01 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Dinde ince eleyip sık dokumaktan sakının! Çünkü Allah onu kolaylaştırmıştır. Öyleyse gücünüzün yettiği kadarını alın. Şüphesiz Allah, salih amelin az da olsa devamlı olanını sever.

Câmiü's-Sağîr, No: 1597

01.07.2010


Yaz mevsimi, ism-i Âhir’in hâtemini taşıyor

Yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububât ve sebzevâtlar ism-i Âhir’in hâtemini taşıyorlar.

Her bir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde “Hüve’l-Evvelü ve’l-Âhirü ve’z-Zâhirü ve’l-Batınü” (Allah Evvel, Âhir, Zahir ve Batın’dır) isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var.

İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi, herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın programını ve fihristesini ve plânını; ve öyle bir tezgâhtır ki, onun cihâzâtını ve levâzımatını ve teşkilâtını ve öyle bir makinedir ki, onun iptidadaki incecik vâridatını ve lâtifâne masârifini ve tanzimatını taşıyor.

Ve ism-i Âhir’le işaret edildiği gibi, her bir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenâmedir ki, o ağacın eşkalini ve ahvâlini ve evsafını, ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarını; ve öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsâlini ve ensâlini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdeklerle beyan ediyor, ders veriyor.

Ve ism-i Zâhir ile işaret edildiği gibi, her ağacın giydiği sûret ve şekil, öyle musannâ ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve âzâ ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizanlı ve mânidardır ki, o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside suretine çevirmiştir.

Ve ism-i Bâtın ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen tezgâh öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve âzâsını teşkil ve tedbir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı âzâlarına lâzım olan maddeleri ve rızkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür’at ve saati kurmak gibi bir suhulet ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor.

Elhâsıl; her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program, ve âhiri, öyle bir târifename ve numune; ve zahiri, öyle bir musannâ hulle ve bir münakkaş libas; ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i âzam, belki bir ism-i âzam tezahür eder ki, bilbedahe, bütün kâinatı idare eden bir Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdâniyet taşıyor.

İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i Evvelin sikkesini, ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i âhir’in hâtemini; ve bahar mevsimi, hûri’l-în misilli birbiri üstüne giydiği sündüs-misâl hulleler ve yüz bin nakışlarla süslenmiş fıtrî libaslar ism-i Zâhirin mührünü; ve baharın içinde ve zeminin batınında işleyen Samedânî fabrikalar ve kaynayan rahmânî kazanlar ve yemekleri pişirttiren Rabbânî matbahlar, ism-i Bâtının turrasını taşıyorlar.

Şuâlar, s. 59

LÜGATÇE:

sebzevât: Sebzeler.

mebde: Başlangıç.

münteha: Son.

Evvel: Başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Kendisinin ilim ve kudretine bağlı olan Allah.

Âhir: Sonu olmadığı gibi bütün varlıkların neticesinin Kendisine baktığı ve dönüş Kendisine olan Allah.

Zahir: Varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünen ve bütün varlıkların dış görünüşleri ve san’atlı yapılışlarıyla Kendisinin kudret ve san’atına şâhitlik ettiği Allah.

Batın: Her şeyin hakikatine vâkıf olan ve her şeyin içyüzü Kendisinin kudret ve hikmetine şâhitlik eden Allah.

sikke-i tevhid: Tevhid sikkesi.

menşe-i aslî: Asıl kaynak, öz, menşe.

levâzımat: Lâzım olan şeyler.

iptida: Başlangıç.

vâridat: Gelir.

masârif: Masraflar.

tanzimat: Tanzimler, düzenlemeler, sıralamalar.

fezleke: Özet, hülâsa.

hassa: Birşeye mahsus özellik.

fezleke: Özet, hülâsa, netice.

ensâl: Nesiller.

nesl-i âti: Gelecek nesil.

musannâ: San’atlı bir şekilde yapılan.

münakkaş: Nakışlı, nakışlanmış. İşlemeli.

hulle: Pahalı elbise, Cennet giysisi.

01.07.2010


Risâle-i Nur’da geçen maddî hastalıklar

Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde bazı maddî hastalıklara değinilmiştir. Bu hastalıklardan ikisi, doğrudan Bediüzzaman’ın hayatıyla ilgili olan özellikle kulunç hastalığı ile romatizmal rahatsızlıktır. Bu hastalıklara risâlelerin değişik yerlerinde değinilmiştir. Üstadın hayatı boyuncu bu iki hastalık dışında ciddî bir rahatsızlığının görülmediği bilinmektedir. Muzdarip olduğu bu iki hastalığı ile ilgili kendi ifadelerinden üç misâl:

