Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Allah’ı, O size bilmediklerinizi nasıl öğrettiyse öyle zikredin, ibadetlerinizi de size öğrettiği gibi yerine getirin.
Bakara Sûresi: 239 |
07.04.2010 |
Adalet-i mahzâ ile adalet-i izâfiye Âyetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez... Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. İkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz? Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki: Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevî ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.” Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” (Mâide Sûresi: 5:32.) âyetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevî adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür. İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir. Mektubat, s. 56 *** Adalet-i mahzâ-yı Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-î beşeri mahvetmek ister. Mektubat, s. 459 *** Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz. Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir.
Sünûhat, s. 27 |
07.04.2010 |
Üstad’la göz göze geldiği ilk an
Gül mevsimi... Zamanın, Isparta’ya has bir renk ve âhenk içinde akışının adıdır bu tâbir. Orada gün, gülü andıran fecir allığıyla başlar, gurub kızıllığıyla biter. Gün boyu gözler hep gül görür, eller gül işler, gönüllerden gül geçer. Gül dedikçe yüzler güler, nefes alıp verdikçe ruhları buy-u gül sarar. Günlük sohbetlerde hep gül konu edilir, muhabbetlere gül renk ve âhenk verir. Düğünlerde, bayramlarda mutluluğu, cenazelerde taziyeyi, hastalıklarda şifa dileğini dile getirmesinin yanı sıra, kıssalara, ilâhilere, şarkılara, manilere, türkülere terennümü ile hep o şevk verir. Orada gül insansız, insan gülsüz düşünülemez. Gül mevsiminin merhalelerinde insanî hâller sezilir. Bahar erip goncalar açıldığı zaman insanların da bahtı açılır, hazan gelip güller solduğunda benizler sararır, gönüller kararır. O kadar ki, gül ancak orada hayat bulur, hayat orada gülle renklenir, âhenk kazanır, hoş rayihâlara bürünür ve uhrevî hazlar hissedilir. Orada yaşanan her ömür, huzur içinde geçen bir gül mevsimi sayılır. Bilhassa güllerin dikilme, dalların tomurcuklanma mevsimi, istidatların inkişaf zamanı olan hayatın gençlik yıllarına tekabül ettiğinde, güllerle birlikte açabilen gençler beşeriyetin gülü addedilir. Zaman geçse, mevsimler değişse, bahçeler târ u mâr olsa ve nebatî güller sararıp solsa da, beşerî güller solmaz. Akılları nurlandırıp gönülleri gülzâra çeviren o yüzler güldükçe, beşeriyetin çehresinde yeni insanî güller açar. İri, temiz ve beyaz güller. Tıpkı, Tahirî gibi. *** Mehmed Tahirî Mutlu. 1900 yılında Isparta’nın Atabey ilçesinde dünyaya geldi. Aile içi işleyişe tarikat âdâbının hâkim olduğu Çelebiler hanedanına mensup olduğundan çok iyi bir dinî eğitim aldı ve aile terbiyesi gördü. Isparta havalisinin en eski ilim, irfan ve kültür merkezlerinden biri olan Atabey’de, ailesinin itinası, ahâlinin hassasiyeti ve çevredeki âlimlerin, hocaların, şeyhlerin yardımı ile kendini yetiştirdi. Fıtratı, kabiliyeti ve zekâveti medreselerde tahsil görüp ilmî sahada ilerlemeye müsait olduğu hâlde; devletçe, milletçe yaşanan içtimaî sıkıntılar ve ailesinin içine düştüğü maddî zaruretler yüzünden