Hüseyin EREN |
|
Teneke lakırdılar |
Anlaşılmadım, yanlış anlaşıldım, kabul görülmedim, haksızlık edildi, hakkım verilmedi, fırsat tanınmadı gibi durum ve tutumlarla karşılaştığımız olmuştur, olacaktır ve olağandır. Normal olmayan bunların olmaması, böylesi tavırlara düşülmemesi ve de bundan çıkış yolları aranmaması. O dar dairede kalmak; karanlığı kabullenmek, kendi kusursuzluğu gibi hezeyanda boğulmak. Çalışkan olmayan, çalışkanlığı konuşmaktan öteye gitmeyen, bir şeyler üretmeyen, ürettiği sözden öteye geçmeyen, icraata gelince görünmezliğe giren ne kadar inandırıcı, ne kadar kabullendirici olur; mumun söndüğü yatsıya, yatıncaya kadar. Önde görünmesi, öne çıkıyor olması gerçekte yanıltıcı ve yanlış yönlendiricidir ve er geç makyajlar düşer, boyalar dökülür. Arka sıralarda duran ehli hamiyet, ehli gayret geçici süre rencide olur, bir müddet gizlenir, az zaman görünmezliğe girer; şevk kırılır, neşe azalır, güneşi gölgeleyen bulutun geçmesinden başka yapacak bir şey yoktur. Nihayetinde buluttur, bir rüzgârlık ömrü vardır. Söz bulutu icraat rüzgârıyla savrulur gider bir gün, bir günün az bir zamanında. Bulutlu havalarda karamsarlığa mı kapılmalı; aydınlığın kıymeti daha iyi anlaşılması için beklemeli, beklemenin yanında içsel sorgulama, nefsi mücadeleye mi girmeli? Teneke ne kadar ses çıkarsa da hiçbir zaman altın olmaz; altın ne kadar az ve sessiz olsa da baş üstünde de, yerde de altındır. Kenarda da dursa, dışarıda da bulunsa elbet keşfeden çıkar, varlığını ortaya koyar. Hem illa da bilinmek, görünmek, baş üstünde tutulmalı mıdır? Mühim olan ne hal üzere olunduğu değil midir? Nefsine bakan, sürekli sorgulama üzere olan, devamlı kendini muhasebe eden, onu kötülüklerden alıkoyan kurtuluşa eren değil midir? Başkalarının onu suçlaması, onu yermesi, küçültücü tavırlarda bulunması nefis atını gemleyen ve denetleyen için ne ehemmiyeti var; en büyük düşman içte olduğu zihinde diri tutulursa, onu etkisiz kılma ameliyesi büyük bir oranda gerçekleşmiştir. Böylesi bir gerçekliğe ulaşana söz salatası yapanlar, konuşma kandırmacasında bulunanlar ne yapabilir; hatta iftira eden, gıybet çirkinliğine düşen, gammaz kötülüğüne yeltenen, hased yakıcılığına uzanan… Kendine zarar vermekten, günahını arttırmaktan, kendini yakmaktan başka… Doğru yol üzere olana, güzel eylemde bulunana çirkin işler yaparak eğri yola girenler bir şey yapabilir mi? Zarar veremez, yanlışa sevk edemez, kandıramaz, korkutamaz. Bütün insanların toplanacağı, nizaya düşeceği, birbiriyle hasımlaşacağı, hesaplaşacağı güne tam iman eden, küçük beşerin küçük işlerinde boğulmaz; nefsin büyük cihadıyla uğraşır, deni davranışları cihadın bir parçası görür, ehemmiyeti kadar ehemmiyet, değeri kadar değer verir. Az ömürde öz ameller, altından öte selim kalplerde biriktirilenlerdir kurtaracak olan; teneke takırtılarına kulak vermek değil, hakikat bağındaki bülbülleri duymaktır yapılması gereken. Bulut geçiciliği, teneke takırtılarına takılmayıp güneşe ve altına talip olana ve ona gayret edene, ne bulut engel olur, ne de teneke. Önemli olan ne durumda olunduğu; neye inanıldığı ve inandığını yaşamakta. Eğrilerin tasallutu samimiyet sınavından geçmek için, gerisi boş lakırdı, sönük söz. Sözü daha fazla uzatmaya ne hacet; “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”
(Maide, 105) 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Türkiye’nin AB’de geleceği var mı? |
“Türkiye-AB: Geleceği Şekillendiriyor” konferansında, AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle, bütün siyasî güçlerin ve sivil toplumun bir araya gelerek yeni bir sivil anayasa yapması gerektiğini söyledi. Yeni dünya düzeni içindeki yeni konumunun gereğini yerine getirebilmesi için de AB değerlerine daha fazla yaklaşması gerektiğini vurguladı. Böylelikle AB’nin Türkiye hakkında gelecek ay yayınlayacağı İlerleme Raporunun da özetini vermiş oldu. Raporun anafikri “kaydettiğiniz ilerlemeler güzel, ama yetmez” olacak. Özellikle de gazetecilerin yargılanması, Kürt sorunu ve azınlıklar meselesinde AB’nin beklentileri anlatılacak. Kısacası; “Türkiye’nin geleceği AB’ye uyum sağlamaktır” demiş oldu. Başmüzakereci Egemen Bağış ise Türkiye’nin AB’nin geleceği olduğunu söyledi. “Türkiye, AB’nin yaşadığı güçlüklerin anahtarıdır” dedi. AB’nin bir barış projesi olduğunu ve bu projenin tamamlanması için Türkiye’nin şart olduğunu vurguladı. Yani “Sizin geleceğiniz Türkiye’ye bağlı” demiş oldu. AB-Türkiye ilişkilerine aynı bakış açısıyla bakmadıkları ortaya çıkan iki tarafın söyledikleri aslında kendileri açısından haklı. Kendi kamuoylarının yaygın kanaatlerini yansıtıyor. Zira artık Türkiye’de nüfusun önemli bir kısmı, AB’nin Türkiye’yi almayacağına ve zaten ülkemizin AB’ye ihtiyacı kalmadığına inanıyor. Peki Avrupa Birliği vatandaşlarını ne düşünüyor? Özellikle Almanya ve Fransa vatandaşlarının önemli bir çoğunluğunun Türkiye’nin üye olmasını istemediği biliniyor. Geçen cumartasi günü Avusturya’nın Özgürlük Partisi lideri Heinz-Christian Strache, Viyana’ya Belçika, Danimarka, İtalya, Slovakya ve İsveç’in sağcı partilerini davet etti. Görüşmelerde ortaya çıkan bir karar vardı: “Türkiye’nin Avrupa’da yeri yoktur ve sıradan vatandaşlara bu konuda söz hakkı verilmelidir”. Strache’nin açıklamasına göre; “Avrupalı olmayan ülkeleri Avrupa Birliğine kabul etmek, Birliğin sonu olacaktır” Sağcı liderler bu düşünceyle, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerden bir milyon kişinin başvurusu