Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilip Meclis kürsüsünde o tuhaf yemin metnini okuduğunda, metnin Atatürk ilke ve inkılâplarıyla ilgili bölümünü özellikle vurgulayanlar oldu.
Hedef belliydi: Gül’ü kendilerince en kritik saydıkları noktada, daha yolun başında sıkıştırmak, böylece Köşkte oturduğu müddetçe sürekli bir “yemine bağlılık” presi altında tutmaktı.
Gül’ün cumhurbaşkanı olarak öncelikli referansının Atatürk olması gerektiği telkinleri de aynı yönlendirme çabalarının bir parçası oldu.
Çankaya Köşkünü Atatürk’ün mekânı olarak görenlerin bu istikametteki gayretleri sürüyor.
Belirli günlerde Cumhurbaşkanlığı adına yıllardır yayınlanagelen rutin mesajların, Gül oraya çıktıktan sonra küçük rötuşlarla neşredilen tekrarlarında Atatürk’ün adının kaç kez zikredildiğine dair haberler de bu çabaların bir parçası.
Böylece bir taraftan Gül’ün de cumhurbaşkanı olduktan sonra “sıkı bir Atatürkçü” haline geldiği imajı verilmek istenirken, diğer taraftan Gül’ün etrafındaki çemberin bu yolla sistematik bir şekilde giderek daraltılması öngörülüyor.
Ama bu çeşit zorlamaların “öz”e ilişkin kayda değer bir netice getirmesinin mümkün olmadığı tecrübelerle de sabit. Nitekim bilhassa 12 Eylül döneminde zirveye çıkan uygulamaların “tören ve gardrop Atatürkçülüğü” olarak adlandırılan yeni ikiyüzlülük ve riyakârlık örnekleri ihdas etmekten başka bir işe yaramadığı bizzat samimî Atatürkçüler tarafından ifade ediliyor.
Cumhuriyet gazetesi camiasının önde gelen bazı isimlerince gösterilen tepkiler, bunun çok tipik ve ilginç örnekleri.
Meselâ Nadir Nadi’ye “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdıran sebep, Atatürk’ün arkasına gizlenerek sergilenen riyakârlıklardı.
Uğur Mumcu da, uğradığı menfur suikasttan kısa süre önce çıkan bir yazısında Siyasî Partiler Kanununun, partileri Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olmaya mecbur tutan hükmünü eleştirerek, “Çoğulcu demokrasi resmî ideolojilerle bağdaşmaz” demişti (Cumhuriyet, 5.7.1992).
Yakınlarda ise Ali Sirmen, milletvekillerine ve cumhurbaşkanına metazori okutturulan yemin metinlerini eleştirdi ve “Kaldırın bu yeminleri” çağrısında bulundu (Cumhuriyet, 28.8.07).
Ama buna rağmen “Atatürkçü” kuşatma inatla sürdürülmek isteniyor. Atilla Yayla ve Zafer Üskül olaylarında görüldüğü gibi, en küçük bir dokundurma, derhal organize bir linç hareketini tetiklemenin gerekçesi olarak kullanılıyor.
Ve Kenan Evren piyasaya çıkıyor: “Bizim daha Atatürk’e, Atatürkçülüğe ihtiyacımız var. Hani aradan 300-500 sene geçer, yeni bir âlem oluşur, biz de ona uymak zorunda kalırız; o zaman bazı değişiklikleri anlarım. Atatürk öleli kaç sene oldu ki, ilke ve inkılâplarını anayasadan çıkarıp atıyorsunuz?” (Milliyet, 29.7.07)
Hasan Bülent Kahraman’ın, “Kemalizmin dört devresi” için yaptığı tahlil ise Evren’inkinden çok farklı bir tablo çiziyor (Sabah, 7.8.07):
1.1931-37—tek parti-tek şef.
2. 60’lar—Yön dergisinin militarist Kemalizmi.
3. 80 sonrası—12 Eylül’ü meşrulaştırmak için 30’lara dönüş özlemiyle hazırlanan proje.
4. 95 sonrası—kitleselleştirilen, ama ne olduğu anlaşılmaz, bilinmez hale getirilen Kemalizm.
Yani: dayatıldıkça içi boşalan bir ideoloji...
06.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|