medreseye gitmedi ve ailesinin işleri ile meşgul oldu. 1920 yılında askere gitti ve İstiklâl Savaşı sırasında dört sene askerlik yaptı. Terhis olduğunda kendisine gazilik beratı verildi, istiklâl madalyası takıldı, maaş bağlandı. O madalyayı ve beratı aldı, maaşı almadı. Evlenip yuva kurarak hayatını düzene koyduktan sonra çevrede yapılan dinî ve ilmî faaliyetleri dikkatle takip etmeye başlayan Tahirî, 1930 yılında Bediüzzaman Said Nursî’nin ismini duydu, Risâle-i Nur Külliyâtından haberdar oldu ise de, bir akrabasının postnişinliğini yaptığı tarikata biraz yakınlık hissettiğinden onlara pek ilgi göstermedi. Atabeyli Nur Talebelerinden Lütfi Efendi; şahsiyetli, karakterli, ilme meraklı ve Nur hizmetine istidatlı bir insan olarak gördüğü Tahirî’nin bu ilgisizliğine mânâ veremedi ve bir yolunu bulup ona Risâle-i Nurları tekrar anlatmaya karar verdi. Baharın ılık nefesinin, kışın soğuk soluğunu kestiği ve cemrelerin ard arda düşmeye başladığı günlerden birinde; eline ince, kuru, dikenli bir dal aldı ve bahçede bir şeyler ekmekle meşgul olan Tahirî’nin yanına geldi. “Sana güzel bir fidan getirdim” dedi. “Ne fidanı?” dedi merakla. “Hele bir dik ve bak, çiçek açınca görürsün ne fidanı olduğunu” dedi o da. Tahirî, komşusunun ne demek istediğini pek anlamasa da iyi niyetinden emin olduğu için ince, uzun, dikenli bir daldan ibaret olan fidanı aldı ve bahçenin en mutena köşesine itina ile dikti. Suladı, gübreledi ve merakla çiçek açacağı günü beklemeye başladı. Aslında bahçesinde her türlü çiçek vardı. Onların pek çoğu hüda-i nabit olarak yetişirdi. Bazılarını da bizzat kendisi ekip dikmişti. Fakat hiçbirini bu kadar çok merak etmemişti. Onun için sık sık oraya gider, dibine su döker, toprağını deşeler ve budak yerlerine, diken diplerine bakarak fidanın tutup tutmadığını anlamaya çalışırdı. Bir gün o yine fidanın bakımı ile meşgulken komşusu Lütfi Efendi geldi yanına. Tahirî onun fidan hakkında bir şeyler söylemesini bekledi ise de o cebinden küçük bir kitap çıkardı ve otlarda çiçeklerde, dağlarda derelerde, gökyüzünde yeryüzünde Allah’ın isimlerinin in’ikaslarından söz eden bir bahis okudu. Tahirî’nin, biraz âşinâ olduğu bu hakikatleri dikkatle dinlemekle birlikte, nazarını önündeki kuru fidandan ayırmadığını gören Lütfi Efendi, onun bir dikene verdiği emeğe, döktüğü suya hayıflandığını zannetti. “Zayi olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su” dedi.“Âmenna” dedi o da. Günlerdir merak hissini tahrik eden soruların cevabının ve içini kemiren endişelerin izalesinin, bu mısraın mânâ derinliğinde gizli olduğunu anlatmak istercesine o dikenli dal, baharda lisan-ı hâliyle dile geldi. İhtimamla bakıp sabırla suladığı fidanın, önce kabuğu renklendi. Ardından budak yerlerinden tomurcuklar yeşerip filizler çıktı. Sonra da ucunda şekillenen minik gonca açınca, iri ve beyaz bir gül ortaya çıktı. Onu ilk defa fecir vaktinde gördü Tahirî. Ufkun kızıllığı beyaz gül yapraklarında yansıyarak ufukla gül arasında güzel bir tenasüp teşkil etmişti. Âdeta fecir yaprakta goncalaşırken gonca ufukta açmış, manzara gül letâfetiyle şekillenmişti.O anda en çok istediği şey, Lütfi’nin yanında olmasıydı. Eğer o orada olsaydı, bu muhteşem manzara karşısında sessiz kalmaz, ya hep yanında taşıdığı risâlelerden tefekkür hassasının gözlerini açan