Ahmet DURSUN |
|
Boğulduk ey insanlık! |
BM Güvenlik Konseyi’ni acil toplantıya çağıran Dışişleri Bakanımız Davutoğlu “İnsanlık, Akdeniz’in uluslar arası sularında boğuldu” diye konuşmasına başlıyor ve Gazze’ye insanî yardım amaçlı giden gemileri kanlı bir şekilde durduran İsrail’e bir dizi yaptırım uygulanması için BM üyelerinden destek istiyordu. Sonuç: Cılız bir kınama… İsrail bizi takmıyor diye depresif tavırlar takınarak kendimizi hiç üzmeyelim. Hak, hukuk, kural, adalet nedir bilmeyen İsrail, yalnız bizi değil dünyayı da takmıyor. Dünyanın şımarık çocuğu belki de ilk defa bu derece bariz bir hata yaparak bütün insanlığın nefretini celb edecek bir katlin altına imzasını attı. Davos’ta “Siz öldürme işini herkesten iyi bilirsiniz” diyerek İsrail’in caniliğini yüzlerine vuran Başbakan Erdoğan’ın bu sözü dünya nezdinde de doğrulanmış oldu. Bilinen bir gerçeğin örtülen fotoğrafı bu olayla deşifre oldu. Ortadoğu’yu asırlarca adaletle yönetmiş bir imparatorluğun mirasçısına terörist muamelesi anlamına gelen bu hareketin Ortadoğu ve dünya siyasetini nasıl yönlendireceği ya da etkileyeceği şimdilik meçhuldür. Değerlendirilebilecek bütün şıklar, öldürülen insanlık karşısında dünyanın sınıfta kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bir şeyler yapıyormuş gibi görünmek için kınama mesajları vermek, çok üzgün ve kızgın tavırlarla ağzına geleni söylemek, savaş çığlıkları atarak galiz küfürlerle İsrail’i kınamak ne Gazze’yi kurtaracaktır, ne de insanlık yürüyüşünde vefat edenleri memnun edecek bir gelişmeyi beraberinde getirecektir. Kur’ân’da sık sık “bozgunculuk”la nitelenen İsrailoğulları’nı dizginleyecek olguları İsrail’in kendisi çok iyi bilmektedir de bu olguların bizler tarafından çoktan rafa kaldırıldığını bildiği için de böylesine pervasız davranabilmektedir. İsrail, “Müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidirler” diyerek “ittihad”ı temel bir ilke olarak emreden İslâm’ın bahadır evlâtlarının benlik dünyasında herkesten daha bencil olduğunu çok iyi biliyor. “Bir avuç” tabir edilebilecek bu küçük devlet, İslâm topraklarında nicedir “adavete muhabbet”in hükümran olduğunu çok iyi biliyor. Yine İsrail, kendi insanlarına hürriyeti bahşedemeyen, kendi insanlarını insanca yaşatamayan ve kendi insanına adaleti sunamayan jakoben kılıklı sözümona Müslüman devletlerin Gazze gibi uzak diyarlara “insanlığı” ulaştıramayacağını da iyi biliyor. Kendi menfaatlerini ve çıkarlarını merkeze koyan bir anlayışın yığınları haline gelen böyle bir ümmet-i merhumenin kendi iç dinamiklerini bile harekete geçiremeyeceğini fark eden İsrail, böyle pasif yığınları dünyanın da takmayacağını, kendine “sivil aktivist” diyen vicdan sahiplerinin de “iç siyaset dengeleri”, “dünya konjonktürü” karşısında yalnız kalacağını, mazlûm feryatların eriyip kaybolacağını da iyi biliyor. Şimdilik, insanlığından utanan vicdan sahipleri için “özür dilerim ey insanlık” demekten başka bir şey kalmıyor. Uluslar arası sularda ya da şurada burada boğulan, boğdurulan, boğdurtulan insanlık için özür dileriz. “I am sory.” Savaş baltalarını çoktan çıkarmış olan bizler; ne zaman ki, Bediüzzaman’ın “hubb-u hayat ve dünyâperestlikte ifrat ettikleri”ni söylediği Yahudilerden daha az dünyayı sevebilirsek, dinî ve millî hisleriyle sadıkane bir şekilde İsrailoğulları Peygamberlerinin bulunduğu Filistin’i sahiplenen Yahudilerden daha fazla Peygamberimize ve ilkelerine sahip çıkabilirsek Filistin meselesini hallederiz. Kurtlar Vadisi’nin finalinde neler olacağını bu elim olaydan daha çok merak eden, Aşk-ı Memnu’yu daha çok konuşan, Fenerbahçe’nin hangi yıldızları kadrosuna katacağıyla daha çok ilgilenen bir toplumun Filistin meselesi de Güneydoğu meselesi de sathidir. Onlara arada bir “one minute” kükremesi yeter de artar bile. 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Ömer Karaoğlu da o gemideydi |
Böyle bir zamanda doğrusunu isterseniz müzik yazmak hiç içimden gelmiyor. Bediüzzaman Hazretlerinin haykırdığı gibi “Tükürün o zalimlerin hayasız yüzüne” demek ve bağırmak istiyorum; “Ey ekpekü’l-küpekâdan tekekküp etmiş köpek!” Bu ne saldırganlık, ne vahşet. Allah’ın rızası için, mazlûmlara, yetimlere yardım için çoluğunu, çocuğunu, eşini, işini, rahatını bırakıp canını verme pahasına yol alan kahraman yüreklerin önünü kesmeye sizin o bâtıl dininizin çürük direkleri dayanır mı sanıyorsunuz? O gemideki inanmış yüreklerden biri de san'atçı dostum Ömer Karaoğlu idi. Saldırıdan az önce gemiden canlı yayın esnasında televizyonda onu görünce “Ee! Bu gemide ondan başkası da olamazdı her halde” diye içimden geçirmiştim. Kendine has, Allah vergisi sesinin yanı sıra duruşu ve kişiliği ile Ömer Karaoğlu dolu dolu bir insan ve san'atçı. O, müziğine aynı