Ali FERŞADOĞLU |
|
Damara basmadan |
İnsan aciz, zayıftır, dolayısıyla beşer şaşar demişler. Hata ve kusurları düzeltirken, damara dokunmamak, nasırına basmamak gerekir. Yani, hatayı düzeltirken kırıcı olmamalı. Eğer birisi bir hata etmişse, onu kırarak düzeltmeye çalışmak iki hatadır. Birisinin hatasını, bilhassa yakınlarının veya başkalarının yanında yüzüne vurma yüzsüzlüğü yapılmamalı. Zira, o halde, aksülamel yapar, damara dokundurur, hatasını ya inkâr eder veya hatalarını müdafaa pozisyonuna düşer. Veya size cephe alır. Bu da azim bir hatadır. Birisi, Hz. Ali’ye (ra) topluluk içinde demiş ki: “Bir kusûrun var, söyleyeyim mi?” “Hayır, burada söyleme, gel dışarıda söyle!” Dışarıda söylemiş o da. Hz. Ali (ra): “Haklısın, Allah razı olsun, kendimi düzeltmeye çalışayım!” demiş. Bu sefer adam: “İçeride de aynı şeyi söyleyecektim, neden orada razı olmadın?” “Ola ki, topluluk içinde nefsime ağır gelir ve nefsimi müdafaa ederdim!” *** Yine Hz. Ali’nin (ra) oğullarından Hz. Hasan (ra) ve Hüseyin’in (ra), bir ihtiyar adama verdikleri ders, tebliğ ve eğitim psikolojisi açısından tâzeliğini hiçbir zaman kaybetmeyecektir. Yaşlı bir adamın, abdesti yanlış aldığını görürler. Onu ikaz etmek için şöyle bir yol seçerler: İçlerinden biri yaşlı adama hitaben: “Amca, kardeşim abdesti yanlış aldığımı söylüyor, ben ise onun yanlış aldığını söylüyorum. Biz abdest alalım, sen bizi takip et, kimin yanlış aldığını söyle, kendimizi düzeltelim!” Abdestin sonunda, yaşlı adam şöyle der: “Çocuklar, yanlış olan sizin abdest alışınız değil, benim abdestim!..” *** Unutmayın, siz başkalarının kusur ve hatalarını ortaya çıkarıp yaymakla vazifelendirilmiş değilsiniz. Üstelik bu, o kişi orada hazır olmadığında, dedikodu, gıybete girer. Gıybet ise, ateşin odunu yeyip bitirmesi, güneşin buzu eritmesi gibi; sizin iyi amellerinizi, sevaplarınızı yer bitirir ve eritir. Ancak, asıl vazifemiz, “Kusurları örtmek, eksikleri tamamlamak, hizmetlerine yardım etmek”tir. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Politikacıların söz ve icraatları |
Konumuzun ana fikriyle birebir örtüşüp paralel düştüğü için, Ziya Paşanın vecizeleşmiş o meşhûr beytini zikrederek başlıyoruz:
Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz; Şahsın görünür rütbe–i aklı eserinde.
Şairin bu sözü, genel–geçer bir ölçüyü, bir temel kàideyi nazara veriyor. Yani, bu hakikatli söz, esasında herkes için söylenebilir. Zira, herkes için geçerli olan, olması gereken bir prensibi yansıtıyor. Ama bu söz, bilhassa politikacılar ve hasseten iktidar mevkiinde bulunan yöneticiler için her zaman geçerli olan bir mihenk taşı mesabesinde kabul edilmeli. Zira, iktidar sahipleri, içi boş hamasî söylemlerle milleti oyalamak yerine, yaptığı icraatlarla kendisini göstermeli, ispat etmeli. Hükûmet tepesinin zirvesinden atılan hamaset yüklü nutuklar, hiddet ve öfke soslu açıklamalar, hayal mahsulü beyanat ve konuşmalar, acaba neyi hallediyor? Hangi derde devâ oluyor? Bunlar, acaba vatandaşın karnını doyuruyor mu? Sıkıntılarını gideriyor mu? Huzuru, sükûnu temin ediyor mu? Mâsum canların yanmasını engelliyor mu? Akan gözyaşlarını dindiriyor mu? İşsizliğe, yoksulluğa, fakirliğe çare oluyor mu? Yatırımları çoğaltıyor mu? Ekonomiyi güçlendiriyor mu? Yoksa bu lâflar, yaşanılan başarısızlığın üzerini sadece perdelemeye mi yarıyor? Lâf ve icraat farklılığı noktasında, uzun zamandır dikkatimizi çeken bir husus var: Mevcut iktidar sahipleri, yıllar yılı geçmişte hükümet yönetmiş bazı kişilerin yanlışlarını ana sermaye yaparak siyasete oynadılar. Meselâ, bilhassa Demokrat geleneğe liderlik yapmış bazı siyasetçilerin bir kısım hatalarını serrişte ede ede, onları alabildiğine kötülemeye, karalamaya çalıştılar. Ve, aynen bu kötüleme–karalama sermayesiyle gelip iktidara oturdular. Fakat, ne tuhaftır ki, o Demokratların bu millete ve memlekete yaptığı devâsâ hizmetleri görmezden geldiler. İmam–hatip, Kur'ân kursu ve İlâhiyat okulları gibi mânevî tesisler bir yana, yüz binlerce insanın istihdamını sağlayan, yahut ülke ekonomisinin can damarını teşkil eden koca fabrikaları, muazzam barajları, tünelleri, ana yolları, uçak pisti gibi otobanları, köylü ve çiftçiye sağlanan imkânları, hele hele GAP gibi göz kamaştıran, tam kapasite çalışması halinde ülke ekonomisini kanatlandıracak projeleri topyekûn unutmayı, unutturmayı tercih ettiler. Evet, bütün bunları nazara vermeyip sadece ve sadece lâfazanlıkla siyaset yapma cihetine gittiler ve elli yıllık icraatın üzerini adeta illüzyonist bir yöntemle örtmeye çalıştılar. Başkasını habire karalama ile yetindiler. Kendilerini de, icraatlarıyla değil, sadece hamasetli nutuklarla millete kabul ettirmenin yolunu tuttular. Ne var ki, bu hamasetli nutuklarla, ne sağlık, ne eğitim, ne ekonomi, ne de sıkıntılar içinde kıvranan diğer ana sektörler rahata, sıhhata kuvuştu, kavuşuyor. (İşin bir diğer vechesi, iktidar partisine açılan kapatma dâvâsında olduğu gibi, sıkıştıkları zaman, evvelce her fırsatta yerden yere vurdukları demokrat siyasetçilerin müsbet icraat ve beyanatlarını örnek ve referans gösterip, onlara sığınmayı da ihmal etmediler. Bunu da gözden kaçmaması gereken bir “samimiyet” kriteri olarak kayda geçirelim.)