üzerine, Lizbon Antlaşması uyarınca bu konunun halkoylamasına sunulması için çalışmaya karar verdiler. İki toplantının aynı güne denk gelmesi ilginç bir tevafuk oldu. Boğaziçinde toplanan Avrupalı ve Türk siyasetçiler AB ve Türkiye’nin geleceğini tartışırken, Avrupalı sağcı siyasetçiler tam aksini savunuyor. Bunlara NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in Atina’da verdiği demeçte söylediklerini de eklemek gerek. Rasmussen Türkiye’nin AB’nin 27 üyeden oluştuğunu kabul etmesine bir formül bulunmalı diyor. Böylelikle Türkiye’nin AB’nin ortak güvenlik ve savunma politikasına daha aktif katkıda bulunmasının sağlanması gerektiğini vurguluyor. Yani “biz AB’ye almayalım ama onlar bize asker versin” diyor. Anlaşılan o ki, önümüzdeki yılda AB’den bize üvey evlat muamelesi yapılmaya devam edilecek. 35 başlıktan beş yılda yalnızca birini kapatabilen Türkiye’yi yeni yılda da daha parlak bir AB yolu görünmüyor. 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Beni de alsana Zafer Amca! |
Âkif’in “Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne/Acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne” mısraına rahmet okutacak günleri yaşıyoruz. Tükürecek çok yüz var ya, o manidar tükrüğü bir de yağmur sanmasalar… Vicdansızların vicdan yakan icraatlarından biridir başörtüsü yasağı. Saç telini rejim meselesi haline getiren ilerici-çağdaş bir devletin; çağdaşlıktan, ilericilikten, demokrasiden, insan haklarından anlamayan gerici ve dahi uysal koyunlarıyız ya, vurun vurabildiğiniz kadar, çekin boynumuzdan çekebildiğiniz kadar. Türkiye’nin başörtüsü meselesi yoktur, bu milletin şeairle bir alıp veremediği de yoktur; yalnız Türkiye’de vicdansız, iki yüzlü, kişiliğini ve değerlerini ayaklar altına almakta beis görmeyen pragmatist ve kendini her şeyin sahibi zanneden otoriter siyasetçiler ile bunların kâselisi bürokratların siyaset oyunlarına malzeme yaptıkları bir başörtüsü meselesi vardır. Sekiz yıldan beri iktidarı elinde tutan güçlü, dinîbütün haşmetmeab efendilerimizin çözmekte aciz kaldıkları mesele… Taşın gediğe konulacağı yerde, hakikati haykırmanın farz olduğu zamanda ‘furûat’ kıvırmalarıyla kördüğüme dönen mesele… Yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan, nutuk atmakta maharetli muhafazakâr üniversite hocalarımızın kahrolası hanedeki evlâdu ıyale sığınarak görmezden geldikleri, yeri geldiğinde kraldan fazla kralcı kesilerek yasakçı uygulamalarıyla derinleştirdikleri mesele… Başına geçirdiği zulüm tacıyla hukuksuzluğu hukuk diye dayatan yüce yargı mensuplarının memleket meselesi haline getirdikleri mesele… Çözün çözebilirseniz. Devletlü büyüklerimiz başörtüsü meselesinde nihayet mutabakata vardı, üniversitelerde yasak kalkıyor diye tam sevinirken, kamusal alan ve ilköğretim tartışmalarıyla mesele tekrar çıkmaza giriverdi. Adana ve Mersin’de bazı ailelerin çocuklarını başörtülü olarak okula gönderme ısrarı provokasyon olarak değerlendirildi. Böyle bir teşebbüse seyirci kalınır mı? İlköğretim çağındaki çocuklarını başı örtülü olarak okula göndermekte ısrar eden ailelere TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, insan hakları tarihine altın harflerle yazılması lâzım gelen çıkışını yapıverdi. Üskül, bu konuda ısrar eden ailelerin çocuklarına devletin el koyabileceğini söyledi ve bunun hukuksal zemininin de hazır olduğunu ifade etti. Başbakan’ın “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yaparız, yolumuza öyle devam ederiz” sözü böylece daha iyi anlaşılmış oldu. Demek devletin garabet içinde milletine haksızlık, baskı, tehdit ve şantaj yapması Ankara’nın insan hakları kriterlerindenmiş. Yıllarca mağdur edilen başörtülü meleklerimizin ıztırabı, çektikleri çileler, uğradıkları haksızlıklar, ellerinden alınan öğrenim hakkı; Ankara kriterlerine uymadığı için ‘insan hakları’ bağlamında değerlendirilmemiş. Yoksa Zafer Amcamız “Demokratik ilkelere ve ailelerin çocuklarının kendi dinî, felsefî ve eğitim konusundaki inançlarına uygun olarak eğitim ve öğretim görmelerini sağlama hakkına saygı gösterilerek eğitim kurumları tesis etme özgürlüğüne saygı gösterilmelidir.” şeklindeki, bizim de altına imza attığımız Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’nden haberdardır herhalde. Sahi Zafer Amca, İnsan Hakları Komisyonu olarak çocuklarla ilgili ne gibi çalışmalar yaptınız, bilmek isteriz doğrusu. Merak ediyoruz, Türkiye’de dövülen, tacize uğrayan, sokağa atılan, sokaklarda dilendirilen çocukları da alıyor musunuz? Acaba, yetmiş kişilik sınıflara tıkış tıkış sokularak sözüm ona eğitim hakkını teslim ettiğiniz; fakat çarpık sisteminizle eğitemediğiniz çocuklarımız için de bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz? Hakikaten okuyamayan, okutulamayan, doğru dürüst beslenemeyen, temel ihtiyaçlarından yoksun olan çocuklar için de bir şeyler yapıyor musunuz? Yoksa insan hakları anlayışınız dindar aileleri takipten ve tehditten mi ibarettir? Ben de başörtüsünün farziyetine inanan bir baba olarak, eşim gibi, kızımın da başörtüsü takmasını arzuluyorum ve ona sizin çağdaşlık ve hukuk anlayışınızla bağdaşmayan dinî telkinlerde bulunuyorum. Belki ilköğretimde değil; ama başörtülü okuyabileceği bir liseyi şimdiden arıyorum. Benim çocuğumu da alacak mısınız? Hadi alsana! Beni de alsana Zafer Amca! 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tebliğ ve tecdid üzerine |
“Merak” rumuzlu okuyucumuz: Tebliğ ve tecdid kavramlarını açıklar mısınız?”
