Görüş |
Şükür sebeplere değil, Allah’a olmalı
Her aklı başında insan şu muhteşem gökyüzüne, yeryüzüne ve içinde cereyan eden hadiselere dikkatli bir nazarla baksa, muazzam bir nizam ve intizam görecektir. Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak, her bir hadiseyi bir diğeriyle ilgili ve bağlantılı olarak yaratmış. Çünkü bu dünya hikmet dünyası, sebepler dünyası… Yağmuru, buluta; bulutu, rüzgâr ve havaya, denize ve suya bağlamış. Mahlûkatı, özellikle hayvan ve bitkileri yağmura bağlamış. Muhteşem kudret ve rahmetiyle yerküreyi, güneşe; geceyi gündüze rabt etmiş. Akıllara durgunluk veren bir çevrim ve havsalanın alamayacağı kadar büyük irtibatlarla bir kâinat kurmuş. Kâinatı sanki sonsuz bir zincirin halkaları veya beraber çalışan sayısız çarkların dişlileri gibi bir âhenk içinde yaratmış. İnsanı diğer canlılardan ayırt eden en önemli özellik bu irtibat ve bağlantıları çözebilmesi ve bir hâdise meydana gelirken diğerini tahmin edebilmesidir. Güneş doğmadan vakti bilmek ve ibadetini yapmak, hava kararmadan, kararacağını bilerek eve dönüş hazırlığı yapmak, pek dikkatimizi çekmese de insanoğlunu imtiyazlı kılan hususlardandır. Ya da yağmura karşı şemsiye taşımak gibi tedbirler almak sadece insana mahsustur. Cenabı Hakk’ın diğer canlılara verdiği sevki İlahî ile yaptıkları davranış çeşitleri, şuurlu olmadıkları için, bahsimizden hariçtir. İnsanoğlu, eşya arasındaki bu ince ve hassas irtibatları ve bağlantıları çözmesiyle kâinattan istifadesini en yüksek seviyeye çıkarmış ve tehlikelerden de aynı şekilde korunmuştur. Ancak insan, bu harika ve esrârengiz bulmacayı ve ilginç irtibatları çözmenin gayreti ve nihayetinde de zevkiyle bulmacaya dalıp işin esasını ve damlalardan, denizlere; atomlardan yıldız sistemlerine kadar feleğin çarkını çeviren muhteşem kudreti ve bizden istediklerini unutabilmektedir. Gök gürültüsü, şimşek veya yıldırım birer habercidir, işaretçidir ve müjdecidir. Yağmur nimetinin halk edilmesinde ve gönderilmesinde müekkel meleğin vazifesini icrâda sema dolusu muhteşem bir tesbihtir. Herkes bilir ki, yağmuru yağdıran ne gök gürültüsü, ne şimşek ve ne de yıldırım değildir. Aynı şekilde bulut ve atmosferdeki, karalardaki ve denizlerdeki faaliyetler de olmadığını unutmamalıyız. Yağmurun doğrudan doğruya Cenab-ı Hakkın kudret mucizesiyle halk edilip mahlûkatın hizmetine gönderilen, Risaâle-i Nur’da ifade edildiği gibi tecessüm etmiş birer rahmet olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Evet, sıralama var! Bulutlar toplandıktan sonra yağmur yağıyor, ama bulut sebebiyle değil. Yani, bundan sonra, fakat bu sebepten değil. Şartlandırma için anlatılan “Pavlov’un köpekleri” meşhurdur. İnsanların ve toplumların şartlandırılarak yönetileceği ve yönlendirileceğini ve hayvanların da yine bu metotla eğitilebileceğini göstermiştir. Pavlov’un çalışmasını kısaca hatırlayacak olursak, köpeklere yiyecek vermeden önce, her defasında zil çalıyordu. Ağızlarına yerleştirilen sensörler sayesinde salgıları ölçülüyordu. Önceleri tepki vermeyen ve etkilenmeyen köpeklerin, sonra zili öğrenerek, her zil çaldığında ağızları sulandığı tesbit edildi. Köpeklere yiyecek zilden sonra geliyor, fakat zil sebebiyle değil! Köpek belki de, yiyeceği zilin gönderdiğini düşünüyor, Pavlov’u unutuyordu. Sadakat sembolü olan köpek bunun bir işaret olduğunu anlayıp da sahibine ne derece minnet ederdi, bilemiyoruz. Ancak bu bilim adamı deneyi kedilerle yapsa idi, kedi belki de ne zile ve ne de sahibine minnet etmeyecekti. Evet, minnet Allah’adır. Zil nasıl işaretçiyse, diğer sebepler de bir işaretçidir, sıralamada bir sayıdır. Hiç birisinin bir lokmayı, bir zerreyi halk edecek, ne kudreti ne de ilmi yoktur. İnsan, diğer canlılar gibi küçüklüğünden itibaren etrafı ve tabiattaki hadiseleri müşahede eder, gözlemler. Ancak hadiselerin ekseriyeti tam göründüğü gibi değildir. Meselâ dalgaları ilk defa sahilde gören insan, suyun bir uçtan diğer uca gittiğini düşünür. Hâlbuki suyun üzerinde yüzen bir cisme dikkat ettiğinde suyun inip kalktığını, deniz dalgasının orada halk edildiğini fark eder. Bir yağmur damlasını da, bu şekilde düşünmek aslında mübalağa değildir. Okyanuslardan çıkartılıp gelen kimyevî su taneciğini, berrak, latif bir hayat suyuna dönüştürmek bire bin katılan muazzam bir faaliyet ve işlemdir. Onun binde biri, denizlerden getiriliyorsa, dokuz yüz doksan dokuzu, suladığı hemen yaprağın ya da toprağın üzerinde yaratılmaktadır. Onun için yağmuru, buluttan, denizden ve güneşten değil, her şeye gücü yeten Âlemlerin Rabbinden bilmek ve yağmur damlaları adedince şükür ve hamd etmek gerekiyor. Kâinat aslında, bir nevî sinema perdesi gibidir. Perdede seyredilen bir yağmur, gerçekte buluttan mı meydana geliyor, yoksa perdeye düşen ışıktan mı? İnsanı yanıltan, sıralama ve konumdur; bulutun gelmesinden sonra ve bulutun yanından itibaren damlaların gözükmesidir. Gerçek ise, perde kalktığında veya ışık kesildiğinde ortaya çıkar. Ya da bir tablo gibidir. Tabloda ressamın yağmur tanesini çizebilmesi için buluta ihtiyacı yoktur. Şüphesiz kâinat sadece bir görüntüler dünyası değildir. Cenâb-ı Hak maddeyi de, bütün boyutları ve kesâfetiyle muazzam bir şekilde yaratmıştır. Ancak onların halk edilişleri ve hareketleri, tıpkı bir ışığın perdeye düşmesi veya fırça darbesiyle görünmesi gibi, O’nun binbir isminin tecellisiyledir. Bize düşen; zil sesinden şartlanmak misâlindeki gibi, bulut, deniz ve güneş gibi sebeplere bağlanmak değil, sebeplerin sıralamada bir unsur olduğunu ve binlerce hikmet gereği, şu imtihan dünyasında lâtif birer perde olduğunu bilerek, her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellisini görmek ve sadece O’na minnet ve sadece O’na hamd etmektir.
HASAN GÜNEŞ [email protected]
************************************************************************************************** |
06.04.2010 |
Çırpınışlar boşuna
İnsanları uzun yıllar aldatarak, birbirine düşürerek, maddî ve mânevî dünyalarını istedikleri gibi tanzîm etmek emelinde olanların son çırpınışlarıdır, bu son günlerde gördüklerimiz… Atasözümüzün ifâde ettiği gibi, yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Gerçi, bizim yalancılar el ve ağız birliği ile yatsı vaktimizi bize şaşırtmış olsalar da, kâinâtta geçerli olan bir kàideye binâen, yalan ve dolanları sonunda örtülemez hâle geldi. Azîz milletimizin günlük geçim gàilesi, hayatın ağır yükü, şahsî ve âilevî hizmetlerin çevreleri ile ilgilenmelerine vakit bırakmaması sebebiyle devlet işlerini, ehlidir diyerek, bilenlere terk etmeleri, bâzılarının iştihâsını kabarttı. Emânet olarak kendilerine tevdî edilen makàmları mülk zannettiler. Ölünceye kadar, hattâ kendi soylarının devâmı müddetince ellerinden alınmaması için her çeşit yola başvurmaktan çekinmediler. Halkın kendi irâdesi ve isteği ile kendi yaşayışına çeki-düzen vermek istemesi, bu emânet gaspçıları tarafından istenmeyen bir durumdu. Halkın kendi kendisini idâreden âciz olduğunu sanan ve savunan bu kişiler, ne iddiâ ettikleri gibi cumhûriyetçi, ne de demokrasi taraftarı idiler. İşlerine geldiği gibi bu mefhûmları kullanıyorlardı, o kadar… İçinde halkın bulunmadığı bir cumhûriyet ve her zaman kendilerini iş başına getirecek bir demokrasi onların emeli idi. Buna mukàbil, kendileri halka ne lütfederlerse, onunla iktifâ edilmeli ve müteşekkir olunmalıydı. Uzun yıllar bu şekilde yaptılar ve milleti kandırdılar da… Zamanın îcâbı, gelişen haberleşme vâsıtaları, halkın okumuşluk nisbetinin artması, başka milletlerin yaşayış tarzlarının bilinmesi gibi pek çok sebeb tahtında artık herkes her şeyi öğrendi. Millet uyandı. Malına ve hakkına sâhip çıktı. Yaşamak için yalnızca ekmeğin yetmediğini fark etti. Vatanın güzîde evlâdından Hz. Bedîüzzaman Saîd Nursî’nin söylediği gibi: “Ekmeksiz yaşarım; hürriyetsiz yaşayamam!” diyenler çoğalmaya başladı. Bir kısım aklı eren insanların bu durumu düzeltmek niyetiyle çıktıkları yollara çeşitli tuzaklar kurulmasına rağmen, emîn ve kararlı adımlarla hakîkî demokrasi ve cumhûrun hâkim olduğu bir cumhûriyete doğru yol alınmaya başlandı. Yıkılan bendden boşalan suya hâkim olmak mümkin olmadığı gibi, insanların hak ve hürriyetlerini kullanmaları yolunda kurulan bütün engeller de, Allah’ın izni ile târ ü mâr olacaktır. Allahu Teâlâ’nın kullarına yaratıştan verdiği hakların kullanılmasına kimse mânî olamayacaktır. Gün be gün, bu yol açılmaktadır; tamâmiyle de açılacaktır! İnsanlık târihinde, maalesef, bir çok kara sayfa vardır. Milletimizin târihindeki kötü yapraklardan birine de bugünki hak ve hürriyetlerin önünde durmaya çalışanların faâliyetleri yazılacaktır. Bu kısım, dünyâdaki kötü âkibettir. Yapılanlara bir cezâ sayılırsa, belki bu kadarla kalacaktır. Ama, daha sonra, âhiret hayâtında asıl kirli sayfalar açılacak ve hiç şüphe olmasın ki, en ince ayrıntısına kadar hesâbı görülecektir. Geçmiş devirlerde hesâbı sorulmayan, cezâsı ödenmeyen nice insanlık suçu, bugün insanların vicdanlarında, akıllarında, hâtıralarında menfûr birer hâdise olarak kayıt edilmiştir. Fertler birer birer bunları unutsalar bile, ma’şerî vicdanlara kazınan bu levhaların beşeriyet tarafından unutulması kàbil değildir. “Kim, nerde hesab sormağa kàdir bana, bilmem? Ukbâya inanmam ya.. uzakdır daha ölmem...” Bir böyle düşüncen olacak belli ki... Hülyâ! Senden nice zâlimleri görmüşdü bu dünyâ. Bak, dinle; gelir toprağın altından enînler. Sâhibleri: Fir’avn, Neron’lar, Stalin’ler... Saymakla biter sanma, ne mümkin, senin emsâl! Lânetler okur böyle zulüm ehline ensâl! Nemrûd’u seven bir kişi çıksın, hadi göster! Haccâc’ı, pekiy, rahm ile kim anmağı ister? İnsanlara ve insanlığa karşı işlenen bu cürümlerin, bu cinâyetlerin müsebbibleri akıl, iz’an ve vicdan sâhibi her yaratık tarafından teessürle anılacak, nefretle kınanacaktır. O işleri yapanların adları, sanları unutulacak; fakat, kötülükleri nesiller boyu esefle yâd edilecektir. Bugün az bir şöhret, ufak bir çıkar uğruna hemcinslerine çeşitli kötülükleri revâ görenler, yalnızca o gadre uğrayanlar tarafından değil, bütün varlıklar tarafından lânetlenecektir. Allâh alacak âhımı senden, göreceksin! Bir gün gelecek, neyse hesâbın, vereceksin. Ben, boynu bükük, hakkımı senden alıyorken; Sen, zulmüne pişman ya, fakat, geç kalıyorken Rabb’im o adâletli karâriyle, a zâlim, Mahkûm edecek. Gör, ne demek bunca mezâlim... Kâinâtta cârî olan şefkat, merhamet, hürmet, sevgi gibi nûrânî kànûnları bilerek ve isteyerek çiğneyenler, öyle acı ve ebedî bir azâba dûçâr olacaklardır ki, bu dünyâdaki duygular ve bilgilerle târifi imkânsızdır. Zulme uğrayanlarsa, öyle büyük karşılıklar alarak zararları tazmîn edilecek ve acıları giderilecektir ki, âdetâ başlarına gelmiş olan o azîm felâketlerden, hakàretlerden dolayı memnûn olacaklardır.
EKREM KILIÇ
************************************************************************************************** |
06.04.2010 |
Risk Değerlendirme (1)
Bursa’dan Mustafa Sakin isimli okurumuzun sorusu: Firmada çalışan işçilere iş güvenliği eğitimi verilmesi zorunlu hale getirildi. Bu eğitimleri kimin vermesi gerekir. Firma olarak tehlikeli sınıfa girmekteyiz. Firmamızda çalışan C sınıfı sertifikalı bir iş güvenliği uzmanımız bulunmaktadır. Bu firmamız için yeterli değil. Çalışanlarımıza iş güvenliği eğitimini iş güvenliği uzmanı verebilir mi, yoksa bakanlığın yetki verdiği bir kurum veya yetkililer tarafından mı verilmesi gerekmektedir? Kısacası biz çalışanlarımıza sertifikalı bir iş güvenliği eğitimi verdirme-miz gerekiyor mu ve gerekiyorsa bunu kim verebilir? Bu konu ile bana yardımcı olmanızı rica ediyorum. Yardımlarınız için teşekkür ederim.
Cevabımız: İşyeri Sağlık Ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık Ve Güvenlik Birimleri hakkındaki yönetmeliğin “Eğiticilerin nitelikleri” başlıklı maddesine göre; işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimi, aşağıda nitelikleri belirtilen eğiticiler tarafından verilir: a) Pedagojik formasyona veya eğiticilerin eğitimi belgesine sahip, en az beş yıl iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yaptığını belgeleyen işyeri hekimleri, b) Pedagojik formasyona veya eğiticilerin eğitimi belgesine sahip, en az üç yıl (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi ile iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yaptığını belgeleyen (A) sınıfı iş güvenliği uzmanları, c) Üniversitelerde tıp, sağlık, mühendislik, hukuk ve iş sağlığı ve güvenliği alanlarında ders verenler, ç) İş sağlığı ve güvenliği alanında en az üç yıl teftiş yapmış iş müfettişleri, d) Pedagojik formasyona veya eğiticilerin eğitimi belgesine sahip, Genel Müdürlük ve bağlı birimlerinde en az beş yıl görev yapmış iş sağlığı ve güvenliği uzmanları, e) Pedagojik formasyona veya eğiticilerin eğitimi belgesine sahip, Genel Müdürlük ve bağlı birimlerinde en az beş yıl görev yapmış iş sağlığı bilim uzmanı, iş sağlığı bilim doktoru, iş sağlığı ve güvenliği bilim doktoru ile lisans eğitimine sahip sağlık veya teknik hizmetler sınıfındaki kadrolarda yer alan ve en az on yıl görev yapmış personel. (2) Birinci fıkrada nitelikleri belirtilen kişilerin başvurması halinde, Genel Müdürlük tarafından bu kişilere “İşyeri Hekimliği Ve İş Güvenliği Uzmanlığı Eğitici Belgesi” verilir.
RİSK DEĞERLENDİRME - TEHLİKE VE RİSK Günlük hayatta “tehlike” ve “risk” kavramları birbirleri ile sıklıkla karıştırılan kavramlardır. Gerçekte, tehlike ve risk kavramlarının anlamları birbirinden farklıdır. İş sağlığı ve güvenliği açısından tehlike, risk ve risk değerlendirmesi kavramları aşağıdaki şekilde tanımlanabilir; Tehlike: Çalışma çevresinin fizikî kusurları ve insanların hatalı davranışları gibi, çalışma ortam ve şartlarında mevcut olan ya da dışarıdan gelebilecek kapsamı belirlenmemiş olan durumların kişilere, işyerine ve çevreye zarar ya da hasar verme potansiyeli. Risk: Tehlikeli durumun meydana gelme ihtimali ile gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkaracağı zarar, hasar veya yaralanmanın şiddetinin bileşkesi. Risk değerlendirmesi: İşyerlerinde var olan ya da dışarıdan gelebilecek tehlikelerin, çalışanlara, işye-rine ve çevresine verebileceği zararların ve bunlara karşı alınacak tedbirlerin belirlenmesi amacıyla yapılması gerekli çalışmaları ifade eder. 4857 sayılı İş Kanunu, birçok alanda getirdiği yeniliklerin yanı sıra “Risk Değerlendirmesi” kavramı ile de iş sağlığı ve güvenliği alanında yeni bir dönem başlatmıştır. İş sağlığı ve güvenliği yönetmeliklerinin birçoğu Avrupa Birliği Direktifleri esas alınarak hazırlanmıştır. “Risk Değerlendirmesi” yeni yönetmeliklerin hem bir kavram olarak hem de bir yükümlülük olarak değindiği hususlardandır. İşverenler 4857 Sayılı İş Kanunu gereği Kalite, Çevre ve İş sağlığı ve Güvenliği konularında risk analizlerini yapmak ve faaliyetlerinde uygulatmak zorundadır. Risk Değerlendirmesinin işletme için faydaları; nTehlikelerin ve Risklerin önceden belirlenmesini, nÇalışanlar için güvenli ortam oluşturulmasını, nKazaların önlenmesi ile kayıpların azaltılmasını, nKalite ve verimlik artışının sağlanmasını ve nAcil durumlara hazır olunmasını sağlar. Risk Değerlendirmesi genellikle 5 adımda yapılır. Bunlar; 1.Adım - Tehlike analizi 2. Adım - Oluşabilecek zararın belirlenmesi 3. Adım - Risk Değerlendirmesi ve Önlemlerin Belirlenmesi 4. Adım - Önlemlerin Uygulamaya Geçirilmesi ve Kayıt altına alınması 5. Adım - Risk Değerlendirmesinin Gözden Geçirilmesi ve Güncellenmesi Haftaya bu adımların nasıl yapılacağını anlatacağız. Güvenlik altında kalın.
M. FAHRİ UTKAN |
06.04.2010 |