, ibâdetimize bir gâye çiziyor. Bu âyete göre ibâdetimizin gâyesi, Cennete ulaşmak veya âhiretteki tükenmez nimetlere ulaşmak değil; takvâya erişmektir.

Anlaşılıyor ki, ibâdetimizin gâyesi takvâya erişmektir, Allah korkusuna ulaşmaktır, Allah’a yakın olmayı başarmaktır, Allah için yaşamaya muvaffak olmaktır, Allah için olmayan duruşlardan ve hallerden uzak durmaktır, yalnız Allah’ın sevgisini ve yalnız Allah’ın korkusunu kalbimize yerleştirmektir.

Nitekim bir musîbete uğradığımızda söylememiz sünnet olan “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn”5 (Biz Allah için varız ve Allah’a döneceğiz) âyeti de bize ne için yaşıyor olduğumuzun resmini net biçimde çizer. Allah için yaşayan, elbet yalnız Allah için ibâdet yapar.

Bu âyetin tefsîrini yapan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, âyette “takvâ”nın ibâdete yeterli bir hedef olarak gösterilmesi üzerinde önemle durur. Bedîüzzaman’a göre, âyetten anlıyoruz ki, ibâdet ancak ihlâs ile ibâdettir. İbâdet, başka bir şeye (Meselâ dünyaya olmadığı gibi, Cennete ve âhiret saadetine dahî) vesîle olması gayesiyle yapılmaz. İbâdet vesîle değil; varılacak gâyedir. İbâdet maksûd-u bizzattır, yani yaratılışımızın ulaşmamız gereken tek maksadıdır. İbâdeti, kendisiyle bir şeye ulaşmak niyetiyle yapmıyoruz. İbâdeti sevap kazanmak ve azaptan sakınmak için yapmıyoruz. İbâdeti, yaratılışımızın bir gâyesi olduğu için yapıyoruz, ulaşmamız gereken bir maksat olduğu için yapıyoruz.6 İbâdeti yaptığımız zaman, yaratılış maksadımıza ulaştığımız için içimizde bir huzur ve hafiflik hissetmemiz bundandır.

Çünkü biz, Cennete ulaşmak veya âhirette mutlu olmak için değil; ibâdet edelim diye yaratılmışız! Bu gâyemizi, şu âyet de çok net açıklar: “Ben cinleri ve insanları Bana ibâdet etsinler diye yarattım.”7

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 142

2- Lem’alar, s. 156

3- Sözler, s. 122

4- Bakara Sûresi: 21

5- Bakara Sûresi: 156

6- İşârâtü’l-İ’câz, s.154

7- Zâriyât Sûresi: 56

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Cehalet ve şıracı



Canlı Canlı (Kanal D) programının sunucusu olarak tanınan Gül Gölge Saygı, magazinel simaları eleştirmiş.

Diyor ki; “Hepsi yalancı. Boş ve kof insanlar. Bu camiada çok fazla cahil insan var.”

Magazin dünyasından olabildiğince uzak kalmaya çalıştığını belirten Gölge Saygı şunları da ilâve ediyor:

“O kadar cahil insan var ki, televizyonu bile açmak istemiyorum. O insanlarla aynı platformda nasıl yer alabilirim. Doğru dürüst insan çok az. Keşke dürüst olmayı deneseler. Her şey yalan dolan üzerine kurulu bu âlemde.” (Günaydın, Sabah)

Peki nasıl oluyor da, “aynı platformda yer almak istemediğini” söyleyen sunucu, magazin programı sunuyor?

Bu çelişkiyi nasıl izah edecek?

Cahil olmanın ötesinde “yalancı”lıkla suçladığın insanların yanında onların hayatını aktarırken “şıracı” durumuna düşmüyor mu?

Bir hatırlatalım dedik.

MIY MIY BİLGİNER

Prof. Yalçın Küçük, Sky Türk’te aykırı konuşmalarıyla biliniyor. Zaman zaman sert, zaman zaman sesini bile duymakta zorlanıyoruz.

Bir bankanın reklâmında yer alan ve ağır bir makyajla Atatürk’e benzetilen Haluk Bilginer’i yerden yere vurdu. Küçük, “Ben ömrümde böyle göbekli, böylesine çirkin bir Mustafa Kemal Paşa görmedim, ne yapıyor bunlar?” diyor.