Tebliğ, kelime olarak ulaştırmak, bildirmek, haberdar etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise dinin emir ve yasaklarını bilen kimselerin bilmeyen kimselere ulaştırması demektir. Tebliğ vazifesi başlangıçta peygamberlerin görevidir. Hatta sıfatıdır. Peygamberden sonra ise, peygamber tebliği ile aydınlanmış, dine doğru biçimde inanan herkesin sorumluluğunda olan bir görevdir. Kur’ân-ı Kerim’de bu görev, “emr-i bilmaruf ve’n-nehy-i an’il-münker” (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) adıyla yer alır: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”1 Keza yine Kur’ân, “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.”2 “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”3 buyurmakla tebliğin bütün İslâm ümmeti için önemli bir görev olduğunu hatırlatıyor. Müslüman, Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmakla da yükümlüdür. Kur’ân buyuruyor ki: “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”4 Tecdid kavramına gelince… Kelime olarak yenileme, yeni yorum getirme, dinin bütün değerlerini asrın anlayışına göre yeniden yorumlama demektir. Dinî bir terim olarak ise, çağın saptığı dalâlet ve bid’at fikirlerine ve hareketlerine karşı İslâmiyet’i aynı çağın anlayışı ile öze ve asl’a uygun şekilde yorumlama demektir. Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle Kur’ân’ı asrın idrakine sunma hareketidir. İslâmiyet son din ve İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm) son peygamber olduğuna göre, Hazret-i Muhammed’den (asm) sonra peygamber gelmeyecektir. Fakat İslâmiyet’i her çağın anlayışına uygun şekilde anlatan her çağda yeni mücedditler gelecektir. Buna Peygamber Efendimiz (asm) şu hadisiyle işaret ediyor: “Ümmetimden her yüz senede bir din-i mübin-i İslam’ı yenileyen mücedditler gelecektir.” Mücedditler yeni din ihdas etmezler. Yeni hüküm getirmezler. Dinî yorumlarken ayet ve hadislerin ruh-u aslisini esas alırlar. Çağın anlayışına uygun yeni yaklaşım biçimleri ile dini anlatırlar. Böylece Allah’ın dinî, her çağda sapma eğilimlerine karşı korunmuş olur. Dinî korumak esasen Allah’ın taahhüdüdür. Kur’ân’da zikredilen: “Kur’ân’ı Biz indirdik ve O’nu koruyacak olan da Biziz.” âyeti dinin her çağdaki dalâlet fırtınalarına karşı korunacağını bildiriyor. Yüce İslâm Dinî, her çağda Allah’ın görevlendirdiği mücedditlerle korunagelmiştir. İslâm’ın nüzul ettiği günden bugüne bin dört yüz küsur yıldan beri her yüz yılda bir gelerek, İslâm’ı kendi çağının idrakine sunan müceddidlerin sonuncusu Bediüzzaman Said Nursî’dir. Bediüzzaman Said Nursî 1878 yılında Bitlis’e bağlı Hizan nahiyesinin Nurs köyünde doğdu. 1960 yılında Urfa’da vefat etti. Bediüzzaman geride 6000 sayfayı aşkın Risâle-i Nur Külliyatı adıyla Kur’ân hakikatlerini asrın idrakine sunan eserler bıraktı. Bediüzzaman bu eserlerinde materyalist felsefenin ürettiği ve bir salgın halinde bütün dünyayı etkileyen maddecilik ve inançsızlık hastalığı karşısında Kur’ân’ın terü taze iman esaslarını pozitif yaklaşımlarla izah ve ispat etti. İman esaslarının temellerini teşkil eden ayetleri asrın anlayacağı üslupta tefsir etti.
Dipnotlar:
1- Al-i İmran Suresi: 104 2- Al-i İmran Suresi: 114 3- Tevbe Suresi: 71 4- Nahl Suresi: 125 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kalkınma, namaza bağlı! |
Her mimarî yapının, her sanat eserinin, her işin arkasında bir “plân, program ve düşünce” vardır. Yani bir ‘mânâ’ hükmeder. Vücudumuzu ayakta tutan, duyu ve duyguları çalıştıran, “Kayyum” ismine mazhar olan rûh da bir ‘mânâ’dır. Meselâ, insan önce bakmak, gitmek ister; sonra başını, gözlerini çevirir; ayaklarına komut verir, kalkar vs. Bu açıdan bakıldığında İslâm dünyasının kalkınma, zenginleşme ve medenîleşmesi de, “mânâ” ile, yâni “imân”la olacağı açıktır. Ancak, “İbâdetle vicdânî ve aklî olan imânî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Âlem-i İslâmın bugünkü hâli buna şahittir. Ve keza, ibâdet dünya ve âhiret saadetlerine vesîle olduğu gibi, maaş ve maade, yâni dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’i kemâlâta vasıtadır.”1 Âyette, “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir”2 buyurulur. Sabrın bir cephesi, “acele” etmeksizin şartlara, sebeplere, yâni Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına riâyettir. Namazın, “ruh-beden sağlığına” sağladığı sayısız faydaya bir-iki misâl: “Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette ibadetlerin en büyüğüdür”3 meâlindeki âyetin “hayasızlık ve kötülüklerden alıkoyup kurtuluşa” erdiren cephesine temas edelim: Maddeperestlik, inançsızlık ve ibâdetsizlik stres, sıkıntı, üzüntüye; onlar psikolojik, rûhî hastalıklara; onlar da psikosomatik, yâni mide ülseri, kalb damarı hastalıkları ve sindirim sistemi hastalıklarına; hattâ kansere sebep olur.4 Abdestle uzuvlar rahatlar; namazla tek bir noktaya teveccüh edilir, sıkıntılar “tekbir” ile geriye atılır ve “Rûh, kalb ve akıl büyük bir rahata” kavuşur. Stresten uzaklaşan sefâhet, alkol ve uyuşturucu batağına saplanmaz. “Hakkıyla dosdoğru kılınan beş vakit namaz, streslerin, artan teknolojik baskıların en faydalı ilâcı”5 olur. İngiliz Tıp Kurumu, depresyon ve ona bağlı hastalıklardan korunmak için, “Bedenen ve zihnen faaliyetlerinizi sürdürün, ‘namazdan’ yararlanın”6 tavsiyesini yapmaktadır. Kasların hareketi, beyni çalıştırır ve acı duygumuzu ortadan kaldırır; en azından minimum seviyeye indirir. Abdest almak, namaz kılmak için pek çok hareket, duâ ve tefekkürî hareketlere gireriz. Bu, aynı zamanda, sindirim sisteminin ve kan dolaşımını düzenli çalışması demektir. Ayrıca, program ve zamanı kullanma sanatını öğreten namaz; birlik, kültür alışverişi, dayanışmayı (cemaatle namaz) da netice verir. İmân ve namazın maddî ve mânevî kalkınmanın zembereği olduğunu, “Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları nispette ilerleyip medenileştiği; zaaf gösterdiklerinde de vahşet ve herc ü merç ile belâlara düştükleri”ni7 İslâm âleminin şanlı namazlı mâzisi ve namazsız perişan hâli ispata kâfi değil mi?
