Raşit YÜCEL |
|
Bir Abdullah Battal vardı |
O bir emekli savcı idi.Tam bir Osmanlı beyefendisi idi. Yıllar boyu hep takdir edip, yanında elden geldiği kadar edebimi muhafaza etmiştim. İşte onu geçtiğimiz günlerde Hakk’ın rahmetine uğurladık. Gençlik yıllarında idi. Ankara Hukuk Fakültesi’nde tahsiline devam ederken Risâle-i Nur Talebeleri ile tanışır. Bediüzzaman Hazretlerinin en mümtaz talebesi olan Zübeyir Gündüzalp’in üniversitede vermiş olduğu “Konferans”ı dinleyen bahtiyarlardandı. Okul yıllarından sonra Çorum’un Kargı ilçesinde savcı olarak göreve başlamıştı. Kargı o yıllarda Risâle-i Nur’un hizmetinde çok aktif yerlerdendir. Ve Nurlar Ankara’da matbaalarda basılmaya başlanmıştı. Bediüzzaman Hazretleri Kargı’dan bir Nur Talebesini Ankara’ya yardım için ister. Kargı Nur Talebeleri aralarında istişare eder ve o yıllarda orman şefi olan Sadık Büyükkaragöz bekâr olduğu için gitmek ister ve kabul edilir. Abdullah Battal Ağabey “Eğer Sadık kardeş gitmese idi, ben savcılığı bırakıp gidecektim” demişti bana. Hayatta iken Üstadımızı ziyaret etmiştir. O anları hep taze bir hatıra olarak bizlere zevkle anlatmıştı. Ve 1960 ihtilâlinin ikinci günü Risâle-i Nurlara ilk takipsizlik kararı, bahtiyar insan ve hâlis Nur Talebesi Aldullah Battal’ın onayı ile verilir. Bu kararın sûreti bir gün içinde özel kamyon ile İstanbul’a Bekir Berk’e ulaştırılır. Ertesi gün Van’da mahkemesi olan avukat, bu belgeyi mahkemeye sunar ve heyet bu kararı görünce hayretini gizleyemez: “Bekir Bey, bu belge bir günde size nasıl ulaştı?” demekten kendilerini alamazlar. Bu karardan sonra Abdullah Battal’ın tayini Hakkâri’ye çıkartılır. Zaten daha ötesi yoktur. Yıllarca sürgünden sürgüne gönderilir. Bedüzzaman’ın “Kardeşim, savcılıktan ayrılma“ emrine uyarak, ancak yaş haddinden emekliye ayrılmıştır. Hayatı dolu dolu geçen bir bahtiyardı. Acizane yazdığım makalelerden dolayı beni arar, tebrik ve teşviklerde bulunurdu. Yıllar sonra Kargı’ya gelerek oradaki dostlarını görmek istemişti. Yenge hanımla beraber bundan üç yıl öncesinde adeta son bir veda yolculuğu yapmıştı Kargılılar ile. Bir kaç yıldır çok rahatsızdı. Sağ olsun arkadaşlar son ânına kadar şahsî hizmetlerinde fedakârca gayret gösterdiler. Çok acı çekti. Ziyaretine gittiğimizde oldukça heyecanlanırdı. Ama hayat bu…. O, bu imtihanını çok güzel verdi. Bize örnek oldu. “Önce İman” adlı kitabından yüzlerce insan istifade etti. Aynı zamanda iyi bir hattattı. Cenâb-ı Hak mekânını Cennet eylesin. Her insanın sevdiği ve saydığı müstesnâ bir insandı. Yenge hanıma, oğlu Prof. Dr. Nevzat Beye ve bütün aile efradına başsağlığı diliyorum. Bir yıla yakın hatıralarla dolu makaleleri Yeni Asya’da yayınlanmıştı. İnşâallah bunlar kitap haline gelir de tarihe mâl olur. Ruhun şâd olsun aziz ağabeyim. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
AİHM’deki Yeni Asya dâvâları |
12 Ekim 2010 tarihli Yeni Asya’nın Tahlil köşesinde, önceki hafta vefat eden eski Kara Kuvvetleri Komutanlarından e. Org. Necdet Öztorun’un şu manidar sözlerine yer verilmişti: “Ben mahkeme kararı olmadan kitap toplatılmasına ve yasağına karşıyım. Komutanlığım döneminde yasaklayabilseydim, Said Nursî’nin düpe düz laiklik aleyhtarı olan kitaplarını yasaklatırdım. Ama onları bile soruşturdum, mahkemelerde aklanmış. Yapacağım birşey kalmadı.” (Milliyet, 22.7.1987; Köprü, Ağustos-1987, s. 4) Yazıda bu sözler aktarıldıktan sonra şu yorum yapılmıştı: “Bu anekdot, Nur hizmeti için verilen mücadelenin başından beri hukuk zemininde yürütülmesinin ne kadar önemli olduğunu bir defa daha gözler önüne seriyor. Öztorun’un sözleri, bu tavrın, karşıtlarını bile hukuk duvarına çarparak geri çekilmek mecburiyetinde bıraktığının çok çarpıcı bir örneği...” Risale-i Nur hizmeti açısından, Türkiye’nin çok ağır ve despot bir tek parti diktatoryası ile yönetildiği yıllarda olduğu gibi, ihtilâl dönemlerinde de geçerliliğini koruyan bu hakikat, Risale-i Nur’un medyadaki dili olarak 41 yıla yakın zamandır hizmet veren Yeni Asya’da da hükmünü icra ediyor. 28 Şubat sürecinde hakkımızda verilen mahkûmiyet kararlarının birer birer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden dönmesi, bunun canlı, taze ve aktüel örnekleri. Bu örneklerden biri, bilindiği gibi, “Deprem İlâhî ikazdır” dediği ve şu günlerde yine gündemde olan başörtüsü yasağını eleştirdiği için hapse mahkûm edilip 276 gün cezaevinde tutulan gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular hakkındaki karardı. Bu kararda AİHM, haksız bulduğu Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etti. Daha sonra, aynı yönde bir karar, yine depremi İlâhî ikaz olarak niteleyen yazıları sebebiyle hapse mahkûm edilen ve cezasının infazı için iki defa gözaltına alınıp tutuklanarak cezaevine konulan, ama ilgili kanundaki değişiklikler sebebiyle hakkındaki yargılama süreci devam ettiği için, avukatlarımızın itirazıyla serbest bırakılan yazarımız Cevher İlhan hakkındaki mahkûmiyet kararının da AİHM’den dönmesiydi. (Gerçi AİHM’in bu kararına rağmen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, dâvânın temyiz aşamasında Yargıtay’a verdiği mütalâada, ceza kararında ısrar edilmesini istedi ve böylece bizim yargıdaki direnişin hangi boyutlarda olduğunu bir kez daha gösterdi... Dileriz, Yargıtay, Başsavcılığın bu talebine itibar etmez.) AİHM’e giden bir başka dâvâmız da, Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz hakkında, e. Org. Doğu Aktulga ile ilgili olarak yazdığı bir yazıdan dolayı hükmedilen tazminat kararı. AİHM’den verilen bilgiye göre, gelinen aşamada Türk hükümeti, bu dâvâda “dostane çözüm” teklifinde bulundu. Yani, mahkemenin verdiği tazminat kararını savunmuyor