* Hatta Feyzi’nin güzelce ciltlettiği çocukların tevafuklu mecmuâsını getirdiği vakit kuluncum ziyade ağrıyordu. Dedim: “Aman kardeşim, benim kuluncumu tut, pek ağrıyor.” Birden o mecmuayı açtık; baktım, birden öyle bir şifâ oldu ki, kuluncumu unuttuk. Sonra tahattur ettik, hayret ettik. (Kastamonu Lâhikası, Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele, s. 83)

* Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için duâ ederdim. Ben anladım ki, hastalık duâ için verilmiş. (Lem’alar, 25. Lem’a, s. 216)

* ..Eskiden beri bende bulunan kulunç illetine ve romatizma hastalığına iltihak edip, beni yatağa düşürdü. Fakat merak etmeyiniz, ben kalkıyorum, geziyorum. (Kastamonu Lâhikası, Tahlil, s. 199)

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, özellikle kulunç hastalığını otuz-kırk sene sineye çekmiştir. Ayrıca ömrünün son yıllarına doğru bu hastalığa bir de romatizma hastalığı eklenmiştir. Hastalıkların duâ için verildiğini ifade eden Bediüzzaman, daima sabır içinde şükretmiştir. Onu âhir ömrüne kadar rahat bırakmayan hastalıklardan biri olan kulunç hastalığını tanımlayacak olursak:

Şiddetli ağrılara ve özellikle kalınbağırsak kaslarının kasılması sonucu meydana gelen ve omuz başlarında hissedilen ağrılara, halk arasında kulunç denir. Bu çeşit ağrıların bazıları sabit, bazıları da gezici ağrı şeklindedir. Kalınbağırsağın kasılmasından kaynaklanan bu çeşit ağrılara, tıp dilinde kolik denir.

Öte yandan kulunç hastalığına eklenen romatizmanın ise, vücudumuzun hareket etmesini sağlayan kaslar, kemikler, eklemler ve bu yapıları birleştiren bağlarda ön planda ağrı ve hareket kısıtlılığına, bazen de şişlik ve şekil bozukluğuna sebep olan bir hastalığın genel adı olduğunu ifade edebiliriz.

Bediüzzaman’ın bir diğer kullandığı hastalık tâbirine Hastalar Risâlesi’nde rastlıyoruz. Bir talebesinin maruz kaldığı felç rahatsızlığı dolayısıyla hem kendisini teselli etmiş, hem de imanî müjdeler vermiştir. İşte o satırlar:

“Ey nüzul gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü’min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

“Ehlullah, Cenâb-ı Hakk’a vasıl olmak ve dünyanın azîm mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi temin etmek için, iki esası ihtiyaren takip etmişler.

“Birisi: Rabıta-i mevttir. Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine o suretle çalışmışlar.

“İkincisi: Nefs-i emmârenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar.

“Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız, kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, elbette hevesât-ı rezile ile ve nefsânî müştehiyatla onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.

“İşte, mü’min sırr-ı imanla ve teslimiyet ve tevekkülle, o ağır nüzul gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.” (Lem’alar, 25. Lem’a, s. 219)

Sözkonusu hastalığa, sinir sisteminde meydana gelen bir bozukluktan dolayı, kas gücünün kaybolmasına felç, nüzûl veya inme denir. Tıp dilinde ise paralizi veya serebral tromboz denir. Hafif ve ağır olmak üzere iki şekli vardır. Tedavinin ilk ve önemli şartı, hastanın neşesini kaybetmemesi ve en kısa zamanda iyileşeceğine inanmasıdır. İşte Bediüzzaman da yukarıdaki satırlarda görüldüğü gibi hastaya gerekli terapiyi yapmış ve tedavi yolunu göstermiştir.

Bediüzzaman’ın kendi hastalıkları ve dâvâ kardeşlerinin hastalıkları hakkında düşüncelerini bir nebze aktardıktan sonra daireyi biraz daha genişletip ülkemiz, İslâm âlemi ve dünya sosyal hayatında yaşanan çalkantılar ile irtibatlandırdığı hastalıklara göz atmalıyız. Ülkemizden başlayarak o devirde yaşanan siyasî çalkantıları İspanyol hastalığına banzetmiştir. İfade aynen şöyle: “Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.” (Sünûhat, Rüyada bir hitabe, s. 64) Bu ifadelerin üzerinden yüz sene geçmesine rağmen hâlâ güncelliğini korumakta, fikirler hâlâ İspanyol hastalığı gibi hezeyanlardan kurtulamamıştır.

