17 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Muzaffer KARAHİSAR

Bir çaresizlikten kurtulmak için gayret


A+ | A-

“Benim yaşadığım bir felâketti. Allah başka kuluna göstermesin. Çektiğim sıkıntıların, acıların, ıztırapların haddi hesabı yok. Otuz yıllık aile hayatımız, uzun yıllardan ve dört çocuktan sonra bir cinayetle sona erdi. Önceden işlerim iyiydi, sonradan her şey tersine gitmeye başladı. Olumsuzluklar, takıntılar, kötü düşünceler ve şüpheler benim kafamda yer etmeye başladı. Aile içi iletişim, diyalog, samimiyet, içtenlik gittikçe azalıyor; tartışmalar, azarlamalar, bağırmalar gün geçtikçe artıyordu. Aile düzenimiz ve geçimimiz gittikçe bozuluyor. Bu gidişatta çocuklar tarafsızca, ses çıkarmadan, çaresizce seyrediyorlardı. İstanbul’da tedavi gördüm, ruhsal takıntı teşhisi koydular. İlâç kullanıyordum, ama iç huzursuzluk dolayısıyla ilâç da tesir etmiyor, zaman zaman alkol de alıyordum.

Eşim benim sözümü dinlemiyor, gitme dediğim yere gidiyor, beni saymadığı gibi, küçümsüyordu. Aile büyüklerimizden fazla destek ve yardım alamadık ya da fayda etmedi. Bana ‘sabret, sıcak aile yuvanı bozma’ diye tavsiye eden; ona da ‘eşinin sözüne bak, huzursuzluk çıkarma, yanlış yapma’ diyen olmadı. Eşimi sıkça dövmeye başladım. Küs gidince, onun dokuz erkek kardeşi vardı. Onlar da gelir beni döverlerdi. Böyle kördöğüşü bir hayat, sıkıntılar ve stresler içinde devam edip gidiyordu.

Çocukluğumda biraz dinî bilgi almış, Kur’ân okumaya başlamıştım. Evlendikten sonra İslâmî yaşantımız sadece Ramazan’da oruç tutmaktı. Onun haricinde herhangi bir dinî vecibeyi yerine getirmezdik. Çocuklar da aynı durumdaydı. Yalnız küçük oğlum, okuduğu okulda bir arkadaş grubu ile birlikte bazı şeyler öğrenmiş, bir tek o namaz kılıyordu. Ben zaman zaman ona ‘Bu dernek, cemaat gibi şeyleri bırak, okumana bak’ diye ikaz eder, bazen de kızardım. Gerçi içlerinde en çok onu, bana karşı müsamahalı ve merhametli görürdüm.

Eşimin vefatına sebep olduğum için cezaevine girdim ve yirmi yıla mahkûm oldum. Dört sene yattıktan sonra aftan yararlanarak çıktım. Çıktım, ama hayatın tamamı benim için cezaevi oldu. Üzüntüler, sıkıntılar, yokluklar, çaresizlikler, hastalıklar yakamı bırakmadı. İç huzursuzluğumu ve sürekli karamsarlıklarımı ve yaşadığım duygu karmaşıklıklarımı anlatmak, ifade etmek ya da onlardan kurtulup uzaklaşmak çok zor. Cezaevinden çıkınca çocuklarıma telefon ettim. Hepsi de beni suçluyor ve görüşmek istemediklerini söylüyorlardı. Bir ailem, yakınım, kimsem yoktu artık. Dayanıp güvenebileceğim, derdimi paylaşacağım insan kalmamıştı. Onlar olmadan yalnız bir ve tek başına bir hayatın yükü, sıkıntısı, acısı omuzuma yüklenmişti. Bu, kabullenilmesi çok güç bir gerçekti, ama değiştirilmesi de mümkün değildi. Küçük oğlumun merhameti fazladır onu biliyorum, ancak dayıları ve ağabeylerinin etkisi ile o da benden uzak duruyor…”