Tarihin yorumu 28 Haziran 1966
Köprülü'nün Sadrâzamlık hayali
Dışişleri eski Bakanlarından Fahrî Profesör M. Fuad Köprülü, İstanbul Baltalimanı Hastanesinde vefat etti. (Doğum ve ölüm tarihleri: 4 Aralık 1890—28 Haziran 1966.) Osmanlı döneminde Sadrâzamlık yapan Köprülüzâdelerden olan Fuat Köprülü, Çemberlitaş'taki aile mezarlığında (Köprülü Türbesi) babasının yanıbaşına defnedildi. Fuad Köprülü, tarih ve edebiyata olan merakı sebebiyle, hukuk tahsilini yarıda bırakarak, II. Meşrûtiyetin ilk senesinden itibaren (1909) tarih ve edebiyat dergilerinde çalışmaya başladı. İlk başlarda ırkçılıktan, milliyetçilikten uzak durmaya çalıştı. Ancak, 1910'lu yılların başlarında meşhûr Türkçü "Kürt Ziya" ile tanıştıktan ve onunla yakın çalışma arkadaşı olduktan sonra, kendini Türkçülük cereyanına kaptırdı. İttihatçı iktidarın bu cereyana kuvvet vermesi sayesinde, Ziya Gökalp gibi Fuad Köprülü de en gözde fikir adamlarından biri haline geldi. Basın ve üniversite çevrelerinde, şân ve şöhretleri, makam ve mevkileri yükseldikçe yükseldi. Köprülü, 1934'te siyasete atıldı. Kars milletvekili olarak Meclis'e girdi. Aynı anda, İstanbul Ünivesitesi Edebiyat Fakültesinde üstlenmiş olduğu çeşitli görevlerini de devam ettirdi. M. Kemal'den sonra İsmet Paşa ile zıtlaşan ekibin içinde yer aldı. 1945'te Bayar, Menderes ve Koraltan'la birlikte CHP'den ayrıldı. Dörtlü Takrir'e imza atarak DP'nin kurucularından biri oldu. DP'de, Bayar'dan sonra kendini "ikinci adam" konumunda gören Köprülü'nün hayali, tıpkı dedeleri gibi Sadrâzam, yani Başbakan olmaktı. Ancak, 1950 seçimlerinden sonra oluşan konsept içinde Dış İşleri Bakanlığıyla iktifa etmek durumunda kaldı. Bir sonraki seçimde (1954) de Başbakan olamayacağını anlayınca, bu kez kurucusu olduğu partiden ayrılmanın bahanelerini aramaya koyuldu. 1956'da resmî görevinden ve hemen ardından partiden de istifa ederek, yeni kurulan Hürriyet Partisine geçti. 1957 seçimlerinde milletvekili dahi seçilemeyince, herşeyi bırakıp DP aleyhtarlığı yapmaya başladı. Hem öyle bir aleyhtarlık ki, 27 Mayıs Darbesinden sonra kurulan Yassıada Cehennemi hengâmesinde dahi, Menderes ve DP'lilerin aleyhine konuşmaktan, hatta gazetelere beyanat vermekten dahi çekinmedi. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Dikkat! Sakın o sudan içmeyin |
İnanç, gelenek ve kültürümüze hiç uygun olmayan fiillerin hızla normalleştirildiği bir zamanda yaşıyoruz. Öyle ki, bir zaman sonra doğru olana anormalmiş gibi bakılıyor ve yanlış olan oymuş gibi muâmele görüyor. Bu da oldukça düşündürücü ve içler acısı bir durum. Bir efsaneye göre, bilge bir zat, halkı ikaz etmiş: “Asitli yağmurlar yağacak, herkes altı ay yetecek kadar su kabı yaparak suyla doldurup saklasın.” Kimse onu dinlememiş. Bilge adam kendine su kabı yaparak suyunu saklamış… Nihayet başlamış asitli yağmur yağmaya, bu suyu içen delirmiş, içen delirmiş. Bir süre sonra bilge, köyde tek kalmış. Ne söylediyse hiç anlatamaz olmuş. Başlamış halk buna “deli” demeye. Çünkü bütün köylü delirdiği için bir tek akıllı o kalmış. Ama gel de o köylüye anlat… Sonunda o da anlatamamış zaten ve almış eline baltayı, saklama kabını param parça etmiş ve köylünün içtiği sudan içmiş. *** Bugün de su kabını parçalayan ve herkesin içtiği sudan içen sayısız bilge adamlar var. Sonra da “Ne var bunda canım, herkes böyle yapıyor, her yerde böyle” diyerek bir zamanlar şiddetle karşı çıktıkları yanlış olan fikir ve fiillere artık gönüllü olarak iştirak ediyorlar. Toplumun büyük bir çoğunluğunun yapmayı âdet edindiği fiil ve davranışlar her ne kadar yanlış, haksız, batıl da olsa, çoğunluğun yapıyor olması insanlar tarafından bir süre sonra normal karşılanıyor. İşin en garip yanı da, Müslüman bir toplumda yaşadığımız hâlde inancını gerektiği gibi yerine getirmek isteyenlerin sanki bir suçlu gibi muâmele görmesi. Yeni işe başlayan ve namazını kılan birinin işverene, şirkette mescid bulunup bulunmadığını sorması bir çok işveren tarafından yadırganan bir durumdur. Böyleleri hemen sahte bir nezaket tavrı takınarak “Haklısınız tabiî… Bakın ben de evimde, özel hayatımda zaman zaman namaz kılarım, Cumaya giderim, fakat burası bir iş yeri. Herkes sizin gibi ‘Namaza gidiyorum’ diye işi bırakıp 15-20 dk. ara verse, bu şirketin hâli ne olur?” gibi cümleler sıralarlar. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan, ama işe de ihtiyacı olan adam şimdi ne yapacak? Ya su kabını parçalayarak herkesin içtiği sudan o da içecek, ya da aç ve susuz da kalsa inandığı doğrultuda yaşamaktan vazgeçmeyecek. Hâlâ bir yere “Selâmün aleyküm” diye giren insanlara şaşkın bakan ve anormal karşılayan insanlar var. Sırf bu yüzden her yerde rahatça Allah’ın selâmını vermekten çekinen insanlar da var. İnancı gereği başını örtenler de ilk başlarda yasağa karşı güçlü bir direnç gösterseler de, gün geldi birer ikişer derken dayanamayıp zehirli sudan içmeye başladılar. Hatta en ufak bir vicdanî rahatsızlık duymadan okuluna ya da işine başını açarak devam edenlerin sayısı fazla. Onlara göre bu çok normal. Çünkü okumaları ve çalışmaları gerekiyor! Hatta onlara göre anormal olan, tesettürlü olmakta direnenler. Ne yazık ki; “Meydan başkalarına mı kalacak?!” diye düşünerek kendi kaplarını parçalayıp zehirli sudan içmişlerdir artık. Ama şuurlu bir Müslüman, “Çoğunluk öyle yapıyor, ben de onlara uymalıyım” diye hareket edemez. Müslüman’ın ölçüsü, çoğunluğa uymak değil, hakikate uymaktır. Çünkü binlerce yanlışı toplasanız bir doğru yapmadığı gibi, binlerce batıl da bir hakkın yerini tutamaz. Herkes kabir kapısından tek tek giriyor ve ahirette de hesabını tek başına verecek. Peygamber Efendimiz de (asm) İslâm’ı tebliğ etmeye başladığında tek başınaydı. Ama dâvâsı hak olduğu için İslâm’ı dünyanın başına bir tâç gibi giydirdi. Öyleyse, kendi kabımızı parçalamaya gerek yok. Hak olan yolda, tek başımıza da olsa yürümeye devam etmeliyiz. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Fazilet, hüküm ve hikmetleriyle gusül-2 |
Mardin’den Süryani Yuhanna: “1- Guslün maddî ve mânevî hikmetleri nelerdir? 2- Cünüp birisi boy abdesti almadan vücudundan herhangi bir şey koparabilir mi? Meselâ tırnak gibi, tüy gibi... Cünüpken aynaya bakılır mı? 3- Bazı ilmihallerde cünüpken el ağız yıkandıktan sonra yemek yenir deniliyor. Bunu nasıl anlamalıyız?”
Guslün maddî-manevî birçok fayda ve hikmetleri vardır. Her şeyden önce belli durumlarda Allah’ın emridir ve farzdır. Bazı durumlarda ise Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatine esas olmak üzere sünnet-i seniyye sevabı kazandırmaktadır. Bu sevaplara denk olarak gusül, ruhumuzun günah kirlerinden arınmasına vesile olmakta; günahlarımız bağışlanma istidadına kavuşmaktadır. Netice olarak gusül bizim için hususî bir feyiz kaynağı teşkil etmektedir. Belli aralıklarla vücudumuzun temizliğini sağlamak için gusül yapmak bir zorunluluktur. Gusül ile bedenin bütün kirleri yok olur, beden temizlenir. Böylece vücut, sağlık ve sıhhati tehdit eden mikroplardan da arınmış olur. Günübirlik temizlik için gusül yapıldığında bile, guslün adap ve erkânına riayet ettiğimizde hem hades veya büyük hades hallerinden kurtulmuş oluruz; hem de âdetimizi ibadete çevirmiş oluruz. Bu durumda gusül bir yandan vücudumuzu maddî kirlerden temizlerken, diğer yandan bizi hem ibadete hazırlamakta, hem de kendisi ibadet sevabı kazandırmaktadır. Gusül, abdesti de kapsadığından, ibadet için ayrıca abdest almaya gerek duymayız. Cünüplük veya aybaşı gibi belirli süreçlerden sonra gusletmenin bir diğer hikmeti de, insana yeniden yaşama enerjisi sağlamasıdır. Hayız veya lohusa durumu ile bitkin ve yorgun düşen; cinsî boşalma ile de gevşeklik ve yorgunluk haline giren insan vücudu, guslettiği anda, kaybettiği enerjisini yeniden toplar, yorgunluk ve bitkinlikten kurtulur. Yeni temizlik süreci insan hayatında âdeta yepyeni bir temiz sayfa açar. Gusletmenin bir diğer hikmeti de, vücudu dinç, dinamik ve canlı tutmasıdır. Varlığının dörtte üçü su olan insan vücudu temiz su ile buluştuğunda, eski yorgunluğunu atar, dinlenme sürecine geçer, yeni bir canlılık ve dinamizm toplar. Gusül ile beraber âdeta hayat yeniden başlar. İnsan ruhu ve duyguları yeniden kendine gelir. İnsan ruhu yeni başarılar için gusül ile beraber kendinde yeniden güç bulur. Efdal olan, gusül abdestini—mümkünse—gerektiği anda almaktır. Fakat farz namazlara zarar vermemek şartıyla bir süre geciktirmeye cevaz vardır. Meselâ eğer yatsı namazını kıldıktan sonra gusül gerekmişse, bu gusül en geç teheccüt namazına kadar, teheccüt namazı kılınmışsa en geç sabah namazına kadar geciktirilebilir. Nihayet sabah namazından önce gusül abdesti almalıdır. Gusül alabilirken almayıp, hadesten taharet gerçekleşmediği için bir namazı vakti dışına çıkarmak caiz değildir. Gudayf bin el-Haris (ra) bildiriyor: Hazret-i Aişe’nin (ra) yanına vardım ve: “Resulullah (asm) gecenin erken saatlerinde mi, yoksa sonunda mı guslederdi?” diye sordum. Hazret-i Aişe validemiz (asm): “Her iki vakitte de guslederdi. Bazen gecenin erken saatlerinde, bazen de sonunda guslederdi” dedi. “Dinde kolaylık tanıyan Allah’a hamd olsun” dedim. 