M. Latif SALİHOĞLU |
|
Terörün maskeleri |
Kime gidip sorsanız, anında şu tarz cevaplar alırsınız: Bence terör bitmeli. Kardeş kavgası sona ermeli. Çekilen acılar, akan gözyaşları bir an evvel dindirilmeli... Evet, hemen herkes böyle der; ama, yine de terör olayları durmak bilmez. Çatışma, saldırı, bombalama, mayın tuzağı ve savaş harekâtını andıran operasyonlar devam edip gider. Demek ki, açıkça söylemeseler, hatta inkâr bile etseler, yine de terör olaylarının devam etmesini isteyenler var. Bunlar kandan, kargaşadan, gerilimden besleniyorlar. Mâsumların kanına ekmek doğrayıp semiriyorlar. Hasis menfaatleri için, kirli emelleri için, insanlıktan çıkıyorlar. Bunlar vatan ve millet düşmanlarıdır. Bu düşmanlığı açıkça yapamadıkları için, yüzlerine maske takarlar. Suret–i haktan görünürler. Akıl, vicdan sahibi herkes biliyor ve inanıyor ki, terörün Türkiye'ye faydası yok, zararı ise pekçok. Keza, bu tür faaliyetlerin ne Türklere, ne de Kürtlere bir yararı var. Kimse de çıkıp bunun aksini iddia etmiyor zaten. Dolayısıyla, kendini Türk veya Kürt hisseden, bu vatan toprağı üzerinde huzur içinde yaşamak isteyen hiçkimse, teröre tarafdar dahi değildir. Ama, buna rağmen hadiselerin önüne geçilemiyor, kanlı saldırıların sonu gelmek bilmiyor. Demek ki, işin içinde görünmeyen eller var, gizli parmaklar var, maskelenmiş yüzler var... Peki, kim bu maskeli teröristler? Bunların fotoğrafını göstermek, neredeyse imkânsız. Zira, maşa kullanma, iz kaybettirme ve kendilerini kamufle etmede hayli başarılı, maharetlidirler. O halde, mantık yürüterek bunların ancak tarifini yapmak mümkün. Biz de öyle yapalım. İşte, size terörün bitmesini istemeyen ve devamından medet uman maskeli çevrelerin bir listesi... 1) Hakikatte Türk olmadığı halde, bu vatanda inadına Türkçülük yapanlar. Masonlar, dönmeler, Sabetaistler bunların başında geliyor. 2) Hakikatte Kürt olmadığı halde, kendilerini Kürtlerin hak ve özgürlüğü için çalışıyormuş gibi gösterenler. Gizli Ermeniler, Yahudi kökenliler ve dönmeler bunların başında geliyor. 3) Ülke ve dünya genelindeki uyuşturucu baronları. 4) Silâh tâcirleri. 5) Darbe heveslileri. Cuntacılar. 6) Demokrasi düşmanları. 7) İslâmiyet düşmanları. 8) AB karşıtları. 9) Türkiye'nin iktisadî yönden gelişmesini, güçlenmesini istemeyenler. 10) Türkiye'nin huzura kavuşmasından huzursuzluk duyanlar. 11) Irkçılık fitnesini, bizi bölüp parçalamak için bir silâh, bir âlet olarak kullanan ezelî muhasımlar. * * * Şeytanın uşakları, avaneleri çoktur. Biz ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım, onlar bildiğini okumaya devam edecekler. Onları değiştiremeyiz belki; ama, heveslerini kursaklarına hapsetmemiz mümkün. Yeter ki, biz üzerimize düşeni bilelim ve vazifemizi yerine getirelim. Başkası ne yaparsa yapsın, ne tür tezgâh kurarsa kursun, ne çeşit dolap çevirirse çevirsin, bütün gayret ve çabalarını boşa çıkartacak olan öncelikli meselemiz "müsbet hareket" düstûruna hakkıyla uymaktır. Bu düstûra uymamız, dolayısıyla menfî harekete tevessül etmememiz, onların dermanını bitirir, heveslerini kursaklarına hapsettirir, her türlü plân ve hesaplarını biiznillâh tersine çevirir. Aksi halde, onlara hizmet etmekten ve oyunlarına âlet olmaktan asla kurtulamayız. Zira, o canavar ruhlular, daima puslu havadan, sis–dumanla kaplı ortamlardan medet umarlar. Başka türlü yaşayamazlar, gelişemezler.
Güvenlik soruları
Teröristin çoban sanılarak dokunulmadığı, köylünün ise terörist sanılarak öldürüldüğü bir coğrafyada, acaba kim kendini güvende hissedebilir? İkinci soru da şu: Böylesi bir güvenlik anlayışı, yahut yapılanmasıyla, acaba terörün kökü kazınabilir mi?
Tarihin yorumu 1 Temmuz 1926
Zanardelli Kànunu kabul edildi
Halk Partisinin hegemonyası altına giren Millet Meclisi tarafından 1 Mart'ta (1926) kabul edilen "yeni ceza kànunu" 1 Temmuz itibariyle yürürlüğe girdi. Yapılan bu işgüzarlığa her ne kadar "Türk Ceza Kànunu" ismi verildi ise de, gerçekte bunun Türk ve İslâm unsuruyla hiçbir alâkası yoktur. Zira, bu ceza kànunu maddeleri, üzerinde hiçbir değişiklik yapılmaksızın, İtalya'dan aynen kopya edilerek alındı. Bunun sebebi ise, Avrupa'da uygulanan en sert ceza kànunu olmasıydı. 1924'ten sonra başlayan "Avrupalılaşma modası" gerekçesiyle, kendimize ait ne varsa terk ediliyor ve Avrupalılara zillet içinde yaranmaya çalışılıyordu. İsviçre'den kopya edilen "Medenî Kànun"dan sonra, İtalya'dan da "Ceza Kànunu" aynen transfer edildi. Üstelik, hiç utanıp sıkılmadan da bu araklamalara "Yeni Türk Kànunları" ismi verildi. Neresi Türk bu yapılanların? Dahasını da ekleyelim: İtalya'dan aynen kopyalanan o günkü ceza kànunu, İtalya'da "Zanardelli Kànunu" olarak biliniyor. G. Zanardelli, bu kànun metnini 1889'da hazırlatıp Meclis'ten geçirmiş ve bunu ülkesinde baskı yoluyla uygulatmıştır. Avrupa'nın en zorbaca kànunu olan Zanardelli Kànununu benimseyen bizdeki Halkçı diktatörler, bunu aynen tercüme ile yürürlüğe koydular. Zaman içinde değiştirile değiştirile yamalı bohçaya döndürülen Zanardelli Kànunu, geriye kalan tortuları itibariyle, kısmî olarak halen de adâlet sarayımızı bulandırmaya devam ediyor. Tuhaf bir başka nokta da şudur: Bizdeki AB karşıtları, bıraksanız, ilkel Zanardelli Kànununu bugünkü medenî AB normlarına bile tercih edecekler. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Gizli aşk bu… |