Sözlerinin devamında:

“Mıy mıy mıy konuşan böyle bir Mustafa Kemal Paşa görmedim. Bu reklâm Atatürk hatırası yasasına aykırı… Haluk Bilginer’e yakıştırmam ve çok kötü bir iş yapmıştır. Böyle bir Mustafa Kemal Paşa olmaz” diyor.

Peki doğrusu nasıl diye sormak lâzım Prof. Küçük’e…

TRT’DE ŞAHİN DÖNEMİ

Nihayet TRT Genel Müdürlüğü için İbrahim Şahin seçildi. Daha önce iki kez 10. Cumhurbaşkanı tarafından veto yiyen Şahin’in kararnamesi büyük bir ihtimalle bu gün 11. Cumhurbaşkanının onayına sunulacak.

Bakalım Şahin döneminde TRT’de neler değişecek.?

Hayal kırıklığı olmasın da…

YAPRAK DÖKÜMÜ

Yanlış anlaşılmasın bu bir dizinin adı değil. Diziler arasındaki yaprak dökümüne işaret etmek için bu başlığı kullandık. Fatma Girik’in şarkıcı Emrah’la birlikte oynadığı dizi tarih oldu. Yine bir şarkıcı olan Gökhan Özen’in oynadığı dizi ise yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı!

Zaten kaldırılan diğer dizileri önceki gün sizlere aktarmıştık.

Şimdi sırada Seda Sayan’ın dizisi olabilir. Tamer Karadağlı ile oynadığı “Koruma” bakalım ne zamana kadar dayanacak?

Şu kadarını söyleyebilirim ki, Karadağlı dizinin orijinal versiyonu “Bodyguard” filminde rol kesen Kevin Costner gibi “trip” yapıyor. Rolünü fazlasıyla abartıyor. Kendisi gibi olmalı. Rolün akışına bırakmalı. Seda Sayan zaten rol yapmıyor. Kendisini bizzat oynuyor.

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kur'ânî çâre...



Ankara’da “demokrasi ve terör” ikilemi üzerinde “ya silâhı, ya da demokrasiyi tercih” tartışmaları devam ederken, İstanbul’da yapılan toplantılarda Ortadoğu’da, İslâm coğrafyasında ve dünyada evrensel barış ve adaletin Risale-i Nur’da ifâdesini bulan Kur’ânî esaslarla olduğu bir defa daha te’yid ediliyor.

İnanç ve mânevî değerlerin ihmaliyle azan anarşi ve toplumu zehirleyen teröre temel çârenin sosyal adalet çerçevesinde topyekûn ekonomik kalkınma olduğu belirtiliyor.

Bu çerçevede İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nca düzenlenen “Bediüzzaman Sempozyumu”nda, altı bin sahifeyi aşan Kur’ân tefsiri Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman’ın Kur’ânî dünya görüşünün, ortaya koyduğu geniş çaplı düsturların, adaletin ihyası ve evrensel barışın tesisi için geleceğin vizyonu olacağı tespiti, dikkate değer.

Çoğunluğunu yabancıların oluşturduğu katılımcılar tarafından ifâde edilen Bediüzzaman’ın adalet ve hukuku, “Adl” isminin tecellisi ve içtimaî hayata yansıması tefsirinin, İslâmın siyasî ve hukukî düşüncesinin müsbet potansiyelini ortaya çıkardığı analizleri, Kur’ânî kurtuluş reçetesini insanlığa takdim ediyor...

* * *

“Sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sefih ve muzır bir medeniyeti tutan”, “menfaatinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen ve her şeyi menfaatine feda eden”, “beşerin nefs-i emâresi” hitabını hakkeden Batılı zihniyetin insanlığı ne hale getirdiği ortada.

“Sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış, Deccal gibi tek gözü taşıyan kör dehâsı ile ruh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye eden ikinci Avrupa”nın bâtıl Batı felsefesinden türeyen ideolojilerinin insanlığa adalet ve barış getiremediği, yakın tarihin şehâdetiyle bir defa daha anlaşılıyor. (Lem’alar, Beşinci Nota, 167-172)

İki dünya savaşında yüzmilyonlarca insanın katli, yeryüzündeki insanlık medeniyetini zir-û zeber edip insanlığı perişan etmesi ve Sovyet - Çin ihtilâllerinin fiyaskosu, bunun en bâriz göstergeleri...

Bunun içindir ki, ABD’nin Kissinger yöntemiyle, bütün dünyada, darbeler, suikastler, kargaşa, kaos ve katliamlar ihraç eden, iç çatışmalarla iç savaşları çıkartan menhus sinsî fitnenin elinden kurtarılması gerekir.

Keza AB’nin, bütün Muslümanları “tehdit unsuru” ve “potansiyel suçlu” sayan, “imtiyazlı ortaklık” gibi saptırmalarla Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, “İslâm düşmanlığı” ifsadını enjekte eden Bush hayranı Selânikli Fransız Sarkozy gibilerin tasallutundan kurtarılması lâzım.

Çünkü “Akdeniz ülkeleri birliği” perdesinde, AB’ye alternatif olarak İsrail’in aktif rol alacağı organizasyonlar peşindeki Sarkozy’nin Fransa’da yaptığı antidemokratik uygulamalar, AB’ye de uymuyor. Müslüman vatandaşlarının dinî özgürlüklerini sınırlayıp okullarda yasadışı başörtüsü yasağını dayatması, AB’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları değerlerine aykırı düşüyor.

İşte İstanbul’da yapılan “Uluslararası Kudüs Buluşması”nda bir defa daha belirlenen İsrail işgaline karşı Hıristiyan - Müslüman dayanışması”, turnusol kâğıdı gibi bu “iki Avrupa”yı açığa çıkarıyor.

Kudüs İslâm Yüksek Konseyi Başkanı İkrime Sabri’nin, Batı dünyasının Hıristiyanları görmezden geldiğini, Batı basınının Filistin meselesinde ilerleme olduğunu yayarak dünyayı kandırdığını söylemesi” bunun en son örneği...

* * *

Zira geçen hafta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in Ankara’da içi boş “barış söylemleri”nin aksine, Kudüs Ortodks Kilisesi Papazı Ataallah Hana Atalla ile İkrime Sabri’nin aktardıklarına göre, Amerikan desteğindeki Siyonist işgal bütün zulmüyle sürüyor, İsrail hâlâ işgalini genişletmeye ve utanç duvarını yapmaya devam ediyor...

Gerçek şu ki, Bediüzzaman Sempozyumu’nda da ifâde edilen Bediüzzaman’ın, “mâsum bir insanın hakkı, bütün bir topluluğun hatırı için bile feda edilemez. Bir fert cemaate, çoğunluğa, topluma, devlete kurban edilemez. Yüce Allah’ın indinde hak haktır, büyüğü ve küçüğü arasında hiçbir fark yoktur” ifâdesinde formülleşen prensiplerin barış içindeki âdil bir dünya için gerekli olduğu, bütün ilim ve tefekkür dünyasında kabul edilmekte.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki esasların, despotizm, ahlâksızlık ve dejenerasyonla mücadele etmenin reçetesinin Kur’ân’da olduğunu beynelmilel araştırmacıların tasdikiyle teslim edilmekte.

Bu bakımdan küresel güç ve sermayeyi temsil eden Yahudi lobileri, güdümündeki günümüz Amerikan yönetimlerinin, kargaşa, kaos ve terörü türeten zulüm ve kanla bulaşık politikalarına karşı, yegâne çâre, Müslüman ve mazlum toplumların Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın mânâsından sunduğu bu izâhlara ihtiyacı vardır.

* * *

Not: Hayatının her safhasını iman ve Kur’ân hizmetine hasreden, mânen “bir ömür boyu Barla’da kalan” ve Barla misâfiri Nur Üstadı Bediüzzaman’ın yanına giden, gazetemizin eski yönetim kurulu üyesi, değerli ağabeyimiz Hilmi Doğan’a Cenâb-ı Erhamürrahimin’den gani gani rahmet ve mağfiret diler, bütün Nur Talebelerine ve yakınlarına sabr-ı cemîl niyâz ederim...

21.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Onurlu bir dünya adaleti ve Risâle-i Nur



Dünyanın başı ağrıyor. “Sergerdan” hali, müşfik bir el, makul bir bakış ve anlaşılır bir disiplin içinde insanî bir perspektif arıyor. Bilginin, neredeyse günlük meta gibi tüketildiği, amacından saptırıldığı bir kirlenmeyle de karşı karşıya. Kültürün erozyona uğradığı, kültürlerarası diyaloğun birbirini anlamak yerine baskı ve propagandaya dönüştüğü bir yüzyılın başındayız.

İnsaf dürbünü ile mütalâa etmek, akıl nimeti ile süzmek ve ortak dünyanın inşasına vicdanî bir ahlâkla katkı yapmak, hakperest ilim dünyasının birinci derecede sorumluluğudur. Bunun tezahürlerini müşahede ettiğimiz programlardan birisi de, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu oldu.