7 Bu hadisten, Resulullah’ın (asm), cünüplük gecenin ilk vakitlerinde meydana geldiğinde ilk vakitlerinde, son vakitlerinde meydana geldiğinde de son vakitlerinde guslettiği anlaşılabilir. Fakat Gudayf bin el-Haris’in “Dinde kolaylık tanıyan Allah’a hamd olsun” sözüne Hazret-i Aişe’nin (asm) ses çıkarmamasından da guslü geciktirmenin mubah olduğu anlaşılabilir. Bir diğer hadiste ise Hazret-i Ömer (ra) Resulullah’a (asm) sordu: “Ya Resulallah! Herhangi birimiz cünüp olduğu halde uykuya yatabilir mi?” Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Evet! Abdest alırsa…” 8 Anlaşılıyor ki, cünüp kişinin yemek yemesi, çay içmesi, oturup eşiyle sohbet etmesi, birisiyle musafaha yapması, aynaya bakması, uyuması veya hadesten taharet istemeyen muhtelif işler yapması mubah davranışlardandır. Fakat bunları yapmak için mümkünse abdest alması, en azından elini ve ağzını yıkaması sünnet bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Cünüp iken Resulullah (asm) ile karşılaşınca, ben geriledim. Gidip yıkandım ve sonra geldim. Resulullah (asm): “Nerede idin?” buyurdu. Ben: “Cünüp idim ya Resulallah!” dedim. Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Müslüman necis olmaz.” 9 Bediüzzaman Hazretlerine göre, zahire nazaran haşirde ecza-i asliye ile ecza-i zaide birlikte iade edilecektir. Yani ecza-i zaide olarak vücuttan sürekli atılmakta olan saç, tüy, kıl, tırnak gibi şeyler de iade edilecektir. Cünüp iken bu kısımları bedenden ayırmanın mekruh olması ve bedenden ayrılan bu kısımların toprağa gömülmesinin sünnet olması bu hikmete dayanır. Tahkik mesleğine göre ise ecza-i asliye denilen insanın kendi tohumu hükmünde olan zerreler (acbü’z-zeneb) üzerine insan diriltilecektir. 10
Dipnotlar:
7- Nesai, Taharet, 142. 8- Tirmizi, Taharet, 88. 9- Tirmizi, Taharet, 89. 10- İşaratü’l-İcâz, s. 60. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Tesettür yasağı ve Nurcular |
Yükselen her değeri istismar edecekler mutlaka olmuştur ve olacaktır. Hürriyet güneşinin dünyamızı kısmen ısıttığı yakın zamanlardan bu yana, Nurculuk yükselen değerler arasına girmiş bulunuyor. İcraatın ifadenin önüne geçtiği şu zamanda elbette ki bazı yanlış anlaşılmalar da oluyor. 12 Eylül’ün başlattığı ve 28 Şubat’ın tahkim ettiği ‘tesettür yasağının’ devlet dairelerinde, okullarda ve hatta bazı özel idarelerde olanca gücüyle devam etmesi, mütehayyir bazı insanlarımızın zihninde istifhamlar uyandırıyor. Nurculuğun içtimaî ve zihnî sahada yükseldiği şu dönemde bu yasak hâlâ devam ediyorsa, demek ki Nurcular tesettür yasağına yeterince karşı değiller. Bu zihnî yanılgının evvelâ cehalet ve yanlış propagandalarla temellendiğini hemen belirtelim. Kur’ân’ın tesettür emrini eserlerinde müdafaa ettiği ve kadının fıtratını dillendirdiği için M. Kemal’in hükümetlerince hapse atılıp işkenceye maruz bırakılan Bediüzzaman’ı tanıyan ve Risâle-i Nur’u okuyan herkes mutlaka tesettür yasağına itiraz edecektir. Said Nursî’nin hem Eskişehir, hem Denizli, hem Afyon ve hem de 1952 İstanbul mahkemelerindeki safahatı takip edenler, onun ömrü boyunca tesettür bayrağını dalgalandırdığını ve kadının fıtratını seslendirdiğini mutlaka görecekler. Demek ki M. Kemal ve takipçilerinin Türkiye’de tahkim etmek istedikleri ‘tesettür yasağının’ en amansız muhalifleri Nur Talebeleridir. Ve Nurculuk yazılı metinlere dayandığından, zihinleri bulandıracak propagandalar, müntesiplerini fazla etkileyemez. Burada şu ince ayrıntıyı da vurgulayalım. Tesettürü ehemmiyete almamak, önemsememek veya tesettürsüzlüğü normal karşılamak ile onu gereği gibi yaşayamama hallerini birbirinden ayırmak lâzım. Ahirzamanın cazibedar fitne dalgaları arasında ve dünya dinsizliğinin ‘tesettür’ün üzerine yürüdüğü bir zamanda, fıtratın gereği olarak tesettürlü olmayı samimiyetle arzu ettiği halde, çevre başta olmak üzere çeşitli sebeplerle yapamayanlara şefkatle yaklaşmak icab ediyor. Yakın tarihimizin sosyolojik arşivlerine girdiğinizde, Nur Talebelerinin tesettürün her şeklini nefislerinde pratize ederek müdafaa ettiklerini göreceksiniz. 