Hiç âşık olmadım, ya da, olmadığımı sandım durdum ömrümce. Duygusal bir an yaşasam, hemen hüzne düşerim. O an, ya dünyama küserim, ya gözyaşı dökerim. Bazı zaman, gülerim bu hâlime. Anlaşılmaz bir hâlet! Anlayamadığım, algılayamadığım bir haslet. Gün gelir, bir musikî namesi; gün gelir, bir şiirin dizesi ya da bir ezan inlemesi alır, götürür, başka başka âleme; hislerimi kabartır, harman olur duygular. Dalgalanır önce gönlüm, ardından çırpıntı başlar. Durulur, durgunlaşır, yakamozlar parıldar. Bir menkıbe tesir eder, o günlere giderim. “O gün” olurum, “o gündeki” olurum; orada dururum, birden. Yine fırtına başlar; hemen çatılır kaşlar! Sızlanırım içten içe, içten içe… Bir gün oldu, Medine’de, bir kasîde, beni benden çıkardı. Düğümlendi boğazım, o an kurudu ağzım; hıçkırıklar dizildi art arda, art arda… “Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah / Nasıl bilmem bu nîrana dayandım yâ Resûlallah” mısralarıyla gönül meş’alem, alevlenmiş bir âlem… Sevgi, kalbe konan kelebek; güldeki şebnem gibi. Zâten, dinimiz de, sevgi üzre müesses. Sevmek, aklı olan insanda, etle tırnak gibi şey. Ne onun, onsuz; ne de bunun, bunsuz olduğunu düşünmek, hayattan sukût demek. Başka mahlûklar bile kendine has severler, sevenleri bilirler. Âdemoğlu, sevgisini arttırıp âşık olsa, çok mudur? Birçok şeyi sever insan, birçoğunu siler nisyan. Bilinmeyen, silinmeyen bir hissediş, ruhumdaki feveran. Lâhutî bir ezginin, ondan sızan sezginin arkasında bir şey var. Bir şey var!.. Cazibedar sevgiler âşık olmaya yetmez. Dört beş günlük şu dünya, meşgul olmaya değmez. Peki, benden ne istiyor, susmak bilmez gönül kuşum? Hangisine el uzatsam, bilmiyorum; bir hoşum. Kimileri, boynu bükük: “Aşkın aldı benden beni / Bana Seni gerek, Seni” 1 diyor. Bir diğeri: “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim” 2 diyerek, var gücüyle haykırıyor gönlündeki “Yâr”ine. Aşk değilse bunlar, nedir? Kimi cehrî, kimi hâfî, göz göz olmuş yürekler. Kimileri, bedenine hicranını gömerler. Şair: “Gizli aşk bu, söyleyemem / Derdimi hiç kimseye” demiş. Demiş ama, âdemin âşık, Ahsen’in ma’şûk olduğunu bilmemiş! Şu garîbin fîzârı bir gün olsun dinmemiş, ömrünce hep inlemiş. Demek, ahvâlini fâş etmenin gelmiş bugün zamanı. Anladım! O’ndan gayri her şey, fânîdir bu yerde; O’ndan gayri bir şey, merhem olamıyor derde. Yâ Rabbi! Aşkta, acıda, kederde; hayatta, mematta, kabirde ve haşirde; bize, “Seni gerek, Seni”…
DİPNOTLAR: 1- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yunus Emre Güldeste, s. 44. 2- Said Nursî, Sözler (yeni tanzim), s. 436. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Şöhretin bedeli |
Dayanılmaz bir yüksekliktir bu… Eskiden, samimî insanlar bu şöhretten yılandan-akrepten kaçındığı gibi kaçınırlardı. Şimdi öyle değil... Adeta şöhret bekleniyor, verilmez ise dargınlıklar başlıyor. Halbuki “Büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir” D. Mehmet Doğan bunu şöyle tarif etmiş: “Eski kültürümüzde ‘Şöhret, âfettir’ sözüne çok itibar edilirdi. Günümüzde ise ‘Reklâmın kötüsü olmaz’ sözü baş tâcı ediliyor.” Bu mânâda Bediüzzaman Hazretleri: “Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mâl eder” demiştir. Fakat, şöhretin âfet olduğunun farkına bile varamıyoruz. Bu, hafiflikten kaynaklanıyor. Ve de imanın zaafiyetinden… Yükseklerde rüzgârlar sert eser efendim. Zevkinden ziyade tehlikeleri vardır. Orada tutunmak zordur. Sağlam bir irade lâzımdır. “Şöhret, her zaman aynı yöne esmez” diyor Donte. Ve anonim bir ifadede “Meşhurları uzaktan sevin” deniliyor. “Birbirinizi ölçüsüz bir şekilde methetmeyin. Zîra bu durum, methedileni öldürmek gibidir” buyurulmuştur hadis-i şerifte. Ve Bişr-i Hafî “Şöhreti seven kimse, ahiretin zevkine eremez” diyor. İmam-ı Azam Hazretleri ise “Zillete düş, fakat şöhret isteme. Bilgili ol, bilgiçlik taslama. Susmasını bil ki, selâmet bulasın. Mevki sevgisi her kötülüğün başıdır. ‘Ne derler?’ diye çekinme, Allah kınayıp kötülemedikten sonra..” buyuruyor. Lâedri bir ifadede ise şöhreti şöyle tasvir ediliyor: “Ne kadar yüksekte de olsa şânın, Akıbet iki taş olur nişanın.” Zira, insanı ahirette kurtaracak yalnız amelleridir. Ne kalan mal ve mülkü, ne de afetli şöhretidir. Bir meşhur insanın cenaze merasimi çok şatafatlı olabilir. Hatta bu cenaze merasimine bile, şöhretine bir kâr daha katmak için gelenler vardır. Ama, bunun kabirdekilere hiçbir faydası olmaz. Mehmet Âkif Ersoy şöyle tasvir ediyor bunu: “Bir canlı izin varsa şu toprakta silinmez, Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı” Bâkî ise şöyle sesleniyor: “Avazeyi bu âleme Davud gibi sal, Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” İsmail Bayram ise, şu çok mânâlı sözü satırlarda ebedîleştirmiş: “Künyem taştan silinsin, silinmesin ne çıkar! Dost ile düşman sevinsin, sevinmesin ne çıkar! Ölürsem, iman ile Kur’ân bana kâfî, Meçhul olsun mezarım, bilinmesin ne çıkar!” Benliğin ve bencilliğin getirdiği neticeler hem sahibini, hem de çevresini yakmıştır. Bunun çaresi “vakur” duruşu kendine âdet edinmektir. Mertliği elden bırakmamaktır. Zira “O kabul etse ve razı olsa, bütün halk reddetse hiç ehemmiyeti yoktur” ölçüsü insanı rahatlatan bir gerçektir. Merhum Namık Kemal ne demişti: “Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten” Bu sırrı yakalayanın önünde kimse duramaz. Hadiseler ne kadar acımasız olursa olsun, hâmiyetli bir insanı yıkamaz. Fakat en sevgili dosttan atılan bir gül bile insanı incitir. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Öfke yutma fazileti üzerine |
Bekir Bey: “Ben öfkeme hep yenik düşmüş, bu yüzden ciddî zararlar görmüş ve her zaman büyük pişmanlıklar içinde yaşayan aciz kullardanım. Bu sinir ve öfke için neler yapmak gerekir? Öfkelendiğimde öfkemi nasıl yutarım?”