Türkiye’deki Nur talebeleri ile Risâle-i Nur’u dışarıda duyarak merakla okumaya başlamış ve sonrasında araştırarak tebliğ yazacak seviyeye gelmiş topluluğu bir arada görünce, beynimizin ufuk çıtası yerinden fırlarcasına evrensel boyutun risalesini bu insanlardan farklı bir zaviyeden dinliyoruz..

Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunun üçüncü gününde, adalet kavramı etrafında farklı açılımlar devam etti.

Adalet kavramının, Kur’ân’ın hedeflerinden biri olduğu, mahza ve izafi adaletten, esas olanın mutlak adalet olan îlâhî adalet olduğunu farklı konuşmacılar, farklı açılardan ortaya koydular.

Adalet, müteradif olan sıfatlarla 24 ayrı mânâsının Risâlede zikredildiğini belirten Yemen’li Doktor Necip Ali Abdullah Es-Sudi, Yemen Ta’z Üniversitesinden katılmıştı. Zekâvetinin bereketini risaleyi öğrenmeye adamış bir psikolojideydi.

Tebliğini sunarken, “Kanlarınızla suladığınız Yemen topraklarından Anadolu çocuklarına selâmlar getirdim” derken, mazinin unutulmaz şeref levhalarını hatırlattı, duygulandırdı.

***

Sempozyumun ikinci günü tanıştığım Sibiryalı Süleyman, üç yıl önce Müslüman olmuş bir gençti. Rus gencin Risâle-i Nur’la tanışması, hayatını değiştirmiş. Biraz Türkçe öğrenmiş. Zamanının büyük bölümünü nur hizmetlerine ayırıyor. Öğrenmesini hızlandırmış.

Sempozyumda, entelektüel tartışmalar, risâledeki kavramların batı ve doğu kültüründe makes bulan ve değişik mânâları havi yaklaşımları ile Kur’ânî bakışın günümüzdeki önemli yansımalarından Risâle-i Nur üçgeninde cereyan ediyor.

Bundan sonrası için sözü, Ezher Üniversitesi’nden Prof. Dr. Muhammed Muhammed ebu Leyla’ya bırakmam lâzım.

Kendisi Ezher’de İngilizce olarak İslâm miras hukukunu okutuyor. Adalet kavramı ile yoğrulmuş, ihlâsı ve hitabeti ile bize en kuvvetli mesajı verdi.

“Nursî’ye göre adaletin İslâm ve felsefedeki yeri” konulu tebliğinde, manidar mesajlar verdi.

Bir incelikle söze başladı: Hazret-i Ebu Bekir’den naklen, “Anlamayacağını anlamak da bir anlamadır” derken, “Misafirperverliğinize mukabele edememek de bir anlamadır” lâtifesini yaptı.

Heyecan dolu konuşmasıyla, bütün idraklere seslenen mânâ yüklü ifadeler kullandı. Onu dinleyelim: “Said Nursî, asrın yenileyicisidir. Müceddit imam Said Nursî Hazretleri, sistematik bir zulüm çağında gelmiştir. Onun zamanında adalet yoktu. Said Nursî, istibdadın psikolojisini ortaya koymuştur. İslâmî adalet, şümullüdür. Miras hukukunu batılı aydınlar eleştiriyorlar. İslâm’ın miras hukukunun değiştirilmesini istiyorlar. Bu konuya da Said Nursî ile cevap verebiliyoruz.

Onlar, İslâm hukukunun sırlarını çözememişlerdir. İslâm, kadınlara bazen fazlasını vermiştir. Fıtratına göre vazifeler vermiştir. Aile içindeki davranışı da adaletle düzenlemiştir.

Birinci ve ikinci dünya savaşında 180 milyon insan ölmüştür. İslâm dünyasını parçalamıştır. Birbirine düşürmüştür. Bir takım zalim savaşları olmuştur.

Bediüzzaman, savaşları mucizevarî ve Rabbanî bir üslûpla izah etmiştir… Bu zamanda kargalar üşüşmüş üstümüze. Savaşlar, tarihi de yıkmıştır.

Ancak Said Nursî gibi yiğit insanlar, bu emaneti Peygamberin kılavuzunda mücadele etmişlerdir. Zalimlere direnmişlerdir.

Her şeyimle Said Nursî’yi yaşıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Büyük bir örnektir... Peygamberimizi kınayanlara karşı, Allah “Biz sana kevseri verdik” demiştir.