12 Eylül’ün Müslümanlarda münafıkane bir şekilde sebep olduğu ‘dünyevîleşmeden’ önceki dönemlerde, tesettürün bayrak bayrak yükselen bir değer olduğunu göreceksiniz. Üniversitede, sokakta ve toplumda bilhassa pardesülü ve başörtülü kızlarımızın cemiyette nasıl saygıyla karşılandığını öğrenmek isteyenler, o günlerin gazete ve dergi arşivlerine girebilirler. Yeni Asya gazetesinin çıktığı günden günümüze ‘tesettürü’ manşetlerden indirmediğini, tesettür karşıtlarının yürüttükleri ‘müstehcen neşriyata’ karşı teyakkuza sevk etmek için büyük salon toplantıları düzenlediğini ve aydınlarımızı bu hastalıkla mücadeleye teşvik için dizi yazıları yayınladığını görenler, Nurcuların her zaman tesettürü kahramanca müdafaa ettiklerini kabul edeceklerdir. Risâle-i Nurda Tesettür Risâlesi veya Hanımlar Rehberi’ni dikkatlice okuyan her hanım talebe, onu şuurluca yaşar ve savunur. Tesettürde takva çizgisini esas alırken, renk, şekil, desen, tarz, üslûpların cazibesi onu Sünnetten uzaklaştırmaz. Daha doğrusu Nurları devamlı okuyan genç kız ve hanımlarımızda ‘kimlik bunalımı’ olmadığından, dünyalarına yerleştirdikleri sağlam kimlikle toplumdaki yerlerini alır ve saygı görürler. Risâle-i Nur’la kuvvetlenen imanlarıyla, onlarda öyle bir emniyet meydana gelir ki sokaktaki hareketlerinde, giyim tarzlarında, üslûp ve davranışlarında zerre kadar bir tereddüt, kompleks, modaya meyil veya ötekiye özenti hissine müsaade etmez. Fıtratlarının sesini Risâle-i Nur’la bulan ve onları devamlı okuyarak dinleyen genç hanım ve kızlarımızın tesettürdeki “örtünme ve dikkat çekmeme” mânâsına tam uymaları, onları izleyenlerde hem bir hürmet ve hem de hayranlık uyandırır. Bu hassasiyete yeterince sahip olmayanların ifade ve icraatları ise Nurculuğa mal edilemez. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Okuma programları ve pozitifleme operasyonları |
Okuma programları konusunda oldukça güzel haberler var. İlköğretim kademeleri, liseliler, hazırlık öğrencileri, üniversiteliler ve şimdilerde ise, büyükler kategorisi yapılıyor. Artık okuma programları hayatın bir gerçeği oldu. Yıl boyu okumalarını ihmal ettiğini düşünenler soluğu yaz okuma programlarında alıyorlar. Bu programlardan bir kısmı kendi şehirlerinde yapılıyor, bir kısmı da özel okuma programı mekânları buluyorlar. Tıpkı bir yaz tatili ihtiyacı gibi, yeterli bütçesi, içinde uygulanacak programları, katılımcılar tam bir çalışma alanı oldu. Pek çok insan, artık okuma programı olmayan bir hayat düşünemiyor. Yılda birkaç kez programlara katılanlar da az değil. Bu çok güzel bir gelişme. Böyle olmayanlar üzülecek biliyorum, ama hayat böyle. Artık kafadar ya da değil, 15 - 20 kişi bir organizasyon yapıp, hemen bir okuma programı uygulayabiliyorlar. Yani bir iş gezisi gibi bir şey. 4 günlük, 5 günlük ya da daha uzun süreli olarak 10 güne kadar okuma programları yapılabiliyor. Evet, evet uluslar arası uygulamalar ve düşünceler de yok değil. *** Geçtiğimiz yıllarda 30’u aşkın öğrenciyle gerçekleştirdiğimiz Rize-Hemşin okuma programlarımızın hatıralarının gazetemizde seri olarak yayınlanması pek çok okuyucumuzun dikkatlerinden kaçmamış. Hatta yazı içerisinde geçen küçük detay espriler bile aradan aylar geçmiş olmasına rağmen farklı farklı şehirlerimizde karşılaştığımız dostlardan gündeme gelmesi, güçlü bir etkinin göstergesidir. Hatta pek çok dosttan, ‘Seneye öğrencileri bizim şehre getirebilirsiniz’ kabilinden dâvetler aldık. Bunlardan ilkini de bu sene gerçekleştiriyoruz. Bu yıl da Bursa’dayız. Erkek öğrenciler için durak, İnegöl. Oldukça güzel duygular ve düşünceler içerisindeyiz. Dönerkenki düşüncelerimizin çok daha güzel olacağı anlaşılıyor, İnşallah. Çünkü okuma programından çıkmış olacağız. Okuma programı adeta bir pozitifleme operasyonudur. Olumlu düşünmeyen, sevgisini yitirmiş, köhneleşmiş, düşüncesinin son kullanma tarihi bitmiş olanları hemen bir okuma programına katmalı ki, hem kendisi böyle bir azaptan kurtulsun, hem de eşi ve çocukları, arkadaşları. Başkaca bir yol gözükmüyor. Ekibimizde yer almak için arayan kıymetli eğitimci Şükrü kardeşim, ‘Kardeşimi de programa götürecektim, ama istediğim gibi bir çalışma performansı göstermedi. Onun için ben de ceza olsun diye götürmüyorum.” dedi. Ben de, ‘Kesinlikle bu hareketini şeytan çok sevdi. Çünkü faaliyetsizlik, ihmal ve boş vermişlik ve bir de üstüne üstlük faaliyetten alıkoymayı ceza vermek olarak yapmak, tam bir negatif operasyondur. Nefis, zaten faaliyet istemiyor. Bu ancak onun nefsini sevindirmek olur. Sen yapabiliyorsan, kardeşinin nefsini, onu programa katarak cezalandır. Bir de unutma ki, mükâfat cezadan daha etkilidir.” dedim. Şükür ki, kazandık. Kardeşiyle de programdayız. Bu yıl ki, ekibimiz hazır. Oldukça dinamik, heyecanlı, genç bir gurupla 15 kişi olarak bütün hazırlıklarımızı yapmış bulunuyoruz. Cenâb-ı Hak, yapacağımız programdaki okumalarımızı en yüksek seviyede anlamak ve anladıklarımızı yaşamak ile sonuçlandırsın İnşallah. Bursa’nın Uludağ yamaçlarındaki bir başka programda ise bayan öğrencilerimiz olacak. Bizim de evimizde günlerdir ciddî bir heyecan yaşanıyor. Eşim, eğitimci Yasemin Yaşar’ın günlerdir okuma programındaki paylaşacağı konu hazırlıkları, önce evimizde etkisini gösteriyor. Eşimle birlikte, okuma programı uzmanı olan Fahriye Ablaların günlerdir süren telefon trafiği programın çok düzenli ve renkli olacağının işareti. 