Yaşlı ve hasta Ali Bey hayatında, başından geçen müessif olayı bir hikâye anlatır gibi, durgun bakışlar ve yorgun ses tonu ile anlatıyor, yüzündeki ifadeler ve titreyen elleriyle de acılarının ve çaresizliğinin derinliğini ifade etmeye çalışıyordu. Ara sıra gözlerimin içine bakarak tepkimin ve reaksiyonumun olup olmadığını süzüyordu. Ya da bir dost, dert ortağı bulma ümit ve hayali ya da beklentisi ile bana öyküsünü anlatıyordu. Ama hiçbir şekilde kendi tarafını ve haklılığını teyit etme beklentisinde değildi. O, bütün anlatacaklarını anlattı ve lâfın ve ümitlerin tükendiği noktaya gelip durdu. Çay içtik, bakıştık ve şu andaki ortamdan, hizmetlerden, mekânlardan memnun olup olmadığını sordum. Herhangi bir ihtiyacı olmadığını, her şeyin iyi olduğunu söyledi.

Ali Beye geçmişten gelen bütün bu sıkıntıları, stresleri, acıları bir tarafa bırakarak; azim ve gayretle yeni bir hayat, yeni bir sayfa açarak, yeni ve mutlu bir dünya kurarak, bu noktadan sonrasını nurlandırıp, aydınlatmasını, bunun kendisi için bir kurtuluşun, umudun başlangıcı olabileceğini anlatmaya çalıştım. Allah’a iman edip, dayanıp güvenmenin, ondan af dilemenin, ümitsizliğe düşmemenin faziletini, Allah sevgisinin ve O’na ibadet edip, O'ndan yardım beklemenin faziletinden bahsettim. Kalbin ve ruhun huzurunun ve mutluluğun İslâmda, imanda ve Kur’ân’da olduğunu anlattım. Onun mutluluğu ve huzuru için, her zaman, her konuda yardımcı olabileceğimi, kendisini bir evlâdı gibi, arkadaşı gibi destekleyeceğimi, yanında olacağımı ifade ettim. Merhum eşi ve çocuklarını kinle ve nefretle anma, hatırlama yerine onları şefkatle, merhametle, dua ve istiğfarla anmasının daha doğru bir yol olduğunu anlatmaya çalıştım. Eyvahlar ve eseflerle ağlamak, yanmak, şikâyet etmek yerine, kalan ömür dakikalarını imanla, ibadetle, Kur’ânla, istiğfarla, dua ile geçirmesi onu ebedî elemden, gamdan, kâbustan, belâdan kurtaracağını; fani dünyaya bedel baki bir saadeti kazanmanın reçetesi olduğunu ifade etmeye çalıştım. Onun durumuna ve içinde bulunduğu sıkıntılara bakarak bütün dertlere derman, hastalara şifa, çaresizliklere çare olan Kur’ân’ı dinlemek, inanmak ve emir dairesinde hareket etmekten başka çıkar yol olmadığını anlattım.

“De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” 1

“Kullarıma haber ver ki, gerçekten Ben çok bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim.” 2

Dipnot:

1. Zümer Sûresi, 53. 2. Hicr Sûresi, 49.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

“Isparta kahramanları”


A+ | A-

Risâle-i Nur Hareketinin ilk ve ana merkezi olan Isparta, Bediüzzaman Hazretleri için taşıyla toprağıyla mübârek olan iki ilden birisidir.

Tarihin eşine rastlamadığı dehşetli bir istibdat ve zulüm devrinde ve din adına bir tek dînî eserin basılmasına izin verilmediği korku dolu bir zamanda, Üstadın etrafında halka tutan, iman ve İslâm’a hizmet ederek altı yüz bin nüsha Nur Risâlelerini el yazmasıyla çoğaltan Nur Talebelerine Bediüzzaman “Isparta kahramanları” nâmını veriyordu. Tâkip ve tevkiflerin, karakol ve hapishanelerin yıldıramadığı bu gerçekten kahraman insanların, yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde, inandıkları dâvâdan dönmemeleri ve vazgeçmemeleri onları farklı kılan en bâriz karakterleridir.