Peki nedir İspanyol hastalığı? İspanyol gribi ya da İspanyol nezlesi 1918-1920 yılları arasında H1N1[1] virüsünün ölümcül bir alt türünün yol açtığı grip salgınıdır. İspanyol Gribinin bir özelliği, zayıf, yaşlı ve çocuklardan çok, sağlıklı genç erişkinleri etkilemiş olmasıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın son aylarında bütün dünyayı etkisi altına almış, hatta kimi tarihçilere göre dört yıl süren savaşın sona ermesinde önemli bir etken olmuştur. Türkçe’de 1918’den itibaren “İspanyol Nezlesi” kelime grubu kullanılmıştır. Ancak son yıllarda kuş gribi salgını dolayısıyla dünya basınında tekrar adından söz edilen hastalık, İngilizce’den tercümeden dolayı “İspanyol Gribi” olarak anılmaya başlanmıştır. Bu hastalığa “İspanyol” gribi denmesinin sebebi, dünyada Birinci Dünya Savaşı yıllarının kamuoyundan yeni bir hastalık salgınının saklanmasına rağmen, ilk olarak İspanya kamuoyunda tartışılmaya başlamasıdır, yani İspanya bu hastalığın ortaya çıktığı veya en yoğun olduğu yer değil; bu hastalığın bir salgın olduğunun tesbit edildiği yerdir.

Bediüzzaman, İslâm âleminin yeis hastalığını ise öldürücü bir hastalık olan “seretan” yani kanser hastalığıyla tabir etmiştir. “Yeis, ümmetlerin, milletlerin ‘seretan’ denilen en dehşetli bir hastalığıdır” (Hutbe-i Şamiye, s. 50) ifadesiyle yeisin kanser gibi erken teşhis edilmemesi hâlinde öldürücü olabileceğini, bünyeyi zayıflatarak cemiyeti kemiren bir hastalık olduğunu düşündürmektedir. Kanserin tanımına gelince; vücudumuzda bütün organlar hücrelerden oluşur. Hücreler vücudumuzun en küçük yapıtaşlarıdır ve ancak mikroskopla görülebilirler. Sağlıklı vücut hücrelerine (kas ve sinir hücreleri hariç), bölünebilme özelliği verilmiştir. Ölen hücrelerin yenilenmesi ve yaralanan dokuların (vücut içi ve dışındaki) onarılması amacıyla bu özelliklerini kullanırlar. Fakat bu özellikleri de sınırlıdır. Sonsuz bölünemezler. Her hücrenin hayatı boyunca belli bir bölünebilme sayısı vardır. Sağlıklı bir hücre, gerektiği yerde ve gerektiği kadar bölünür. Buna karşın kanser hücreleri, kontrolsüz bölünmeye başlar ve çoğalırlar. Kanser hücreleri birikerek tümörleri (kitleleri) oluştururlar, tümörler normal dokuları sıkıştırabilirler, içine sızabilirler ya da tahrip edebilirler. Eğer kanser hücreleri, oluştukları tümörden ayrılırsa, kan ya da lenf dolaşımı aracılığı ile vücudun diğer bölgelerine gidebilirler. Gittikleri yerlerde tümör kolonileri oluşturur ve büyümeye devam ederler. Kanserin bu şekilde vücudun diğer bölgelerine yayılması olayına metastaz adı verilir.

Kanserler oluşmaya başladıkları organ ve mikroskop altındaki görünüşlerine göre sınıflandırılırlar. Farklı tipteki kanserler, farklı hızlarda büyürler, farklı yayılma biçimleri gösterirler ve farklı tedavilere cevap verirler. Bu sebeple kanser hastalarının tedavisinde, var olan kanser türüne göre farklı tedaviler uygulanır.

Ve nihayetinde, Bediüzzaman’ın mânevî buhran geçiren dünya için tarif ettiği hastalık, veba veya taun denilen bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktır. Eskiden milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bulaşıcı bir hastalık. Kara ölüm, kıran, peste veya plague da denen vebânın etkeni Pasteurella Pestis’dir. Mikrop ilk defa 1884’te Hong Kong’da tesbit edilmiştir. Veba mikrobunu taşıyan farelerin pireleri tarafından insanlara geçer. Sebebi, pisliktir. Pis ve güneş girmeyen yerler veba için en uygun ortamlardır. Onun için Bediüzzaman, bu hastalığı ilişkilendirirken ”Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor.” (Tarihçe-i Hayat, Sekizinci kısım: Isparta Hayatı, s. 543) der ve çareyi yine kendisi gösterir: “Bu dalâlet ve bid’aların ve dinsizliğin, tâun ve vebâdan daha ziyade ve daha şiddetli sârî illetlerine karşı Risâletü’n-Nur’un getirdiği ve tâlim ve tefhim ettiği çok hakikatlerden Sünnet-i Ahmediyeye (asm) temessük dersini en hakikî olarak alan, Risaletü’n-Nur şakirtleridir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Risâle-i Nurdan Parlak Fıkralar, s. 160)

MEHMET SELİM MARDİN

[email protected] / www.msmardin.net.ms

01.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.