Dipnotlar: 1-İşâratü’l-İ’câz, s. 140. 2-Bakara Sûresi, 153. 3-Ankebût Suresi, 45. 4-Dr. Haluk Nurbâki, Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, s. 153. 5-Doç. Dr. Sefa Saygılı, Strese Son, s. 22. 6-Çağımızın Büyük Sağlık Sorunu: Depresyon, İnk. Kitabevi, 1990, s. 135. 7-Tarihçe-i Hayat, s. 80. 26.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Fırtınadan gelen mektup |
Kâinatta cereyan eden her şey güzeldir. Hadiseler bazen ya bizzat güzel olur ya da sonuçları itibarıyla güzel olur. Önemli olan bakış açısıdır. Mânâ-yı harfi ile, yani gerçek bakış açısı ile bakıldığı vakit güzellikleri görebilmek mümkündür. Gerçek bakış açısı demek, yani “Ne güzel” demek değil, “Ne güzel yaratılmış” demektir. İşte bu bakış açısına mânâ-yı harfi deniliyor. Denizcilik mesleğinin üzerinde durulmamış bazı özellikleri vardır. Örneğin Cenab-ı Allah’ın kudret ve azametini, celâlli tecellilerini bizzat müşahede etmek imkânı vardır. Eğer siz de benim gibi bir fırtınanın içine düşmüş iseniz, bazı gerçekleri daha açık bir şekilde görebilir; dünyanın ve kâinatın gerçek sahibinin kim olduğunu çok kolay bir şekilde fark edebilirsiniz. İmtihan sırrı sebebiyle meydana gelen olaylara bazı perdeler çekilmiştir. Sebepler öne sürülerek gerçek yaratıcı ve idame edici olan Rabbimizi bize unutturmaya çalışırlar. Hâlbuki her şeyin dizgini Cenab-ı Hakkın elindedir. Bize düşen, akıl ve duygularımızı kullanarak Onun varlığını hissetmemiz, tefekkür etmemizdir. Fırtına içine düştüğünüzde ise sebeplerin sadece birer perde olduğunu kendiniz bizzat görebilirsiniz. En inançsız görünen denizcinin bile “Allah” dediğine şahit olursunuz. Zira denizlere ve rüzgâra kumanda eden birisinin varlığı apaçık ortadadır. Basınç sistemleri ve atmosferik şartlar ne kadar fırtınanın etkilerini anlamaya çalışmamıza yardımcı olsa da, Allah’ın kudret ve azametini hissedebilmemize mâni olamaz. Bunları sebep olarak da kabul edemeyiz, zira ne zaman başlayacağı ve bizi nerede yakalayacağı belli değildir. Fırtına şiddetlendiğinde ise ağızdan “Allah” kelâmından başka bir söz çıkmaz. Dualarımız, denizin şiddetini hiç olmazsa bir müddetliğine bırakıp bir an önce sahil-i selâmete çıkmamız üzerinedir. Birçok insanın yağmur yağsın diye dört gözle beklediği hava hareketleri biz denizcilerin endişe ile yaşadığı bir dönemdir. Zira biz bir an önce fırtına bitsin de kurtulalım derken kar ve yağmura hasret milyonlarca kişi sevinecektir. İşte bu yazımız da böyle bir zamanda fırtınadan sonra kaleme alınmıştır. Yağmurun yağması için gökyüzünün bulutlar ile dolması ve alçak basınç denilen hava olayının meydana gelmesi gerekir. Lâkin bu olay denizlerin altının üstüne gelmesine yol açar. Meteoroloji tahminleri ile fırtınanın nerelerde cereyan edeceğini tahmin edebilme imkânımız vardır. Bazen olur ki bilerek fırtınanın içine gitmek zorunda kalabiliriz. Zira gemiyi kiralayan kişi bir an önce yükümüzü ulaşacağı adrese göndermeyi istemektedir. Kaptana bu yüzden çok baskı yaparlar. Kaptanın vereceği karar bu noktada çok önemli olmaktadır. Bazen emniyetli bir yere gidip demirlerse geçen süre için para ödeyen kiracı zor durumda kalmaktadır. Yok, eğer yola devam ederse bu sefer gemi ve personel fırtınayı yaşamakta ve oldukça yıpranmaktadır. Kaptanın sefere devam etme konusunda geniş yetkileri olmakla birlikte her fırtınada kaçıp demire yatması hoş karşılanmaz. Gemi sahibi tarafından görevinden alınma ve mal sahibini zarara uğratma riski vardır. Bu nedenle—belirli bir şiddetin üzerindeki fırtınalar hariç—yola devam etmek durumundadırlar. Ben de denizlerde yaklaşık on iki yıldır kaptanlık yapıyorum. Kendi adıma konuşmam gerekirse, birçok defa fırtınaya girmeden demire gittiğimi, bir başka ifadeyle “kaçtığımı” söyleyebilirim. Bazen kiracıların ağır baskılarını gördü isem de aldırış etmeden bulabildiğim yerlere demirledim. Deniz ortasında her zaman demirlenecek uygun bir yer bulmak mümkün değildir. Keşke bütün denizler Ege Denizi gibi olsa, muhakkak bir ada bulup saçak altına, yani rüzgârın etkilemediği bir yere demirlemek mümkündür. Fakat Akdeniz ve Karadeniz’de böylesine uygun adalar bulmak çoğu zaman imkânsızdır. Eğer fırtına içine düşmüş iseniz Allah’tan başka sığınacak yeriniz yoktur. Zira hiçbir güç sizi fırtınanın içinden çekip kurtaramaz. Iyi bir kaptanın yapacağı yegâne şey geminin yapısına uygun bir rota çizip fırtınanın etkisinden en az şekilde etkilenmesini sağlamaktır. Bazen günlerce fırtınanın etkisinde kaldığımız dönemler, hatta karaya çıktığımızda yürümekte zorlandığımız zamanlar dahi olmuştur. Bununla birlikte denizcilerin çoğu gibi değil de fırtınanın güzel yönünü düşünmenin gerektiğine inanıyorum. Zira bu sayede insan tefekkür edebildiği takdirde nafile ibadetlerden kat kat fazla sevap