zamanda yükleyebildiği kadar anlam ve mesaj katmayı başarabilen biri. Duamız elbette diğer bütün yolcularla olduğu kadar onun için de. Ortak dostumuz ve yakın arkadaşı yine müzisyen Hakan Aykut’u aradım, iyi bir haber alabilir miyim diye. Hakan da bizim gibi üzgün ve endişeliydi. “Bekliyoruz ümitle” dedi. Karşılıklı dualaştık. İnşallah hayırlı bir haber almayı dua ediyor, katil İsrail’e zillet, şehid edilen kardeşlerimize Yüce Allah’tan rahmet niyaz ediyorum. * * * İSTİKLÂL MARŞI 'HADİSE' OLDU!.. Geçen Mart ayında, İstiklâl Marşı’nın kabulü vesilesiyle bir kez daha yazmış ve yazımı bitirirken de şöyle demiştim: “Yapılan eleştirilerin başında eserin bazı bölümlerinin Carmen Silva adlı operetten alındığı, bize ait çizgiler taşımadığı, prozodi—uyum—hataları taşıdığı yönündedir. Yine merhum Yıldırım Gürses’in 1998 yılında bir gazeteye verdiği beyanattaki tabir aslında çok güzel özetliyordu bu durumu. Diyordu ki merhum Gürses; “Marşın melodik yapısı, sanki tipik bir Osmanlı beyefendisiyle Batı kültürünü temsil eden bir bayanın izdivacı gibidir.” Aslında çok da haksız sayılmaz bu eleştiriler. İlkokuldan beri büyük bir istekle, coşkuyla söylediğimiz millî marşımızı topluluk halinde doğru dürüst söylemeyi bir türlü başaramadığımız bir gerçek. Bakınız millî maçlardan önce, okullarda, törenlerde eseri söylerken çoğu defa nefes alma ihtiyacı duyuyor, bir çok kelimeyi alâkasız yerlerinden bölmek zorunda kalıyoruz. Meselâ öğrencilik yıllarımızda toplu olarak İstiklâl Marşını okuduğumuzda tek bir ağızdan ve tek bir ses olarak okuduğumuzu hiç hatırlamam. Bir dalga halinde, bir grup hızlı diğer grup daha yavaş söyleyip tam bir uyumsuzluk örneği sergilerdi. Bugünde çok farklı değil aslında. İşte bu durum, söz ile beste arasındaki uyumsuzluğun en güzel bir örneğidir. Nitekim bu tesbitlerimiz geçtiğimiz hafta ABD’de hazırlık maçları yapan millî futbol takımımızın maçından önce İstiklâl Marşı’nı okuyan—her halde okuyamayan demek daha doğru olacak—Hadise isimli bayan san'atçının yorumuna yapılan eleştirilerle birebir örtüştü. Kimi yazarlar şiir ile bestenin farklı tarihlerde, farklı duygularla, farklı amaçlarla yapıldığını söylerken, kimi besteciler de bu problemin ciddî bir müzik eğitimi ile aşılabileceğini belirttiler. İyi de 75 milyon insana nasıl müzik eğitimi vereceksiniz? Bir millet için kendi millî marşını söyleyememek kadar tuhaf bir çelişki, komedi olabilir mi? Yani ağız tadıyla, gönül rahatlığıyla millî marşımızı okumak ne zaman mümkün olacak Allah aşkına? Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi 1925’te millî marş olarak seçilip, 5 yıl boyunca her yerde okunmuştu oysa. Sonra ne olduysa oldu bu marş iptal edildi ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Zeki Üngör’ün şimdiki bestesi dayatılarak bugüne kadar gelindi. Peki sonuç ne oldu? İşte görüyorsunuz, olmuyor. Hadi tekrar marşı değiştirelim demek de çare olmadığına göre. Böyle gelmiş böyle gidecek galiba. * * * ZEYD ŞOTO BİZİM RADYO'DA KONUĞUMUZDU Moral Prodüksiyon’un başarılı genel müdürü Gültekin Alihocagil telefonda “Zeyd Şoto şu anda İstanbul da” deyince “Eğer müsaitse bu hafta programa alalım o halde” demiştim. İki hafta önce bu köşede albümünü tanıttığımız Boşnak san'atçı Zeyd Şoto böylece Cumartesi günkü Hanende programımızda konuğumuz oldu. Zeyd’le biraz Türkçe biraz İngilizce, yayın öncesi ve aralarda bolca sohbet ettik. Yayında ise tercümanı Azemine Hanım Boşnakça’dan çeviriler yaptı. Bu sohbetten çıkardığım tesbitleri paylaşmak isterim: Zeyd’in bu ilk solo albümü. Kendisi 31 yaşında. Memleketinde çocukluğundan beri müzikle ilgilenmiş, ama savaş dolayısıyla devam ettirememiş. Sami Yusuf, Yusuf İslam, Native Deen gibi müzisyenlerle de çalışmalar yapmış. İyi bir sesi ve yorumu var. Besteleri de kendisine ait. Şu ana kadar bu ilk albüm için biraz fazla beklemiş bence. Zeyd oldukça içten, sevecen bir insan. Aynı zamanda da samimî. Ailesinden gelen bir dinî terbiyeye ve ahlâka sahip. Albümünün adını “Kalbe Ziyaret” koyarken, Yunus Emre’den esinlendiğini belirtiyor. Ben de ona Yunus’un “Beni bende demen bende değilim/ Bir ben var bende benden içeri” sözlerini hatırlattım... Albümde Boşnakça’nın yanı sıra Türkçe, Arapça ve İngilizce eserlerin olması da ilgi çekici. Programa canlı bağlantı alacağımızın duyurusunu yapmamamıza rağmen yayınımıza telefonla katılan Feride Hanım “Kendisinin de bir Boşnak olduğunu, Bizim Radyo’yu sürekli dinlediğini belirttikten sonra Zeyd’i konuk olarak görmekten duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Zeyd’in başarılı olacağına inanıyorum. İnşallah çıkardığı bu albüm sayesinde “kapısı kapalı kalpler ziyaretçilerle dolar, taşar.” 03.06.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ali Rıza AYDIN |