15 kız öğrenci, başlarında tecrübeli ablalarıyla birlikte önümüzdeki günlerde programlarını yapacaklar. Risâle-i Nurların belli konularında uzmanlaşmış ablaları öğrencilerle bu derslerini paylaşacaklar. Böyle bir programdan geçmek, yenilenmiş bir insan demektir. Rize de ihmal edilmiş değil. Bir grubumuz da inşallah Rize yollarında olacaklar. Daha birkaç gün önce de, yine 10-15 kişilik bir grubumuz Batman’dan geldiler. Şehrimizde olan programlar bu çerçeveye dahil değil. Biliyorum, her şehirde bu heyecan yaşanıyor, belki daha da fazlası. Bütün bu program haberleri bize bir şeyi gösteriyor. Artık okuma programları hayatın bir vazgeçilmezi oldu. İmkân var, zaman var, katılacak kişi var, gidilecek yerler var; o zaman geriye sadece ‘Ya Allah!’ deyip, harekete geçmek kalıyor. Böyle programlarla, kesinlikle gelecekten ümitli olabilirsiniz. Asır ancak böyle temizlenecek. Mutlaka sizin de bir programınız vardır değil mi? Yoksa yıl boyu negatif kalırsınız alimallah, benden söylemesi… Program haberlerinde görüşmek üzere… 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Tahtaravalli |
Bütçe... Devletin tahmini gelir giderini gösteren ve sıkça çiğnenen bir yasa. TBMM’de bütçesi reddedilen hükümetler güvenoyu sorunu yaşarlar, koltuklarını terk etmek zorunda kalırlar. Öylesine önemli. Ne var ki çoğu kez gelir gider tahminleri şaşar, genellikle harcamalar gelirleri aşar. Hele kriz zamanlarında hesaplar alt üst olur, bütçe kevgire döner. 2009 yılında olduğu gibi. Bütçe açığı 10,4 milyar TL öngörülmüşken yıl sonu itibariyle 52 milyar TL’ye çıktı. 5 katı bir sapma. Kıyasıya eleştirdik, uyardık. Kötü gidişe dikkat çekmek görevimiz. Buna karşılık iyi uygulamalar da takdir edilmeli, desteklenmeli. Objektif olmak bunu gerektirir. Tabiî ki ülkenin kalkınması ve insanımızın refah seviyesinin yükseltilmesi için eleştiriler ve uyarılar daha ağırlıklı olmalı. Bununla birlikte olumlu gelişmeler de kamuoyuyla paylaşılmalı. Bu bağlamda, ilk beş aylık bütçe performansı umut verici. Avrupa, bütçe açıkları ve borçla boğuşurken Maliye Bakanlığı tarafından açıklanan rakamlara göre; Bütçe açığı geçen yıla nazaran yarı yarıya azalmış. 20,7 milyar TL’den 10 milyar TL’ye inmiş. Bütçe gelirleri yüzde 19 artarken giderler ancak yüzde 5 artmış. Vergi gelirlerindeki artış daha fazla. Yüzde 25. Faiz giderlerimiz de 2 milyar TL tutarında eksilmiş. Bütçe açığımızın millî gelire oranının yüzde 4’ler civarında gerçekleşmesi ihtimal dahilinde. Kimi Avrupa ülkelerinde bu oranın yüzde 10’ların üzerinde olduğu dikkate alındığında bunu başarı hanemize artı puan olarak yazabiliriz. 5 aylık bütçe gelirimiz 102 milyar TL, giderlerimiz 112 milyar TL. Açık 9,9 milyar TL. Yıl sonu hedefi 50 milyar TL olduğuna göre bir kazaya kurban gitmez ve seçim ekonomisi uygulamazsak bu defa öngörülenin bile altında bir bütçe açığı ile yılı tamamlayabiliriz. Bütün bu veriler olumlu. İktidarın hakkını teslim etmeliyiz. Peki, rahatsız eden, negatif bir durum yok mu? Keşke olmasaydı, ama var. Bunu da söylemek mecburiyetindeyiz. Bütçe rakamlarındaki iyileşmenin sırrı vergi gelirlerindeki artışta yatıyor. İlk beş ayda geçen yıla göre 16,5 milyar TL artarak 83 milyar TL’ye yaklaşmış. İyi değil mi? Pek değil. Çünkü artışın dörtte üçü harcamalar üzerinden alınan ve zengin fakir ayıt etmeyen ÖTV ve KDV’den kaynaklanıyor. Anlayacağınız esas itibariyle geniş halk kesimlerinin cebi boşaltılarak vergi gelirleri artıyor. Köklü bir vergi reformu hayata geçirilmediği için gelir dağılımındaki adaletsizliği körükleyen ve zengini daha zengin, fakiri daha fakirleştiren bu kara tablo yıllardır değişmiyor. Nitekim BDDK’nın Nisan ayı bültenine göre; milyoner sayısı bir yıl içinde 6 bin kişi artarak 23 binden 29 bine yükselirken, aynı dönemde milyonerlerin bankada tuttuğu mevduat ise 35,1 milyar lira artışla 213,4 liraya ulaşmış. Daha ilginci olan ise şu: Bankalardaki toplam mevduatın yarısına yakın bölümü bu 29 bin kişiye ait. 72 milyon ise diğer yarısına sahip. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar, ama gelir dağılımındaki dengesizliği gösteren bu rakamlar aynı zamanda bu kişilerin ne kadar vergi ödediği sorusunu da akla getiriyor. Parmak basmak istediğimiz diğer bir husus da vergi gelirlerindeki artışın doğrudan ithalatla bağlantılı olması. İthalat kamçılandıkça vergiler artıyor, dolayısıyla bütçe açığı kapanıyor. Öte yandan ithalatın artması döviz açığını, yani cari açığı büyütüyor. Ve açığı da sıcak para finanse ediyor. Geçen hafta sıcak paranın zararlarına değinmiştik. Neticede tahtaravalli misali bütçe açığı yükselirse carî açık iniyor, bütçe açığı inişe geçince carî açık tırmanıyor. Bir türlü dengeyi tutturamıyoruz. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Kritik görüşme” yine neticesiz… |
