Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Başbuğ’un ikilemi |
Ergenekon sanıkları Eruygur’la Tolon’a Kandıra Cezaevindeyken Genelkurmay adına yapılan ziyaret, silâh arkadaşlığının getirdiği vefa duygusuyla açıklanmıştı. Ardından, Eruygur’un başına gelen esrarengiz “kaza” neticesinde GATA’ya sevki ve sağlık gerekçesiyle tahliyesi geldi. Ve onu, Tolon’un da aynı prosedürü takiben serbest bırakılması izledi. Şimdi de, son gözaltı, tutuklama ve yargılama kararları sonrasında benzer mesajlar veriliyor. Org. Başbuğ, özel olarak karargâha çağırıp röportaj verdiği Fikret Bila’ya “Bizde silâh arkadaşlığı mezara kadar sürer” diyor. (Milliyet, 14.3.10) Ertesi gün aynı usulle Enis Berberoğlu’na verdiği mülâkatta bu mesajı, Erzincan iddianamesinde bir numaralı sanık olarak gösterilen 3. Ordu Komutanı için somutlaştırarak tamamlıyor: “Org. Berk’in arkasındayız.” (Hürriyet, 15.3.10) Elbette ki, ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesi gereğince, hiç kimse, hakkındaki suç isnadı yargı kararıyla ispatlanmadıkça suçlu ilân edilemez. Bu, mâlûm iddiaların muhatabı komutanlar için de geçerli. Ama yargıya intikal etmiş ve sonucuna ancak mahkemenin karar verebileceği ciddî iddialar söz konusu ise, bunlar yokmuş gibi de davranılamaz. Onun için, sivil bürokrasideki benzer durumlarda, hattâ çok daha “sıradan” iddialarda, muhatap durumundaki kişi, “soruşturmanın selâmeti” gerekçesiyle, tahkikat tamamlanıncaya kadar açığa alınır. Ve çıkacak neticeye göre ya görevine iade edilir, ya da yargı süreci devam eder. Ama bu teamül, askerî cenahta işlemiyor. Faili meçhul cinayetler dâvâsında tutuklu olarak yargılanan Kayseri Jandarma Komutanı da; Erzincan soruşturması kapsamında tutuklanan dört ilin jandarma komutanları da; yine Erzincan iddianamesinde bir numaralı sanık olarak gösterilen 3. Ordu Komutanı da hâlâ görevde... Dahası, Genelkurmay adına bu komutanlara alenen destek mesajları veriliyor. Ve kendisini adeta mahkemenin yerine koyan tavırlar sergileniyor. En azından, yargılama sürecinde hakimlere baskı ve müdahale olarak algılanmaya son derece açık, elverişli ve iddialı sözler sarf ediliyor. Kurum adına, hele önemli üst düzey görevlerde bulunan elemanlarına sahip çıkma psikolojisi bir yere kadar anlaşılabilir ve mazur görülebilir. Ancak söz konusu personel hakkında yargıya intikal etmiş ciddî iddialar söz konusu ise, buna rağmen bu sahiplenme tavrının ısrarla devam ettirilmesi, hem yargı sürecine zarar verir, hem de bizzat Başbuğ’un “Demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan personeli barındırmam” taahhüdüyle çelişen bir durum ortaya çıkarır. Bu tür açıklamalarla, kuvvet komutanlığı yapmış olanlar dahil, generallerin gözaltına alınıp tutuklanmasının, TSK içerisinde olup da böyle şeyleri başkalarına yapmakta hiçbir beis görmezken kendilerine yapılmasına alışık olmayan ve eski alışkanlıklarından hâlâ vazgeçemeyen mâlûm kesimlerde biriktirdiği tepki ve infiali yatıştırıp “gaz alma” amacı güdülüyor olabilir mi? Olabilir. Nitekim Ergenekon sürecinde, Tolon başta olmak üzere bazı isimlere izafeten gündeme gelen ses kayıtlarında, Hilmi Özkök de, İlker Başbuğ da “Bize sahip çıkmıyor” temelinde çok ağır, hattâ hakaretamiz ifadelerle suçlanıyordu. Başbuğ’un yargıya müdahale şeklinde algılanmaya müsait söylemleri onları yatıştırmaya yarıyor mu, bilmiyoruz. Ve işin gerçeği, sanmıyoruz. Çünkü Başbuğ bir taraftan bunları söylüyor; diğer taraftan gözaltı, tutuklama ve yargılamalar devam ediyor; yani söylemle fiilî işleyiş örtüşmüyor. Bunun ortaya çıkardığı ikilem ise Başbuğ’u “iki arada bir derede” konumuna sokuyor. Cuntacı ekibi memnun edemezken, kamuoyuna “Onları koruyor” izlenimi vermek suretiyle hem ordunun imajını biraz daha zedeliyor, hem de demokratik hukuk devletine gölge düşürüyor. Tutuklama ve tahliyelerin pazarlıkla gerçekleştiği iddiaları ise bu gölgeyi iyice koyulaştırıyor.
17.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (14.03.2010) - Yeni ibret dersleri (13.03.2010) - AB’siz demokrasi? (12.03.2010) - Atatürk vizyonu mu? (11.03.2010) - Osmanlılık ve Atatürk (10.03.2010) - Deprem ve ötesi |