ve uzlaşmak istiyor. Buna karşı avukatımız Turgut İnal, karar sebebiyle ödemek zorunda kaldığımız tazminatın iadesinde ısrarlı olduğumuzu mahkemeye bildirdi. Şimdi nihaî karar bekleniyor. Ama Türk hükümetinin söz konusu kararı savunamaması dahi başlı başına önemli bir hadise. Bize haksızlık yapıldığının tescili niteliğinde. Dileriz, AİHM’den çıkacak kararla, bu haksızlığı telâfi etmenin yolu açılır. Sonuç: Herşeye rağmen mücadeleyi hukuk zemininde kalarak vermek belki zor ve sabırla beklemeyi gerektiren bir süreç. Ama yukarıda aktardığımız örneklerde görüldüğü gibi, olumlu neticesini er veya geç veriyor. *** Yeni Asya 40. hizmet yılına girerken yapılan yorum ve değerlendirmelerde, Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturma hedef ve idealiyle çıkılan yolda çetin engel ve zorluklar aşılarak önemli mesafeler kat edildiği; “Risale-i Nur’un medyadaki dili” nitelemesine yakışan olgun bir kimlik, üslûp ve söylemin de büyük ölçüde inşa edildiği vurgulanarak, bundan sonra gazete için her alanda önünün açılacağı bir sürecin başlamakta olduğu tesbiti dile getirilmişti. Bu tesbiti doğrulayan gelişmelerin hızlanarak devam ettiğine şahit oluyoruz. Yakın zamana kadar ısrarla görmezlikten gelinip yok sayılan Yeni Asya’nın, iktidar ve anamuhalefet partileriyle farklı kurum ve kuruluşlarca tertiplenen toplantılara çağrılması, yayınlarının değişik mahfillerde dikkatle izlenmesi, bunun göstergelerinden yalnızca birkaçı. Bir aylık Türkiye turunu Beyazıt finaliyle taçlandıran Bediüzzaman TIR’ının gördüğü hüsnü kabul de bu mânâyı perçinledi. Hep birlikte daha nice hedeflere doğru... 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İş de yok, iş bilen de |
Ülkemizin çözmeye çalıştığı problemlerden biri de işsizliktir. Resmî rakamlara göre işsizlik oranı yüzde 10’ün üstünde. İçine sürüklendiğimiz kriz döneminde işsizlik artmıştı. Krizin etkilerinin azalmasıyla birlikte ise iş bulabilenlerin sayısı artışyor. Bu konudaki rakamlar her ay değişiyor. Meselâ, 2010 Temmuz döneminde Türkiye genelinde işsiz sayısının 2 milyon 782 bin olduğu açıklanmıştı. İşsizlik konusundaki krizin derinliği şurada: Bir yanda milyonlarca kişi işsiz, öte yanda da ‘işbilen işçi’ arayan sanayici ve iş verenler var. Bulduğu işe beğenmeyenler de var, çalıştıracak ‘kalifiye eleman’ bulamayan sanayici de. Bu durum çözülmesi gereken büyük bir problem değil mi? İşsizliğin en yoğun olduğu aylarda bile gazetelerde “eleman aranıyor” sayfaları dolu oluyor. O halde bir yerde yanlışlık olmalı. İşsizler ile iş vereni buluşturan bir sistemi kuramamış olmamız büyük bir kayıp. Eğitim sistemimizdeki ‘meslek liseleri’ bu maksatla kurulmuştu. Fakat 28 Şubat anlayışı ki temelinde darbeci anlayıştır, meslek liselerinin önünü kapatmak suretiyle sanayiye de darbe vurmuş oldu. Hatırlamak lâzım ki, 28 Şubat’a imza atanlar; imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerini engelemek için diğer bütün meslek liselerini de feda ettiler. Koç Holding bile “Meslek lisesi, memleket mesesi” adıyla kampanya açmak mecburiyetinde kaldı. Burada da “imam hatip liseleri” dışlandığı, onlara sahip çıkılmadığı için arzu edilen başarı sağlanamadı. Şimdi ise “kendi ayağına kurşun sıkan” ya da “bindiği dalı kesen adam” tavrıyla çare aranıyor. Çare arayanlar samimî ise çare bulabilirler, ama bu noktada da şüphe var... Kalifiye eleman sıkıntısını çeken iş adamlarının öncülüğünde, ticaret ve sanayı odaları ve bu hususta kurulan diğer dernek ve vakıflar el ele verip ciddî bir kampanya başlatsalar belki bu ksır döngüyü kırmak mümkün olur. Gerçek anlamda ‘kalifiye eleman’ yetiştirecek kurslar niçin açılmaz? Neredeyse her sokak başında “eleman aranıyor” ilanları asanlar, bu gayretlerin yarısını eleman yetiştirmek için harcasa olmaz mı? İş adamları ve kurdukları ‘büyük’ dernekler, Türkiye gerçekleriyle uyuşmayan can sıkıcı beyanatlar vermek yerine, aslî görevlerini yapsalar ne kaybederler? İş garantili kurslarla işsiz gençler ikna edilse, hem işsizlik azalır hem de geçim sıkıntısı çeken aileler rahat bir nefes alır. Bilhassa büyükşehir belediyelerine de bu konuda büyük görev düşüyor. Açılan onca kurs arasında, ‘kalifiye elaman’ yetiştiren kurslar da açılmalı. Sadece ‘dikiş nakış kursları’ ile bir yere varmak mümkün değil. ‘Bağlama ve flüt kursu’ da olsun, ama öncelik işsizliğe çare olacak kurslarda olsun. İşleri ‘ehline’ verebilmek için ehil insanlar yetiştirmek şart. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Füze kalkanı” derin müzakereleri… |
Başörtüsü tartışmaları ve resepsiyon polemikleri karambolunda, ABD’nin tıpkı Afganistan işgalini sürdürmede olduğu gibi İran’a karşı Türkiye’de NATO perdesinde “füze kalkanı sistemi” kurulması görüşmeleri el altından yapılıyor. İşin aslına bakılırsa, geçtiğimiz hafta Brüksel’deki son NATO zirvesi toplantısın öncesinde Amerikan Savunma Bakanlığı’nın Avrupa ve NATO politikalarından sorumlu üst düzey yetkilisi Jim Townsend’in “ABD’nin İran’a karşı konuşlandırmak istediği füze kalkanı sisteminin Türkiye’de kurulması gerektiği ve Türkiye’yi dahil ettikleri” açıklamasına kadar konu Türkiye kamuoyundan gizlendi. Ardından NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in “Avrupa mobil füze kalkanı projesinin, bütün NATO üyelerini kapsaması gerektiğini belirerek “İran tehdidi açıktır, NATO olarak buna karşı füze kalkanı sistemini kurmalıyız” diye Türkiye’den destek istemesiyle ancak mesele gündeme geldi. Aslında Townsend’in “Türkiye ile de görüşüyoruz. Türkiye çok yardımcı bir rol oynadı. Türkiye ile çok iyi, derin görüşmelerimiz oldu. Şimdi Ankara füze savunma sistemini üstlenmeye bir karar verecek” cümlesi, her şeyi ortaya koymaktaydı.