Kişinin kendini tanıması Allah’ın hususî bir lütfudur. Çünkü nefis kendini tanımak ve acziyetinin farkına varmak istemiyor. Öyleyse siz kendi hastalığınızı keşfetmiş ve çaresi yolunda ehemmiyetli adımlar atmış bahtiyar kullardansınız. Anlaşılıyor ki, Allah size öfkenizi fark ettirmiş; bir adım ötesinde olan öfkenizi yenmeniz hususunda da Allah’ın yardımı İnşaallah size gelecektir. Ümidinizi kaybetmeyin ve olumlu adımlarınızı eksik etmeyin. Önce öfkeyi tanıyalım: Öfke kuvve-i gadabiyedendir, yani fıtrattandandır. Öfkeyi yok etmek mümkün değil, fıtrî de değildir. Esas olan, öfkeyi olması gereken yöne kanalize etmek, öfkeyi doğru yerde kullanmaktır. Yani öfkeyi mecazi olarak değil, yani dünyevî endişeyle değil; hakikî olarak, yani uhrevî endişeyle kullanmaktır. Meselâ vatan savunmasında öfke şecaat olarak lâzımdır. Yoksa vatanı, milleti, hakkı, hukuku, doğruyu, iyiyi savunmak mümkün olmazdı. Fakat Müslümanlar arası ilişkilerde öfke değil, gazap değil, rıfk ve teenni, yani yumuşak huyluluk lâzımdır. Düşmanlara karşı birer şahin kesilen ve canı pahasına gözünü kapayıp düşman üstüne atılan Ashab-ı Kiram, halk arasına döndüklerinde yumuşak huylu birer rıfk ve nezaket meleği olup çıkarlardı. Bediüzzaman Hazretlerine göre, öfkenin üç mertebesi vardır: İfrat, tefrit ve vasat mertebeleri. Dinimiz bizi ifrat ve tefritten uzaklaştırıyor; öfkenin vasat halini ise yaşamamızı emrediyor. Öfkenin ifrat hâli tehevvürdür; ileri derece saldırganlık, maddî manevî hiçbir şeyden korkmayıp yakıp yıkmak, her tarafı kırıp dökmek, öfkeyle kalkıp zararla oturmak hâlidir. Bütün istibdatlar, tahakkümler, baskılar, şiddetler, zulümler, haksızlıklar, kavgalar, cinayetler bu mertebeden çıkıyor. Bu mertebede öfkeyi kullanmak helâl değildir, yasaklanmıştır. Bir gün bir bedevi geldi ve sırf görgü noksanlığı dolayısıyla Peygamber Efendimizin (asm) mescidine idrarını yapıverdi. Bunu gören sahabeler derhal kızdılar ve öfkeyle adamın üzerine yürüyeceklerken, Peygamber Efendimiz (asm) uyardı: “Onu bırakın! İdrarının üstüne bir kova su dökün! Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.” 1 Peygamber Efendimiz (asm), mübarek huzuruna gelip: “Ya Resulallah! Bana bir tavsiyede bulun” diyen gazap ehli bir adama tavsiye olarak: “Kızma!” buyurmuş; arzusunu birkaç kez tekrarlayan adama yine birkaç kez: “Kızma!” buyurarak Müslümanlar arasında ve halkla beşeri ilişkilerimizde öfkeyi kullanmamamız gerektiğini, bunun yerine salim aklı ve sıhhatli düşünceyi kullanmamız ve yumuşak huylu olmamız gerektiğini bildirmiştir. 2 Öfkenin tefrit hâli cebanettir. İnsan bu halde, adeta evham külçesi gibidir; korkulmayan şeylerden dahi korkar. Öfkenin vasat hâli ise şecaat ve kahramanlıktır. Şecaat ve kahramanlık mertebesinde insan, din hakkı için, Allah hakkı için, vatan hakkı için, hak ve hukuk için canını verir. Meşrû olmayan ve hak olmayan kavgalara, sürtüşmelere, tartışmalara, dâvâlara karışmaz. 3 Öfkesini yutanları, tutanları, öfkesine hâkim olanları Cenâb-ı Allah övüyor: “O takva sahipleri bollukta ve darlıkta verenler, öfkesini tutanlar ve insanların kusurlarını af edenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.” 4 Peygamber Efendimiz de (asm) muhtelif hadislerinde buyurur ki: “Pehlivan güreşte hasmını yenen kimse değildir; asıl pehlivan öfke zamanında öfkesini yenendir.” 5 “Kendisine öfkelenildiği halde yumuşak davranana Allah’ın sevgisi vacip olur.” 6 “Öfkelenme! Çünkü öfke yıkıcıdır!” 7 “Öfkelenme! Öfkelenmezsen Cenneti hak edersin!” 8 Öfkelendiğimizde neler yapmamız gerektiği konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Öfkelendiğinizde ‘Eûzü Billâh’ (Allah’a sığınırım) derseniz, öfkeniz gider.” 9 “Ayakta iken öfkelenirseniz oturun. Öfke geçmezse uzanıp yatın!” 10 “Öfkelendiğiniz zaman susunuz!” 11 “Öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Su ateşi söndürür. Öfkelendiğiniz zaman abdest alınız.” 12 “Öfkenin ve ağız kavgasının ilâcı iki rekât namazdır.” 13
Dipnotlar: 1- Riyazu’s-Salihin, 634, 2- Riyazü’s-Salihin, 637, 3- İşaratü’l-İcaz, s. 29, 4- Al-i İmran Sûresi: 134, 5- Riyazu’s-Salihin, 645, 6- Camiü’s-Sağir, 4/3834, 7- Camiü’s-Sağir, 3/3867, 8- Camiü’s-Sağir, 3/3868, 9- Camiü’s-Sağir, 1/425, 10- Camiü’s-Sağir, 1/424, 11- Camiü’s-Sağir, 3/2662, 12- Camiü’s-Sağir, 3/2796, 13- Camiü’s-Sağir, 2/1801. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Esaretin bedeli |
Kafkasya, etnik mozaiğin ve kültür çeşitliliğinin en zengin olduğu coğrafyalardan bir tanesidir. Bu hâliyle Türkiye’nin kuzey batısındaki Balkan yarımadasına benzer. Anadolu yarımadası bu bölgelerde yaşayan Müslümanların sığındığı bir yer olmuştur. Batıdan Arnavut, Boşnak ve Pomak Müslümanlar nasıl ki barbar ve komünist devletlerden kaçıp ülkemize sığınmışlar; aynı şekilde Gürcü, Çerkez, Balkar, Çeçen, Kabartay ve İnguş Müslümanları da özellikle Rus zulmünden kaçarak Anadolu’ya göç etmişlerdir. Sovyet dönemi, Çarlık Rusya’sından çok daha berbattır. Marksizm sadece Müslümanları ezmemiş, Hristiyanlık dinini de ortadan kaldırmak için çok büyük tahribat yapmıştır. Sovyet hâkimiyeti altında kalan Müslüman halklar bırakın dinlerini yaşamayı, çocuklarına en temel bilgileri dahi öğretme imkânı bulamamışlardı. Komünist esaretinin en ağır bedeli işte bu hazin durumdu. Bunun bir delili olarak en son çalıştığım gemide yaşadığım acı hatıraları paylaşmak istiyorum. Gemimiz Türk personelin azınlıkta olduğu özellikle Gürcülerin bulunduğu çok milletli bir gemiydi. Yedi denizci Gürcü ve bunlardan altı tanesi de Müslümandı. Gürcü gemiadamları işlerinde çok çalışkandı. Çok ağır görevleri ve işleri şikâyet etmeden başarılı bir şekilde yerine getiriyorlardı. Fakat dini konularda ne yazık ki bu denli iyi değildiler. Onlara insancıl bir şekilde yaklaştığım için beni çok seviyorlardı. Aslında gemi kaptanları işveren vekili pozisyonunda olduğu için pek sevilmezler; lâkin benim durumum biraz farklıdır. Şu ölümlü dünyada işi gücü ikinci plana bırakır, iyi ilişkiler kurmayı ve insanların duasını almayı daha çok önemserim. Bu sebeple Gürcü denizciler de beni çok seviyorlardı. Onların bu yakınlıklarından