Üstadın “Sen Isparta kahramanlarına benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın” diye örnek gösterdiği bu kahraman insanlar, sahabe mesleğinin bu asra yansımış şeklinin saff-ı evvelleridirler. Örnek gösterilmelerinin gerekçesini de Üstad şöyle açıklıyor: “O şakirtlerin gayet keskin kalp ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risâle-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü, iman saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velâyet ise, mü’minin cennetini genişlettirir, parlattırır... İşte bu dakîk sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin, bir kısmının akılları görmese de, umumun keskin kalpleri görmüş ki, benim gibi bîçâre ve günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyâlara, belki de bulunsaydı müçtehitlere dahi tercih ettiler.” (Kastamonu Lâhikası. s. 104) “Nur fabrikası”, “Gül fabrikası”, “Mübârekler heyeti” gibi ünvanlarla Üstadın taltif ettiği Isparta kahramanları, sonraki yıllarda her tarafa hüsn-ü misâl oldular. Diğer şehirler hep onları örnek aldı. Onların cesâret-i medeniyeleri, kahramanlıkları, hamiyetleri ve şevk-i mutlak içinde iman hizmetinde çalışmaları, o günden bu günlere hepimizi etkiledi. “Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun!” cümlesini, onlar hesabına mahkemede Üstada söyletti. İhlâs düsturlarını ve bilhassa fenâfi’l-ihvan prensibini samimî olarak yaşayan o kahraman insanlara gerçekten yetişmek mümkün görünmüyor. Bir gün ziyarete gelen Hafız Ali Ağabeyi Üstad denemek ister. Ona rakip olabilecek diğer bir kardeşi için “Onun yazısı senin hattından daha güzel, o senden daha çok hizmet eder” der. Hafız Ali Ağabey hiç kıskanmaz. Bilâkis, kardeşinin üstünlüğünden sevinir ve telezzüz eder. Üstad onun kalbine nazar eder, hiç riya yok. Samimî olarak seviniyor. “İnşâallah bu his, bu havalide büyük hizmet edecek” diye talebesiyle iftihar eder.

Zübeyir Ağabeyin “Fenâfi’r-resul, fenâfi’ş-şeyh, fenâfi’l-Üstad, hatta fenâfi’l-ağabey kolaydır. Fakat kendine emsâl ve rakip olabilecek kardeşiyle fenâfi’l-ihvan olmak zordur. Ama asıl önemli ve lâzım olan da odur” demesi ne kadar anlamlıdır? İşte, Isparta kahramanları öyleydi. Bu günkü Isparta kahramanları o günkü ağabeylerini tâkip ediyor. Tam bir ihlâs, sadâkât, uhuvvet ve tesânüt içinde ve şevk-i mutlakla hizmetlerine sahip çıkıyorlar. Hem erkeklere, hem de hanımlara âit bir çok hizmet merkezleriyle vazifelerinin başındalar. Yeni Asya ve diğer yayınlarımızla cemiyetin taklidî olan imanlarını tahkik mertebesine çıkarmak ve dünya ve âhiret saadetlerini kazandırmak için plânlı çalışmalarını sürdürüyorlar. Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Isparta kahramanlarıyla birlikteydik. Kiraladıkları düğün salonunu erkek ve hanım kardeşlerimiz doldurmuştu. Burdur ve Bucak gibi yakın il ve ilçelerden gelenler de vardı. İki saat boyunca onlarla Risâle-i Nur eksenli “Demokrasi ve Milletin Birliği” konulu seminerimizi paylaştık. Elbette bu konuda bizim de söyleyeceğimiz bir hayli sözümüz vardı.