kazanabilmektedir. Tek şart var, o da farz namazlarını kılabilmiş olsun. İşte, fırtınadan böyle bir mektup çıktı. Peki, dünya işlerimizde de birçok fırtına çıkmıyor mu? Elbette, denizcilerin yaşadıkları fırtınalardan kat kat fazlasına tutulduğumuz zamanlar oluyor. Bazen bir kaza, bazen kötü niyetli bir insanla karşılaştığımız durumlarda başımıza gelmedik iş kalmıyor. Öyle değil mi? İşte böyle zamanlarda denizcilerin yaptığı gibi Allah’a sığınmak en akıllıca yoldur. Zira sebeplerin yaratıcısı da Allah’tır. Sabır göstererek ona sığındığımız takdirde imtihan edilmek üzere gönderildiğimiz dünya sınavından “pekiyi” derecesiyle geçme imkânına sahip oluruz. Ben de ilerlemiş yaşıma rağmen bir öğrenciyim. Bir okulda doktora yapmaya çalışıyorum. Dergimizin okuyucularının büyük bir bölümü de öğrenci. Bu vesile ile biz öğrencilerin, diğer insanların fark edemediği bir özelliğimizi belirtmek istiyorum. Evet, bizler hemen hemen her ay bir dersten sınava giriyoruz. Sınavdan geçer not alabilmek için çok çaba sarf ediyoruz. Hayatımız neredeyse sınavla iç içe geçmiş durumda. Eğer derslerimize zamanında çalışmış isek, bir sorun yok. Zira günü gününe derslerine çalışan bir öğrenci istisnaî durumlar haricinde daima geçerli notu alır ve sınavdan başarı ile çıkar. Birçok arkadaşımızın şikâyet ettiği ve eğlenceli işler başta olmak üzere zaman ayıramadığını iddia ettikleri bu sınavlar, aslında bize çok önemli bir gerçeği hatırlatıyor: hayat sınavını… Bu sınavda geçerli not alabilmek için 99 puanlık tek bir soruyu doğru olarak cevaplandırmamız gerekiyor. Diğer soruların toplam puan derecesi sadece 1. İşte o tek soruluk puan “Allah’a inanıp inanmamakta yatıyor. “a” şıkkını, yani Allah’ın var ve bir olduğunu, Hazreti Muhammed’in onun kulu ve resulü (asm) olduğunu işaretleyenler sonsuz bir Cennet hayatını kazanıyor. Yok, eğer “b” şıkkını, yani Allah’a inanmamayı tercih edenler ise “Allah korusun” ebedî Cehennem hayatını hak ediyor. Dünyanın bize çok az şey kazandıran fuzulî işlerini bir tarafa bırakıp bu imtihan yönü ile ilgilenmek çok önemlidir. İşte öğrenci olmak bütün olaylara imtihan olunduğumuz şuuru ile bakmak için bir fırsattır. Matematik, fen, sosyal sınavları gibi, ama çok önemli bir sınav okul bittikten sonra da devam ediyor. Bunu, kendisini hayatın karmaşasına kaptırmış olanlar görmeyebilir. Lâkin bizim görme şansımız daha yüksek. Bediüzzaman “iman kurtarma hizmetinde” en yüksek mertebeyi “Nur Talebeleri” unvanına sahip kişilere veriyor. Yani Cenab-ı Allah’ın güzel isimlerini anlayabilmek için öğrencilik yapanları en üstün vasıflı kişiler olarak görüyor. Sözün özü, birçok arkadaşımızın sevmediği “öğrencilik” aslında hayatın önemli bir gerçeği ve güzelliğidir. Yukarıda bir parça değinmiş olduğum deniz fırtınaları gibi olaylar da aslında bu büyük sınavın tâ kendisidir. Ne mutlu o insana ki, hayat sınavının o en önemli sorusuna doğru cevap vererek sonsuz bir mutluluğa erişmiştir. Ne yazık o insana ki, hayatın içindeki fırtınaların gerçek yüzünü görmeden inançsız bir yaşam sürerek gözlerini kapamıştır. Cenab-ı Allah’tan bütün okuyucularımın okullardaki sınavlarından ve gerçek sınav olan o büyük sınavda başarılı olmasını niyaz ediyorum.
(Bizim Aile, Ekim 2010 sayısından) 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Ölüm gerçeği |
Hayatı da, ölümü de veren O’dur. Dünyaya gelerek gördüklerimiz, yaşadıklarımız, ihsanlara ve lütuflara mazhar olduğumuz binlerce nimet saymakla bitmez. Gözümüz, gönlümüz, kalbimiz, midemiz ve azalarımıza envai çeşit güzellikler seçilerek, tercih edilerek ve planlanarak en uygun tarzda verilmiş. İtina ile sanatlı olarak ve en güzel bir şekilde yaratılmış insanlara hazinesinden ikram edilmiş. Yediğimiz meyvelerdeki tatlar, renkler, kokular, şekiller ve taşıdığı sanatların her birisi insanlardaki cihazatlarda karşılığını buluyor. Bizi bilen, gören, yaratan Rabbim, bizim ihtiyaçlarımızı, rızkımızı, soluduğumuz havayı, ayı, güneşi bütün mevcudatı, mahlûkatı bizlere seferber etmiş. Bütün bunların şükrünü eda etmekten, tefekkür ve tasavvur etmekten aciziz. Aciz olduğumuzu fark etmekten, idrak etmekten de aciziz. Hayatın ve olayların seyri içersinde karşılaştığımız güçlükler ve sıkıntılar karşısında feveran etmekten ziyade; O’na olan bağlılığımızın, sadakatimizin ve tevekkülümüzün artması gerekir. Hep iyiliklerle, güzelliklerle, rahat ve huzur içersinde yaşamak isteyen insanlar, musibete duçar olunca da ondaki hikmeti, rahmeti, bereketi görerek, anlayarak sabır içersinde şükretmesi gerekir. Sabredenler, teslim olanlar ve karşılığındaki mükâfatları bilenlerin hep kazandıklarını Sevgili Peygamberimiz ve yüce kitabımız bizlere müjdelemiştir. Bizler de bazen yaşadığımız hayatın içerisinde ölüm gerçeğinin, sekarat ânının seyrine