istifade ederek özellikle dinî konularda çeşitli sorular sordum. Almış olduğum cevaplar maalesef pek iç acıcı değildi. Gürcü kardeşlerimiz Müslümandı, lâkin sadece kâğıt üzerinde. Ne dinî bilgileri vardı, ne de dinî yaşayışları. Gemiden ayrılmama birkaç gün kala bu kardeşlerimizle sohbet etmeyi gerekli gördüm ve konuşmaya başladım. Öncelikle İslâm’ın beş şartını sordum. Türkçeyi konuşamasalar da benim söylediklerimi anlayabiliyorlardı. Anlayamadıkları durumda ise Türkçeyi çok iyi konuşan Genadi tercümanlık yapıyor, eğer o da anlatamaz ise Rusça bilen Çarkçıbaşımız devreye girerek yardımcı oluyordu. İslâm’ın beş şartını ilk defa duyuyorlardı. Mecburen buradan anlatmaya başladım. Kelime-yi Şehadet getirmeyi sorduğumda hepsi bunu bildiğini söyledi. Biraz bozuk bir şekilde olsa da şehadet cümlesini söylediler. İkinci şartın namaz olduğunu söyledim. Maalesef bunu da bildiklerini fakat yapamadıklarını ancak ülkelerine gittiklerinde yapabildiklerini söylediler. Omar isimli yaşlı denizci ise hayatında hiç camiye gitmediğini söyledi. Omar’dan söz aldım. Gürcistan veya Rusya’ya gittiğinde muhakkak Cuma namazına gideceğini söyledi. İki ülkede evi vardı ve her birinde çocukları olduğunu söylüyordu. Çocuklarına dinimizin emirlerini öğretmesinin çok önemli bir görev olduğunu söyledim. Özellikle Hristiyan olan eşinden doğan çocuğuna Müslümanlığı öğretmesi gerekirdi. Bana bu konuda gayret edeceğine dair söz verdi. Rabbim hidayet nasip etsin İnşaallah… Lezgi olan bir başka denizcinin eşi de Kabartaylı idi ve Hıristiyan olduğunu söyledi. Fakat, Haçı kabul etmiyor, üzerinde ve evinde taşımıyormuş. Ona da eşinin Müslüman olması ile ilgili olarak bazı nasihatlerde bulundum. Bir kişinin hidayetine vesile olmasının sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka olarak vermekten daha hayırlı bir iş olacağını söyledim. Eşi kendisini çok seviyormuş. Her ne söylese yapar imiş. İyi işte dedim, madem böyle diyorsun önünde büyük bir fırsat var. Bunu kullan dedim. Bana ülkesine yani Azerbaycan’a dönünce muhakkak bu hayırlı işi yapacağını söyledi. Ayrıca eşinin çok araştırmacı olduğunu, dinî sohbetlere gittiğini söyledi. Sohbetimiz İslâm’ın diğer şartları ile devam ediyordu. Namazdan sonraki şartın Oruç olduğunu söyleyince bunu da bildiklerini, fakat gemide tutamadıklarını söylediler. Bir iki tanesi ülkelerinde yani Gürcistan’da oruç tuttuğunu söyledi. Diğer iki şartın ise, durumu iyi olanlar için geçerli olduğunu, hac ve zekât vermeleri için belirli bir maddî güce erişmeleri gerektiğini söyledim. Sohbetimiz gece yarısına kadar devam etmişti. Çok duygusal bir şekilde vedalaştık. Uzun süre demirde kalmıştık ve gemimizin yanaşması için sabahı beklememiz gerekiyordu. Sonunda güzel bir sohbet ile gemiden ayrılmıştım. Rabbimden bütün Müslümanlara iman ile yaşamayı ve ibadet etme şuurunu öğretmesini niyaz ediyorum. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Büyüklerin “çocuk” düşünceleri |
Şairin, “Kim demiş çocuk küçük birşeydir, belki o en büyük şeydir” demesinde mübalâğa yoktur. Biz, bazı söz ve hareketleri “çocuksu” ve “çocukça” tabirleriyle küçümsemiş olsak bile çocuğun ve çocukluğun dünyamızdaki yeri daima büyük olmuştur. Dünya hayatı şartlarında yeniden çocukluğa dönme yok, ama çocuk edinme var. Kendi çocuklarıyla ve nihayet torunlarıyla halleşme, hatta bir bakıma “çocuklaşma” var. Ve her gün ölenlere, dünyadan göçüp gidenlere nazaran, dünyaya gelenlerin sayısı daha fazladır ki, dünya nüfusunda azalma değil, artış oluyor. Dünya nüfusunun dörtte birini de çocuklar teşkil ediyor. Anne ve babanın hayata bağlanmasında önemli bir sebep teşkil eden çocuk; anne ve babasını dünyada bırakıp gitmesiyle de, onların yüzünü ebediyete çevirmede hikmetli ve ilâhî bir vazifeyi üstlenmiş oluyor. Çocuğu elinden alındığı zaman “eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i iman ise, dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakikîyi bulur. Der ki: Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe.” (Bakınız: 17. Mektup, Çocuk Taziyenamesi) *** Çocuklarımızı anlama, onları koruyup kollama hususunda Allah Resûlü (asm) bizim en büyük rehberimiz olmalıdır. “Allah’tan korkun, çocuklarınız arasında adaletli davranın.” “Şüphesiz ki Allah, çocuklarınız arasında öpücüklerinizde de eşit davranmanızı sever” hadis-i şerifleri ile bu husustaki bütün Peygamber sözleri ve fiilleri bize ışık tutmalıdır. Odur (asm) ki, “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyurmuştur. Ve O'nun (asm) ahlâkı Kur’ân idi. Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm veren, halini soran, binekli olduğu zaman çocukları atın terkisine alan, gidecekleri yere kadar götüren, onlarla arkadaşça konuşan, anlayış seviyelerine göre sohbet eden, hatta kuşu ölen çocuğa bile tesellî ziyaretine giden bir Resul-ü Ekrem (asm) örnek alınırsa; bütün pedagoglar, psikologlar ve sosyologlar mâlûmatlarını Peygamberî bir temele bina ederlerse, asıl o zaman dünya çocuklarına gün doğar ve asıl o zaman çocuklarımız bayram yaparlar. Yine çocuklarımız hususunda, Risâle-i Nur Külliyatındaki Kur’ân ve Peygamber kaynaklı tesbitler ile bizzat Bediüzzaman’ın çocuklara muamelesi ve onları eğitmesi, başlı başına bir araştırma ve inceleme mevzuudur. “Madem ki, o masumlar hayatın sıkıntılarına atılacaklar, madem ki insandırlar. Elbette küçük kalplerinde uzun arzuları, büyük maksatları olacaktır. Onlara kuvvetli bir dayanak noktası, tükenmez bir yardım kaynağını kalplerinde Allah’a iman ve ahirete iman ile yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat, merhamet bununla olur.“ “Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir mâlûmat alış verişi olamaz.“ (İşârâtü’l-İcâz, s. 280) "Çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir." (Sözler, s.354) *** Şairlerimiz de çocuklarımızı asla unutmazlar, onlara büyük değer verirler. Merhum Mehmed Âkif’in şu mısralarına bakınız: Dehşet-i maziyi getir yâdına; Kimse yetişmez yarın imdadına. Merhametin yok diyelim nefsine; Merhamet etmez misin evlâdına? ”Ben onu dünyaya getirdim” diye, Kalkışacaksın demek öldürmeye! Sevk ediyormuş meğer insanları, Hakk-ı übüvvet de bu câniliğe!” Âkif burada, çocuklar hususunda anne ve babaları sert bir dille uyarıyor. Şiirin son mısraında “hakk-ı übüvveti” (babalık hakkını) kötüye kullanmayı “cânîlik” sayıyor. "O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder." (24.Lem'a) Çocuğunun sadece dünyasını düşünüp, ahiretini ihmal edenlerin kulakları çınlasın! 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Vefatının 10. yıldönümünde Cinuçen Tanrıkorur’u andık |