LİZBON’A HAZIRLIK… Nitekim peşinden Brüksel’deki NATO Bakanlar toplantısına giden Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Yapılacak olan füze savunma sisteminin plânlanmasıdır” ifâdesi, Türkiye’nin İran’a karşı “kalkan” edilmesi, projesi resmen açığa çıktı. Ve Davutoğlu ile Millî Savunma Bakanı Gönül’ün Brüksel’de ABD’li meslektaşları Hillary Clinton ve Robert Gates’le yaptıkları “dörtlü zirve”de Türkiye’ye kurulması planlanan “füze kalkanı”nın ele alınmasına dair Gates’in ve Gönül’ün açıklamalarıyla açıkça anlaşıldı. Gates’in Türkiye’ye kurulması planlanan füze savunma sistemi hakkında, “Füze kalkanı için diyalog içindeyiz. Konuyu geniş kapsamlı olarak ele almaya çalıştık. Lizbon zirvesinden çıkacak sonuçlar ile ilgili artık somut beklentilerimiz bulunuyor” sözleri ile Gönül’ün “Şu anda müzâkere aşamasında karşılıklı görüşler ortaya konuyor. Çekince değil ama karşılıklı görüşler ortaya atılıyor. Müzakere Lizbon Zirvesi’nde neticeye ulaşacak” ifâdesi, bu hususta alınan mesâfeyi su yüzüne çıkardı. Görünen o ki Bush Yönetimiden kalma bir “Amerikan projesi” olan “füze kalkanı”nın Rusya’nın itirazıyla Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulmasından vazgeçilmiş. Eylül 2009’da “füze savunma plânı”nı değiştiren Obama yönetimi, tamamen Irak’ı ve Afganistan’ı işgal eden ABD ve bölgedeki en ileri ortağı İsrail’in hegemonya ve çıkarlarını savunmak hesabına özellikle İran’ı hedef alan “füze kalkanı projesi”ni bir “NATO projesi”ne çevirerek “model ortak” Türkiye’ye kurmayı kararlaştırmış. ABD Yönetimi’nin hazırladığı Füze Savunma Sisteminin Türkiye topraklarında konuşlanması, 19-20 Kasım’da Lizbon’da düzenlenecek NATO Zirvesi’nde, “yeni stratejik konsept toplantısı”nda karara bağlanacak. Brüksel’deki bakanlar toplantısı buna bir hazırlık…
KAMUOYUNU ALIŞTIRMAK… Kamuoyunu alıştırmak ve gazını almak için ileri sürülen “Türkiye’nin özellikle İran ve Suriye gibi komşularına kuşatılmışlık hissi vererek rahatsız edecek çekinceleri” ise, “minare doğrultma” kabilinden “hedef ülke” olarak “İran”ın çıkarılmasıyla güya aşılacak! Bunun için Lizbon zirvesine kadar “Türkiye’nin füze kalkanına sıcak bakmadığı, Ankara’nın İran’ın isminin kararda geçmesine itiraz ettiği” propagandası yapılacak. Ayrıca “Türkiye’nin füze kalkanının ABD değil NATO tarafından yönetilmesi gerektiği” medyada yer alacak. “Türkiye’nin NATO içinde buna mecbur olduğu” gerekçesi bol bol işlenecek… Yani Türkiye’yi “çantada keklik” gören ABD ve NATO, “ölümü” gösterip sözde “sıtmaya râzı edecek.” İran ve başka bir ülkenin hedef gösterilmemesi”yle icâd edilen “kontrollü kriz” aşılacak. Sözü edilen “pazarlık” bunun üzerinde dönüyor… Oysa herkes biliyor ki füze kalkanı nükleer enerji üretimine çalışan İran’a karşı. AKP iktidarında Amerikan savaş uçaklarının başta İncirlik olmak üzere Türkye’deki üslerden havalanıp Müslüman komşu Irak’ı bombalamasına “izin” ve destek veren Ankara, şimdi de Müslüman komşu Irak’a karşı “füze kalkanı”na “ikna” edilecek… Bir diğer husus, Dışişleri ve Millî Savunma Bakanları Brüksel’de “füze kalkanı müzâkereleri”ni yapıp karar için Lizbon’u işâret ederken, Başbakan Erdoğan’ın Ankara’nın Kazan ilçesinde Füze Kalkanı Projesiyle ilgili soruya, “Bize yapılmış bir teklif yok. Bir talep olmadığı için de şu anda herhangi bir açıklama yapmayı gereksiz görüyorum. Lizbon zirvesinde böyle bir emr-i vakiyle karşı karşıya kalmamız mümkün değil” cevabını vermesi… Başbakan’ın, bakanlarının “füze müzâkeresi”nden haberi mi yok? Yoksa bu da “pazarlık” ve kamuoyunu oyalamanın ve alıştırma taktiğinin bir parçası mı? 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Adalet ve sarayları |