Terörün tırmandığı süreçte Başbakan Erdoğan’ın günler öncesinde dikkat çektiği Obama’yla Kanada’daki görüşmesinde de çözüm çıkmadı; sadece kriz coğrafyalarındaki problemler sayıldı. ABD’nin küresel hegemonya politikaları gözden geçirildi. Oysa Toronto’daki görüşmede beklenen, son dönemde azan ve kırsaldan şehirlere sıçrayan terör saldırılarına karşı, işgalindeki Irak’ın kuzeydeki Bölgesel Yönetimi kontrol eden Washington’un, Ankara’nın terörle mücadelesine tam ve samimî desteği vermesi, terör örgütünü tasfiye ve terörü bitirme iradesini açıkça ortaya koymasıydı... Ne var ki Ankara açısından “görüşme”nin bu en ehemmiyetli başlığı da bildik klâsik diplomatik kılıflı tabirlerle üstü örtüldü. Görüşmenin akabinde, “İki müttefik ülke arasında son dönemde gündemde olan bütün konular gayet açık ve net bir üslûpla masaya yatırıldı” denilse de, öncelikle “terörle mücadele” olmak üzere, yine ele alınan konulara ilişkin bir mesafe alınamadığı anlaşılmakta. Özellikle “terörle mücadele başlığında Türkiye-ABD-Irak üçlü mekanizması içinde işbirliğine devam edilecek” ibaresinin tekrarlanması, bu hususta hiçbir netice vermeyen “işbirliği”nden farklı ve sonuç alıcı bir adımın atılmadığının âdeta ikrarı olmakta. Kısacası yarım saat plânlanan ve bir buçuk saat süren görüşme sonrası Beyaz Saray’dan “İki liderin, müttefik olarak, geniş kapsamlı ve samimî bir görüşme yaptıkları” açıklamasına karşı, tarafların “tavırları”nı koruduğu daha ilk ebatta su yüzüne çıkmakta…
MUTABAKAT VE ÇÖZÜM YOK! Meselâ “Taraflar, İran’ın nükleer enerji çalışmalarına dair açık ve net konuştular” deniliyor; lâkin varılan bir mutabakat bulunmuyor. Ve bu “çözümsüzlük”, “Amerika ve Türkiye’nin farklı değerlendirmeleri, Türkiye’nin ‘hayır’ oyunun gerekçelerinin paylaşıldığı” cümlesiyle geçiştiriliyor. Dahası, Amerikan yönetiminden “suçlamalar”a varan agresif yüklenmelere rağmen, Türkiye’nin ABD’nin başını çektiği İran’a yaptırım kararına ‘hayır’ oyu vermesinden dolayı “herhangi bir sitemle karşılaşmadığı” propaganda edilerek bir “başarı” olarak sunuluyor! Keza İsrail’in emr-i vakisine de ABD’nin en ufak bir tepkisi yok. Bütün dünyanın gözü önünde Akdeniz’deki uluslar arası sularda Türk bayraklı sivil yardım gemisine ve diğer ülke gemilerine hunharca saldırıp dokuz vatandaşı katleden İsrail, üzerinden bir aya yakın zaman geçtiği halde hâlâ ele geçirdiği gemileri iade etmiş değil. Buna da atıf yok… Erdoğan, İsrail’in tutuklayıp psikolojik işkenceyle sorguya çektiği yüzlerce rehineyi ve bazıları ağır onlarca yaralıyı ve cenazeleri günler sonra serbest bırakmasına katkılarından ötürü Obama’yı övüyor, teşekkür ediyor. Türkiye’nin şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da Irak ve Afganistan örneğinde görüldüğü gibi uluslar arası arenada ABD’nin küresel çıkar politikalarına tam desteğin devam edeceğini bildiriyor. Lâkin buna mukabil Obama, Türkiye’nin, “İsrail’in özür dilemesi” ve “tazminat beklentisi”yle, “Gazze’deki ablukanın kaldırılması” yönündeki taleplerine, hiçbir tatminkâr bir cevap vermiyor. “Amerika’nın ilişkilerin düzelmesi için elinden geleni yapacağı”nı söylemekle yetiniyor. Yine Türkiye’nin, “çekilme” sonra işgal işbirlikçisi Kuzey Irak’ın himâyesiyle bölgedeki egemenlik ve enerji çıkarlarının korunması ve Afganistan işgalinin sürdürülmesine desteği “müttefiklik vurgusu” te’yid ediliyor. Lâkin terör, “model ortak” ABD’nin güdümündeki Kuzey Irak’ta himâye gören terör örgütü eylemlerini sürdürüyor; terör olayları artıyor…
