Basından Seçmeler |
Yalandan kim ölmüş?
HABERİ okuyunca gülümsedim. Geçen ay ortasında Bakanlar Kurulu... Katılım müzakerelerine ivme kazandırmak amacıyla 2010-2011 AB Eylem Planı’nı onaylamış. Bir yıl boyunca AB’ye uyum için Ankara’nın yol haritası niteliğindeki eylem planı çerçevesinde 96 kanun ile 261 adet ikincil düzenleme çıkarılacakmış. İnşallah... *** Haberi okuyunca gülümsemem de, “İnşallah, maşallah” türü temennilerden medet ummam da boşa değil. İnanmayan, internetinin başına geçip, Google arama motoruna “2008 yılı AB yılı olacak” diye yazsın. Bakın, önünüze neler dökülecek. *** Üşenip, böyle minik bir zahmete katlanmayacağınız endişesiyle, bir ikisini ben size aktarayım... Karşınıza ilk olarak 17 Ocak 2008 tarihinde tüm gazetelerde yer alan “Gül: 2008 AB yılı olacak” başlıklı bir haber çıkacak. Haberin ilgili bölümü aynen şöyle: “Türkiye’de 2007’de iç meselelerin çok olduğunu, bunların görmezden gelinemeyeceğini söyleyen Gül, ‘bununla çok iyi oldu demek istemiyorum. Şüphesiz ki daha çok şeyler yapmak gerekirdi. Ama bazı gerekçeler vardı. Şimdi 2008’de gerekçe görmüyorum açıkçası. 2008 yılında hepimizin geleceğe konsantre olması gerekiyor. O açıdan 2008 yılının AB yılı olacağını tahmin ediyorum ve buna inanıyorum’ diye konuştu.” *** Abdullah Gül’ün demecinin ardından, önünüze bu kez, 4 Şubat 2008 tarihli, dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Mehmet Ali Birand’a verdiği ve Kriter Dergisi’nde yayınlanan “2008 AB yılı olacak, şaşırtacağız” başlıklı iddialı röportajı çıkacak. 2007’nin kayıp bir yıl olduğunu ama Türkiye’nin özellikle yaz döneminde yaşanan seçimlerde büyük bir demokrasi testinden geçtiğini vurgulayan Babacan: “Türkiye bu testten, yapılan reformları içine sindirerek, güçlenerek çıktı. Şimdi yeni bir Cumhurbaşkanı, Parlamento ve Hükümet var. Yeni bir reform dalgası ile devam etmek için alt yapımız hazır. Son beş aydır kolları sıvadık. Eylül’den bu yana 229 tane toplantı gerçekleştirildi. Bunların hepsi AB müktesebatına uyum ile ilgili çalışmalar. Sadece Brüksel’e 5 ayda 17 heyet gönderildi. 2008 AB yılı olacak. Bambaşka bir yıl olacak. Şaşıracaksınız” diyor. *** 2008 yılı “AB yılı” oldu mu, sadece ve sadece Türkiye halkının çıkarına olan, hepimizin yaşam kalitesini yükseltmeye yarayacak ve zaten çok geç kalmış reformlar hız kesmeden gerçekleşti mi? Ne gezer, yaprak kıpırdamadı... Hatta şunu söyleyeyim, 2005 yılında bu kez Abdullah Gül Dışişleri Bakanı iken AB’ye uyum gereği parlamentoya gönderilen ve “tüm kamu kurumlarını” denetlemeyi öngördüğü için askeriyenin, belediyelerin hatta kısmen Sayıştay’ın muhalefetine toslayan “Sayıştay Yasa Tasarısı” hala yasalaşmadı... Beş yıl sonra yeniden Meclis gündeminde kıpırdanıyor, bakalım akıbeti ne olacak? *** Siyasetçi, kendi günahını başkasına yüklemede çok