Çağlayan’da... Arada bir önünden geçtiğim bir inşaat. Gün be gün takip ediyorum. Mühendisler, işçiler arı gibi çalışıyor. Kabası bitti, şimdi camları takılıyor. İstanbul modern ve güzel bir yapıya daha kavuştu. Yakında hizmete açılır. Müteahhit firma gururla bir afiş asmış. “Avrupa’nın en büyük adalet sarayı.” Bir an daldım. Faaliyete geçtiğinde kim bilir içinde neler yaşanacak? Koridorları gözyaşlarıyla yıkanacak, haykırışlar duvarlarda yankılanacak, nice trajedilere sahne olacak. Ve adalet dağıtılacak... Adalet... Ülkenin temeli. İş aş tabiî ki önemli. Ama unutulmamalı ki adaletten yoksun toplumlar çürümeye mahkûmdur. Son zamanlarda çok sayıda adliye binası inşa edildi. Çoğu dökülüyordu, gerekliydi. Umarız yenilenen binalarla birlikte adalet mekanizması daha iyi çalışır, Avrupa ile yarışır. Buna ihtiyacımız var. Gazetelerin 3. sahifeleri bunun delili. Cinayet, tecavüz, yaralama, hırsızlık, dolandırıcılık, trafik terörü haberleriyle dolup taşıyor. Failler yakalanıyor. Adalete teslim ediliyor. Sonra... Hak ettikleri cezaya çarptırılıyor mu? Kamu vicdanı rahatlıyor mu? Bu soruların cevaplarına üzülüyor, isyan ediyoruz. Bir kere dâvâlar bitmek bilmiyor. Uzadıkça uzuyor. İçerideki 120 bin kişinin yarısına yakını tutuklu, dâvâların sonuçlanmasını dört gözle bekliyor. Geciken adaletin adaletsizlik olduğu ilkesi çiğneniyor. Bazı dâvâlar ise zamanaşımına uğruyor. Suçlular cezasız kalıyor. Buna karşılık suçsuzlar boş yere mahkeme kapılarında çile çekiyor. Hatta tutuklanıyor. Sonra “pardon” deniliyor, salıveriliyor. Hapiste geçen günlerin hesabı sorulamıyor. Mahkûmiyeti kesinleşmiş olanlar ayrı bir fasıl. Katil... Can almış. Ocak söndürmüş... İndirimdi... Tahrikti... İyi haldi... Aftı... Denerek 3-5 yıl sonra aramızda. Eline bulaşan kan kurumamış bile. Maktulün yakınları ne hisseder, adalet hakkında ne düşünür? Tecavüzcü... Bir insanın hayatını mahvetmiş, ailesi utancından yerin dibine girmiş. Yılına varmadan serbest. Trafik teröristi... Durakta bekleyen masum 5 kişinin canına kıymış... 10 ay sonra tahliye. Adam bankayı hortumlamış, senin benim paramı iç etmiş... Elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşıyor. Müteahhit… Yaptığı çürük bina çökmüş. 85 kişinin ölümüne sebebiyet vermiş. Cezası 3,5 yıl. Öte yandan... Dershane taksitini... Su elektrik faturasını... Ödeyememiş. Hapsi boylamış. Yakınları ise utançtan kendini asmış. Öğrenciler… Parasız eğitim demişler. 7 aydır tutuklular. 15 yılla yargılanıyorlar. Ve fikir suçluları... Hakaret şiddet yok. Sadece fikrini söylemiş, yazmış, çizmiş. Statüye karşı çıkmış, ezberleri bozmuş, iktidara çatmış... Diye hapishanelere konmuş. Bugün itibariyle Türkiye’de 48 gazeteci cezaevinde. 700’ün üzerinde gazetecinin ise hapis istemiyle mahkemeleri sürüyor. Son olarak siyasetçiler... Sanki bir kurala dönüşmüş. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili olmak için illâ ki hapiste deneyim kazanmak gerekiyor. Tarihimizde örneğine bolca rastlıyoruz. Yüzümüz kızarıyor. Ne var ki iktidar ele geçince, geçmiş acılar unutuluyor, demokrasiyle bağdaşmayan bu düzeni değiştirmek için parmaklar kıpırdamıyor. Aksine intikam hissi ağır basıyor, muhaliflerin eziyet çekmesinden gizli bir zevk alınıyor. Özetlersek; Dâvâlar sür'atlenmeli. Tutukluluk hali cezaya dönüşmemeli. Masumiyet ilkesi esas olmalı. Suçlulara verilecek cezalar mağdur yakınlarını ve kamuoyunu tatmin etmeli. Fikir suçu kavramı yasadan çıkarılmalı. Böylece; “Saray” adını taktığımız adliye binalarında gerçekten adalet dağıtılabilsin, Türkiye’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde sürekli mahkûm olmaktan kurtulabilsin. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Demokrasi ile idare olunan Almanya, Kemalist Türkiye’yi taklit etmemeli… |
Yazımızın başlığını okuyan bazı Alman dostlarımız, maksadımızı aştığımızı düşünebilir. Fakat biz, Alman hükümetinin ve bazı kurumların bazı hareket ve ifadelerine istinaden, bu başlığı koyduk… Türkiye'deki “resmî ideoloji” nin zaman zaman kafa karıştırmasına ve Almanya'daki misyon ve ajanlarını devreye sokarak buradaki Müslümanların rahatını bozmasına yaklaşık otuz senedir şahidiz. Fakat mesele genellikle geleneksel devlet politikası çerçevesini aşmaz ve kanunların adaletli tatbikine dikkat edilirdi. Hepimizin bildiği gibi 11 Eylül sonrasında, bilhassa neoconların başta İslâm olmak üzere bütün semavî dinlerin ve ahlâkın aleyhinde çalışmaları, Avrupa'daki ve bilhassa Almanya'daki eski düzeni bozdu. Meselenin yanlış anlaşılmaması için şu hususu evvelâ belirtmemiz gerekiyor: Türkiye devlet idaresi olarak Müslüman dünyayı temsil edemiyor. Kemalist Türkiye daha önce ifade ettiğimiz üzere ne İslâmî kimliğe, ne Avrupa'daki demokrasi kimliğine ve ne de Arap âlemindeki otoriter kimliğe yakın değil. Daha çok eski Doğu Avrupa devletleri rejimine ve bazen de eski bolşevizm ve sosyalizme daha yakın duruyor. Altmış senelik demokrasi denemeleri ve gelip geçen hükümetler, resmî devletin ilkelerini maalesef demokratikleştiremediler. Durum böyle olunca, Alman politikacıların İslâmiyete ve ülkelerindeki Müslümanların mesleklerine günümüz Türkiye'sinin üslûbuyla yaklaşmaları; hem demokrasiye, hem ferdî hürriyetlerimize, hem genel mânâdaki din ve vicdan hürriyetimize ve hem de adalet ve hukuk prensiplerine büyük zarar verir. AİHM'deki hakimlerin tesettüre bakış tarzları, Türkiye'deki zorbalara fetva olmuştu. Türk ordusundan “dindarlıklarından” dolayı atılan subaylar hakkındaki AİHM kararları, Anadolu'daki insanların AB'ye güvenini derinden sarsmıştı. Buna benzer birçok meselede Almanya ve AB'nin temel insan haklarından yoksun yaklaşımları, Türkiye'deki hak ihlâlcilerine cesaret vermişti. Bu yazımızda, Merkel'in ve İçişleri Bakanının “Yeni İslâm Konferansı” ile başlattıkları süreçteki bazı yanlışlara temas etmek istiyoruz. Thomas de Maizière Almanya'daki Müslümanları entegre maksadıyla – kanaatimizce onun maksadı asimilasyon – cami imamlarının ve dinî vazife ile toplumda yer alacakların mutlaka Almanya'daki tahsil görmelerini düşünüyor. Bize göre, buradaki Müslümanları potansiyel problem olarak gören bu bakış açısı, çağın gerisinde kalıyor. Dünyanın bir köye dönüştüğü şu zamanda, Almanya'nın veya AB'nin sınırlarını dışardan gelecek Müslümanlara ve din adamlarına kapatmayı düşünmek, önyargılı ve şüpheci olur. Türkiye'yi doksan senedir idare edemeyen diktacı Kemalizmin millete kuşkucu yaklaşımını tedai ettiren şu üslûbun hem teorisi ve hem de pratiği fâsittir. İçişleri Bakanı, evvelâ İslâmiyetin Yahudilik, Katoliklik ve Protestanlık gibi global semavî bir din olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyor. Almanya Müslümanları hahamlarla Katolik papaz ve kardinallerin nerelerde yetiştiklerini ve kopmaz bağlantılarını sormayacaklar mı? Tel Aviv ile Vatikan'ın bu din adamları ile bağlantılarını kurmayacaklar mı? Müslümanlar da, imamlarını ister El-Ezher´de, ister Ümmülkura’da ve isterlerse İstanbul'da yetiştirebilirler. Dünyada demokrasinin geldiği nokta, Merkel ve Sarkozy gibi “kültürel ırkçı” düşünenlere müsamaha ile bakmıyor. Türkiye kökenli Müslümanlar, Kemalistlerin İstanbul´da kırk seneye yakındır kapattıkları Heybeliada Ortodoks Ruhban Okulunun açılmasını Türkiye hükümetinden isterken, De Maizière neden sınırlarını Müslüman din âlimlerine kapatmaya çalışıyor. Merkel ve İçişleri Bakanı, Almanya'da görevli imam ve din dersi öğretmenlerinden iyi bir Almanca isteyebilirler. Bu ülkenin başta anayasası olmak üzere bütün yasalarına saygılı olmalarını beklemeleri haklarıdır. Ama önyargılı ve şüpheci yaklaşımları tetikleyecek ve toplumun iç barışını zedeleyecek üslûplar Almanya'yı hem içeride ve hem de İslâm ülkeleri nezdinde sıkıntıya sokacaktır. Kemalistlerin tam doksan senedir Müslümanları “mürteci ve rejim düşmanı” olarak propaganda etmeleri, ülkeyi ikiyüzlü bir sisteme götürdüğü gibi demokrasiyi de her on senede bir askerlere budattı. Almanya'da da Müslümanları “anayasa düşmanları” olarak nitelemek, bu ülkeye ancak sıkıntı getirir. Hak ve hukuk Almanya'da şeffaftır. Kanunlar açık ve seçiktir. Müslümanların arasında, onlar adına yasalara karşı gelen ve toplumun huzurunu bozanları tesbit edip hak ve hukuka göre cezalandırmak, devletin vazifesidir. Devlet sessizce bu vazifesini yapsın, ama bunu yaparken İslâmiyetin ve Alman Müslümanlarının siyasete alet edilip rencide edilmemesini bütün Almanya halkı istiyor ve bekliyor… 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hayat ve takdir |
Hüseyin Bey: “İnsanın cüz’î irâdesi var. Bununla emellerini yapıyor. Rızkını buluyor, işini yapıyor. Fakat cüz’î irâde Allah’ın irâdesi içinde. O zaman insan tek başına nasıl kötülük yapıyor?”
Biz gözümüzle, kulağımızla, dişimizle, tırnağımızla, başımızla, ayağımızla, malımızla, mülkümüzle, maddemizle, mânâmızla, cismimizle, ruhumuzla, sahip olduğumuz her şeyimizle Allah’ın malıyız, mülküyüz, kuluyuz, mahlûkuyuz, Allah’ın mülkü üzerinde çalışan hademeleriz. Biz beşer olarak, ister farkında olalım, ister olmayalım, Allah’a teslim olmuş haldeyiz. Kullanımı bize bağlı bir cüz’î iradeye sahip olmamıza rağmen. Oysa her ne kadar tercih gücü bulunan, her nefeste bu gücü kullanabilen ve gerektiğinde haram helâl demeden ve Allah’ın emir ve yasaklarını dinlemeden kendi keyfimizce yaşayabilme ayrıcalığına/ bahtsızlığına sahip varlıklar olarak biliniyor olsak da, biz bu sıfatımızla birlikte ve bu sıfatımızı deli dolu kullanır halde iken de eksiksiz Allah’ın hükmüne, irâdesine, emrine, kudretine, ilmine, takdîrine ve taksimine bire bir bağlı varlıklar olduğumuz şüphe götürmez. Ne ki, biz bu bağlılığımızı bilirsek ve bizim için yapılan İlâhî taksime razı olursak, “iman etmiş” oluyoruz ki, bu iman bağlılığımızı bilinçli hâle getiriyor. Bu bilinç ise beşer olarak bizi ebedî Cennet hayatına, ebedî saadete ve Allah’ın rızasına ulaştırabiliyor. İster iman edelim, ister inkâr edelim, tercih yetkimizi ister teslimiyetten yana, ister isyandan yana kullanalım; bizler, yaratılış bakımından da, hayatımızı çepeçevre saran belirli sınır duvarları bakımından da, acizliğimizi ve fakirliğimizi de hesaba katacak olursak Allah’a eksiksiz teslimiyet içindeyiz. Kaderimiz bizi kuşatıyor. Kaderin bizi kuşatışı ve bize çok fazla söz söyleme yetkisi vermeyişi bizim lehimize bir tecellidir aslında. Çünkü verse, bizim onu da isyandan yana kullanacağımıza şüphe yoktur. İyiliklerimiz kaderimizden, hasenatımız kaderimizden, sahip olduğumuz bütün güzellikler kaderimizdendir. Yani her hoşlandığımız şey, Cenâb-ı Hak’tandır. Kötülüklerimiz ise bizdendir. Bunu Cenâb-ı Hak, “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük dokunursa nefsindendir” 1 Âyetiyle beyan eder. Çünkü cüz’î irademiz var, yaptıklarımızı biz tercih ederek yapıyoruz, yaşadıklarımızda bizim tercih payımız var. Öyleyse iş ve eylemlerimizden, yapıp ettiklerimizden biz sorumluyuz. Allah’ın yaratıyor oluşu, bizi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü tercih kullanan bizleriz. Meselâ intihar eden bir kişi bir iç yöneliş ve tercihle kendisini o sonuca doğru sürüklemiştir. Sorumluluk kendisine aittir. Fakat sorumluluk üstlenmek, Allah’ın merhametine ve rahmetine sığınamayacağımız anlamına gelmez. Bütün sorumluluklarımız için bu böyledir. Günah işleyen biziz. Cüz’î irademizin talebini biz fiiliyatımızla gerçekleştirmişizdir. Günah bizimdir; günahkâr olan bizizdir. Fakat diğer yandan Allah’ın merhamet kucağı açık durmaktadır. Allah’ın mağfiret şefkati bizim kendisine sığınmamızı beklemektedir. Allah’ın rahmeti bizi bağışlamayı ve günahlarımızı yok etmeyi istemektedir. 2 Biz günahımıza sahip çıkarsak, Allah’ın bağışlamasını hak ederiz. Sahip çıkmaz ve “kaderimdi” dersek, bizi bağışlayacak kurumu suç işlemekle itham etmiş oluruz. Bu tutarsız davranışımız ise, bağışlanmamızı getirmez, bilâkis günahımızı arttırır. İnsanın rızkının, ecelinin, amelinin, mutlu mu mutsuz mu olacağının kendisi ana rahmindeyken yazıldığını, insanın ömrü boyunca bu kaderini yaşadığını konu alan hadisler mevcuttur.3 Fakat; 1- Bu yazı Allah’ın ilmi nev'îndendir. Yani yazgı denilen “kader”, esas itibariyle Allah’ın bizimle ilgili bilgilere önceden sahip olması demektir. Allah ezelden ebede her şeyi bilmektedir, her şeyin plân ve programını O bizzat yapmaktadır. Allah’ın bu bilgisinden hareketle biz, yaptıklarımızın sorumluluğunu üzerimizden atamayız. 2- İnsan bu tercihini cüz’î irâdesi ile yapıyor, yani kendi tercihiyle yapıyor. Öyleyse sorumluluk insana aittir. Yoksa insan boşuna amel ediyor değildir. Hâşâ Allah zalim değildir. Fakat insan amelini sırf gösteriş için yapmışsa, Allah için yapmamışsa, en büyük şeyler de yapmış olsa Allah makbul saymaz ve o kişiyi hesaba çeker. Oysa Allah rızası için yapılan küçük şeyler bile makbûliyet sebebidir.
Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/79. 2- Sözler, s. 427. 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 395. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kâinat Allah’ın bir parçası değil! |
Görünen eşya Cenâb-ı Hakk’ın eseridir. “Heme ost” değil, “Heme ezost”tur. Yani, O değil, ama O’ndandır. Çünkü, onlar ayn-ı kadîm olamaz, yani ezelî değildir. Varlıkların sabit birer hakikati vardır. Ancak, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” 1 Onun varlıklarla ilgisi yalnızca “hallâkıyet”tir (yaratma) ve sıfatlarının tecellisidir. 2 Evet,—teşbihte hata olmasın—güneş ışınları güneşten gelmektedir, ama güneş değiller! Kâinatı yaratan, idâre ve sevk eden Hâlık ve Kadîr-i Mutlak olan Allah’tır. Onun binbir ismi kâinatta tecellî etmektedir. Tıpkı ustanın san'at ve nakşının binaya, mobilyaya, resme tecellî etmesi gibi! Evet, kitaba yazarının, bir saraya mimarının, bir mobilyaya mobilya ustasının sıfatlarının tecellisi vardır. Varlığı tecellî etmiyor! Bunlar, san'atkârlarının eserleridir. Onların içinde ve üstündeki nakışlar, mimar ve san'atkârdan kaynaklanmaktadır. Ama, onlar, san'atkârın kendisi olamaz! Ve san'at, san'atkârın bir parçası değildir! Kendi parçalarını oraya yapıştırmamıştır! Allah, Vacibü’l-Vücud’dur. Yani, varlığı, bir başkasının varlığına bağlı değildir. Öyle olsa, zaten Yaratan olmazdı. Dolayısıyla Allah Yaratıcı, “kâinat” da Allah’ın bir san’atıdır, Sâni’ olamaz; bir kanundur, kanun koyucu olmaz! Mevcûdât ise vardır ve “mümkin”dir. Yâni, olmasıyla olmaması eşittir. Var olduğuna göre, varlığı, birin tercihine bağlı. O da Allah’ın yaratmasına bağlıdır. İşte tasavvuf mesleğinde seviye kazananlar, “Lâ mevcûde illâ Hû” derken; “Sonsuz güce ve nihayetsiz isim ve sıfatlara sahip olan Cenâb-ı Hak’kın, hikmet, kudret ve azameti karşısında, bu tecelli ve sıfatların ehemmiyeti yoktur” demek istemişlerdir. Allah’ın büyüklüğünü ifade etmek istemişler. Şöyle düşünelim: Bir buğday danesi, parmağımıza göre nedir, hiç! Peki, bedenimize göre ne kadar yer kaplar? Dünyaya göre büyüklüğü nedir? Yine hiç! Gezegenlere, samanyollarına, galaksilere göre, hiçin hiçidir! Ya nebulalar ve bütün kâinata göre o buğday danesinin hükmü, yeri nedir? İşte, isim ve sıfatlarıyla sonsuz olan Allah’ın vücut mertebesinin yanında kâinatın varlığı bir buğday tanesi kadar bile değildir! İşte, ehl-i istiğrak ve sofiye “Varlık yok, yalnız Allah var!” derken bunu anlatmak istemişlerdir.
Dipnotlar: 1- Şûrâ Sûresi, 11. 2- Mektubat, s. 84. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Namık Gedik kaç kez öldürüldü? |
Duyulan ihtiyaç üzere, geçen hafta temas ettiğimiz bu konu hakkında biraz daha tahşidat yapmaya çalışalım. Acaba, bozulmamış hangi akıl, hangi vicdan, darbeci 27 Mayıs Cuntasının söylediklerine itibar eder? Onların sözlerine, hele hele zulmen devirdikleri Demokratlar hakkında söylediklerine hiçbir şekilde itibar edilmez ve edilmemeli. Ama, ne yazık ki, o zalim ve gaddar darbecilerin insanlık dışı işkencelerle katlettikleri İçişleri Bakanı Namık Gedik hakkında "İntihar etti" şeklindeki uydurmalarına çokça inanan ve itibar edenler olmuştur. Bunların arasında bilhassa dindar bazı dostların da bulunması, insanı en çok kahreden ve yürekleri en fazla dağlayan bir hançer darbesi olmuştur. İşte, bu ve benzeri yaklaşımlardan dolayı diyoruz ki: Demokrasinin ilk şehidi olan Namık Gedik, bir değil, birkaç kez öldürülmüştür. Kısaca: 1) 27 Mayıs günü (1960) yapılan darbe ile, İçişleri Bakanı Namık Gedik siyaseten öldürüldü. 2) Üç gün sonra, yani 30 Mayıs gecesi yapılan insanlık dışı işkencelerle bayılmış ve baygın halde iken Harp Okulunun yüksek penceresinden aşağı atılarak bedenen öldürülmüştür. (Görgü şahidi: DP İskenderun İlçe Başkanı Edip Yargın) 3) O dehşet ortamında hazırlanan bir tutanakla, "dindar ve dine ciddî taraftar" bir şahsiyet olan Namık Gedik'in "intihar ettiği" yalanı uydurularak, iftiraen öldürülmüştür. 4) Ceset, çöp arabasıyla gizlice taşınarak, ona otopsi yapılmayarak ve vücudundaki işkence izlerini görmesinler diye cenaze ailesine teslim edilmeden gömülmek sûretiyle, zincirleme işlenen dehşetli bir "hukukî cinayet" sonucu ayrıca öldürülmüştür. 5) Darbecilerin yalan ve uydurmalarını doğru kabul ederek, bu yalan ve iftiraları tutup Üstad Bediüzzaman'ın vefatı öncesindeki gelişmelerle de irtibatlandırmak sûretiyle, intiharın dinen ne derece günah birşey olduğunu bilen Namık Gedik gibi bir şahsiyetin katledilmesine adeta sevinircesine, yahut "Oh oldu!" dercesine akıl almaz hikâyeler uyduran Demokrat olmayan bazı "dindar dostlar" tarafından, Namık Gedik son bir kez daha öldürülmüştür. Üstelik, onun ruhuna okunacak duâlara, Fatihalara mâni olacak şekilde mânen de öldürülmüştür. "Dostların taş atması" şeklinde görülebilecek bu son öldürme hadisesi, zaten düşman olan cuntacıların cinayetini gölgede bırakacak kadar yürekleri yaralayıcı ve bir o kadar da zihinleri bulandırıcı olmuştur.
Bediüzzaman'ın ibrası
Namık Gedik'in ileride başına gelecekleri hissetmişcesine ondan sitayişle bahseden Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda ismini tam üç defa zikretmek sûretiyle, onu adeta ibra etmiş oluyor. Emirdağ Lâhikası isimli eserinin 449. sayfasında Adnan Menderes ile Tevfik İleri'ye iki kez atıfta bulunan Bediüzzaman, "İslâmiyete ciddî taraftar" dediği Namık Gedik'in ismini ise, hem üçüncü kez zikrediyor, hem de Ayasofya Camiinin yeniden ibadete açılması için bilhassa kendisiyle görüşmek istediğini beyan ediyor. (Bir hatıra: Üstad Bediüzzaman, vefatına yakın günlerde, yaklaşan dehşetli darbeyi bir şekilde hissetmiş, bundan endişe duymuş, Dr. Tahsin Tola başkanlığındaki bir heyetle bu endişesini Namık Gedik'e iletmiş ve bunun önüne geçilmesi için de Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmalarını istemiştir. Zira, Ayasofya açılsaydı, cuntacılar darbe yapmayı göze alamazlardı. Heyetle görüşme esnasında, Namık Gedik, bir askerî darbenin yapılacağına hiç ihtimal vermediğini söylemiş. Bu hatıranın şahidi İzmir'den Hasan Şen Ağabeyimiz.) Ayrıca, halen hayatta olan birçok şahidin, birinci derecedeki muhatap Zübeyir Gündüzalp'ten naklettiklerine göre, Üstad Bediüzzaman'ın vefatıyla neticelenen son Urfa seyahatinde konuyla ilgili yaşanan gelişmelerin hülâsası şudur: "Emniyet yetkilileri, Üstadımızın resmî ikamet yeri Emirdağ'a dönmesini istediler. Biz ise, hastadır, hiçbir yere gidemez dedik. O takdirde ambulans tahsis edelim dediler, biz buna da itiraz ettik. O zamanlar hiç duymadığımız 'Çöp arabasıyla da olsa geldiği yere götürülsün' şeklindeki sözler, sonradan uydurulmuş bir şey. Bu, Nur Talebeleri ile Demokratların arasını açmaya matuf bir uydurma olsa gerek."
Ağır vebâlden kurtulmalı
Bizim, birçok delilin yanı sıra, ayrıca Edip Yargı isimli görgü şahidinin de şehadetiyle tesbit ettiğimiz bu ölüm hadisesi, gayet vahşiyane bir cinayet olmasına rağmen, tutup bunun bir "intihar" olduğunu söylemenin, yazmanın ve yaymanın ne derece ayır bir vebâl olduğunu, vicdan sahibi herkes bilir. Bilmeyerek bu vebâle ortak olanlar, derhal nedamet duymalı, tövbe istiğfar ile hatasını telâfi etmeye çalışmalı. Aksi halde, 27 Mayıs Darbesini yapan zalimlere inanmak ve zulümlerine hissedar olmak gibi, fecî bir duruma düşme ihtimali söz konusu. Cenâb–ı Hak, bizleri bu ve benzeri yanlışlara düşmekten korusun. Ayrıca, zulmen devrilen ve işkenceler altında katledilen, dolayısıyla mazlûm bir şehit makamında vefat eden Namık Gedik'e de Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret niyaz ederiz. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Hastalık, insana haddini bildirir |
Hasta olmak, rahatın bozulması, keyfin kaçmasıdır. Evet, kimse hasta olmak da istemez. Doğrusu, hastalık da istenilmez. Aslolan, sağlıktır, sağlıklılıktır. Ama, hastalık da hayatın bir gerçeğidir. O zaman böyle bir durumla karşı karşıya geldiğimizde, rahatı bozan bu hastalığı nasıl okumak gerektiğini bilmek gerekir. Belki hemen söylenmesi gereken şey ise, hastalanmadan önce sağlığın kıymetinin bilinmesidir. Sağlık nasıl bir yaratılma sonucu ise, hastalık da öyle bir yaratılma sonucudur. Yani hastalık kendiliğinden ortaya çıkmış, yolunu şaşırdığı için bize bulaşmış, ne idüğü belirsiz, nereden geldiği belirsiz, neden geldiği anlamsız bir yaratılma hali değildir. Önce bunu da söylemek gerekir ki, hastalığı yaratan Allah’tır. Hastalığın kime gideceğini, neden ona gideceğini, ne gibi hikmetler içerdiğini bilen, takdir eden yine Allah’tır. O’nun işlerinde abes olmadığına inanan için, o hastalık da pek çok nimetler, hikmetler taşımaktadır. Yani sağlık, nasıl içinde güzellikler, nimetler, hikmetler taşıyorsa; hastalık da öyle içinde güzellikler, nimetler, hikmetler taşıyordur. Hiç değilse, rahatı bozduğu için, bir güzelliktir. Zahmette rahmet olacaksa, o zaman rahatın bozulması gerekiyor. Tabiî sadece bedenî rahatın bozulması değil kastedilen, hastalıkla insan, sahip olduğu sağlık nimetinin, hayat nimetinin, elindekilerin, hayallerinin kıymetini de takdir etmeye başlıyor. Bir başka dünyanın varlığını keşfediyor. Acizleşiyor. İmkânların elinin kısa olduğunu anlıyor. Böylece daha bir nazikleşiyor, kibarlaşıyor ve kendinize geliyorsunuz. Seven gözler görüyorsunuz etrafınızda. Hastalık ateşi arttıkça, size uzatılan şefkat elleri artıyor. Sığınmayı öğreniyorsunuz. Ve sevildiğinizi daha ciddî bir şekilde hissediyorsunuz. Hastalık bir farkındalık yolculuğuna çıkarıyor insanı. Ölümü düşündürüyor, kabri hatıra getiriyor ve tabiî ki yaşanan hayatın hesabını… Ve tabiî böyle bir düşünce boyutuna geçince de, işler, planlar değişiyor. Ona göre yaşamaya başlar insan. Belki de yeni kararlar alır. Yeni sayfalar açılır. Elbette bu da yorulmayı gerektirir. İşte hastalıktaki zahmetler böylesi zahmetler ve neticede rahmetlerdir. Umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası meylürrahat ise, o zaman rahatı bozan her şey bir güzelliktir. Yani hiçbir şey yapmamaya, doğru bir şey denilebilir mi? Rahatına düşkünlükte de, hiçbir şey yapmamak, çalışmadan kazanmak, yorulmadan ulaşmak, zahmet çekmemek, alınteri dökmemek olduğu için tam bir kendini bırakmışlık, faaliyeti terk etmişlik hali vardır. Böyle bir insan için hastalık, adeta bir uyarmak, uyandırmak anlamı taşır. Nitekim bakıldığında faiz, hırsızlık, gasp, haksızlık ve hukuksuzluk, adaletsizlik gibi ne kadar maddî ve manevî meşakkatler ve pek çok rezillikler varsa, hepsi ‘rahata olan düşkünlük’ten kaynaklanmaktadır. Oysa Kur’ân, insanı kendi yaptığı faaliyeti ile anlamlı kılmaktadır. Onun için de, ‘İnsan için ancak çalıştığı vardır.’, denilmiştir. O zaman insanı bozduğu rahatı anlamlı kılıyor. Bunun başka bir ifadesi, kendisi, insanlık ve Yaratıcısı için bozduğu rahatı, insanı insanlaştırıyor. İnsanın sevap katsayısını arttırıyor. Tabi bir de hastalıkla insan acizliğini anlıyor. Haddini biliyor, ders alıyor. Rahatı bozan hastalıkta da insan, haramlardan arındığı, ölümü düşündüğü, öldükten sonraki hesap akla geldiği için, bir toparlanma süreci yaşamış oluyor. Onun için genelde ciddî hastalanmalardan sonra, insanın aklı başına geliyor. Hayatına yeni sayfalar açıyor. Hatalarından arınmakta, hayatın geçici, fani yüzüyle karşılaşmakta, gidiyor olduğu ebedî hayatı, hatırlatmaktadır. Hastalık istenilmez, ama dersini okumak güzeldir.İnsana haddini bildirir. 18.10.2010 E-Posta: [email protected] |