Çalınan merhamet
“Merhametimi çalıyorlar” diye feryat ediyordu ak yüzlü bir adam arka sokaklarda, karanlığı yırtarcasına. Bir anlık durup bakılmayı çoktan hak ediyordu bu feryadıyla. “Bana kulak kesilin” diyordu sanki elemle. Beyni saran düşünceler çelik ağlarla çoktan örülmüştü artık. Nasıl bir şeydi ki böyle kolay çalınabiliyordu merhamet? Yok, baştan başlayalım dedi akıl, başka bir soruyla “Merhamet çalınabilir miydi?”
Hayatın rıhtımına savrulmuş bilmem kaçıncı kişiydik. Kaç kez duvara çarpılmıştık hışımla. Her defasında “Yeniden, işte bu sefer olacak” çırpınışları ve “Gene olmadı kaderim, yine beceremedik” serzenişiyle kalmalar.
Kalp ile beyin arasında yol bu kadar uzun mu olmalıydı? Onca köprüler inşâ eden eller şimdi neden bu kadar bîçâre kalmıştı? Nasıl olurdu da bir ara yol bulunamıyordu? Adına “çaresizlik” dedikleri şey, ne menem şeydi böyle?
İyi niyetler de savrulmuştu dalgalarla beraber. Kim bilir hangi kıyıya vurmuşlardı, hangi sahile çarpıp yeni bir çarpışı bekliyorlardı. Gel git sancıların kıskacında her şey. Kumdan heykeller çoktan yıkılmıştı bu vurmalarla. Kumları bile sandıklara gömdük, belki bir gün, belki yeniden umuduyla…
Daha fazla zorlamanın âlemi yoktu ve son karar çoktan verilmişti. Çalınabilirmiş merhamet. Çalınıp hoyratça kullanılabilirmiş karanlığın en karasında. Geriye kalan birkaç acıma duygusu, azıcık şefkat ve belki de sadece bir çorbayı içilecek duruma getirebilecek kadar merhamet.
Yoktu artık eskisi gibi hemhâl olmak, yüreğini yüreğinde hissetmek, can olmak, ciğer olmak. Kalplerde olması gereken ekvator sıcaklığının yerini kutup soğukları almıştı. Şefkat, muhabbet, merhamet gibi duyguları besleyen muson yağmurları kesilmiş, küresel ısınma “yüreksel ısınma” halini almış, yürekler kuru bir çöl haline gelmişti.
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” ölçüsü çoktan kaybolmuş, tok açın halinden anlamaz hâli galip gelmişti. Öyleyse bu kadar insan “kimden yanaydı”? Onlar kimdi, biz “kimden”dik? Nasıl bu kadar yabanîleşmiş ve yabancılaşmıştık?
Evet, kalbimizdeki merhameti çalmışlardı. Kapınızın önündeki arabanızı çaldıkları gibi, kolunuzdaki çantayı kapıp kaçtıkları gibi, birileri de kalplerimizdeki merhameti kapıp kaçmıştı. Başkasına acıma, yardım etme, elinden tutma, eline bir lokma verme gibi güzel hasletler hayatımızdan çekilmiş gitmişti sanki.
İnsandaki fazilet duyguları, kalp dediğimiz yuvada barınır. Kalbin bekçisi ise, imandır. Hırsızlar önce kalbimizin bekçisi olan imanımıza musallat oldular. Çeşitli hile ve desiselerle imanımızı oradan uzaklaştırdılar. Ondan sonrası onlar için zaten çok kolaydı. Bekçisiz ve sahipsiz kalan kalbimizdeki şefkat, merhamet, muhabbet gibi ne kadar güzel duygu ve faziletler varsa, hepsini boşalttılar.
Çantasını kapkaççılara kaptırmamak için direnen ve ölümü göze alanlar, acaba kalplerindeki imanlarını korumak için nasıl bir direnç gösteriyorlar? Yoksa, kalbimizin içindekiler, çantamızdakilerden daha mı değersiz?
[email protected]
|