|
Hizmetlerin sosyal yönü |
Yine yaz mevsimi geldi. İçimizde kıpır kıpır birçok duygu deprendi. Kendimizi şöyle bir kırlara, bayırlara atıverme arzuları canlandı. Bu, hem yemek içmek, hem de bir arada güzel anlar geçirmektir, beraber. İnsan fıtratında olan bir talep. Ne kadar masum, ne kadar makul keyif sürmektir bunlar. Bizler bir mânânın, bir maksadın mensupları olarak her fırsatı, her ortamı hizmete yönlendirmeliyiz, bunu hep gözetmeliyiz. Hâl böyle olunca: Hizmetlerin sosyal yönünü hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Meselâ: Piknik deyip geçmeyelim! Tefekküre, tezekküre fırsat olur bu günler. Oraya gelen insan kaynaşır, oynaşır; hoşça vakit geçirir. Bu aktivitenin yansıması bir yıl kalır gündemde. Belki, bâzen, unutulmaz vakıalar, silinmeyen hatıralar oluşur. Meselâ: Fuat Yalçın Ağabeyin kaledeki uçuşu, hocalardan bir takımın sahadaki koşuşu, hafızamda kayıtlı. Bu günlerde, yorgun düşen kardeşler, az görüşen arkadaşlar sarmaş dolaş dolu bir gün geçirir; hatta yeni yeni dostlarımız meseleye vâkıf olur orada. Pikniklere gidenler birbiriyle görüşür, birbirine görünür. Unutmayalım, dünyada yaşıyoruz. Dünyanın da, dünya kadar meselesi var elbet. İşte bunlar beraberce çözülür. Çünkü insan, tesânüde muhtaç olur her zaman. Bilirsiniz, bazı işler bir başına olmuyor! Bir başka husus: Bize yakın kimselerle yakından görüşülmeli. Böyle şeyler insanları kazanmaya vesile. Bu dostlarla irtibat sürdürülmeli. Acı tatlı günleri, mutlaka paylaşılmalı; onlar kale alınmalı. Çünkü, “gönülden gönüle yol gider”. Bunu hissedince kişi, ısınır sana içi; hâletinden bir pencere açılır. İş buraya gelince ne verirsen alır, ne istersen verir. Aksi hâlde gönül suskun olursa, tesir etmez hiçbir şey. Neticede, insanız; öteki de bir insan; öyle olunca, empati için sempati gerekir. Samimî muhabbet gerekir. İnsan denen bu varlık duygulardan bir yumak. Her insanın âleminde aralık bir kapı vardır. Gelmesini bekleyen, gitmesini bilmeli. Biraz emek vererek girmeyi becermeli. Dostlardan birisinin belki gönlü kırıktır. Onu, o hâliyle bırakıp, çekip gitmek câiz mi? Bir şekilde, bir kapıdan girmeli, gönlündeki yaralara Nur-u Kur’ân sürmeli. Biiznillâhi Teâlâ, derman olur derdine. İnsanlar, bir kalıptan çıkmış gibi aynı model değil ki! Zevkleri farklı, tatları farklı, fıtratları farklı. Düzeltmek yerine, biraz düzelmeliyiz. Velhâsıl, şartları fırsata dönüştürmeliyiz. Düğün dernek, çarşı pazar, mevlit, panel, piknikler; tam bu işin zamanı. Gönlümüzden geçen duygu, bu olmalı, daima. Yunus ne diyor: “Gönül Çalabın tahtı / Çalab gönüle baktı / İki cihan bedbahtı / Kim gönül yıktı ise”. Evet, koca Yunus böyle diyor. Demek Cenâb-ı Hak, gönle bakıyor, gönülden geçene bakıyor. Yoksa, gönlün güzergâhı zikzaklarla doluysa, vay halimize; hem dünyada, hem ukbâda işler zor! Hülâsa: Hizmetin sosyal yönünü göz önünde tutalım. İnsanların gönlüne birkaç tohum atalım. Bir gün olur, hayat bulur; yeşerir. Gayesine gayret eden, maksadına erişir… 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Modern eşkıya İsrail’e gerçek tepki, gerçek lânet! |
Modern eşkıya İsrail ve vahşeti lânetlenmeli. Ancak, sadece lânet ve sloganvârî tepkiler ne kadar etkili olabilir? Ülkemiz ve dünya kamuoyunu ikaz etmek için protestolarımızı meydanlarda gösterdikten sonra esas yardımı yapmalıyız. Başta Filistinliler olmak üzere Müslümanlara ve insanlığa nasıl yardım edebiliriz? İsrail’in vahşetini, zulümlerini nasıl engelleyebiliriz? Yardım etmek istiyoruz, ama ayağımız kayıyor; neden? Yegâne rehber Kur’ân. Teşhisi o koysun ve gerçek tepkinin dersini o versin: “Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar.”1 Evvelâ, bunu kabul etmeli, gönülden inanmalı ve tevekkülümüzü O’na yapmalıyız. Tevekkülü de yanlış anlamamalı ve yanlış uygulamamalıyız. Gerçek tevekkül, Allah’ın koyduğu sebeplere, tabiattaki kanunlarına, âdetullaha uyduktan sonra sonucu O’ndan beklemektir. “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” 2 Allah’a yardım etmek ne demektir? Onun dinini yaymaktır. Onun dinini yaymak, öncelikle onu yaşamaktan geçer. “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” 3 Mü’minler sabrediyor mu gerçekten? Sabrın ne olduğunu biliyor mu sahiden? Sabır üç türlüdür: Tâate karşı, yani emirleri, ibadetleri yerine getirmek; günaha karşı, yani Allah’ın yasaklarından kaçınmak; ve musîbetlere karşı sabır. Okumakta sabır, sebeplere müracaatta sabır, ilâ âhir! Müslümanların kaçta kaçı okumasını biliyor, kaçta kaçı anlıyor, kaçta kaçı Kur’ân’ı anlamak için tefsir dersleri halkasına katılıyor? Peki, Müslümanların kaçta kaçı namaz kılıyor? Kaçta kaçı şuurlu kılıyor? Kaçta kaçı cemaatle namazın önemini kavrıyor. Tıpkı, Müslümanların varlık ve yokluklarıyla ilgili Bedir Harbinde, savaşın en hararetli zamanında bir grup savaşırken, diğer grubun namazın iki rekâtını kılması; sonra savaşan grubun namazı tamamlayıp, diğer grubun savaşa gitmesi gibi! Namazın akla, kalbe, ruha rahatlık verdiğini; cemaatle namazın meşveret, bilgi, fikir alış verişini netice verdiğini kaç ehl-i salât biliyor? “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür, onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.” 