Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Temel ayrılık |
Balyoz operasyonu üzerinden yaşanıp adeta “yargı içi bir bilek güreşi ve güç çekişmesi” görüntüsü veren son gelişmeler, kökü çok daha derinlerde yatan bir ihtilâfın yansımaları. Sanıklar hakkında bir hakimin tutuklama, hemen akabinde diğerinin tahliye kararı vermesi ve bu kararın da bir sonraki aşamada heyet tarafından iptal edilip yine tutuklamaya dönülmesi... Ertesi gün yeni gözaltılar için düğmeye basılmışken devreye giren başsavcının, bilgi ve talimatı dışında hareket edildiği gerekçesiyle, gözaltıları başlatan iki savcıdan dosyayı alması ve muvazzaflara yönelik gözaltı işlemlerini durdurması... Başbakana göre bu gelişmeler, anayasa paketiyle HSYK’da yapmak istedikleri düzenlemenin ne kadar gerekli olduğunu gözler önüne seriyor. Buna karşılık HSYK kaynakları ise “Tutuklayanı da, tahliye edeni de atayan kurul biziz. Bu da bizim tarafsızlığımızı gösteriyor” mesajı veriyorlar. Öte yandan, önce tutuklanıp sonra tahliye edilenlerden veya ifadeleri alınıp bırakıldıktan sonra tevkif kararı alınanlardan önde gelen bazı isimler “âniden” rahatsızlanarak GATA’ya yatırılıyor. Bu çok karmaşık tablodan nasıl bir netice çıkacağını şimdiden öngörebilmek mümkün değil. Anayasa paketinde yer alan değişiklikler—şayet yürürlüğe girebilirse—AKP ve hükümet sözcülerinin ifade ettiği şekilde, yüksek yargıdaki “kast sistemi”ni ortadan kaldırıp yerine daha demokratik bir yapıyı ikame etmenin yolunu açabilir mi? Bunu da şu aşamada kestirebilmek çok zor. Ama meselenin bir cenahta “amansız bir savunma ve mevzî kaybetmeme direnişi”ne, diğer cenahta da “rövanşist duygularla yürütülen bir iktidar savaşı”na dönüştüğü veya en azından bazılarınca öyle algılanıp o şekilde takdim edildiği bir kördövüşü ortamında sağlıklı bir sonuca ulaşılmasını beklemek giderek daha da zorlaşıyor. Haddizatında, öteden beri demokrasimizin iki kronik problem alanı olarak nitelediğimiz asker ve yargı cenahlarında köklü bir demokratikleşme açılımı olmadan bir yere varabilmek mümkün değil. Ve bu tesbitimizi defaatle ifade edegeldik. Peki, şu anda olup bitenler bu açılımı sağlayabilir mi? İşte o noktada ciddî tereddütler mevcut. Bunun en önemli sebeplerinden biri, mevcut iktidarın, resmî ideolojinin en sıkı muhafızı ve savunucusu olma yolunda gösterdiği yoğun gayretlere rağmen, bu konunun tekelini elinde tutan çevreler tarafından kendisine yöneltilen “Devleti ele geçirip dinci diktatörlük kurmaya çalışıyor” suçlamalarını hâlâ bertaraf edememiş olması... İşin biraz daha derine inen, ama peşin hükme dayandığı için eksik kalan bir tahlilini ise, yargıya bakan yönüyle, Türkiye Barolar Birliğinin çoktandır tedavi altında olduğunu öğrendiğimiz ve şifa dilediğimiz Başkanı Özdemir Özok yapıyor: “Temel ayrılık, çağdaş, özgürlükçü, gerçekten hukukun egemen olduğu bir Türkiye’yi savunan hukukçularla, tarikat, cemaat, biat kültüründen geçmiş hukukçular arasında.” (Hürriyet, 1.4.10) Biz bu değerlendirme için şunu söyleyebiliriz: Her iki grup için de özgürlük ve hukuka bağlılıklarını ölçecek turnusol kâğıdı, resmî ideoloji karşısındaki duruşları. Resmî görüş bekçiliğinde yarışan bir tavırla ne özgürlükçü olunabilir, ne de hukuk devletine bağlılık iddiası ciddîye alınabilir.
07.04.2010 E-Posta: [email protected] |