Şimdi müteşebbis bir heyetin öncülüğünde dört katlı büyük bir hizmet merkezini hizmete kazandırmaya çalışan ve meşrû her türlü hizmet vasıtalarıyla kudsî iman dâvâsını daha yukarılara yükseltmeye gayret eden bu hamiyetli kahraman insanları tebrik ediyor ve muvaffakiyetlerine yürekten duâlar ediyoruz.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Hubb-u câh: Şan, şöhret, makam sevgisi


A+ | A-

Hubb-u câh denilen şöhret hırsı, halkın nazarında mevki sahibi olmak hissi, az-çok bütün insanların yapısında ‘yaratılış itibariyle potansiyel olarak’ vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi bazı insanları sevk eder. (Dağcıları ve tehlikeli oyunlara girenleri, yüksekten atlayanları ve çok katlı apartmanlara tırmananları düşününüz. Şöhret hırsı ve ‘Bu bu işi başardım’ diyebilmek için hayatlarını tehlikeye atarlar.)

İnsî şeytanlar, cinnî şeytanlardan aldığı dersle, Kur’ân yolunda olan fedakâr hizmetkârları önce bu makam ve şöhret hissi vasıtasıyla aldatmak; kudsî hizmetlerden, mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek isterler.1 Dünyaya yönelik rütbe ve makamların asıl amaç edinilmesi gerektiğini ve ‘devamlı’ olduklarını telkin ederler. Bu konuda da oldukça başarılı olurlar.

Zîrâ, makam-mevki, şan-şöhret sevgisi insanların en zayıf damarlarındandır. Şeytanlar ve şeytanlaşmış insan sûretindeki yamakları; insanı bu zayıf damarından yakalayıp okşar ve kendilerine çekerler. Sonra, onun uğrunda bir sürü maddî-mânevî cinâyet işletirler!

Oysa şöhret hissi; hem dünya, hem de âhiretini düşünenler için gayet tehlikelidir. Yalnız dünya hayatına kilitlenenler için de gayet dağdağalı ve birçok kötü ahlâkın da kaynağıdır;2 insanı, esfel-i sâfilîne düşürür. Şöhretperestlerin bir gayel-i hayâli olan şan ve şerefin süslü perdesi altında ağır bir riyâ, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik3 yattığından, insana gerçek bir teselli vermez.

Nefis hesabına olan mecâzî şöhretten kaçmak gerekir. Çünkü;

- İnsanın en zayıf damarlarından olan şöhret zehirli bir baldır.

- Şöhret riyâkârlığın sebebidir.4

- Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mâl eder.5

- Şöhret hırsı, insanı insana köle yapar.6

- Şeytan, Kur’ân hizmetkârlarını makam sevgisiyle aldatır.

- Şöhretperest, para ve şâna tapan bir putperestir.

- Şöhretperest, esfel-i sâfiline düşer.

Şöhretperestlik hastalığından şu noktayı nazara alarak kurtulabiliriz: Hepimizde “şan/şöhret ve makam” sevgisi potansiyel olarak var olduğuna göre; makam sevgisinin yönünü değiştirmek gerekir. Allah’ın rızası, iltifâtı büyük bir makamdır. İnsanlığın en büyük makamı, marifetullahtadır. Allah rızasının, sevgisinin, merhametinin, iltifatının, Allah’ın kabul etmesinin, insanlarınkiyle asla kıyaslanamayacak bir çapta olduğunu düşünmek, anlamak ve kabul etmektir. Bu öyle bir makam, öyle bir anlayış, öyle bir ilim, öyle bir inançtır ki, insanların teveccühü/yönelmesi ve güzel karşılaması7, O’nun teveccühü, sevgisi, alkışı yanında ‘sönük bile kalmaz’, ‘hiç hükmünde’dir!

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 401.

2- Age.

3- Lem’alar, s. 232.

4- Mesnevî-i Nûriye,

s. 71, 135.

5- Sözler, s. 657.

6- Age, s. 714.

7- Mektubat, s. 401.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İntihar vak'aları


A+ | A-

Son zamanlarda gün geçmiyor ki, bu ülkede bir intihar vak'ası yaşanmasın. İntiharların daha çok askerî cenahta görünmesi ise, fevkalâde düşündürücü, kaygı verici bir gelişme...

Bir insan niçin intihar eder? Bu suâlin çok şıklı bir cevabı vardır elbette. Niçin çok şıklı cevap? Zira, kişiyi intihara sürükleyen sebepler bir değil, birçoktur.

Esasında, sebep ve gerekçe ne olursa olsun, intihar teşebbüsü hiçbir şekilde haklı ve doğru bir davranış olarak görülemez, tasvip edilemez.

Buna rağmen, mücbir sebepler üzerinde yine de durmak, kişiyi intihar etmeye zorlayan noktaları derinlemesine irdelemek gerek.

Bilhassa şu iki önemli husus açısından:

Birincisi: Tâ ki, hayatına kast eden, dolayısıyla kendisine verilen emanete ihanet eden kişiyi bu ağır vebâlden kurtarmak ve ömrünü kulluk vazifesi dairesinde geçirmesine yardımcı olmak için.

İkincisi: Kendimizi veya bir başkasını aynı intihar günahına sebep veya şerik olmaktan kurtarmak için.

Evet, kişiyi intihara sevk eden hallerin başında buhran ve bunalım hali gelir.

Bunalım ise, genellikle iki kaynaktan gelir. Biri, kişinin kendi iç dünyasından kaynaklanır; diğeri ise, başkasının söz, hareket, hakaret, baskı veya yönlendirmesinden kaynaklanır.

İşte, bu ikincisine sebebiyet vermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Sebep olan kişi, yaşanan günaha şeriktir, vebâle ortaktır.

Böylesi bir vebâlden ise, şiddetle kaçınmak gerekir.

Bir de intihar süsü verilmiş cinayet vak'aları vardır ki, bunun tetikçi ve azmettirici canilerinin tesbit ve cezalandırılma işlemi, ekseriyetle Mahkeme–i Kübrâya intikal ediyor.

* * *

İntiharı yegâne seçenek olarak gören ve düşünen kimselerin iç dünyasını öğrenmek, anlamak ve onlara yardımcı olmaya çalışmak, insaniyet ve İslâmiyet adına hepimizin vazifesi.

İçinde yaşadığımız toplumun fertleri olarak, herkesin kendini şu ya da bu ölçüde sorumlu hissetmesi gerekiyor.

Tehlike sınırındaki sorumluluk ise, bir başkasını intihara sevk edecek söz ve davranışlar noktasında karşımıza çıkıyor.

Söz ve davranışlarımızla, yakınlarımızdan başlamak üzere, hiç kimseye bunaltıcı baskılarda bulunmaya hakkımız yoktur.

Ne evlâdımızı, ne talebemizi, ne de bir başkasını baskı altında tutarak okutmaya veya okutmamaya, evlendirmeye veya dengiyle evlenmesine mani olmaya hakkımız yoktur.

İntiharların önemli bir kısmı bu ve buna benzer sebeplerden kaynaklanıyor.

Önemli bir başka sebebi de, mânevî boşluk veya moral çöküntüsü. Kendini bir boşlukta, ya da çıkmazda görme bahtsızlığı.

Haliyle, istediğini elde edememe, sevdiğine kavuşamama, aile huzurunu bulamama gibi haller de intihar sebepleri arasında bulunuyor.

Son zamanlarda yoğunlaşan asker ve subay kimselerin intiharı ise, apayrı bir inceleme, araştırma konusu olmaya aday görünüyor.

Bu hususta bazı tahminler yürütülmekle birlikte, işin gerçeği ancak ciddi bir çalışma sonucu ortaya çıkabilir.

Bize göre, böyle bir çalışma derhal başlatılmalı ve yaşanan üzücü vak'aların önüne sağlıklı tedbirler alarak geçilmeli.

Asker olsun, sivil olsun, hiçbir insanın hayatı ucuz ve basit görülmemeli.

* * *

Amerika, İsveç ve Hollanda'daki varlıklı insanların intihar sebebine dair yaptığımız araştırmalarda, şu çarpıcı gerçekle karşılaştık: Bu insanlar, zengin olmalarına rağmen, ruh dünyaları fakirdir. Kendilerini yalnız görüyorlar, çevreleriyle bir paylaşım içine giremiyorlar.

Bunalım buradan başlıyor. Giderek şiddetlenen bu mânevî sıkıntı, kişiyi nihayet canına kıyma noktasına kadar sürükletip götürüyor.

