Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Anayasada kırılma noktası |
Yirmi yedi senedir yürürlükte olan 12 Eylül anayasasının epeyce bir maddesi, zaman içinde değiştirildi. Ve ilk kapsamlı paket, DYP-SHP koalisyonunun iktidarda olduğu 1995 yazında gündeme gelip Meclisten geçti. O zaman henüz AB süreci söz konusu değildi. Ama anayasanın başlangıç kısmındaki ihtilâl övgüsünün metinden çıkarılması dahil olmak üzere, hatırı sayılır değişiklikler o paketle yapıldı. Sonraki paketler, AB adaylığımızın Brüksel tarafından resmen kabul ve ilân edildiği Aralık-1999 sonrasında ivme kazanan bir süreçte geldi. Son dönemde “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerle bütünleştirilen başlangıçtaki “Hiçbir düşünce ve mülâhaza Atatürkçülük karşısında korunma görmez” diye özetlenebilecek ibarenin “hiçbir faaliyet...” diye değiştirildiği paket de, Ecevit’in başkanlığındaki DSP-MHP-ANAP iktidarında, AB’nin ısrarıyla çıktı. Keza MGK ile ilgili anayasa maddesindeki değişiklikler de yine o iktidar döneminde yapıldı. MGK ve Genel Sekreterliği Kanununu buna uyduran düzenlemeler ise AKP devrinde çıkarılan 7. AB uyum paketi çerçevesinde gerçekleşti. AKP iktidarının yaptığı ve yürürlüğe giren en son anayasa değişikliği, cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören düzenleme. Meclisten geçerek referandumla da kabul edilen bu değişiklik gereği, artık cumhurbaşkanlarını millet seçecek. Gerçi eski kurala göre Meclis tarafından seçilen mevcut Cumhurbaşkanının görev süresinin 7 mi, yoksa yeni sisteme göre 5 sene mi olacağı tartışması henüz bir neticeye bağlanmış değil. Ama bu, işin detayı. Bundan sonra çok olağanüstü bir gelişme olmadığı, meselâ cumhurbaşkanını halka seçtirmekten vazgeçilip eski düzene dönülmesini isteyen CHP gibi bir parti Meclis çoğunluğunu elde edip o yönde yeni bir anayasa değişikliği yapmadığı sürece, artık cumhurbaşkanları 5 yıllığına halk tarafından seçilecek. Burada, bu kuralı getiren değişikliğin iptali talebinin AYM’de reddedildiğini de hatırlayalım. Dolayısıyla, cumhurbaşkanını halka seçtirme kuralının getirilmesi, demokrasi adına önemli bir kazanım olarak görülmeli. Ama bunun, uygulamada sıklıkla yaşanan cumhurbaşkanı-başbakan çekişmesini daha da kızıştırma ihtimali dikkate alınarak, önleyici tedbirler getirilmeli. Halkın seçtiği cumhurbaşkanı, bir bakıma yarı başkanlık sistemi anlamına da gelebilir. Eğer öyle ise, sistemin tamamı buna göre tekrar dizayn edilmeli. Ama şu anda bu konuları konuşan yok. Buradan, anayasa değiştirme sürecinde yaşanan en kritik kırılma noktasına geçecek olursak: Anayasayı tümüyle yenileme projesi, ucu gösterilip tepkiler üzerine hemen askıya alındıktan sonra, başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırmayı öngören iki maddelik değişikliğin Meclisten geçmesi, başından beri fırsat kollayan derin refleksleri bir anda harekete geçirdi. Anayasa Mahkemesi, “Kendisini kanun koyucu yerine ikame edemez” diyen anayasa hükmünü de çiğneyerek bu düzenlemeyi iptal etti. Gerekçe olarak da, “anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerini gösterdi. Böylece bu maddelerin “dokunulmaz tabu” olma niteliği iyiden iyiye pekiştirilmiş oldu. Ve sonuç olarak, bundan sonra yapılacak her anayasa değişikliğinin AYM’de “esastan” görüşülüp, bu maddelere istinaden iptaline yol açıldı. Gündemdeki son pakete yönelik itirazlarda da “değiştirilemez başlangıç ilkeleri”nin referans gösterilmesi, bu işin sonunun nereye varacağını şimdiden haber veriyor gibi. Başörtüsü düzenlemesini iptal ettiren refleksler yine iş başında. Bütün bu yaşanan tecrübeler, sorunun kaynağının değiştirilemez maddeler ve başlangıç metni olduğunu fark etmeye dayalı bir şuur oluşturabildiği ve o maddelerdeki unsurları demokrasi süzgecinden geçirerek yenileme iradesini ortaya çıkarabildiği ölçüde, kazanç hanesine yazılabilir. Aksi halde kısır döngüden asla çıkamayız.
25.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (17.03.2010) - Başbuğ’un ikilemi |