Said Nursî tek başına idi. Onun yolunda olanları bir grup kabul etmiyorum. Onlar, İslâmı yeryüzünde omuzlamış insanlardır.

Ben bilgilerinizden ziyade vicdanınıza hitap ediyorum. Adalet, yeryüzünde insan fıtratının inşasıdır. Emanetin yüklenmesidir. Adaletimizin kaynağı Kur’ândır. Bunu Said Nursî bize yansıtmıştır.”

Bediüzzaman, “Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur” der. Yine Ezher’in kız kardeşi anlamında Medrezetüzzehra projesini hayatının temel hedeflerinden biri yapar.

Şimdi, zeki mahdum ihlâsla mukabelede bulunuyor.

21.11.2007

E-Posta: [email protected].




Faruk ÇAKIR

‘Topuz’uyla tanıdığım Vehip Sinan ‘usta’



İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü ve Kültür AŞ. tarafından düzenlenen “Yaşayanlara Saygı” konulu programda uzun yıllar gazetemizde de karikatürler çizen Vehip Sinan konuşuldu. “Usta”ların yaşarken hatırlanması Türkiye’de alışık olunmayan bir durum. Son yıllarda ustaları yaşarken hatırlamamanın güzel örnekleri sergileniyor. Vehip Sinan’la ilgili olarak düzenlenen sergi ve sohbet toplantısı da bunlardan biri oldu.

Program Pazartesi akşamı Üsküdar Altunizade Kültür ve Sanat Merkezinde yapıldı. Vehip Sinan rahatsızlığı sebebiyle programa katılamadı, ancak onu yakından tanıyan çalışma arkadaşları ve belki de şahsen hiç tanımayan ‘karikatür meraklıları’ toplantıda hazır bulundu.

Toplantının konuşmacıları Gürbüz Azak ve Can Alpgüveç’ti. Ama toplantıya katılan hemen herkesin Vehip Sinan ile ilgili bir hatırası olduğu için salon belki de az rastlanan bir samimî havaya büründü. Konuşmacılardan sonra söz alan kişiler de en az konuşmacılar kadar önemli konulara dikkat çektiler.

Biz de Vehip Sinan’ı gıyabında, Yeni Asya’da çizdiği (1976 sonrası) karikatürler ve “Topuz” adlı çizgi romanıyla tanımıştık. İlk okulu ‘köy’de okuduğumuzdan dolayı ‘kitap’larla tanışma imkânı bulamamıştık. Dolayısı ile ‘okuma alışkanlığı’ndan da söz etmek zordu. İşte “Topuz”lar, bir bakıma bize okuma alışkanlığı sağladı ve gazetede de yayınlanan bu ‘bant karikatür’leri heyecanla takip etmeye başladık.

Vehip Sinan’ın 1980 öncesi Yeni Asya’da çizdiği siyasî karikatürler de çok ilgi çekerdi. Hele bir ‘Ecevit’ tipi vardı ki, görenlerin gülmemesi mümkün değildi. Hatta bir defasında ‘işçi hakları’ ile ilgili bir karikatürü büyükçe bir bez afişe renkli olarak çizilmiş ve dönemin AP Çayeli ilçe teşkilâtı binasına asılmıştı.

Vehip Sinan ‘usta’ ile gıyabındaki bu tanışıklığımız, ancak 2000’li yıllarda yeniden Yeni Asya’da karikatür çizmeye başlamasıyla mümkün oldu. Zaman zaman Fatih’teki evine gidip karikatürlerini aldığımız da oldu. Kendisi de haftada bir Yeni Asya’ya gelir, hem hazırladığı karikatürleri teslim eder hem de kısa sohbetler yapardı. Hakikaten nev-î şahsına mahsus bir san’atkârdır. Konuşmacıların da toplantıda ifade ettiği gibi az ama öz konuşan bir usta. Daha çok eserleriyle, karikatürleriyle konuşmasını seven bir usta.

Vehip Sinan için böyle bir toplantı düzenlenmiş olması kadirşinaslık örneği oldu. İnşallah bu örnekte olduğu gibi ‘usta’lar hayatlarındayken hatırlanır ve daha da önemlisi gereği gibi istifade edilir.

1929 doğumlu olan Vehip Sinan, çizdiği karikatürleriyle ve ‘Topuz’uyla hatırlanmaya devam edecek. Hayırlı ve uzun ömürler diliyoruz.

21.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri