Hasan GÜNEŞ |
|
Ey Rabbimiz! Ayağımızı ve kalbimizi sabit kıl |
Beşer olarak genellikle sonuca odaklanırız. Duâlarımızda, isteklerimizde, çalışmalarımızda hep sonuçlarla ilgili olanlar çoğunluktadır. Gerçekte ise sonuçlar her zaman çok önemli olmadığı gibi, her şey de en nihayet bir merdivenin basamakları gibidir ve önceki merhalelere bağlıdır. Aslında biz doğrudan sonuçlardan sorumlu değiliz. Çünkü sonuçlara götüren merhaleler de en az sonuçlar kadar önemlidir. Sonucun iyi olması, kişiyi her zaman sorumluluklardan kurtarmaz. Eğer önceki adımlarda üzerimize düşeni hakkıyla yaptı isek, bu dünyada olmasa da öbür dünyada mükâfatını almak her zaman mümkün. Cenâb-ı Hak da zaten muâheze ederken, kendi üzerimize düşen vazifeyi hakkıyla yapıp yapmadığımızı soracaktır. Bakara Sûresi’nin son âyetlerinde Talut’la Calut’un mücadelesi anlatılır. Talut’un komutasındaki mü’minlerin, zamanın en güçlü ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde yaptıkları duâ son derece dikkat çekicidir: “Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” Dikkat edilecek olursa öncelikli olarak beşer veya insan olarak kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yapabilmek için Cenâb-ı Hak’tan sabır ve sebat istiyorlar. Yani, hemen zafer için duâ edilmiyor. O en sona bırakılıyor. Talut ve ordusu, önceki âyetlerde de anlatıldığı gibi “nehrin suyu” ile imtihan edilmişler, imtihanı kaybedenler daha yarı yolda savaştan dönmüşlerdi. Savaş az sayıdaki mü’minin gösterdiği sabır ve sebat sayesinde kazanıldı. Sonuç zafer olsa da, savaştan dönenler hem dünyada, hem de âhirette kaybetmişlerdi. “Ayaklarımızı sabit tut” şeklindeki duâ gerçekten dikkat çekicidir. Burada aslında “sebat” yani düşmana ya da zorluklara karşı geri adım atmamak, çekilmemek, sarsılmamak ve yılmamak kastediliyor. Savaştaki asker için daha fizikî ve daha müşahhas bir ifade. Malûm, “madde, mânâ ile kaimdir”. Ayağı ayakta tutan, geri adım attırmayan kalbdir, ruhtur. Ayak ne kadar güçlü olursa olsun içerde inanç yoksa ayağın kıymeti yoktur. Ayağın kalbe bağlı olması fizikî şartlardan ziyade içerdeki mânâya, ruha veya kalbe önem vermek gerektiğini ortaya çıkarır. Ayaktaki zafiyet en nihayet hızı azaltır, hedefe daha geç ulaşılır. En kötü ihtimal, olduğu yerde kalarak mevcudu muhafaza eder. Kalbdeki zafiyet öyle mi? Geri gider. Başkalarının da şevkini kırar, mani olur. Hatta İhlâs Risâlesindeki “Cadde-i Kübra-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var” cümlesinden de anlaşıldığı gibi neredeyse karşı tarafa iltihak eder. Ayağın geri dönmesi ya da kayması kolay değildir. Ancak kalb için aynı şey söylenemez. Kalb kırılgan olduğu gibi aynı zamanda kararsız ve değişkendir. Zaten kelime mânâsı da kalb olmak, değişmek dönüşmek ve alt-üst olmak mânâlarına geldiği söylenir. Rivayetlere göre Bedir savaşının anlatıldığı Enfal Sûresinde, Cenâb-ı Hak şöyle ferman eder: “Kalblerinizi pekiştirmek ve ayaklarınıza sebat vermek için size gökten bir su indirdi.” Evet, kalbdeki iman ve sebat her şeyden önemli… Onun içindir ki, Risâle-i Nur’da imanı kurtarmak, takviye etmek ve pekiştirmek birinci maksat olarak hedeflenmiştir. Malûm kalbde meyil veya temayül, başka bir ifadeyle eğilim vardır. Davranışları eğilim iledir. O hep sath-ı mailde yani eğimli bir alanda ve bıçak sırtındadır. Kişinin, küçük bir meyli, hadisenin tam ortasında olması için yeterlidir. Cenâb-ı Hak Hûd Sûresinde ferman eder: “Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.” Kalb bu kadar istikrarsızdır, ancak her şeyin de Cenâb-ı Hakkın elinde olduğunu ve her hadisede mutlaka O’na sığınmak gerektiğini unutmamalıyız. Peygamberimiz de (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde kalbin bu hususiyetine dikkat çeker ve der: “Kalbler Rahmân’ın iki parmağı arasındadır ve O, onları dilediği gibi yönlendirebilir.” Aslında bu hadis, “Allah, kişi ile kalbi arasına nüfuz eder, girer” mealindeki âyette olduğu gibi Cenâb-ı Hakkın kudretini ve hâkimiyetini ifade ettiği gibi, insan kalbinin de ne kadar kararsız ve değişken olduğunu da ifade eder. Bu sebeple mü'min her zaman nefis ve şeytana karşı teyakkuzda olmalıdır. Şerre müstahak olacak sadakatsiz ve sebatsız davranışlara asla girmemelidir. Bilindiği gibi Bediüzzaman Hazretleri sabır ve sebat üzerinde çok durur. Bilhassa ahirzaman hadiselerinin dehşetli fitneleri sebebiyle çok yaralanan zamanımız insanını sabır ve sebat ve sarsılmaz bir imana dâvet eder. Bir mektubunda da talebeleri için bunu birinci şart olarak ifade eder: “Risâle-i Nur kendi sâdık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil fiat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister.” Yazımızı Peygamberimizin (a.s.m.) çokça yaptığı ve kısmen Cevşen’de de geçen bir dua ve niyaz ile bitirelim: “Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Kalbimi dininde sabit kıl.” 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Ramazan kampanyası |
Ramazan’ın gelmesiyle alış veriş merkezlerinin çeşitli kampanyalar başlattığını görüyoruz. Daha çok müşteriye ulaşmak, daha fazla mal satmak ve Ramazan’dan azamî derecede istifade etmek için tüketimi özendirici pazarlama tekniklerine başvuruyorlar. Televizyon reklâmlarında, bilbordlarda, “Ramazan kampanyası, Ramazan dolayısıyla büyük indirim, Ramazanda bir alana bir bedava” gibi ilânlar görüyoruz. Bu kampanyalar, dünyevî kazançlarını arttırmak için satıcıların açtığı maddî menfaate dayanan kampanyalardır. Daha fazla malın satılması, ancak satıcının işine yarar. Tüketici ise, yine cebindeki parayı tüketmek sûretiyle bu kampanyalardan zararla çıkar. Buna rağmen, “bir alana bir bedava” kampanyaları büyük ilgi görür. Öyle bir alış veriş merkezi olsa ki, ne alırsanız alın, yanında on tane, yüz tane, bazen de bin tane bedava verse... “Bir alana binlerce bedava” diye bir kampanya açsa. Her halde herkes işi gücü bırakır, böyle bir mağazada bir şeyler almak için kuyruğa girer. Belki saatlerce kuyrukta beklemeyi de hiç çekinmeden göze alır. Mağaza sahibine de minnettarlıklarını ifade eder. Şimdi, “Böyle bir alış veriş merkezi olur mu?” diye aklımıza gelebilir. Evet, böyle bir alış veriş merkezi var ve ihtiyacımız olan ne varsa bu mağazada bulunmaktadır. Kâinat çarşısındaki dünya mağazasında, kâinatın sahibi bir alana binlerce hediye dağıtmaktadır. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında bu hediyeler onbinlere, Kadir Gecesi gibi özel gecelerde ise, otuz binlere, elli binlere ulaşıyor. Cenâb-ı Hak lütuf ve kereminden, bizlere her gün 24 altın değerinde 24 saatlik ömür sermayesi veriyor. (Gördüğünüz gibi sermaye de bizim değil, bize verilmiş.) “Bununla ahiretiniz için alış veriş yapın, tâ ki orada perişan olmayasınız” diyor. Yaptığımız alış verişlerde de O’nun rızasına uygun hareket ettiğimiz takdirde bir saate karşı on, yüz, bin saatlik sevaplar, yani ahiret erzakı veriyor. Ramazan kampanyalarında bu hediye sevaplar otuz binlere, elli binlere ulaşıyor. İnsan menfaatini sever. Alış veriş yaparken, en iyi malı en ucuz fiata almak ister. Ucuz mal satan dükkânların önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi kabul eder. Sabah namazında camiden çıkan yaşlı insanların, ucuz ekmek satan belediye büfeleri önünde uzun süre kuyrukta beklediklerine şahit oluyoruz. Demek ki en az bedel ödemek sûretiyle en fazla mal almak için insanlar bir çok zahmete katlanıyor. Zira orada menfaatleri söz konusudur. Dünya işlerinde “bir koyup üç almak, üç koyup beş almak” gibi amaçlarla girişilen işlerde, insan çok defa umduğunu bulamaz. Hatta koyduğu sermayeyi bile geri alamayanlar vardır. Ama kâinat çarşısındaki dünya mağazasının sahibi, bütün insanlara vaadde bulunuyor. “Bir sevap işleyene bin vereceğim, hatta binler sevap yazacağım” diyor. O’nun vaadinden dönmesi söz konusu olmadığına göre, vaad ettiğini mutlaka verecektir. Özellikle üç aylar gibi ve üç ayların içindeki Berat ve Kadir Gecesi gibi özel gün ve gecelerde, bire elli bine kadar sevap veriyor. Yani bir gecelik ibadet karşılığında seksen yıl ibadet yapmış gibi bir ömür sermayesi veriyor. Böyle bir fırsatı kaçırmak, akıl kârı değildir. Dünya menfaati söz konusu olduğunda bir koyup üç almayı akıllılık kabul edenler, ebedî hayat sermayesi için bir koyup binler almak gibi bir fırsatı değerlendirmiyorlarsa, burada akıl ve iz’andan söz etmek mümkün değilidir. İşte Ramazan-ı Şerif gibi bir fırsat daha ayağımıza geldi. “Fırsatlar bulutlar gibidir, çabuk geçer.” Böyle bir bulutun her damlasında binler rahmet yağarken bundan istifade etmeyenler, fırsat kaçtıktan sonra çok pişman olacaklardır. Ama son pişmanlık fayda vermeyecektir. Haydi öyleyse, tabelâsında “oruç” yazan mağazaya koşalım. Ramazan kampanyasını kaçırmayalım. 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Kur’ân kampanyamız devam ediyor |
Ramazan-ı Şerifin ilk haftasını geride bırakmak üzereyiz. Cep boy Kur’ân ve Mu’cizat-ı Kurâniye kampanyamızda kupon neşrine başladık. Ama bu, çalışmalara ara verilmesini gerektirmiyor. Tam tersine, abone çalışmaları bundan sonra devam edebilir ve etmeli. Geçen haftaki köşemizde, aşırı sıcaklar sebebiyle yeterince çalışma yapamadıklarını bildiren Tarsus Temsilcimiz Yasin Yıldırım’ın talebini yansıtmıştık. Aslında bu durum her yer için büyük ölçüde geçerli. Çünkü aşırı sıcaklar Türkiye genelinde etkili oldu. Tatil atmosferi içinde, bu tür çalışmaları yürütmenin zorluğuna, 23 yılın rekoru olarak kayıtlara geçen sıcaklar da eklenince, ister istemez randıman düşüyor. Dolayısıyla, telâfi gayretlerine ihtiyaç var. Ve bu noktada, öteden beri uygulayageldiğimiz bir yöntemi hatırlatmak istiyoruz. Kupon neşri başlamış bir kampanyaya sonradan dahil olanlar, abone olurken, eksik kupon farkını ödeyerek Kur’ân setimize sahip olabilirler. Eksikleri bu yolla telâfi edip tamamlama yolu her zaman açık. Bu durum, devam eden Kur’ân seti kampanyamız için de söz konusu. ««« Cuma kitaplarından ilkini verdik Kuponsuz verdiğimiz kitaplardan ilki, geçen Cuma hediye ettiğimiz Cep İlmihaliydi. Temel dinî bilgilerin yer aldığı bu pratik ilmihal, herkesin kitaplığında ve çekmecesinde bulunması gereken faydalı bir kitapçık. ««« Bu hafta Namaz Hocası Sırada, 20 Ağustos Cuma günü vereceğimiz Namaz Hocası var. Bu kitapçıkta da resimli ve uygulamalı olarak namaz ibadeti anlatılıyor, namaz sûre ve duaları yer alıyor. Abdest, gusül ve teyemmüm hakkında bilgiler veriliyor. Ezan ve kametin namaz ibadetindeki yeri ve önemi üzerinde duruluyor. Sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı, Cuma, bayram, cenaze, teravih, hasta, kaza namazları ve nasıl kılındıkları anlatılıyor. Namazın vacip, sünnet ve mekruhları, namazı bozan haller sıralanıyor. Çocuklar başta olmak üzere namaza yeni başlayacak olan herkese kolaylıkla takdim edilebilecek pratik bir rehber. Renkli ve kaliteli bir baskıyla. ««« Haftaya Peygamberimizin Dilinden Dualar Haftaya, 27 Ağustos’ta da Peygamberimizin Dilinden Dualar isimli bir cep kitabımız gelecek. Orada da Peygamber Efendimizin (a.s.m.), günlük hayatın değişik safhalarında yaptığı dualar yer alıyor. Peygamberimizin özel duaları, dua ayetleri, abdest duaları; camiye girerken, kurban kesilirken, yatarken, eve girerken ve evden çıkarken, vasıtaya binerken, yemeğe başlarken, su içerken... okunacak dualar bu kitapçıkta. Bu özellikleri anlatılarak, kitapçıkları ve beraberinde gazeteyi daha çok kişiye tanıtma ve ulaştırma çalışmalarında bütün temsilci ve okuyucularımıza başarılar diliyor, müjdeli haberlerini bekliyoruz. ««« Ramazan sayfası Ramazan sayfalarımız, her zamanki dolgun muhteva ve kalitesiyle yine okurlarımızın istifadesine sunuldu. Emeği geçen bütün arkadaşlarımıza tekrar teşekkür ediyoruz. ««« Ramazan boyunca Elif tatilde Bu arada, sayfa sayımızın kısıtlılığı sebebiyle, Ramazan boyunca Elif ekimize ara vermiş olduğumuzu da bilginize sunuyoruz. ««« Referandum toplantısı Anayasa paketi için 12 Eylül’de yapılacak olan referandumdaki hareket tarzımızı istişare etmek üzere Yönetim Kurulumuz, bölge sekreterlerinin de katılımıyla, 21 Ağustos Cumartesi günü İstanbul’da toplanacak. Bu toplantıda yapılacak değerlendirmelerle ortaya çıkacak netice, bilâhare okuyucularımıza duyurulacak. ««« Abone ve Dağıtımda yeni yapılanma Gazetemizin Türkiye çapında abone ve dağıtım çalışmalarını yürüten servis yeniden yapılandırıldı. Daha önce bu sahada çeşitli basın-yayın organlarında hizmet vermiş olan Adem Azat, Abone ve Dağıtım Koordinatörlüğüne getirildi. Adem Beye hoşgeldin diyor, çalışmalarında başarılar diliyoruz. 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Âlimi, âlim yapan sır |
Dâvâ adamını büyük yapan, dâvâsına hayatını vermesidir. Hazret-i Peygamber, dâvâsından vazgeçmesi karşılığında yapılan bütün maddî ve manevî tekliflere, “Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine bu dâvâmdan vazgeçmem” diyerek, dâvâ adamlığının duruşunu göstermiştir. Helâket ve felâket asrının adamı Bediüzzaman da, “Ben imanın gözüyle ve Kur’ânın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki…” diyerek, modelinin kaynağını göstermiş ve “İslâmın bir hakikatine bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım!” demiştir. Bediüzzaman’ın, ilmin izzetini muhafaza ve talebelerinin, kardeşlerinin samimiyetlerini ve ihlâslarını ve onların menfaatlerini dikkate alarak, karşılıksız hediye almadığını görüyoruz. Bu da, bir âlim duruşudur. Dâvâsı için yaşamaktır. Konu, Barla Lâhikasında şöyle geçer: “Hem iktisad, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım: Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. ‘İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma’ dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim. Dedi: ‘Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?’ Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünki; dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstattan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise… sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, ahiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstattan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.” Bediüzzaman, Mektubun devamında, hediye yerine geçebilecek davranışları da şöyle izah eder: “Şu zamanda o havalide vefadarane, şefkatkârane beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymettardır. Hem size gönderdiğim risâleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünkü netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havalideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risâlelere ciddî sahib çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeğe vasıta olmak öyle bir hediyedir ki; dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir… Şimdiye kadar, Cenâb-ı Hakk’a şükür, hediyeleri kabul etmeğe mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tama’a girmeye ihtiyar benden selbedildi. Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zâtların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.” Dâvâsı için yaşamak ve Hakkın hatırını âlî tutmak işte budur. Değişik vesilelerle ve değişik şekillerde bir nev'î adı farklılaşmış hediyeleşmeler ehl-i ilmin, hakikatleri ifade etmek ve hakkın yanında yer almak noktasında sukutunu netice vermektedir. Uhrevî, ulvî yüksek hakikatleri, dünyevî, fani kırılacak şişelere tercih etmek böyle bir şey olsa gerek. Yani elmastan kömüre bir tercih, düşündürücü… 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hamd ve sena edilmek Allah’ın hakkıdır |
Salih Bey: “On Birinci Sözü okurken, risâlede geçen, “Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca” hükmü kavramı kafama çok takılıyor. Bu hükmün insanlarda tezahürünü görmek mümkün. Aynı hükmün Allah (c.c.) için de geçerli olduğunu izah eder misiniz? Bu ne demektir ve bu hükmün kaynağı nedir?”
Allah yaratıcıdır ve yarattığı varlıklarla ilgili olarak takdir görmek, teşekkür edilmek, beğenilmek, hamd ve sena edilmek, övülmek, şükredilmek, hakkı teslim edilmek Allah’ın hakkıdır. Nitekim hamd; genel mânâsı itibarı ile mutlak medih, kayıtsız sena ve şartsız övgü demektir. Veyâ Bediüzzaman Hazretlerinin (ra) zengin tefekkür dilinde hamd; “sıfât-ı kemâliyeyi izhâr etmektir” 1, yani Allah’ın bütün sıfatlarının kemâl derecede olduğunu bilmek, yâhut Allah’ı kemâl sıfatlar Sahibi bilmek; gücünü, kudretini, yüceliğini, izzetini, azametini, ulviyetini, saltanatını, hikmetini, vahdâniyetini ve sâir sıfatlarını O’nun zâtının lâzımı bilmek; Zât-ı Akdes’inin noksan sıfatlardan münezzeh, eksikliklerden uzak ve kusurlardan berî olduğunu takdir etmek; O’na eksiksiz ve kâmil mânâda îmân etmek ve bu îmânı söz ve fiil ile takrir etmek, yaşayışımızla ve ahlâkımızla göstermek demektir. Kur’ân, “Elhamdülillâh” kelimesiyle söze başlar.2 Zira kayıtsız şartsız hamd ve övgü, Allah’a aittir. Bütün mevcudatta övgü, medih ve sena sebebi olan iyilikler ve olgunluklar Allah’ındır. Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü sena varsa hepsi Allah’a aittir. Çünkü medih ve övgüye sebep olan nimet, ihsan, kemal, cemal ve hamd edilmeye sebep her ne varsa, hepsi Allah’ındır.3 “Elhamdülillâh” kelimesi, gerçek övgüyü, hakikî senayı ve methi doğrudan Allah’a (cc) verir. Çünkü kâinatta hadsiz olarak övülecek, sınırsız sena edilecek ve şartsız methedilecek birisi varsa, O da Allah Teâlâ’dır. Allah’tan başka hiçbir kimse, hiçbir şahıs, hiçbir varlık, hiçbir mevcut, hiçbir makam sahibi gerçek övgüye, senaya ve methedilmeye lâyık değildir; caiz de değildir. İnsana gelince… Bilinmek, tanınmak, övülmek, takdir toplamak ve maharetlerini göstermek arzularının aşırısı insan için bir zaaftır, bir kusurdur, bir haddini aşmışlıktır. Çünkü insanın bu duyguları mübalâğalı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Çünkü bu hak Allah’a aittir. Çünkü insanın varlıklar üzerinde hakkı yoktur. İnsanın hakkı sadece şükürdür ve Allah’a hamd ve sena etmektir. Övülen insanın gururlanması, böbürlenmesi ve büyüklenmesi şeytanın bir tuzağıdır. Çünkü insanın gururlanmaya, böbürlenmeye ve büyüklenmeye hakkı yoktur. Çünkü büyük olan yalnızca Allah’tır. Allah büyüktür ve gururlanmaya hakkı ve liyakati vardır. İnsan büyüklenirken, böbürlenirken ve gururlanırken bundan dolayı Allah’tan utanmalıdır. Allah methedilmek ister. Nitekim şükür ve hamd budur. Allah’ı övmek hem bizi terbiye eder, (çünkü şükür ve övgü bizim Allah’a olan vefa borcumuzdur) hem de Allah’ın bizim üzerimizdeki hakkıdır. Diğer yandan Allah neden bilinmek ve tanınmak istemesin? Çünkü her şeyin, her güzelliğin, her olgunluğun, her kemâlâtın Sahibi de, kaynağı da, bizzat Allah’tır. Neden sonsuz cemalini ve sonsuz kemalini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Allah Maruf’tur. Yani tanınan ve bilinendir. Meşhud’dur. Eserleriyle müşahede olunan ve görülendir. Matlub’dur, istenen ve aranandır. Mabud’dur, kendisine ibadet edilendir. Hamîd’dir, gerçek mânâda övgüye lâyık olandır. Mahmûd’dur, kullarınca övülendir. Allah’ın kendi cemalini görmek ve göstermek istemesi isimlerinin bir gereğidir. Bu gerekliliği şu hadis-i kutsîde de görüyoruz: Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkatı yarattım.” Öte yandan, On Birinci Söz’ün başında geçen “cemal ve kemal sahibi” misalinin açılımı, aynı Söz’ün devamında yeterli şekilde yapılmaktadır.4 Cemal ve kemal Sahibi olan ve mahlûkatı “güzel ve eksiksiz yaratan” Cenâb-ı Hak Şâhid’dir, Hafîz’dir, Rakîb’tir, Basîr’dir, Semi’dir, Vedûd’dur. Yani Cenâb-ı Hak isimlerinin tecellilerini mahlûkat aynasında izleyen, muhafaza eden, gözeten, gören, işiten ve sevendir. Burada; "Allah’ın bunlara ne ihtiyacı var? Veya—hâşâ—başka Allah mı var? Ya da, başkasının gözüyle görmeye ne gerek var?" gibi sorular mesnetsizdir. Biz muhtaç olduğumuz için görüp gösterebiliriz. Ama Cenâb-ı Allah ihtiyaç içinde olmaktan müstağnidir, münezzehtir, müberrâdır, beridir, uzaktır, muallâdır. Cenâb-ı Hak sırf öyle dilediği için ve böyle irade buyurduğu için görür, gözetir, muhafaza eder, müşahede eder ve gösterir.
Dipnotlar: 1- İşârât’ül-İ’câz, S. 23. 2- Fâtihâ Sûresi, 1/1. 3- Mektûbât, s. 230. 4- Sözler, s. 113. 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Pakistan boğulurken! |
Pakistan, tarihinin en büyük felâketini yaşıyor. Birleşmiş Milletlere göre 14 milyon, Pakistan’a göre 20 milyon insanı etkileyen sellerde ölenlerin sayısı bin 600’ü aştı. 17 milyon dönüm ekili arazi sular altında. Özellikle de zaten ABD’nin Taliban’ın saklandığı gerekçesiyle Pakistan’ı da zorlayarak sık sık vurduğu Svat Vadisi başta olmak üzere, dertli bölgeler bu sellerden ve toprak kaymalarından daha çok etkileniyor. Uluslar arası uzmanlar Pakistan’daki yağışların doğurduğu felâketin boyutunun 2004’teki tsunami ve geçen yılki Haiti depreminin toplamından daha büyük olduğunu hesaplıyor. Pakistan’da ordu dışındaki kurumlar maalesef böyle bir felâketle başa çıkmada son derece başarısız kaldılar. Bir haftadır hiçbir yardımın ulaşmadığı insanlar var. Hükümetin beceriksizliği ve yetersizliği, çaresizlikten öfkeyi doğuruyor. Peki dünya ne yapıyor? Birleşmiş Milletler 459 milyon dolarlık yardım toplama kampanyası başlattı. Ama dünyanın ilgisizliği şaşırtıcı boyutlardaydı. Henüz toplanan para yalnızca 10 milyon dolar. Bundan önceki felâketlerde çok kısa süre içinde bundan onlarca kat fazla yardım toplanmış ve ulaştırılmıştı. Meselâ; tsunamide toplanılan rakam 300 milyon dolardı. Neden dünya bu kez bu kadar yavaş davranıyor? Bazı uzmanlar bunun sebebini; Batı’da 1980’li yıllardan beri—özellikle de 2001’den bu yana—Pakistan’la ilgili olumsuz bir medya imajı oluşturulmasına bağlıyor. El-Kaide ve Taliban’ı destekleyen, Londra ve Bombay bombalamalarıyla ilişkilendirilen, kendi ülkesinde en son Benazir Butto örneğinde görüldüğü gibi siyasî cinayetlerin istisna olmaktan çıktığı bir ülke olarak tanıtılıyor medyada Pakistan. Halbuki nüfusunun yüzde 35’i—yani 450 milyon insanı—yoksulluk sınırının altında yaşayan Hindistan ise örnek ülke olarak lanse ediliyor. Hatta okuduğum bazı Batı gazetelerinin köşe yazarları, yapılacak yardımların bir kısmının el-Kaide ve Taliban’a gideceği gibi, insanları yardımdan caydıracak son derece acımasız yorumlar yapıyorlar. Bütün bu olumsuz şartlar altında Pakistan sellerle boğuşmaya devam ediyor. Ölenler bir yana kalanlara yardım ulaşmıyor; yaygın ishallerin yanı sıra kolera da başladı. 180 milyonluk Pakistan’da her on kişiden birisi sel felâketinin mağduru ve çoğuna henüz hiç yardım ulaşmadı. İşte böyle bir ortamda Türkiye Kızılay aracılığıyla yaptığı 35 ton insanî yardımın yanı sıra, bizzat Başbakan Gilani’ye çekini teslim ederek 5 milyon dolar yardım yaptı. Böylece zor durumdaki kardeş ülkenin yardımına koşan en önemli ülkelerden birisi oldu Türkiye. ABD’nin 59 milyon dolarlık yardım sözü ise henüz yerine getirilmeyi bekliyor. Bizim evlerimizde iftar saatini sıcak çorbanın başında beklediğimiz şu mübarek günlerde, bir tas çorbaya muhtaç Pakistanlı kardeşlerimiz için hepimiz bir şeyler yapmalıyız. Devletimiz de kendi yaptığı yardımla yetinmeyip, BM ve müttefiki olan Batılı ülkeler nezdinde daha çok ve daha çabuk yardım toplanmasına öncülük etmeli. Rabbimize bu felâketin bir an önce sona ermesi için dua ediyoruz. 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Fırsat kolluyor |
Çarşı pazarda… Hissetmesek de… TÜİK verilerine göre hayat ucuzluyor. Hem de son üç aydır. Temmuz ayında TÜFE eksi çıktı. Yüzde 0,48 oranında. Yıllık bazda enflasyon yüzde 7,58. Enflasyon hesabında 454 çeşit madde esas alınıyor. Giyim, ayakkabı ve gıda fiyatları gerilemiş. Mevsimsel etkenlerin rolü büyük. Buna karşılık et, süt ve unlu mamüllerin fiyatları artmış. Şimdilik düşük seyreden enflasyon faizin üzerindeki baskıyı hafifletiyor. Çünkü faizle enflasyon arasında sıkı bir ilişki var. Birbirlerini gölge gibi takip ederler. Yükselişleri ve inişleri birlikte olur. Daha doğrusu faiz enflasyonu dizginlemek gibi bir misyon üstlenmiştir. Diğer faktörleri bir yana bırakırsak enflasyonun sebebi talep fazlasıdır. Yani tüketimin üretimi aşmasıdır. Kıt olan malın fiyatı artar. Bunu engellemek için izlenecek yol bellidir. Ya piyasaya daha fazla mal verirsiniz… Ki her zaman mümkün olmayabilir… Ya da faiz silâhını kullanır, oranları yükseltirsiniz. Faizler yükselince… Bir bölüm tüketici mal satın almaktan vazgeçer, parasını bankaya yatırarak ek kazanç elde etme yolunu seçer. Böylece talep kısılır. Üretim ve tüketim dengelenir, fiyatlar makul seviyeye iner. İktisat kitapları böyle söylüyor. Merkez bankaları ve siyasî otoriteler de kitaba uygun politikalar üretirler. Ne var ki bu mekanizma bazen işe yaramaz. Faiz-enflasyon kısır döngüsüne girilir. Bunun da şöyle bir mantıksal açıklaması olabilir. Faizin yükselmesiyle tüketim yerine bankaya giden para, her halde kasada kilitli kalmayacak. Bir maliyeti olduğundan bir şekilde satılacak. Piyasaya girecek. Talebi tetikleyecek. Bu da bir tez. Geçenlerde Türkiye’ye gelen IMF heyeti ise aksi görüşte. Faizlerin yavaş yavaş arttırılmasını öneriyor. Hem de enflasyonun inişe geçtiği şu sırada. Neden? Çünkü IMF, enflasyon riskine işaret ediyor, şimdiden tedbir alınmasını tavsiye ediyor. Faiz arttırımıyla ilgili görüşüne katılmıyoruz. Ama enflasyonun her an azabileceği endişesini paylaşıyoruz. Kaldı ki enflasyon diğer ülkelere göre hayli yüksek. Ve de daha da tırmanmak için fırsat kolluyor. Önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimler bunun için uygun ortam. Umarız iktidar hesapsız kitapsız bir şekilde kesenin ağzını açarak enflasyonu körüklemez. 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çay işi hara hura |