Görülüyor ki, fakirlik gibi maddî zenginlik de kişiyi intihara sevk edebiliyor. Her iki halde de, mânevî zenginliğe, moral desteğine ihtiyaç var.

Tarihin yorumu 17 Mart 1944

Varlıkla mücadele hükûmeti

Yakın tarihimizin utandırıcı, yüz kızartıcı icraatlerinden biri de ''Varlık Vergisi Fâciası"dır.

Meclis'te 11 Kasım 1942'de kabul edilen Varlık Vergisi Kànunu, nihayet 17 Mart 1944'te yürürlükten kaldırıldı.

Bu tarihler arasında, mutlak çoğunluğunu gayr–ı müslim vatandaşların teşkil ettiği yüzlerce (1300 civarında) varlıklı kişi, çalışma kamplarında çalıştırılarak perişan edildi. Başta, İstanbul ve diğer büyük şehirlerdeki Rum tüccar/esnaf olmak üzere, Ermeni ve Süryani kimseler toplanarak, önce Erzurum Aşkale'deki çalışma kampına gönderildi.

Daha çok demiryolu inşaatında cebren çalıştırılan bu insanların bir kısmı öldü, bir kısmı hastalandı, geri kalanlar ise, çoğu mal–mülklerini haraç–mezat satarak Türkiye'yi terk etti.

Bütün bu eziyetlere maruz kalmalarının sebebi, varlıkları, servetleri oranında vergi vermekten kaçınmaları şeklinde ifade ediliyor. Gerçekte ise, Türkçülük adına, Türk olmayanlara düşmanlık politikaları uygulanıyordu. Ta ki, onlar da Türklere ebediyyen düşman olsunlar diye...

Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Varlık Vergisi çalışmalarının yapıldığı günlerde (5 Ağustos 1942), Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir." (Faik Ökte, ''Varlık Vergisi Fâciası'', Nebioğlu Yayınevi, İstanbul 1951.)

Cumhurbaşkanı İsmet Paşa da, yine aynı yılın 29 Ekim konuşmasında, Türk olmayan zenginleri "soysuzlar" diyerek aşağılayarak, yakında yürürlüğe girecek insanlık dışı politikların arkasında durduğunu nazara veriyordu. (29 Ekim 1942, Ankara Hipodromu'ndaki tören konuşması.)




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İslâmiyetin koruduğu beş değer


A+ | A-

Osman Bey: “Daha önceki peygamberler döneminde içki yasağı var mıydı? İslâmiyet’in evrensel yapısıyla bu haramı nasıl izah edebiliriz?”

Hayat kısadır, ömür azdır, ecel ansızın gelmektedir, dünya hayatı yerini âhiret hayatına çabuk bırakmaktadır, ebedî hayat bu kısa hayatta kazanılacaktır, bu kısa hayat o uzun ve sonsuz hayatın çekirdeği hükmündedir ve burada kaybeden,—Allah bağışlamadığı takdirde—artık daha kazanma imkânına sahip değildir.

Peygamberler insanları ısrarla bunun için uyarmışlar ve nazarlarını âhirete yönlendirmişlerdir. Fakat insanoğlu tarih boyunca kısalığına rağmen hayatında zevkinden ve sefâsından geri durmamış; imkân buldukça-–genelde—haram-helâl demeden yemeyi, içmeyi ve eğlenmeyi ihmal etmemiştir.

Peygamberlerin getirdikleri İlâhî mesajlar, hep şu beş değeri korumayı hedeflemiştir: Dîn, can, akıl, nesil ve mal. Nitekim sağlıklı bir inanç ve ibâdet hayatı için “dîni”, kullukta kemâl dereceye ulaşmak için “canı”, tutarlı düşünmek ve müstakim karar vermek için “aklı”, maddî mânevî dengeli ve edepli bir gelişim kazanmak ve insanlığın devamlılığını temin için “nesli” ve geçimi, iâşeyi ve helâl yollara sarfı sağlamak için “malı” korumaya her zaman ihtiyaç vardır. İlâhî dinlerde bu beş kıymet hep korunmuş ve bu beş kıymete zarar verecek davranışlardan insanlar uzak tutulmuşlardır. Fakat toplumların inanç, ahlâk, kemâl, kültür, medeniyet ve görgü seviyelerinin farklılığı, kendileri için sakındırma şiddetinin ve hükmünün de farklı oranlarda tecellî etmesini netice vermiştir.