şahit oluyoruz. Bu atmosferde kendimize ders çıkarabileceğimiz, ibret alabileceğimiz bazı emareleri bildiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız tecrübelerle anlayıp fark etmeye çalışıyoruz. Bazen genç bir insanın arkasından Fatihalar okuyarak bakıp kalıyoruz; bazen de asırlık, yaşlı bir çınarın devrilişine şahit olarak, ölüm gerçeğinin anlatmak istediği hakikatlerin sırlarına Risâle-i Nurlardan aldığımız derslerle vâkıf olma yönünde adımlar atıyoruz. Dokuz sene hiç aralıksız yatağından çıkmadan felçli olarak yatan Safiye teyzenin hali ve çektiği sıkıntılar; inşallah günahlarına keffaret, affına vesile ve derecesinin artmasına vesile olmuştur. O, konuşamayan, meramını ifade edemeyen, derdini anlatamayan bir deri-bir kemik, masum bir insandı. Her ziyaretimde sağlam olan eliyle duâ ve selâm işareti yapardı. Sekerat ânında tüm bakıcılarla işaretleşip vedalaşmış. Hepsinin bir arada olduğu anda güleryüzle onu gelin çıkarır gibi, duâlar ile uğurlamışlar. İçinde bulunduğu sıkıntılardan ve hastalıklardan ima ve işaretle dahi hiç şikâyet etmeden tam tamına dokuz sene sabırla, şükürle tahammül eden yaşlı bir piri faninin kârlı, kazançlı ve sürûrlu bir şekilde ahiret âlemlerine, ebed memleketlerine uçup gitmesi bizlere ölüm gerçeğini bir daha hatırlattı. Mehmet Aslan’ın hasta olan kardeşi Ömer’in hastalığını ve ölümünü anlatan “Sekerat Anı” başlıklı yazısını okudum: “Kardeşim Ömer amansız bir derde giriftar oldu. Hastalığı biraz zordu. Çenesi alınmıştı. Bir sene boyunca göbekten midesine bağlanan hortumla mama verilerek besleniyordu. Boğazından da delinip dışarıdan nefes almaya çalışıyordu. 5-10 dakikada bir boğazı aspre edilip temizleniyordu. Fakat çok sıkıntı çekiyordu.” Gülay Atasoy da “Ölümün Güzel Yüzü” isimli kitabında kanser hastalığına giriftar olmuş annesinin çektiği sıkıntıları, ıstırapları görerek, duyarak ve hissederek anlatıyor. Her iki vakıada da yazarlar bir kardeş, bir evlât olarak hastaların çektikleri bütün sıkıntıları, ağrıları ve sancıları görerek kendi yüreklerinde hissetmişler. Onlara teselli vermişler, destek olmuşlar ve Bediüzzaman’ın hastalıklarla ilgili reçetelerini sunmuşlar; Allah’a sığınmanın, O’na dayanıp güvenmenin faziletinden, ölümden, kabirden, ahiret gününde sevdiklerimizle tekrar kavuşmanın, ebedi cennet saadetinin müjdelerinden bahsetmişler. Her iki hastanın ölüme gülerek, sürurla ve vedalaşarak gittiğini anlatıyorlar. Gülay Hanım, annesinin vefatını şöyle anlatıyor: “O, ak güvercinlerin kanadına takılıp ebed semasına nazlı bir eda ile süzülüp gitti…” Bu yazıyı hazırlarken sevdiğimiz ve birlikte Risâle-i Nur’un rahle-i tedrisinde irfan dersi aldığımız; genç, faziletli ve ihlâslı kardeşimiz Ali Asmakaya’nın ölüm haberi geldi. Kısa bir süre önce ziyaretimize gelmiş huzurevi yaşlılarına ölümden, kabirden, ahretten ve oraya gitmek için hazırlıklardan bahsetmişti. O, bizlere (eğer ibret alabilirsek) ölüm gerçeğini ve hazırlığını fiilen göstermiş oldu. Rabbimin huzuruna vasıl oldu. Allah rahmet eylesin. Üstadın müjdesine kulak verelim: “Sizlere müjde! Mevt, idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedi değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil…”1
Dipnot: 1. Mektubat. 20. Mektup. 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Dostlar kavgada, silâh tüccarları satışta! |
Yanlış olduğu konusunda ihtilâf olmayan işlere imza atmak ve bu yanlışlarda ısrarcı olmak acaba nasıl izah edilebilir? Halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticilerinin, silâhlanmaya milyar dolarlarla ifade edilen bütçeler ayırması makul görülebilir mi? Eski tarihlere gitmeye gerek yok, yakın zaman önce Pakistan’da büyük bir sel felâketi yaşandı ve milyonlarca insan mağdur oldu. Bu felâketin yaralarının sarılması için tahmini olarak 8 milyar dolara ihtiyaç olduğu açıklandı. İhtiyaç bu kadar, fakat Pakistan için toplanan yardım bu miktarın çeyreği bile etmiyor. Başka ülkeler bir yana bırakılsa bile “İslâm ülkeleri” bu yarayı saramaz mıydı? “İslâm ülkeleri fakir” diyerek kendimizi yanıltmayalım. “Fakir” olan bu ülkelerin silâhlanmaya ayırdığı bütçenin miktarından haberdar mıyız? Sadece Suudî Arabistan’ın silâhlanmaya ayırdığı bütçe bile, bu konuda nasıl bir yanlış politika izlendiğini görmeye yeter. Haberlere göre ABD, İran’a ‘gözdağı’ vermek için Suudî Arabistan’ı silâhlandırıyormuş. ABD elbette silâh satmak ister ve bunun için her yolu dener. Neticede bu işten kârlı çıkacak olan Amerika’dır. “İslâm ülkelerinin arasındaki kardeşlik sona ermiş, birbirleriyle kavgaya tutuşmuşlar” diye dert etmez. Amerika, tarihinin en büyük silâh satışını yapmak üzereymiş. “Yetkililer,” Suudi Arabistan’a, savaş uçak ve helikopterleri dahil 60 milyar dolarlık silâh satma planlarını doğrulamış. ABD