Tarım sektörünün her bölümünün kendisine has sıkıntıları var. Bunun sebebi de uzun yıllardan beri bu sektörün ‘üvey evlât’ muamelesi görmesidir. ‘Sanayi ülkesi olacağız’ diye tarımı el birliğiyle öldürdük. Şimdi de ‘kendi ayağına kurşun sıkan’ kişi gibi ağlaşıyoruz... Sıkıntı yaşayanlar arasında çay üreticileri de var. ‘Çay üreticisi’ bir aileye mensup olduğumuzdan dolayı bu sıkıntıları kısmen yaşıyor, kısmen de yaşayanlardan dinliyoruz. Her yıl olduğu gibi bu yıl da ‘yıllık iznimizin bir bölümünü’ Çayeli, Senoz Vadisindeki köyümüzde geçiriyoruz. Dolayısı ile çay üreticilerinin sıkıntılarına da bizzat şahit oluyoruz. Çay üreticilerinin en önemli sıkıntısı, ürettiği çayı satma noktasında çektiği sıkıntıdır. Bunun sebebi de, devletin uyguladığı ‘kota’dır. Devlet, çay üreticisinin ürettiği çayın tamamını satın almıyor. Üreticiler, belli bir miktarı devlete sattıktan sonra kalanını ‘özel sektör’e satmak durumunda. Problem de bu noktada başlıyor: Özel sektör tamamen keyfi davranarak üreticiyi mağdur edebiliyor ve bunun bir müeyyidesi yok! Her sahada özel sektör ‘iyi’ neticeler verirken, çay sektörü noktasında sıkıntılara sebep oluyor. Hemen ifade edelim ki bu durum sadece bu yılın problemi değil, geçmiş yıllarda da benzer sıkıntılar yaşandı. Çok sayıda üretici, yaş çayını özel sektöre sattığı halde parasını alamadı ve hâlâ da alabilmiş değil. Üreticinin derdini anlatabileceği ve çare bulabileceği bir yer de yok. Bugüne gelirsek: Genel anlamıyla köyler göç sebebiyle boşaldığı için yaş çay toplama konusunda ‘işçi’ sıkıntısı çekiliyor. Çoğu üretici, Gürcistan’dan gelen işçileri çay toplama işinde çalıştırıyor. Türkiye’de işsizlik had safhada olduğu halde çay üretiminde yerli işçi yerine ‘yabancı’ işçi kullanılıyor olması da garip bir durum. Gerçi bu durum üreticinin menfaatine, çünkü ‘yerli’ işçiler daha fazla yevmiye ile çalışırken, ‘yabancı’ işçiler daha az para karşılığı çalışıyorlar. Fakat uzun dönemde bunun nasıl bir netice doğuracağını şimdiden tahmin etmek zor. Yaş çayın tonu için devletin tesbit ettiği fiyat, yan ödemelerle birlikte ortalama olarak 1.000 (bin) TL civarında. Özel sektör ‘peşin’ para ile yaş çay satın alıyor, ama bunun için üreticiye bir ton için 700 (yediyüz) TL veriyor. Bu miktar, devletin ödeyeceği ‘yan ödemeler’le 800 TL’nin biraz üzerine çıkıyor. Neticede vatandaş peşin para almış oluyor, ama ürününü ucuza satmış oluyor. Üretici noktasındaki bir sıkıntı da, devlet ve özel sökter arasında sıkışmış olması. Üretici, önceden belirlenmiş ‘kota’ miktarı ürününü devlete (ÇAYKUR’a) sattıktan sonra kalanını özel sektöre satmak mecburiyetinde. Başka şansı yok, çünkü bugün toplanan çayın bir ya da iki gün içinde fabrikaya ulaştırılması şart. Bekletme, depolama, biriktirme imkânı yok. İşte bu mecbur kalma hali, üreticinin özel sektör elinde bir bakıma ‘oyuncak’ olmasını netice veriyor. Meselâ, özel sektör bu yılın Haziran ayında yaş çayın tonuna 800 TL peşin para verirken, bir hafta önce 750 TL veriyordu. Bugün ise daha da indirim yaparak 700 TL veriyor. Az çok her şeyin fiyatının arttığı bir Türkiye’de yaş çay fiyatının düşmesi üretici açısından kabul edilebilir bir durum mudur? Buna rağmen üretici özel sektörden yine de memnun! Çünkü çaresiz! “Ya özel sektör hiç çay almasa ne yapardık?” diyor. Bu durum çaresizliğin ikna edici bir delili değil midir? Ormancık Köyünde çay üretimi yapan komşumuz Hamit Amca durumu şöyle özetliyor: “Çay işi hara hura.” 16.08.2010 E-Posta: [email protected] |