4 Uhrevî ve dünyevî kurtuluşun, hidayete tâbi olanlara5 olacağının farkında mıyız? Hidayet, istikamet ve Kur’ân yolunda olmak demektir. Hayatımız Kur’ân’a ne kadar uyuyor? “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer iman etmiş kimselerseniz üstün olan sizsiniz.”6 İmanda, ibadette, zikirde, fikirde, ilimde, sosyal hayatta, yardımlaşmada gevşek miyiz, sıkı bir irtibat içinde miyiz? “Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, inkârcılardan bin kişiye galip gelirler.”7 İşte Bedir, işte Uhud, işte Hendek, işte Mekke fethi ve diğerleri… Sabırlı azınlık,—yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi—çoğunluğa galip gelmedi mi? Kur’ân’ın İsrailoğullarına bakışını ve onlar karşısında alınması gereken tedbirleri kaçımız biliyor; kaçımız öğrenmeye çalışıyor? Risâle-i Nur, Kur’ân’ın günümüze bakan ölçülerini belirliyor. Kaçımız onu okudu? Kaçımız onların okunup müzakere edildiği sohbet halkasına katıldı? Gerçek tepki, gerçek tedbir Kur’ân’ın gösterdiği yol değil mi? Unutmayalım: “Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez!” 8 Demek Kur’ân, iman ile, ibadetle, ilim ile, fikir ile, ittihad ile, birlik ile, terakkî ile gerçek tepki göstermemizi istiyor.
Dipnotlar: 1- Kur’ân, A’raf Sûresi, 128. 2- Muhammed Sûresi, 7. 3- Bakara Sûresi, 153. 4- Mâide Sûresi, 16. 5- Tâhâ Sûresi, 47. 6- Al-i İmran, 139. 7- Enfâl Sûresi, 65, 66. 8-Ra’d Sûresi, 11. 03.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Yanlışları ve doğrularıyla Vehhabilik akımı |
Vehbi Bey: “Vehhabilik nedir? Nerede yayılmıştır? Vehhabilerin yanlışları ve doğruları nelerdir?”
Vehhabilik, 1703’te Uyeyne’de doğup, 1787’de Riyad’da ölen ve Hanbelî Mezhebini İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye’nin yorumuyla ifrat ölçüsünde yaşayan Muhammed İbn-i Abdulvehhab’ın fikirleri etrafında oluşan inanç ve siyaset hareketidir. Necid’de doğmuş, Arabistan’da etkili olmuştur. Günümüzde Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi hükmündedir. Muhammed İbn-i Abdülvehhab, düşüncelerini Emir Muhammed’in gücü ile yaydı, Emir Muhammed de bu düşüncelerle Arabistan’a hâkim olma imkânını buldu. İbn-i Abdülvehhab’ın ölümünden sonra hareketin siyasî niteliği daha da ağırlık kazandı. Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak genişletme faaliyetleri, ölümünden sonra oğlu Abdülaziz zamanında da devam etti. 1811 yılında Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Halep’ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz’e kadar yayılmış bulunuyordu. Osmanlılar Vehhabilik hareketi ile mücadele ettiler. Mekke, Medine ve Taif’i, Vehhabilerin elinden kurtardılar. Fakat 1901 yılında Osmanlılardaki karışıklıkları fırsat bilen Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu. Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud, 1916 yılında İngilizlerce Arabistan’da bazı bölgelerin hükümdarı olarak tanındı. Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan 1. Dünya Savaşı’nın arkasından 1921 ve 1926 yıllarında Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi de ele geçirdiler. 1926’da Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilân etti. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı olarak bugün varlığını sürdürmektedir. Vehhabiliğin dinî anlayışı, İbn-i Abdülvehhab’ın üzerinde önemle durduğu tevhid etrafında yoğunlaşıyor. İbn Abdülvehhab’a göre tevhid, kullukta Allah’ı bir tanımaktır. Lâ ilâhe illâllah demek, Allah’tan başka tapınılan ve kutsal sayılan şeyleri reddetmedikçe bir anlam taşımaz. Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Vehhabiler, Hazret-i Peygamber’in (asm) şefaat hakkı olmadığı, şefaat hakkının sadece Allah’a ait olduğu, bu sebeple Hazret-i Peygamber’den şefaat talep etmenin onu Allah’a ortak kabul etmek demek olacağı, bunun da şirk olduğu gibi yanlış görüşlere sahiptirler. Vehhabiler velâyeti inkâr ederler. Allah’tan başka birisinden himmet istemenin, veliler diye tanımlanan bir sınıfın hayatta ve öldükten sonra tasarruflarının devam ettiğine inanmanın, Allah’a duâ ederken evliyayı vesile kılmanın, mezar ve türbelerde duâ etmenin de şirk olduğu gibi yanlış görüşlere sahiptirler. Yine, sevap umarak Hazret-i Peygamber’in (asm) kabrini ziyaret etmenin ve Hırka-i Şerif, Sakal-i Şerif ziyaretleri yapmanın da şirk olduğunu söyleyerek hata ederler. Halbuki ehl-i sünnet, bu konularda vasat çizgiyi göstermiştir. Meselâ, Hazret-i Ömer’in (ra), Peygamberimizin (asm) vefatından sonra Hazret-i Abbas’ı (ra) “vesile” yapıp “Yâ Rab, bu Senin Habib’inin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver” şeklinde duâ ettiği sahih rivayetlerde nakledilir.1 Yine meselâ; Hırka-i Şerif, Sakal-i Şerif ziyaretleriyle ilgili olarak, Bediüzzaman Hazretleri “O saçların ziyareti vesiledir. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı salâvat getirmeye sebep ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar”2 diyerek, bu tür ziyaretlerdeki vasat çizgiye işaret etmiştir. Şüphesiz, bu konularda mü’min, a’zamî hassas davranarak hâlis niyetini muhafaza etmeli, tevhid inancını zedeleceyek tavır, tutum ve davranışlar içerisine girmemelidir. Çünkü bu konularda yanlış olarak sergilenen ifrat haller (ki vâkidir), maalesef başkalarının da (Vehhabiler gibi) tefrit etmesine, nice hak meseleleri kökten kesip atmasına sebep olmaktadır. Fakat kaderin Vehhabilere meydan vermesinin bazı sebepleri vardır: 1- Kabir ziyaretleri ve evliya türbeleri sû-i istimal ediliyordu. Öyle ki, namaz kılmayanlar türbelere gidip kurban kesmekle kurtulduklarını sanıyorlardı. Ehl-i sünnetteki sûistimalden kaynaklanan bu müfritâne hâl, o savaşçıların kendilerine musallat edilmesine yol açtı. 2- Evliya hürmetinin fazla olması şeriatın hikmetine uygun değildir. Çünkü şu gafil asırda esbâb-ı zahiriye fazla hükmettiğinden tevhidin safiyeti korunamadı. Evliya türbelerine birer mukaddes ziyaretgâh nazarıyla bakıldı. (Bediüzzaman’ın kendi kabrinin gizli kalmasını istemesinin hikmetini burada düşünelim.) Kader bu anlayışın yaşamasını istemedi. 3- Bu asırda enaniyet kalınlaşmıştır. Sanemperestlik ve heykelperestlik müthiş bir riyakârlıkla kol geziyor. İslâm büyüklerine mânâ-yı ismî ile bakmayı Şeriat istemiyor. Kader, bu yanlış anlayışı Vehhabilerle tadil etti. Bediüzzaman’a göre Vehhabilerin seyyiatları ile beraber medar-ı şükran yanları; namaza çok dikkat etmeleri ve şeriat hükümlerine uygun davranmaya çalışmalarıdır. Menbaı dâhilde olduğu için bu hareketin yanlış fetvaları zamanla İslâm âleminin geniş havuzunda erimeye mahkûmdur.3
Dipnot: 1- Buharî, İstiska: 3; Fedâilü Ashâbi’n-Nebî: 11.; Mektubat, 19. Mektub, s. 144. 2- Lem’alar, 16. Lem’a, s. 157. 3- Mektûbât, 615-623. 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sözler icraatla desteklensin |
Gazze’ye ‘insanî yardım’ götüren gemilerin, insanlık dışı yollarla engellenmesi her türlü tepkiyi hak ediyor ve zaten bu tepkiler de dile getirildi. Bütün dünyada ortak kanaat, ‘hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı’ noktasında birleşiyor. İsrail ummadığı ve beklemediği kadar tepki aldı, yalnızlaştı ve suç üstü edildi. İnşâallah bu yalnızlığı ve dışlanmışlığı devam eder... İsrail, işlediği bu cinayet sonrasında bütün dünyadan ve tabiî ki Türkiye’den en ağır sözleri işitti. Ancak hemfikir olunması gereken bir nokta var: Konuşmak ve kınamak kolay, ama önemli olan bu sözlerin ardında durulup durulmayacağıdır. Kamuoyu; dillendirilen sözlerin ardında durulmasını ve uluslar arası hukukun gereği olarak İsrail’e karşı ne yapılabilirse onun mutlak sûrette yapılmasını istiyor ve bekliyor. Türkiye ve dünya, İsrail’in işlediği son cinayet sebebiyle tepki göstermekle ve kınamakla çok haklı bir noktada bulunuyor. Bazı insafsızların haricinde İsrail’in yaptığını savunabilen hiç kimse yok. Bu sebeple İsrail en ağır şekilde kınanmalı ve cezalandırılmalıdır. Bunca yıl yaptıkları yanına kâr kalan bu ülke, git gide daha fazla kural tanımaz hale gelmiş durumda. Bütün dünya ve insanlık bu ülkeyi ‘insânî sınır’a çekmelidir. Gazze’ye yardım götüren ‘Mavi Marmara’ gemilerine yapılan saldırı buna vesile olmalıdır. Düne kadar İsrail’in yaptığı her yanlışı sorgusuz suâlsiz kabul eden ve destekleyen Amerika da son saldırı ile sıkıntıya girmiş durumda. Amerika’yı yönetenler ‘söz’leri ile İsrail’i destekler gibi görünse de uzun vadede sivil toplum kuruluşlarından gelecek tepkilere karşı koymaları mümkün görünmüyor. İnsanlık uyanmış durumda. Bu saatten sonra gözlerin boyanması ve hakikatlerin ters yüz edilmesi de akla uzak görünüyor. Dünyanın sözleri ve tepkileri bir yana, Türkiye’nin bu konuda çok hassas olmasında fayda var. Nihayetinde Türkiye’den hareket eden ve içinde çok sayıda vatandaşımızın bulunduğu bir gemiye saldırıldı. Ölenler arasında da Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları var. (Bu vesile ile vefat edenlere Allah’tan rahmet dilerken, yakınlarına da taziyelerimizi sunarız.) Bu bakımdan Türkiye’nin başka ülkeler gibi hadiseyi ‘uzaktan izlemesi’ mümkün değil. Daha da önemli olan, verilen sözlerin, atılacağı ilân edilen adımların kararlılıkla atılması gereğidir. Bakınız, bundan önce de İsrail ile çeşitli krizler yaşandı. Her defasında kamuoyuna güzel sözler söylendi, ama sözler icraat safhasına geçmedi. Meşhur ‘One minute/ Bir dakika!’ çıkışından sonra da kamuoyu İsrail ile yapılan askerî anlaşmaların askıya alınmasını istemiş ve beklemişti. Bugün anlaşılıyor ki kamuoyuna söylenen ‘güzel sözlere’ rağmen arka planda ‘hiç bir şey olmamış’ gibi davranılmış, yapılan anlaşmalar tıkır tıkır işlemiş ve İsrail neticede kasalarını doldurmaya devam etmiş. İlave olarak; ‘alçak koltuk krizi’ de yaşadığımız bu ülke ile nasıl ve niçin ‘hiç bir şey olmamış gibi’ davranılmaya devam edildi? “Dün dünde kaldı” ise o halde bugünden tezi yok; bu ülke ile ilişkiler tepeden tırnağa yeniden ele alınsın ve İsrail yaptıklarının yanına kâr kalmadığını görsün. Heyecana kapılmadan, ama kararlılıkla zulme uğrayanların menfaatleri korunsun. 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Meşrûtiyet ile meşrûiyetin farkı ve ilişkisi |
İki terim arasındaki fark açık. Biri on harf, diğeri dokuz harf. İki kavram arasındaki fark ve ilişki ise bugünkü konumuz olacak. Hem de bilirsiniz, iki terimin kökü de ayrı: Meşrû ve meşrut. Ama geçen haftaki yazımızda yer alan bizce önemli bir bilgi, maalesef, bu köken farkını görmezden gelen bir musahhihin “düzeltme hatası”na kurban gitti. O yazımızda demiştik ki; “Demokrasi öncelikle mutlakiyetin zıddı ve alternatifi anlamında meşrûtiyettir. Yönetimin kayıt ve şartlarla meşrut olması, yönetenin denetlenmesini sağlar ve keyfiliği önler.” Bir okuyucumuzun ikazı üzerine gördüm ki yayında ikinci cümle şu şekilde çıkmış: “Yönetimin kayıt ve şartlarla meşrû olması, yönetenin denetlenmesini sağlar ve keyfiliği önler.” Oysa “yönetimin kayıt ve şartlarla meşrû olması” mânâlı bir tesbit değil elbet. Zira meşrûiyeti sağlayan şey yöneticinin kayıt ve şartlara bağlı olması değildir. Yönetimin kayıt ve şartlarla “meşrut” yani şartlandırılmış (şartlara bağlanmış olmak anlamında “sınırlandırılmış”) olması ise mümkün ve gereklidir. O halde iki terim arasındaki fark nedir? Fark sadece terimlerde değildir. Fark, terimlerin ifade ettiği kavramlarda gizlidir. Bir de bilinsin ki bunları yazarken maksadımız, musahhihi/bağcıyı dövmek değil elbette, lezzetli üzümü hep birlikte yemektir. Hem onun sayesinde biz de konu hakkındaki fikirlerimizi çek etme ve genişçe izah etme imkânı bulmuş olduk. Malûm, meşrûtiyet anayasalı rejimin adıdır. Padişah, mutlakiyetten vazgeçerek, kendi mutlak otoritesinin kendisine sağladığı yetkiyi, yine kendi yazdığı ve yürürlüğe koyduğu anayasa eliyle sınırlayarak, meşrut ve kayıtlı bir yönetim sergileme sözü verir. Padişah bu yetkileri seçilmiş bir meclise devreder. Bu meclis bu günkü adıyla milletin vekillerinin oluşturduğu bir meclistir. Eski adıyla ise, halkın, padişahın çevresine halka olmak üzere yani onu sınırlandırmak, yönlendirmek ve denetlemek üzere seçip gönderdiği (ba’settiği) mebuslardan oluşur. Böylece devlet iktidarı mutlak otoritenin elinden çıkar, mutlakiyet biter. Otorite kayıt ve şartlarla sınırlanır ve meşrut olur, meşrûtiyet başlar. Bu durum, bir mânâda da olsa iktidarın meşrûiyetinin kaynağını bir mânâda halka vermek demektir. Bu durum, aynı zamanda, meşrûtiyeti ve dolayısıyla demokrasiyi içi boş ve rengi belirsiz bir ideolojiye dönüştürür. Zira, padişahın ve elitlerin gücünü seçmen sınırlayacak ve meşrûtiyetin içini de dolaylı biçimde seçmen dolduracaktır. Deyim yerindeyse demokrasiye geçildiğinde devletin rengini artık saraylı ya da elitler şeklinde adlandırılan imtiyazlı bir zümre değil, halk belirleyecektir. Bu noktada bazı okuyucularımızın “ama fiiliyatta öyle olmuyor” dediklerini duyar gibiyim. Cevap basittir: “Öyle olmuyorsa ona ne meşrûtiyet ne de demokrasi denir”. Diğer bir konu da şudur: Ya halk dinden elini gevşetirse? O zaman demokrasi dine zarar vermez mi? Ya da demokrasi dine aykırı hale gelmez mi? Bediüzzaman işte özellikle bu endişe sebebiyle, bu konuları ele alırken ısrarla “meşrûtiyet-i meşrua” kavramını kullanmaktadır. Bu isim tamlamasındaki “meşrua” (şer’i olan) eki, meşrûtiyetin meşrûiyyetinin (meşrûluğunun) şeriatla bağlı ve ilişkili olduğunu ifade eder. Nitekim Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayatında halkın kendi iradesine ve dolayısıyla bu iradeyi telif edip tecelli ettirecek olan meşrûtiyete sahip çıkmasının hürriyet ve meşrûtiyetin bir ön şartı durumunda olduğunu bildirdikten hemen sonra (s. 74) “Hakîkaten, bence Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüd etse (uzaklaşsa) bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez; en ebleh (aptal), en sefih (alçak) bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır, lasiyyema (hele hele) siyasetten haberdar olanlar” demektedir. Buna göre, bir İslâm memleketinde, demokrasinin rengi, toplumun tabiatı gereği, dine uygun olacaktır. Özetle, demokrasi İslâm’a uygundur. İslâm da demokrasinin içini doldurabilecek durumdadır. Yeter ki Müslümanlar hürriyet ve demokrasinin hakkını versin ve böylece İslâmiyetteki samimiyet ve saadeti göstersin. Zira demokrasinin mânâsı ve meşrûtiyetin müsemması olan “halk hakimiyeti”, devlet iktidarının kaynağı olduğu gibi meşrûtiyetin meşrûiyetinin de kaynağı ve teminatıdır, vesselâm. 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Tepki “sert,” ama yaptırım yok! |