Kongresi anlaşmayı uygun görürse “tüm zamanların en büyük silâh alış verişi” gerçekleşmiş olacak ve Suudi Arabistan ABD’den 60 milyar dolar değerinde savaş teçhizatı satın alacak. (Radikal, 22 Ekim 2010) Peki, bu satıştan kim kârlı çıkacak? Elbette Amerika. Bilindiği üzere silâh tüccarları dünyada ‘barış’ın hâkim olmasını istemez. ‘Süper güç’ler bir yandan güya dünya barışını temin etmek için BM gibi organizasyonları kurarlar, ama öte yandan da aldıkları yanlış kararlarla dünyanın her noktasında savaşların devamını el altından teşvik ederler. Bunun en çarpıcı örneği İran ile Irak arasında süren savaş olmuştu. Onlar savaştıkça Amerika ve diğer silâh tüccarı ülkeler ceplerini doldurmuştu. Maalesef yine benzer bir tuzakla karşı karşıyayız. Bu satışla ABD, 75 bin kişiye istihdam sağlayacakmış. Dikkat çekici bir nokta da, bu satışın “İsrail’e zarar vermeyeceği”nin tesbit edilmiş olmasıymış. Zaten İsrail de satışa itiraz etmemiş. İsrail, Suudi Arabistan’dan ABD’ye giden paranın dolaylı olarak kendisine döneceğini düşünmüş olabilir. Bugünkü dünya şartları içerisinde bir İslâm ülkesinin, 60 milyar dolarını silâha yatırması ya da batırması kabul edilebilir mi? Komşusu ‘aç’ken, kendisi silâh satın alan bir ülke konumunda olmak izah edilebilir mi? Yıllar önce dile getirilen bir tesbiti hatırlamakta fayda var: Bütün İslâm ülkelerinde ‘yöneten’ler ile ‘yönetilenler’ arasında bir uyumsuzluk var. ABD gibi ‘süper’ ülkeler de bu uyumsuzluğu ‘silâh ticareti’ne döndürmekte gecikmiyor. Bakalım bu menfaat çarkı ne zaman ve nasıl kırılacak? 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Yasal yasak” ve “AİHM gerekçesi” |
Yasadışı başörtüsü yasağında ileri sürülen “gerekçeler”in başında “yasal yasak” ve “AİHM kararı” gelmekte. “Hukuk” ve “kanun” adına konuşan hukukçular, yüksünmeden “yasal yasak”tan bahsetmekte. Başörtüsü hakkını savunanlar bile sık sık bu tuzağa düşmekte. Başta iktidar partisi sözcüleri olmak üzere, siyasetçiler, bir yandan tartışmalarda “kanunsuz yasağı kaldırmak için kanuna gerek yok” derken, diğer yandan “çözüm” için hâlâ “yasal düzenleme” çelişkisine düşmekte; siyasî muhataplarını “Meclis’te anayasal-yasal çözüme” çağırmaktalar. Bu yanlışla, daha önce Başbakan’ın “İspanya’da “Velev ki siyasî simge de olsa” çıkıyla AKP ile MHP’nin Anayasa’nın “kanun önünde eşitliğe” ve “eğitimin engellenemeyeceğine” dair 10. ve 42. maddelerindeki değişikliğe benzer “anayasal-yasal değişiklikler” çıkmazından bir türlü çıkamamaktalar. Bilindiği gibi, Anayasa Mahkemesi, “Yüksek-öğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” denilen 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununu Ek 16. maddesini “din kurallarına göre düzenlendiği ve dini kaynak aldığı” yorumuyla iptal etmiş (Resmî Gazete, 05.07.1989); bunun üzerine “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” hükmünü ihtiva eden değişiklik yapılmıştı.
YASAĞIN HİÇBİR YASAL MESNEDİ YOK… Sözkonusu madde aleyhine açılan dâvâda maddeyi veto edemeyen Mahkeme, (Resmî Gazete, 31.07.1991) daha da ileri giderek “yürürlükteki kanunlar” tâbirine anayasayı da ekleyerek ikinci maddedeki “laiklik ilkesi” yorumuyla, “gerekçesi”nde “çağdaş kıyafet ve görünüme ters düşen dinsel nitelikli kılık ve kıyafet”in yasak oluğunda ısrar ederek yine “dinî gerekçeyle düzenleme yapılamayacağını” tekrarlamıştı… Oysa Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelen bir kanunu “kabul” ya da “red” etmenin ötesinde kararlarının hiçbir zaman bir hüküm ifâde edemeyeceği, kanun yerine geçemeyeceği, yine anayasada açıkça belirtilmiş. 153. maddedeki “Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnâmenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez” ibâresi bunun ifâdesi. Keza “Türk milleti adına yasama yetkisinin sadece TBMM olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği”; yine Anayasanın 7. maddesiyle tesbit edilmiş. Bu açıdan, yasakçıların, öteden beri yasadışı yasağa yasal görüntü verdirmek için Mahkemenin “gerekçesi”ni “yasa” yerine istimalleri, en başta anayasaya aykırı. Buna bağlı olarak ileri sürülen “Danıştay kararları”nın da hiçbir yasal dayanağı yok. Geçmişteki YÖK ve yasakçı rektörlerin “yasakçı” yönerge ve tâlimatlarının da hiçbir yasal mesnedi bulunmuyor. Zira, bu karar ve iptallerde, “yürürlükteki diğer mevzuat hükümlerine ve yargı kararlarınca sabit olan kılık ve kıyafet koşullarına ilişkin düzenlemelerin göz ardı edildiği”nden bahsedilmekte. Anayasa Mahkemesi’nin iptal edemediği Ek 17 ortada. Türkiye’de kadınların kılık ve kıyafetlerini düzenleyen herhangi bir yasa da bulunmadığına ve Mahkemenin “gerekçesi” de kanun yerine ikame edilemeyeceğine göre, diğer “yürürlükteki mevzuat” ve hangi “yargı kararları” olduğu sorusunun cevabı açıkta kalıyor.