Geçen haftaki yazımızda merhum Cinuçen Tanrıkorur Hocamızdan bahsetmeye çalışmıştım. Yazımızın yayınlandığı Perşembe akşamı “Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (ESKADER) düzenlediği anma programı için Cağaloğlu’ndaki Timaş Yayınları’nın binasında idik. Üniversiteye hazırlık yıllarında dersaneye giderken edebiyat hocam olan ve aynı zamanda ESKADER üyesi Ali Hakkoymaz Bey’in hatırlatması üzerine haberim olmuştu toplantıdan. Yağmurlu bir ikindi sonrası olmasına rağmen, anma programı için tahsis edilen mütevazi salon dolmuştu. Cinuçen Beyi tanıyan, sohbetinde bulunan arkadaşlarının yanı sıra eşi Barihüda Hanım’ın da katıldığı toplantıda katılımcılar hatıralarını, düşüncelerini paylaştılar. Meselâ müzik araştırmacısı Zeki Yılmaz, “Bazı kişilerin yaşarken kıymetleri bilinmez; bazıları da vardır ki arkalarından övgüler yağdırılır. Müzik camiası Cinuçen Tanrıkorur’un kıymetini daha çok biliyor; sağlığında yeterince anlaşılmamıştı. Büyük müzik adamlarını küçük bir çerçeveye sıkıştıramayız. O, yurt dışından gelen cazip tekliflere vatanına bağlılığından dolayı ‘hayır, ben ülkeme borçluyum o borcumu ödemek için geri dönmek zorundayım’ demişti” şeklinde Cinuçen Bey için kanaatini paylaştı. Müzik san'atçısı Gönül Paçacı Hanım ise: “Râuf Yekta Bey, ‘Mimarlar taşlarla bina yapar, ressamlar renkleri konuşturur; biz mûsikîşinâslar yaptığımız işle havaya düğüm bağlarız’ der. Cinuçen Bey gayreti ve ilhamıyla çok değerli eserler vermişti. Belâgati yüksekti. O birçok dile hâkim gerçek bir entelektüeldi” dedi. Toplantıya katılan Eşi Barihüda Hanım da Cinuçen Bey’i şöyle anlattı: “Bir eser ortaya çıkarmak için uzun araştırmalar yapar, detaylarına kadar inerdi. Çok az uyku uyur, çok çalışırdı. Eser ortaya çıkması için san'atçı ilham bekliyor sanır bazı kişiler; ama Cinuçen Bey hep çalışır; hep oturur, yazardı. Asla ilhamı beklemezdi. Bir mimar gibi planlardı büyük eserlerini. Vefatının onuncu yıl dönümünde ‘Türk Müziğinin El Kitabı’ adlı bir kitap hazırladık, fakat yayınlatamadık. Beş cilt halinde beş yüz beş eser yayına hazırladık, onu da bastıramadık. Mektupları ve mülâkatları yine yayına hazır. Bütün bu eserler himmet sahibi müzikseverleri bekliyor.” Evet, Barihüda Hanımın bahsettiği bu basılmayı bekleyen çalışmanın müzik ve kültür dünyamıza kazandırılması bir borçtur. Hamiyetperver yayınevlerine bu konuda büyük bir iş düşüyor bence. Anma toplantısı Kur’ân-ı Kerim’den okunan aşr-i şerifler ve Topkapı Çinili Camii İmam Hatibi Ahmet Yüter Hoca’nın nefis üslûbuyla yaptığı duayla son buldu. Program sonrası artık herkes ayrılırken Ali Hakkoymaz Bey o gün Cinuçen Bey hakkında Yeni Asya’da çıkan yazımızı Barihüda Hanıma takdim edip, şahsımızdan bahsedince Barihüda Hanım da benimle tanışmak istediğini söylemiş. Derhal yanına gidip, hem hocamıza rahmet niyazında bulunup, hem de ilk defa tanışma imkânı bulduğum Barihüda hanımla iki üç cümle ile de olsa konuştuk. Bu vesileyle bazı dostları da görme imkânı bulduğum, anma toplantısını düzenleyen ESKADER yöneticilerini, değerli katılımcı ve izleyicileri tebrik etmek isterim.
Hacı Arif Bey
1831 yılında İstanbul’da Eyüp Sultan semtinde doğdu. Daha ilkokul çağında iken sesinin güzelliği ile çevresinin dikkatini çekmeye başlamıştır. Sultan Mecid’in teveccühünü kazanıp, Harem-i Humayûn’a müzik öğretmeni olarak tayin edilir. Bu sebeple “irsal-i lihye” eder, yani sakal bırakır. Saray câriyelerinden ve sonra eşi olan Çeşm- i Dilber Hatun’un kendisini ve çocuklarını terk etmesi üzerine, hayatı boyunca üzgün ve kederli yaşamıştır. Sarayda verdiği müzik dersleri ile birlikte adının karıştığı dedikodular dolayısıyla hem sevenleri azalmaya başlamış, hem de saraydan dışlanmıştı. Birkaç sene memurluk yaparak hayatını devam ettirmeye çalışmıştır. Sultan II. Abdülhamid böylesine değerli bir san'atkârın daha fazla zorluk yaşamasını istemediğinden onu tekrar saraya aldırır. Ancak geçen zorlu ve sıkıntılı yıllar Hacı Arif Bey’i biraz asi yapmıştır. II. Abdülhamid’in Türk Müziği ile pek de ilgili olmadığını biliyordu. Bir gün Sultan II. Abdülhamid huzurda kendisinden bir şeyler okumasını istemiş ancak Hacı Arif Bey hastalığını ileri sürerek reddetmişti. İkinci emri getiren mabeyinciye Hacı Arif Bey “San'atta emre tahammül edilemez; kaldı ki ben kendisinin babasına hizmet ettim. Şimdi padişah oldum diye bana şunu çal bunu söyle diyemez” demiştir. Buna iyice kızan Sultan, bestekârı bir odaya 50 gün boyunca hapsettirmiştir. Ölümünden evvel kalp hastalığına yakalanması, hayal kırıklıklarıyla dolu 3 evliliği, yaşadığı maddî ve manevî sıkıntılar Arif Bey’i iyice yıpratmıştır. 28 Haziran 1884 tarihinde meşk odasında fenalaşır. Oğlu Cemil’i çağırtarak yönünü kıbleye çevirmesini ister. Kısa süre sonra da vefat eder. Bestekâr Yahya Efendi Mezarlığına defnedilmiştir. Hacı Arif Bey hayatı boyunca bir musikî aletini çalmayı veya nota okumasını öğrenmedi. Ancak o, müzik tarihimizin önemli bir ses icracısı ve bestekârı oldu. 1000’e yakın bestesi olduğu bilinmekle zamanımıza kadar ancak 336’sı ulaşabilmiştir. Bunlardan 8’i dinî musıkî eseri 326’sı şarkı formundadır. Meselâ bir Hüzzam İlâhisi ile Kerbelâ acısına ortak olmuş ve Kâhyazade Arif Bey‘in “Kurretül aynı Habibi Kibriyasın Ya Huseyn” şiirini bestelemiştir. Son eserinin “Gurub etti güneş dünya karardı” sözleri ile başlayan şarkısı olduğunu söylerler. Yakın arkadaşı Tanburi Ali Efendi’nin bu şarkıyı ağlamadan dinleyemediği anlatılır. Çok fazla olmasa da bestelediği bazı şarkılarının şiirlerini kendisi yazmıştır. Vefat yıl dönümünde Hacı Arif Bey’e Cenâbı Hak’tan rahmet ve mağfiret niyaz ediyoruz.