İsrail baskınının Ankara’ya ulaşmasının ardından Türkiye'de büyük tepki verildi. En üst düzeyde, İsrail’in “devlet terörü yapan korsan devlet” olduğu çeşitli zeminlerde defalarca dile getirildi. Başbakan Erdoğan, partisinin Meclis grubunda, İsrail’i “çıbanbaşı,” “bölge barışını bozan bozguncu,” “kural tanımaz şımarık” ve “yeni yetme köksüz bir kabile devlet” tâbirleriyle kınadı, saldırıyı da “alçakça bir pervâsızlık” olarak nitelendirdi… Vekili Arınç’ın “İsrail’in Türkiye’den gereken yanıtı alacağı şüphesizdir” restinin peşinden Başbakan da Şili’de “Bedeli ağır olacak!” tepkisiyle insan haklarını ve hukuku çiğneyen bu cinâyetin mutlaka cezalandırılacağını söyledi. Ne var ki Türkiye dönüşünde yaptırımları açıklayacağı beklenen Erdoğan da tıpkı Dışişleri Bakanı Davutoğlu gibi krizin İsrail’le uluslar arası câmia arasında olduğunu söyleyip, dış mercilere havale etti. “İsrail cesâretlendirilmemeli” temennisinde bulundu. Şili’deki ilk açıklamasını yineledi. İsrail’in yaralıları âcilen göndermesini, el koyduğu gemileri geri vermesi, tutuklayıp sorguya çektiği yolcuları, personeli ve gazetecileri serbest bırakması talebini tekrarladı. Ve İsrail’in Gazze’deki ambargo ve ablukayı bir an önce kaldırmasının gereğini anlatmakla yetindi…
İSRAİL’LE İŞBİRLİĞİ EN ÜST NOKTADA… Kamuoyu, bunca infiâlden sonra hâlâ hükûmetten İsrail’e karşı bir eylem plânı ve en azından bir “yaptırımlar listesi” beklentisinde. Ancak, parti ve hükûmet sözcülerinin saldırının baştan beri verdikleri sert demeçler gibi, Başbakan’ın da sert sözleri, kamuoyunun gazını alma, infiâli kanalize etme ve öfke birikimini dindirmenin ötesin geçmiyor. Görünen o ki okyanuslar ötesinde “Umarım son kararımız hayırlı olur” ve “Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak” sözlerinin de “one minute” gibi altı boş; yine yaptırım yok. Erdoğan, dünyanın gözü önünde “Kimse Türkiye ile aşık atmaya, sabrını test etmeye kalkmasın” sözüyle “son ihtar”da bulunuyor. Lâkin “zâlim ve haydut” dediği karşı İsrail’le işbirlikleri tam gaz devam ediyor. Sekiz yıllık AKP iktidarında İsrail’le yapılan ve kapsamı genişletilen askerî, savunma sanayii, ekonomik-ticarî anlaşma ve işbirlikleri tarihinin rekor seviyesinde. Bilhassa Amerikan tankları modernizasyonu, uçak ve silâh ihâlelerinin aralarında bulunduğu savunma sanayii ve askerî işbirliğiyle, İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ifâdesiyle “Türkiye-İsrail stratejik ortaklığı en üst noktaya ulaşmış.” Karadeniz’den Kızıldeniz’e petrol, doğalgaz, elektrik ve suyu taşıyacak “Akdeniz Boru Hattı için fizibilitesi” anlaşması imzalanmış. Tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar GAP ve KOP (Konya Ovası Sulama Projesi) ve Tuz Gölünü içine alan “ekonomik mutâbakat zabıtları” yürülükte. Görünürdeki “one minute” ve lâfla meydan okumalarının aksine bizzat Millî Savunma Bakanı Gönül’ün ikarıyla AKP iktidarında 60 varan anlaşma ile Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini alttan alta bütün anlaşmalar yapılmış. Aslında Arınç’ın “İsrail’le ilgili üç askerî tatbikatın iptal edildiği”ni duyurması, AKP iktidarında Türkiye’nin İsrail’le ne denli işbirliği içinde olduğunun göstergesi…
AKP’NİN “YAPTIRIMLAR”A İTİRAZI! Yunanistan, ilk gün İsrail’le ortak tatbikatı iptal etti. İsveç de büyükelçisini geri çekti. Doğrudan kanlı saldırının hedefi olan Türkiye’nin bunun ötesinde etkili yaptırımlarda bulunması gerekiyor. Saldırının ardından Arınç, ilk açıklamasında, “İsrail’in uluslar arası sulardaki korsanlığa” karşı, “Askerî gemi göndermemiz söz konusu değildir” demişti. Kimsenin AKP iktidarından “savaş ilânı” beklediği yok. Ancak İsrail’in Türk bayraklı sivil gemiyi esir alıp sivil vatandaşlarını katletmesi ve yaralamasına karşı Ankara’nın asil bir duruşla en azından askerî ve silâh alımı ihâlelerinin, ekonomik anlaşmaların iptalini bekliyor. Millî Savunma Bakanının ikrarıyla, bunca gürültüye rağmen “Türkiye ile İsrail müzâkereleri sürüyor; İsrail’e sipariş Heron ihâlesinde hiçbir iptalinin sözkonusu değil.” AKP iktidarı, doğrudan Türk gemisine ve sivil vatandaşlarına yönelik