YİNE AYNI NAKARAT… Özetle Bush-Erdoğan görüşmeleriyle başlayan vetiredeki “temenniler”in yinelenmesiyle kalınıyor. Başta Mavi Marmara baskınıyla İsrail’le başgösteren kriz, ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım kararı, Obama’nın Ankara’daki telkiniyle imzalanan “Ermenistan protokolleri” olmak üzere, Washington’un Ankara’ya “önerileri” akıbetsiz ve neticesiz kalıyor… Nihâyette, görüşmenin akabinde yapılan yorumlarda ve Batı basınında yine aynı nakarat tekrarlanıyor. Yine Müslüman bir ülke olan Türkiye ile ile güçlü ilişkilerin ABD küresel politikaları açısından çok önemli olduğu; Türkiye’nin desteğinin Irak’a ve Afganistan’da büyük rol oynadığı, Türk-Ermeni ilişkilerini normalleştirilmesinde Ankara’nın cesaretlendirildiği, ABD’nin Filistin meselesinde üzerine düşeni yapmaya hazır olduğu, bölgesel müşterek ve çok boyutlu işbirliğinin geleceğe farklı taşınacağı yorumları yapılıyor. Yine Amerika’nın şimdiye kadar bir işe yaramayan “terörle mücadele işbirliği”ni ve “istihbarat paylaşımı”nı yineleyip, desteğinin tam devam edeceği dile getiriliyor… Yine ABD’nin terör örgütünü “ortak düşman” ilân ettiği, teröre karşı ortak tavır sürdürüleceği, “açılım”ın desteklendiği ahkâmı kesiliyor. “Model ortaklık” çerçevesinde “terörle her yerde ortak mücadele ve iki ülke işbirliği modelinin geliştirilmesi” türü tumturaklı lâflar savruluyor… Erdoğan-Obama kritik görüşmesinden kalanlar bunlar… 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Tatilde Yeni Asya |
nceki hafta sonu okulların kapanmasından sonra, yaz tatilinin ilk haftasını geride bıraktık. Gerçi bu ilk hafta, alışılmadık yoğunluktaki yağmurlarla geçti ve böylece, hem dünya dengelerindeki bozulmanın iklimdeki anormal yansımalarından birine daha şahit olduk, hem de bir yönüyle “kıyamet alâmetlerinden biri” olarak nitelenebilecek bir hadiseyi daha yaşadık. Yağışları, selleri ve can kayıplarını bu yönüyle de değerlendirip ibret derslerini çıkarabilir ve o derslerin ışığında hayatımıza çekidüzen verebilirsek ne mutlu bize. Bunu ifade ettikten sonra tatil bahsine devam edecek olursak: Biliyoruz ki, tatili köyünde, kasabasında, memleketinde farklı bir “çalışma dönemi” olarak değerlendireceklerin sayısı hiç az değil. Ancak ne olursa olsun, yaz aylarının okul sezonundan “farklı” geçtiği bir vâkıa. Birçok insanın, okul zamanı yaşadığı mekândan ayrılıp memleketine veya tatil beldelerine gittiği de. Bu durum, özellikle günlük neşriyat açısından, tanıtım noktasında birtakım fırsat ve avantajlar getirse dahi, bu fırsatların çok iyi değerlendirilebildiğini söylemek pek mümkün değil. Ama buna karşılık, tam tersine, yaz tatillerinde günlük gazetelerin önemli ölçüde tiraj kaybına uğradıkları, bilinen bir gerçek. Çünkü okuma alışkanlığı zaten bir hayli zayıflamış olan insanların bu hastalığı, tatillerde daha da şiddetleniyor. Gerçi, memnuniyetle ifade etmek isteriz ki, bu durumun en az etkilediği gazetelerin başında herhalde Yeni Asya geliyor. Çünkü gazetesiyle bütünleşmiş olan Yeni Asya okuyucusu, nereye giderse gitsin, ondan kopamıyor, ayrı ve uzak kalamıyor. Bu sebeple, tirajındaki yaz düşüşü diğerlerine kıyasla hayli sınırlı bir seviyede kalıyor. Nitekim geçen yıllardaki yaz tiraj raporları bunu açıkça gözler önüne seriyor. Ancak her hal ve şartta, bu sınırlı düşüşün de yaşanmaması için, üzerimize düşenleri yerine getirmemiz hususundaki hatırlatmalarımızı şimdi de dikkatinize sunmak istiyoruz. Bu çerçevede, iki yıldır yaz sonunda başlayıp yaz ortasına doğru kaymakta olan Ramazan aylarında gerçekleştirdiğimiz kampanyalar, tirajdaki yaz durgunluğunu veya gerilemesini yükselişe çevirme noktasında son derece olumlu neticeler verdi. Önceki yıl cüz cüz Kur’ân, geçen yıl da üç kitaplık Ramazan seti hamlelerimizde bunu hep birlikte yaşadık. Şimdi önümüzde, 11 Ağustos’ta başlayacak olan cep boy Kur’ân ve beraberinde Mu’cizat-ı Kur’âniye kampanyamız var. Bu kampanya ile ilgili olarak şimdiden başlayan ve devam eden çalışmalarında bütün temsilci ve okuyucularımıza başarılar diliyor, hayırlı ve müjdeli haberlerini bekliyoruz. *** Okuma programları ve piknikler Yaz tatilinin bizler için getirdiği yeniliklerden biri de, birçok yerde tertiplenen okuma programlarıyla, Risale-i Nur’u daha çok okuma, tefekkür ve müzakere için sunduğu fırsatlar. Bu programlara katılıp en iyi şekilde değerlendirerek manevî enerjimizi takviye etmemiz ve yeni hizmet sezonuna bu okumalarla yenilenip “manevî bataryalarımızı şarj ederek” girmemiz, hizmetlerimiz açısından çok önemli. Aynı şekilde, yine bu mevsimde sıklaşan piknikler de, müfritane irtibat çerçevesinde buluşmalara, fikir teatilerine ve şevk alışverişlerine vesile olmaları açısından büyük önem taşıyor. Herkese bol istifadeli okumalar ve şevk veren buluşmalar dileğiyle. *** Şanlıurfa eki Geçen hafta yazdığımız gibi, Şanlıurfa ekimiz 2 Temmuz Cuma günü gazeteyle birlikte bütün okuyucularımıza takdim edilecek. Peşinden, henüz tarihi belirlenmeyen Samsun ekimiz için hazırlıklar devam ediyor. Bu eklerin de, hem mahallerinde, hem ülke genelinde ilgi göreceğine inanıyor, emeği geçenleri kutluyoruz. 28.06.2010 E-Posta: [email protected] |