Geçmiş zaman olur ki…
HACI Arif Bey, bazı geceler yakın dostu Mehmet Sadi Bey’in Çengelköy’deki evinde kalırdı. Bir gece herkes uykuya çekilmişken uykusu kaçan Arif Bey, ceplerini karıştırırken Sadi Beyin bir şiirini bulur. Hicaz makamından bestelemeye başlar. Ancak şarkı tamamlanmadığı için gecenin geç saatinde Sadi Beyi uyandırır. Arkadaşı şaşırmıştır. Ona durumu anlatır. Şiirini bestelediğini ancak iki mısraya daha ihtiyacı olduğunu söyler. Sadi Bey hemen oracıkta iki mısra yerine bir dörtlük daha yazar ve şarkı o gece saatinde böylesi hoş ve ilginç bir anı ile tamamlanır. 01.07.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
Cesur alimlere muhtacız |
Dersaadet yani İstanbul, önemli bir toplantıya daha ev sahipliği yaptı. “İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği”nin (İDSB) ev sahipliğinde bir araya gelen “Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği” üyesi yaklaşık 500 din âlimi, İslâm dünyasını ilgilendiren meseleleri tartışıyor. “Meydan Okumalara Karşı İslâm Ümmeti” başlığı altında gerçekleştirilen ve bugün sona erecek olan toplantının açılış oturumu Salı akşamı İstanbul Cevahir Otel’de yapıldı. Bazı günlük siyasî değerlendirmeleri bir yana bırakırsak, toplantıda çok önemli tesbitler yapıldı. Bu tesbitlerden dikkat çekici olanlardan biri de, âlimlerin ‘cesur olması’ gerektiği tesbitiydi. Türkiye’nin Filistin ve Gazze konusundaki tavrı, bütün katılımcılar tarafından hararetle desteklendi ve bu tavrın diğer İslâm ülkelerine de örnek olması talep edildi. Bu cümleden olarak, Gazze’ye ‘insanî yardım’ götürürken baskına uğrayan gemiye öncülük eden İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın konuşması dikkat çekti ve büyük destek gördü. Toplantıda konuşan Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği Fıkhî Meseleler Başkanı Ali Karadaği, dünyanın karşı karşıya olduğu ‘kriz’lerin temelinde başta Gazze ablukası gibi ‘küresel adaletsizlikler’ ve faiz gibi haramların çok işlenmesi olduğunu kaydetti. Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği (UMAB) Başkanı Katarlı İslâm âlimi Yusul El Karadavi de, “Bizler İstanbul’da misafir değil, kendi vatanımızda, kardeşlerimizin yanındayız” diyerek başladığı konuşmasında âlimleri cesur olmaya çağırdı ve özetle şöyle konuştu: “Türkiye İslâm yurdudur, ‘darü’l-İslâm’dır. Müslüman Âlimler Birliği olarak Gazze’ye gidecek yeni filoya katılacağımızı ilân ediyorum. İstanbul, minareler şehri. Ben bu şehre aşığım. Burası, aydınlık geçmişimizin şehri. Ebu Eyyüb’un, Fatih’in şehri... Bu şehir bir zamanlar dünyanın başkentiydi. En güçlü ordu burayı payitaht olarak seçmişti. Âlimler ve devlet ricâli düzelirse, ümmet de düzelir. Âlimler, ümmetin ‘tuz’u olsunlar. Allah için yaptıkları işlerde kimseden çekinmesinler. Bizler hakkı ve hakikati söylemek durumundayız. Müslümanların haklarını çiğneyenlere karşı durmalıyız. Elimizde Kur’ân gibi bir hakikat var. Başka hiç bir millette böyle bir kaynak yok. Biz barış istiyoruz.” UMAB Başkanı Yusul El Karadavi’nin âlimleri ‘cesur olmaya’ çağırması gerçekten de manidar. Cesur âlimlerin milletleri felâketlerden kurtardığı, ‘idareciler’i de yanlışa düşmekten koruduğuna tarih şahittir. Fatih Sultan Mehmed’in, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘hoca’larının gösterdiği cesareti hatırlayalım... ‘Söz’leri ‘emir’ olan padişahları, yeri ve zamanı geldiğinde firenlemişler, hatta hesap sormuşlardır. Günümüzdeki âlimler de cesur olur ve ‘Hakkı tutar kaldırır’sa, sıkıntıları aşmamız daha kolay olmaz mı? Toplantılardaki bütün konuşmacılar ortak bir noktaya daha işaret ettiler: “Ümmet”e doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu göstermek lâzım. Aynı zamanda en büyük ‘düşman’ın cehalet olduğu da ifade edildi. Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği toplantısında yapılan konuşmaları dinleyince, Risâle-i Nur’un hadiselere ne derece doğru teşhis koyduğunu bir defa daha idrak edip şükrettim. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Ortak dinî değerler marka olamaz |
“Hak”ka sahip olmak, önce “hak bilgisi”ne sahip olmak demekti. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olması da bundan olsa gerektir. Allah’ın Adem Aleyhisselâm’a ve Onun da nesline eşyanın isimlerini öğretmesi, aslında, onun ve neslinin, yani bizlerin, bütün varlıklarla aramızdaki ilişkide uyacağımız hukukun sınırlarını öğrenmemiz mânâsına geliyor. Ancak insan olarak şahsî hakkımızı aynı zamanda toplumun hukukunda aramamız gerekiyor. Aksi halde toplum ayakta duramıyor ve bireyler de hakkından mahrum ve perişan kalıyor. Bu sebeple kamu düzenini ve kamusal olanı ilgilendiren hak ihlâllerinde “amaaan bana ne” deme hakkımız ya da lüksümüz yok. Kamu düzenini korumaya yönelik genel düzenlemeler durumundaki kanunlarla, kişilerin haklarının meşrû sınırları belirlenmiş. İşte bu sınırları bilmek, hak aramanın birinci şartı. Geçen hafta pazarlama ve piyasa hususunda yazdığım yazıya gelen olumlu eleştiriler üzerine, bu gün, bu haklarımızdan birini anlatacağım. Piyasada, rekabette, hangi isimle ortaya çıktığınız önemlidir. Ticarette kullanılan başlıca üç isim vardır: Esnafın, tüccarın veya sanayicinin, kendisini tanıtmak ve diğer rakiplerinden kendisini ayırt etmek için kullandığı isim, esnaf, ticaret ya da sanayi odası siciline yazılır ve böylece bilinir, korunur. İşyeri sahibinin işletmesini başka işletmelerden ayırt etmek için kullandığı işletme adı (firma) da sicile kaydedilir ve bir tür marka gibidir. İmalatçının ve hizmet pazarlamacısının ürettiği bir ürünü kendisinin ya da başkasının benzer ürünlerinden ayırt etmek için kullandığı işarete ya da isme ise “marka” ya da eski