bu saldırıyı da halkı oyalayıcı tepkilerle, gözboyama kuru kınamalarla geçiştirmek peşinde. Göstermelik birkaç bir iki askerî ihâlenin askıya alınmasına dahi yanaşmıyor. TBMM’de İsrail’e karşı bütün muhalefetin mutâbakata vardığı “ortak deklârasyon”daki “Meclis, İsrail’e karşı etkili askerî ve ekonomik yaptırımları beklemektedir” cümlesine AKP’nin önce itiraz edip sonra imzalaması, bunun göstergesi… Başbakan, İsrail’den yakınıyor, medyanın önünde millete karşı, “Yalanlarınızdan bıktık, yeter artık!” diye yaka silkiyor, İsrail’e veryansın ediyor, dünyaya şikâyet ediyor; lâkin kapalı kapılar arkasında İsrail’le önemli anlaşmaları, müzâkereleri ve işbirliğini sürdürüyor. Özetle, AKP iktidarının “sert mesajlar”la etkili yaptırımlar arasındaki çelişkili tavrı, sırıtıyor… 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ders çıkarmak |
Gazze’ye yardım gemisine yapılan kanlı İsrail saldırısından sonraki gelişmeleri birkaç yönden yorumlamak gerekiyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin olaydaki durumu. Saldırıda yaralananların listesi açıklandı, ama çoğunu Türklerin oluşturduğu söylenen şehitlerin kimliği—dördü dışında— hâlâ bilinmiyor. Ve yaralılar özel olarak gönderilen uçaklarla Türkiye’ye getirilirken, İsrail’in elleri kelepçeli vaziyette gözaltına alıp hücrelere hapsederek sorguladığı diğerlerinin durumu, uzun ve sıkıntılı bir bekleyişten sonra nihayet vuzuha kavuştu. Başlangıçta, yardım filosunu organize eden İHH’yı “El Kaide ve Hamas bağlantılı” olmakla suçlayan İsrail, kendi askerlerini linç etmeye çalışmakla da itham ettiği yolcular için, “Askerimize el kaldıran, cezalandırılacak” havasındaydı. Buna ilâveten, Netanyahu'nun sözcüsü, bu kişileri illegal olarak İsrail’e gelip ülkenin bağımsızlık ve hükümranlık haklarını ihlâlle suçladı. Buna rağmen, Türkiye’nin taleplerine ilâveten BM Güvenlik Konseyi ve NATO’dan yapılan “Sivilleri bırakın” çağrıları üzerine, İsrail tavır değiştirip bu kişilere “Ya sınırdışı edileceksiniz ve bir daha buraya adım atamayacaksınız veya yargılanacaksınız” şeklinde iki seçenekli bir teklifte bulundu ve başlangıçta yargılanmayı, yani “gönüllü rehine” olmayı seçen ekseriyet, bilâhare bu durumun yol açacağı riskleri dikkate alarak “sınırdışı”nı kabul etmek durumunda kaldı. Çoğunluğunu Türkiye vatandaşlarının oluşturduğu, aralarında eski yazarlarımızdan Mustafa Özcan gibi tanınmış gazeteciler ve sivil yardım gönüllüsü kadınlar da bulunan bu rehinelerin İsrail zindanlarında tutulduğu her gün, yaşanan gerilimi daha ileri boyutlara taşıyabilirdi. Neyse ki, beklenmedik bir sürpriz olmazsa, iş oraya varmadan sorun çözülmüş ve krizi—şimdilik—dört şehitle “atlatmışız” gibi görünüyor. Peki, dört şehit az mı? Onların canına, diğerlerinin ve bütün Türkiye’nin inançlarına, değerlerine, hassasiyetlerine, onuruna yapılan iğrenç saldırının, Gazzelilere ulaştırılmak istenen insanî yardım malzemelerine el konulup gasp edilmesinin hesabının sorulması gerekmiyor mu? İsrail’e yaptıklarının bedeli ödetilebilecek mi? Ve bütün bunlardan sonra Gazze ambargosu kaldırılıp, Filistin halkı rahatlatılabilecek mi? Üzerinde durulması gereken diğer bir nokta, yardım filosunda İHH üzerinden Türkiye öne çıktığı halde, İsrail’in günler öncesinden savurmaya başladığı tehditlere rağmen herhangi bir tedbirin alınmadığının ortaya çıkmış olması. Anlaşılıyor ki, yardım gönüllüleri, göz göre göre böyle riski yüksek bir sefere gönderilmiş... Ve amgargo altındaki Gazzelileri bir nebze olsun rahatlatalım derken, kendi insanlarımız İsrail kurşunlarına hedef yapılıp bir kısmı hunharca katledilmiş, sağ kalanlar ise bir çırpıda hücre hapsinde tutulan rehineler haline gelmiş. Hadisenin bu cihetlerinin de dikkatli bir şekilde gözden geçirilip sorgulanması gerekiyor. Elbette ki, Gazze’ye insanî yardım son derece takdire şayan bir girişim. Bu seferi organize edenlerin de, katılanların da samimiyetlerinden kesinlikle kuşku duyulamaz. Ama mesele duygusal boyutunun dışında, mevcut şartları dikkate alan akılcı ve gerçekçi değerlendirmelere de ihtiyaç göstermiyor muydu? Organizatörlerin ötesinde, hükümetin bunları düşünmesi, gerekli uyarılarda bulunması ve her türlü ihtimali hesaba katarak tedbirler alması icab etmez miydi? Temennî edelim ki, bütün bu yaşananlardan herkes doğru dersler çıkararak yola devam etsin. Ve bu olay sebebiyle dünyanın tekrar hatırladığı Gazze dramı artık son bulsun, ambargo kalksın ve Filistinliler aralarındaki anlamsız ihtilâfa son verip İsrail’e karşı yekvücut bir dayanışma içinde gerçek bir çözümün yolunu açsın. * Türkiye bir taraftan İsrail barbarlığı, diğer taraftan terördeki tırmanışla uğraşırken, AYM bugün anayasa paketi için bakalım ne karar verecek? 03.06.2010 E-Posta: [email protected] |