“BAŞÖRTÜSÜ ‘ÖZGÜRLÜK SORUNU’ DEĞİL”MİŞ! Ne var ki, iktidar partisi, hep bu “yasal yasak” uydurmasına katıldı. Parti yetkilileri bir taraftan “başörtüsünün Türkiye’nin yüzde bir buçuğunun meselesi” olduğunu söylerken, diğer taraftan her defasında “yasal yasağı” öne sürdüler. Bu “gerekçe”yle, daha kuruluş safhasında baş-örtülü kurucu ve peşinden başörtülü aday kabul etmedi. Parti yönetimi, bazı belediye başkanlarının eşleri resmî törenlere katılmak için bu “yasal yasak gereği” başlarını açmalarına ses çıkarmadı. İktidar partisine mensup belediye başkanlarının seçilmiş başörtülü belediye meclisi üyelerini “yasal yasak” diye toplantılara alınmamaları onaylandı… En son kılık ve kıyafet için “anayasal değişiklik” vartasına düşülerek, yasakçılar nezdinde yasağın “yasallaşması”na bahaneler sunuldu. Değişen rektörlere rağmen üniversitelerde yasağın azgınlaştırıp yaygınlaştırmasına âdeta zemin hazırlandı… Bunun gibi, İstanbul Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencisi Leyla Şahin’in başörtüsünden dolayı dersten atılması üzerine AİHM’de açtığı davada dönemin Dışişleri Bakanı Gül imzasıyla AKP hükûmetinin Strasbourg’a gönderdiği “savunma” da bu “yasal yasak” kırılganlığıyla muallel. Aynen yasakçılar gibi, “başörtüsü üniversitelerdeki laik eğitimle çelişmekte ve bağdaşmamakta” yorumuyla, “Anayasada din istismarının yasaklandığı” mülâhazasıyla “üniversitelerde türban takma olayı çağdaşlaşma yolunda bir geri adımdır, gericiliği de teşvik etmektedir” deniliyor. Peşinden “Siyasal simge haline getirilen başörtüsü özgürlük sorunu değil, politikacılar tarafından şeriat amaçlı kullanılmış bir olgudur” diye yazılıyor. Ardından da “bütün başörtülülerin hakkı için” AİHM’de açtığı davayı “Asla geri çekmem” diyen Gül’ün eşi Hayrünnisa Hanım, başörtüsünden dolayı üniversiten atılmasına karşı AİHM’de açtığı davayı geri çekiyor! Kısacası, AKP hükûmetinin başörtüsü yasağını “laikliğin gereği” görüp, yasağı “meşru” ve “yasal” olarak bildirmesi üzerine AİHM, yasadışı başörtüsü yasağını “Türkiye’deki mevcut mevzuata uygun” buluyor! “Yasal yasak” ve “AİHM hikâyesi” bu… 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Sadece ölüler, kanun değiştiremez |
Eski devlet, seksen beş sene önce, semavî kanunların “değişmez” ve dolayısıyla çağa uyarlanamaz olduğunu varsayarak onları yıktı ve yerine “değişebilir” arzî kanunlar koydu. O zihniyetin torunları, millet karşısında mevzi kaybetmeye devam ediyorlar. Kanunların ve anayasanın başörtüsü konusunda özgürlükler yönünde kolaylıkla değişebileceğini zaten biliyorlardı, ama AYM’ne güvenmişlerdi. Bu kere başörtüsü konusunda AYM’nin içtihat değiştiremeyeceğini iddia ederek hayatı ve hukuku seksen beş yıl önceki devlet ve hukuk anlayışında dondurmaya çalışıyorlar. Yirmi yıl önce TBMM “üniversitede kılık kıyafet ve bilhassa baş örtmek serbest olsun” diye bir kanun yazınca AYM de muhakemesiz devrimci bir karar yazdı: “Başı ve boynu örten kıyafet çağ dışıdır, mümkün olan her yerde yasak olmalıdır.” Kılık kıyafet serbestliğinin sınırını kendi garip laiklik anlayışı ile çizdi. Sonra millet ve meclisi, “laiklik illa olacaksa da onu tarif ve sınırlarını tesbit etmek bizim işimizdir, saçı gizlemek laikliğe aykırı değildir” diyerek, özgürlüğü bu kere anayasaya yazdı. Bunun üzerine iki buçuk yıl önceki AYM yine bir karar yazdı: “Ben varken kararı ben veririm, anayasayı da sadece ben yorumlarım, laikliği de sadece ben sınırlarım, önceki yan bakışımda da ısrarcıyım” dedi. O gün siyasîler AYM’ne “Senin böyle bir yetkin yok” demediler, diyemediler. Bugün siyasîler ve bürokratlar “Bu yasaklayıcı yorum haklı değil, laiklik bu olamaz, ne yapalım, edelim AYM’nin bu anlamsız yasağını bertaraf edelim” diyerek fikir üretmeye çalışıyor. Cumhuriyet Başsavcısı ise, “suç isnat eden bir savcı” gibi durmuyor, savcılık yapmakla yetinmiyor. Sert hatırlatmalarla, hakim rolüne soyunuyor. Aslında yetkileri belli. Partiler için kapatma dâvâsı açabilir, yüksek bürokrat ve siyasîleri de Yüce Divan’a verebilir. Yani Başsavcının, bu konuda çıkarılacak bir yönetmeliğin iptali için Danıştay’a dâvâ açma yetkisi de yok, bir kanunun anayasaya aykırılığını AYM önüne götürme yetkisi de yok. Meclis anlaşır ve dâvâ açan olmazsa ne hakime ihtiyaç kalır, ne AYM’ne ve ne de başsavcıya. Ama Başsavcı bunları bile bile, yazarak konuşuyor ve önceki “eski” AYM kararlarını hatırlatıp ihtar ederek muhtıra veriyor. Muhtıra kime? Basına bakılırsa, Başsavcı sadece AKP’ye değil, konuyla ilgilenen tüm diğer partilere ve özellikle CHP’ye de muhtıra vermiş. Ama bence eğer bu muhtıra ise—ki bence daha da ağır—asıl hedefi başka. Doğrudan AYM’nin kendisi. Zira bu açıklama ile Başsavcı Yeni AYM’ye, hem de yeni üyelerle, iki buçuk yıl önceki ve yirmi yıl önceki laiklik içtihadıyla aynı yönde bir laiklik içtihadı yapmasını adeta “emrediyor”. AYM’nin aynı yönde içtihat yapacağını “varsaymakla” yetinse mesele yok. Ama hayır. Bunun kesinlikle böyle olduğunu, olacağını ya da olması gerektiğini söylüyor. Peki, ya mahkeme kararlarının içtihat niteliği? Malum, içtihat da bir tür kuraldır ve her kural, onu koyan tarafından değiştirilebilir. Sadece ölüler, içtihatlarını değiştiremez. Zira artık ölmüşlerdir. Onların yerine gelen ise dilerse, elbette değiştirir. İşte, Başsavcı, açıklamasında “değişmez madde”lere atıf yapmakla, aslında “ölümsüz” “madde”lere atıf yapıyor. Oysa, … ölümsüz maddeler denilen maddelerin dahi dört hali ve “dört devresi” var. Ve artık millet uyandı, dördüncü devreyi oynuyor. Elhasıl, Başsavcı sadece “iddia makamında”dır, AYM’ye ne karar vereceğini söylemeye kalkışmakla, en hafifinden, haddini aşmıştır. Başsavcı, herhalde “savcı”lığa eskiden müdde-i umumîlik dendiğini ve bunun da “umumun iddiacılığı” ya da “umum adına iddiacı”lık mânâsına geldiğini biliyordur. Ama kendisi, adlî temsil ile görevli olduğu milletin umumî iradesini sineye çekmeye hazır değil gibi. O halde bir ay önceki gibi soralım: “Kim” adına müddeîdir? Cumhuriyet adına mı? Cevabı, “Evet” ise bir soru daha: Başsavcının cumhuriyeti cumhursuz mudur? 26.10.2010 E-Posta: [email protected] |