bahisler okurdu, ya da ruhu ihtizaza getiren edebî ve güzel sözler söylerdi. Susuzluğu andıran farklı bir hâlet-i ruhiye içine girdi bunları düşünürken. Fidanın büyümesi sırasında zaman zaman yanına gelen Lütfi ile yaptığı sohbetlerin, his ve hayal dünyasındaki bazı boşlukları doldurduğunu anladı. Yaş, fikir, düşünce ve idrak itibariyle belli bir seviye kazanmasına rağmen, hâlâ onunla yaptığı sohbetlere ihtiyaç hissetmesi, bazı hâller ve hadiseler karşısında Lütfi’yi araması, ruhunda zuhur eden yeni boşlukları ancak onun okuduğu eserlerle ve temsil ettiği değerlerle doldurabileceğini gösteriyordu. “Başlangıçta dikenli bir dal olan fidanın, filiz verip yaprak açarak güllerle donandıktan sonra, suya daha çok ihtiyaç hissetmesi gibi.” Daldığı derin düşüncelerin getirdiği kemâlât noktasıydı kendi kendine mırıldandığı bu ifadeler. İçinde bulunduğu tefekkür faslının tahrikiyle idraki hareketlenince anladı onun kendisine beyaz gül fidanı verişinin sebebini. Çünkü fidan, Lütfi’nin irtibat kurmak için kullandığı bir vesileden ibaretti. Nasıl kendisi gül beklentisiyle dikene su vermiş ve umduğunu bulmuşsa, o da kendisine mânen âb-ı hayat hükmünde olan iman hakikatlerini anlatıp kâinat kitabını okumasını öğreterek hedefine ulaşmıştı.Böylece Tahirî, rengini güneşin nurundan alan müstesna bir güle sahip olmakla kalmamış, çok sevdiği bir insan olan Lütfi Efendinin nazarında, dikenli dalda açan iri ve beyaz bir gül husûsiyeti kazanmıştı. Şimdi sıra, gülistanda gülzar olmaya gelmişti. Tahirî bunun yollarını ararken, onun müjdesini de, kendisine verdiği fidanın harika güller açtığını ve lisân-ı hâliyle konuşmaya başladığını söylemeye hazırlanırken, yine Lütfi’den aldı. “Hazırlan, bugün Üstadla görüşmeye gideceğiz.” İçinde, isim veremediği bir coşku doğdu bu haberi duyunca. Hemen gusül abdesti aldı, temiz elbiselerini giydi ve heyecanla onun yanına gitti. Birlikte şehre indiler, etrafı kolaçan ederek bir eve girdiler. Onlar holde beklerken birbiri ardınca Hafız Ali, Mesut, Zühtü ve imam Mustafa da geldiler. Onları, hareketlerinden oranın ahvâline âşina oldukları anlaşılan başka kişilerin gelişleri takip etti. Yeni gelenleri tanımadığı hâlde içinden ‘başkaları’ demek gelmedi. Çünkü onları da tanıdıkları kadar samimî ve cana yakın buldu. Mütebessim yüzler arasında başlayan nazarî muhabbetin kelâma döküleceği sırada odanın kapısı açılınca, diğerleri ile birlikte o da ayağa kalktı, ellerini önünde kavuşturdu ve bakışlarını yerden ayırmadan içeri girdi. Ayak seslerinin bitmesi ile birlikte başlayan sessizliği sakin bir ses hareketlendirdi. O, hizmetlerini tebrik ve kendilerini takdir eden bir şeyler söyledi ise de Tahirî, sözlerin mânâsından ziyade sesin âhengine meftun olduğundan, onu dinlerken tarifi mümkün olmayan büyük bir haz aldı.Bir ara, gayri ihtiyarî başını kaldırdığı anda onunla göz göze gelince ürperdi. Bir nefesin binde biri kadar bile sürmeyen o anda gözü ummana açılmışçasına ruhunun nurla, gönlünün huzurla dolduğunu hissetti. Ömür boyu orada kalma iştiyakı içinde olduğundan, zamanın nasıl geçtiğini pek anlayamadı. Hâlini ve tavrını bozmadan diğerlerinin ardınca huzurdan ayrıldığında, artık hafızasında, hayatını nurlandıran gül renkli bir yüz taşıdığının farkındaydı. Gül-ü ra’na!..
-DEVAM EDECEK-
İslâm YAŞAR
|
07.04.2010 |