adıyla “alâmet-i farika (farklılık alâmeti)” denir. Markalar Türk Patent Enstitüsünün tuttuğu resmî marka siciline tescil edilirse bu sistem eliyle de korunur. (Merak edenler www.tpe.gov.tr’den bilgi alabilir.) Her isteyen, her istediği ibareyi, işletme-firma adı ya da marka olarak tescil ettiremez elbette. Özellikle kamu düzenine zarar veren ya da kamusal hakları zedeleyen işaretler işletme adı ya da marka olarak tescil ettirilemez ve kullanılamaz. Markaların Korunması Hakkında KHK.’nın 7. maddesiyle, bilhassa iktisadî kamu düzeninin korunması amacıyla, marka olarak seçilebilecek işaretler hususunda bazı özel sınırlar getirilmiş: -Ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretildiği, hizmetlerin yapıldığı zamanı gösteren veya malların ve hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret ve adlandırmaları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar tescil edilemez. -Mal veya hizmetin niteliği, kalitesi veya üretim yeri, coğrafî kaynağı gibi konularda halkı yanıltacak markalar tescil edilemez. -Kamuyu ilgilendiren, tarihî ve kültürel değerler bakımından halka mal olmuş olan armalar, amblemler veya nişanları içeren markalar tescil edilemez. -Kamu düzenine ve genel ahlâka aykırı markalar tescil edilemez. **-Dinî değerleri ve sembolleri içeren markalar da tescil edilemez. Bu tür işaretlerin tescili için başvurulduğunu varsayalım. TPE uzmanları başvuruyu zaten kanuna aykırılık sebebiyle reddedecektir. Uzmanların gözünden kaçmış olsa da tescilden önceki aşamada başvurunun Resmî Marka Bülteninde ilân edildiğini gören her ilgili başvuruya itiraz edebilir. Daha da önemlisi, kanuna aykırı bir marka bir biçimde tescil edilmiş olsa dahi kullanılmaya başlandıktan sonra da bu markanın hükümsüzlüğü talebiyle mahkemeye dâvâ açılabilir. En önemlisi de “Markanın hükümsüzlüğünü, ilgili mahkemeden, zarar gören kişiler, Cumhuriyet savcıları veya ilgili resmî makamlar isteyebilir.” Bu böyle! Tamam, bu böyle de… fiilen böyle mi? Şimdi düşününüz, piyasada, çok sayıda iş adamının, bir çok mukaddes ismi ya da işareti, hem de âlâkâsız mallar için, marka yapmaya çalıştığını, yaptığını,—haşa—tepe tepe kullandığını görmüyor muyuz? Neden? 1- Zira Diyanet İşleri Başkanlığı, “Bu işler benim işim değil galiba” diyor. Neden? 2- Zira bizler de haklarımızı bilmiyoruz, haklarımızı kullanmayı da bilmiyoruz. “Başkaları ilgilensin, Diyanet İşleri Başkanlığı ne güne duruyor, beni ilgilendirmez” diyoruz. Oysa, dinî değerlerimizi, özellikle ticaretteki ve siyasetteki suistimale karşı korumak, hepimizin görevi, değil mi? Bir ya da yirmiyedi kişinin bir savcıya dilekçe yazması ve “Bu marka bizi rencide ediyor, iptal ettirin” demesi çok mu zor? 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Soru işâretleri... |
“Terörle ortak mücadele” ekseninde Başbakan Erdoğan’ın Amerikan Başkanı Obama’yla görüşmesinin yankıları devam ediyor. Erdoğan’ın Kanada’da, PKK’nın Kuzey Irak’ta belli bir bölgeye konuşlanarak yönettiğini belirtmesi ve Obama üzerinden NATO’ya “Müttefik Türkiye’ye ile PKK ile mücadele görevdir” çağrısı, beraberinde bazı soru işaretlerini getiriyor. Türkiye’nin Müslüman komşu Irak’ın “toprak bütünlüğü” temel tezini vurgulayan Erdoğan’ın “Nerede toprak bütünlüğü?” serzenişiyle öncelikle ABD’nin Irak ve Türkiye arasındaki üçlü mekanizmanın daha işlevsel kullanılmasını istemesi, terör örgütünü tasfiyede Irak’ın ve kuzeyindeki yerel yönetiminin başarısızlığının açık ifadesi. Erdoğan’ın, “Kuzey Irak’ta coğrafî yapısı itibariyle şu anda yerel yönetimin egemenliği yok. Bölücü terör örgütünün böyle bir yeri ele geçirmiş olması, bir ülkenin hem bir taraftan toprak bütünlüğünü konuşacak, ama toprak bütünlüğünü konuşurken birileri orada bir paylaşım gerçekleştirmiş olacak” yakınması, bu konudaki istifhamları ve Ankara’nın güvensizliğini deşifre ediyor. “Irak merkezi yönetimin görevini yerine getirmesi lâzım veya yerel yönetimin görevini yerine getirmesi lâzım…” talebi, terör örgütüyle mücadelede ABD ve kontrolündeki Kuzey Irak cephesinin vaziyetini ortaya koyuyor. (İnternethaber; Hürriyet, Razi Canikliğil, 29.6.2010)
YETERLİ DESTEK YOK… Anlaşılan o ki, Başbakan da Türkiye’nin baştan beri Irak’taki işgaline her türlü desteği verdiği, her türlü silâh, mühimmat ve savaş malzemesinin nakil ve dağıtımı için üslerini, havaalanlarını ve limanlarını açtığı ve Afganistan’daki egemenlik ve çıkarları uğruna askerî birlik gönderdiği ABD’nin, güdümündeki Irak’ta ve bilhassa Kuzey Irak’ta konuşlanan terör örgütünü tasfiyede yeterli desteği vermediği kanaatinde. Keza daha üç hafta önce Ankara’da devlet töreniyle karşıladığı Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başbakanı Barzani’nin taahhüdüne rağmen uhdesindeki bölgede yuvalanan teröristlerle etkin ve sonuç alıcı bir mücadele etmediğine kâni… Bundandır ki, Obama’ya, Bush’tan bu yana Washington’un PKK’yı “terör örgütü” tanımlayıp” “terörle ortak mücadele” teminatını hatırlatıyor. Barzani’ye “Kuzey Irak topraklarının komşu ülkelere saldırı amaçlı kullandırtılmayacağı” sözüne göndermede bulunuyor. “Üçlü mekânizmanın istihbarat paylaşımından öte bazı işlevlerinin olması gerekiyor” diye “stratejik müttefik”-“model ortak” ABD’yi, Irak hükûmetini ve kuzeydeki yerel yönetimini, verdiği vaadler çerçevesinde “görevini yapmaya” davet ediyor. Aslında, Bağdat yönetimi de bu hususta Ankara ile aynı görüşte. Irak’ın—işgalle—içinde bulunduğu zor şartların bazı teröristler gruplarca istismar edilerek komşu ülkelere saldırılar düzenlenmesinin bölgede büyük bir sorun teşkil ettiğini belirten Irak Başbakanı Nuri El-Mâliki’nin, “Çözüm, komşu ülkelerin güvenliğini hedef alan teröristlerin ötesinden gelmekten geçiyor” cümlesi, bunun ikrarı…
PKK KARTINI KOZ KULLANMA… Gerçek şu ki, verilen onca vaade rağmen, terör örgütünün işgali altındaki Irak’tan ve Kuzey Irak’tan bir türlü tasfiye edil(e)memesi, uydularla, termal kameralarla bölgeyi sürekli taradığı halde son askerî birlik saldırılarını “anlık istihbarat paylaşımı” gereği Türkiye’ye vermemesi, “üçlü mutâbakat”la birlikte, ABD’nin terörle mücadeledeki gizli niyetini ve samimîyetini sorguluyor. Bu sorgulamadan, Türkiye’nin Kandil ve diğer terörist kamplara karadan ve hatta havadan operasyonlarına onay vermeyen Amerikan yönetiminin, terörün bitmesi için PKK’nın darbe yemesi, dağdan indirilmesi ve dağıtılmasına pek yanaşmadığı politik tutumunu su yüzüne çıkarıyor. Toronto’daki görüşmenin analizlerinde Obama’nın soğuk ve donuk durduğu, Erdoğan’ı bir saat beklettiği yorumları, işin ayrıntısı. Ancak belli ki ABD, ikili oynuyor. “Üçlü mekânizma”, “terörle mücadele”, “anlık istihbarat paylaşımı”, “PKK’yı düşman ilân etme” ve “ortak mücadelenin devam ettiği” gibi söylemlerle ve kâğıt üzerindeki anlaşmalarla Ankara’yı oyalarken, PKK kartını elinde tutarak Türkiye’ye karşı örtülü bir biçime koz olarak kullanıyor... Ve ABD’nin bu tutuk tavrı ve 2007 Kasım’ından bu yana süreç içinde bâriz bir biçimde ortaya çıkan “istihbarat aksamaları”, PKK’nın Kandil’de kollanıp palazlanmasına sebebiyet veriyor. Faturayı, Türkiye ödüyor… Bu durumda, Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın Şemdinli saldırısı sonrası terör örgütü için sıkça telâffuz ettikleri, “taşeron” tabiri dikkat çekici. PKK “taşeron”sa hangi küresel gücün, uluslar arası mihrakların taşeronu?” sorusunun cevabı, önem kazanıyor… 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Fitneyi bitirmek için |
Terör üzerine bina edilen kanlı ve kirli oyunun bir boyutu da BDP eksenli olarak sahneleniyor. Ve bu parti çift yönlü bir provokasyon tezgâhının tam ortasında duruyor. Tezgâhın bir tarafında, bu partinin verdiği “terör örgütüyle iç içelik” görüntüsü yer alıyor. Hakkında seslendirilen “PKK’nın siyaset ve Meclisteki uzantısı” nitelemesi bunun ifadesi. Prensip olarak, silâhla dağa çıkıp terör eylemleriyle Mehmetçiği ve masum sivilleri öldürmek yerine, “düz ovada siyaset” yoluyla mücadele vermek, herkes tarafından desteklenmesi gereken bir alternatif olmalı. Ama o siyaseti de terörün avukatı ve aracı haline getirmemek şartıyla. Ve HEP-DEP-DEHAP-HADEP-DTP-BDP çizgisindeki temel problem bu. Bu partinin PKK ve İmralı kontrolünde siyaset yaptığı yönündeki yaygın izlenim ve algılama boşuna olmasa gerek. Partinin giderek radikalleşen provokatif söylem ve politikaları, tetiklediği karşı tepkilerle, çözümsüzlük ortamını iyice katmerlendiriyor. BDP’li belediyelerin “re’sen özerklik” ilân eden açıklamaları, bu provokasyonların en son örneği. Böylece öteden beri kendilerine yöneltilen “bölücülük ve ayrılıkçılık” suçlamalarına yeni bir dayanak, koz ve gerekçe daha vermiş oluyorlar. Ama onlara sorarsanız, buna mecbur kaldılar. Hükümetin uyguladığı negatif ayrımcılığın, halka hizmet vermelerini imkânsız hale getirdiğini ve bunun yol açtığı çaresizlik sebebiyle o kararı vermek zorunda kaldıklarını ifade ediyorlar. İktidar partisinden olmayan belediyelerin yaşadığı zorluklar, genel anlamda, parti ayrımı söz konusu olmaksızın, muhalefetteki her parti için geçerli olacak şekilde, demokrasimizin öteden beri devam edip gelen kronik sorunlarından biri. Seçimi bir muhalefet partisinin adayı olarak kazandığı halde, bir süre sonra iktidar partisine transfer olan belediye başkanlarının kendilerini böyle bir tercihe mecbur hissetmelerinin en önemli sebebi bu: hizmet ve icraat yapamamak. Bu hem bir sistem, hem de zihniyet problemi. Aşılmasının yolu, fiilî durum yaparak re’sen özerklik ilân etmek gibi derebeyi yöntemlerinden değil, demokratik bir zihniyet dönüşümünden ve bunu hızlandıracak yapısal reformlardan geçiyor. BDP olmadık provokasyonlarla çözümsüzlüğü derinleştireceğine, Meclisteki varlığını bu reformları gündeme taşıyıp bunun için kamuoyu oluşturma fırsatı olarak değerlendirse ya. Üzerindeki PKK ve İmralı vesayeti partiyi çözüme katkı sağlayacak bir aktör olmaktan uzak tutarken, bu vesayetle bağlantılı vahim yanlışların sürüp gitmesi, neticede varlığını terörün devamına bağlayan “derin yapılar”ın işine geliyor. Dağdaki TSK operasyonları nasıl bir cihette terör saldırılarını besleyen bir etken oluyorsa, BDP çizgisine yönelik yargı operasyonları, parti kapatmalar, KCK tutuklamaları, seçilmiş başkanların elleri kelepçeli vaziyette sıra sıra dizilmesi gibi uygulamalar da, tetiklediği karşı reaksiyonlarla olayı bir kördüğüm haline getiriyor. Eğer çözüm isteniyorsa, sorunu iyice derinleştiren bu kısır döngü kırılmalı ve bunun için öncelikle Kürt toplumu, meydanı bu provokatörlere bırakan sessizliğini terk edip, Kürtler üzerinden yürütülen istismarlara son verecek sağduyulu ve kararlı bir çıkışla tavrını ortaya koymalı. Türkler başta olmak üzere, bu topraklarda bin yıldır aynı kaderi paylaşan ve kardeşçe duygularla kaynaşan herkes de elini taşın altına koyarak bu fitneyi söndürmek için harekete geçmeli. Meselenin bir Türk-Kürt sorunu olmadığı, bizi birbirimize düşürmek için tezgâhlanmış bir fitne olduğu, devlete musallat olan hukuk tanımaz ve müstebit zihniyetin meseleyi alevlendirmek için etkili bir şekilde kullanıldığı tesbitlerinde birleşip, toplum olarak “Herşeye rağmen biz kardeşiz ve kardeşliğimizi asla bozdurmayacağız” mesajını vurgular ve devleti hukuk ve demokrasi çizgisine getirecek bir şuur ve kararlılığı ortaya koyabilirsek, çözümün yolunu da bulmuş oluruz. 01.07.2010 E-Posta: [email protected] |