mahir... Onu bunu suçlamak yerine, Türkiye halkının yararına olan reformlara aynı hızla devam edilseydi ve 2008 gerçekten AB yılı olsaydı, bugünkü dar ve kısır alanda debelenip durmazdık... AB uyum reformlarının neden “Türkiye halkının çıkarına” olduğunu da, şimdi yeniden yapılacağına dair bize söz verilen reformlardan ikisine yollama yaparak ispatlayabilirim... Genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinin; bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleriyle, bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasak olacak... Gene, özellikle tatil dönüşlerinde kamyon ve otobüslerin yol açtığı kazalarda can kayıplarını önleme açısından yük ve yolcu taşımacılığı yapan araçlara hız sınırlayıcı teknik cihazlar takılması zorunlu hale gelecek. Ayrıca, sürücü belgeleri de AB sürücü belgeleriyle uyumlaştırılacak, beş yılda bir ehliyetle ilgili gözden geçirme süreci olacak. Bunları hükümetler neden biran evvel yapmaz, anlaşılır gibi değil... *** “2008 yılı AB yılı olacak, şaşıracaksınız” beyanlarıyla 2010 yılına geldik. Şimdi 2010 yılının “reform yılı” olacağı söylenmekte... İnşallah. “Dünyalaşmayı” temel irade haline getirmeyen hiç kimse, bizdeki statüko bataklığından boğulmadan çıkamaz. Siyasal iktidar, epeydir unutmuş gözüktüğü bu gerçeği dilerim bu kez gerçekten ve samimiyetle hatırlar.
Mehmet Altan / Star, 5.4.2010 |
06.04.2010 |
Yargının ideolojik tarafsızlığı
BİZİM yargımızın bağımsızlığının önündeki en büyük engel, yargı mensuplarının, özellikle de yüksek yargıdakilerin, kendilerini devletimizin resmi ideolojisine bağımlı saymalarından, bu ideolojinin dışında düşünememelerinden, hukukun kendisi ve hukukçu olmakla fazla ilgilenmemelerinden kaynaklanıyor. Bu durumu, birkaç yıl önce TESEV’in yaptırdığı bir araştırmadan net biçimde görmek mümkün: Yargıçlarımız, kutsal devlete inanıyor, Atatürk devrimlerinde ortaya konan (ve kendilerinin de serbestçe yorumladıkları) ilkelerin yasalardan ve insan haklarından önde geldiğini düşünüyor, devletle birey çatıştığında devletten yana olmayı görevi kabul ediyor. Yargının bağımlılığı tam da bu. (...) Esas mesele, ideolojik taraflılıktan, ideolojik bağımlılıktan kaynaklanıyor. Yargının bu ideolojik tutumu dışlaması, onun yerine hukukun temellerine, yani insan haklarına yönelmesi sağlanmadıkça, biz bu bağımlılık-bağımsızlık, taraflılık-tarafsızlık konusunu daha çok konuşuruz. Bir ideolojiyi savunanların sayısının azalması ama yerine başka bir ideolojiyi benzer katılıkta savunanların gelmesi, bizim derdimize deva olmaz. Bu ideolojik bağımlılıktan kurtulmak denen şey de öyle bir günde sabahtan akşama sağlanacak bir şey değil; hukuk eğitiminden başlayarak sistemli bir yaklaşımla, insan malzemesinin yeniden eğitilmesiyle vs. mümkün bir şey. İster istemez uzun yıllar alacak bir süreç.
İsmet Berkan / Radikal, 5.4.2010 |
06.04.2010 |
Said Nursî ve cumhuriyet
HÜRRİYET yazarı Ertuğrul Özkök, Cuma günü yayınlanan “Said-i Nursi’yi yanlış mı tanıyoruz?” başlıklı yazısında, Yeni Asya’nın ek olarak verdiği Said Nursi Dosyası’nı ele aldı. O dosyada benim Mart ayı başlarında Yeni Asya’ya verdiğim mülakatın Bediüzzaman’la ilgili bölümü de kullanılmış. Özkök, “Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak’ın yazısının girişindeki şu soru dikkatimi çekti: ‘Cumhuriyeti, meşruiyeti, parlamenter sistemi savunduğu halde devlet Said-i Nursi’ye neden bu kadar tepkili?’” diyor, fakat o soru aslında bana değil Yeni Asya muhabiri H. Hüseyin Kemal’e ait. Soruya benim verdiğim cevap ise şöyle: “Tek parti dönemimdeki tepki her şeyden evvel din düşmanlığından kaynaklanıyordu. ‘Din terakkiye manidir’ diyerek imana savaş açan kadrolar, imanın ihyası için canla başla çalışan Said Nursi’ye elbette diş bileyeceklerdi. Çok partili dönemde ceberut laiklik biraz yumuşadı, din düşmanlığı irtifa kaybetti, ama Said Nursi’ye tepki sürdü. Said Nursi’nin cumhuriyetçi olması fayda etmedi zira ona düşman olanlar genellikle cumhursuz bir cumhuriyet istiyorlar ve fakat Said Nursi cumhuru temsil ediyor.”
Hakan Albayrak / Yeni Şafak, 5.4.2010 |
06.04.2010 |
Sürecin devamı Türkiye’ye bağlı
MADRİD’DE görüştüğümüz üst düzey İspanyol diplomata göre Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde ‘büyük haber’ yok. ‘Büyük haber’ yok belki ama anlaşılan büyük soru işareti var. Şöyle diyor üst düzey dışişleri yetkilisi: “Müzakere sürecinde, bir üye ülkenin AB’ya katılım sürecinde iki önemli unsur var. İlki sürece bağlılık. İkincisi de sürecin ivmesi.” Konuştukça satır aralarından çıkan mesaj şu: Her iki konuda da Türkiye’den yana bir memnuniyetsizlik var. Tabii geçmeden belirtmem lazım ki, konuştuğumuz diplomat, Ankara’da da görev yapmış, üstelik tam da o bağlılık ve ivmenin tavan yaptığı bir dönemde görev yapmış bir diplomat. Dolayısıyla ‘o günler’le ‘bu günler’i gayet net biçimde kıyaslayabiliyor. İşte o diplomat Türkiye’nin üyelik sürecindeki mevcut ivmeyi pek de ‘parlak’ bulmadığını söyledikten sonra şöyle konuşuyor: “Yeni fasıllar açamazsak süreç dinamizmini yitirir; hantallaşır. Bu da süreci sağlıksız kılar. Yeni fasıllar açıp açmamak, üstüne düşenleri yapıp yapmamak tamamen Türkiye’nin elinde.”
‘Bırakın bunları’ Kendisine Türkiye’nin de özellikle Alman ve Fransız hükümetlerinin tavrından duyduğu rahatsızlık hatırlatılınca diplomatik bir dille, ‘Bıraksın bunları Türkiye’ dedikten sonra, ikinci unsura, ‘bağlılık’ meselesine geçip şöyle sürdürüyor sözlerini İspanyol diplomat: “Biz bugün Türkiye’den tam ve tereddütsüz bir taahhüt bekliyoruz. Reform sürecini devam ettireceğine, bu yolda sonuna kadar yürüyeceğini dair bir taahhüt...” İniş çıkışlar yaşanabileceğini, ancak katılım sürecinin kalıcı ve sürdürülebilir olması gerektiğini belirterek bir noktaya da işaret ediyor: “Türkiye’de eskiden çok daha fazla tartışılırdı AB ve AB’ye ilgili meseleler. Artık bu tartışmalar hiç duyulmaz oldu nerdeyse.”
Kriter meselesi Hatta daha temel bir saptama yapıyor bu bağlamda İspanyol diplomat: “AB, Kopenhag Kriterleri’ni yeterince karşıladığına kanaat getirdiği için Türkiye’yle üyelik görüşmelerini başlattı. Sürecin devam etmesi için bu kanaatin de devam etmesi lazım.”
Erdal Güven / Radikal, 5.4.2010 |
06.04.2010 |