Meselâ içki, insanlık tarihi kadar eski bir din, akıl, can, nesil ve mal düşmanıdır. Yani beş kıymete karşı da zararlıdır. Önce işe aklı zaafiyete uğratmak ve tahrip etmekle başlamakta, sonraları bünyede kalıcı illetlere yol açmakla cana ve nesle zarar vermekte, gereksiz bir fâhiş gider olması hasebi ile mâlî bütçeyi sarsmakta ve bütün bu zararlar dînî hayata negatif, yani olumsuz değer olarak yansımaktadır. Yeni dünya insanını ve modern toplumları bilumum kötülüklerden arındırmak isteyen Kur’ân, hemen her kötülüğün anası hükmünde bulunan içkiyi bunun için haram kılmıştır. Fakat önceki Peygamberler döneminde ayrıntıda nelerin haram kılındığı konusunda sıhhatli bir bilgiye ulaşmamız bir hayli zordur. Şu kadar söyleyebiliriz ki; insanlara seviyelerince hitâp eden ve kaldırabildikleri kadar mükellefiyet yükleyen Cenâb-ı Hak, teklif ve tebliğlerinde “tevhid” esasını ve temel îmân esaslarını önemle ikame etmiş ve korumuş; peygamber gönderdiği kavmin aşırı boyutta hangi tür kötü huy ve alışkanlıkları varsa o kavmi onlardan sakındırmış; fakat o kavim için zaaf ve aşırı düşkünlük konusu olmayan sâir kötülükler hakkında-–sırf şefkati ve merhameti gereği—bir hüküm indirmemiştir. Unutulmamalıdır ki, İslâmiyet’ten önceki dinler mahallî muhtevalı idi ve nâzil olduğu mahallin ihtiyaçlarına cevap niteliği taşıyordu.

Fakat İslâm dîni cihanşümuldur, evrenseldir; bütün cihana ve bütün zamanlara şâmildir. Cenâb-ı Hak İslâm dîninin hükümlerini yalnız bir kavmin zaaflarına veya alışkanlıklarına göre değil; bütün kavimlerin, bütün zamanlarda, bütün ihtiyaçlarını, bütün ahlâkî zaaflarını ve bütün kötü alışkanlıklarını ihâta edecek ve cevap verecek derecede teşrî kılmıştır. Nitekim İslâmiyet sonrası dönemlerde, Müslüman olsun olmasın, İslâm’ın emir ve yasaklarının faydaları ve maslahatları beşeriyet tarafından aklen ve ilmen teslim edilmiştir. Bugün hemen her dünya toplumu meselâ temizliğin, doğruluğun, dürüstlüğün, nezâketin, çalışkan olmanın, hakkın ve adâletin üstünlüğünde hemfikir; zinânın, içkinin, kumarın, hırsızlığın, yolsuzluğun, yalan söylemenin, adam öldürmenin, iftirânın, zulmün, kirliliğin, hilekârlığın ve tembelliğin zararlarında da birleşmiştir. İçkiyle ve uyuşturucuyla hemen bütün toplumlar savaş hâlindedir. Oysa bütün bu değerler teşrî bakımından İslâm’a dayanmaktadırlar. Yani bugün artık medenî dünya tarafından çoğunlukla paylaşılan helâller ve haramlar İslâm’ın öz malıdırlar.

Öyle ki, İslâmiyet bugün dünya milletleri tarafından hâlâ anlaşılamayan veya geç anlaşılan bir dîn ise; Bedîüzzaman Hazretlerinin bir asırdan beri dile getirdiği gibi; bunda biz Müslümanların doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu yaşamakta ve model olmakta gösterdiğimiz şiddetli zaafın ve aşırı kötü örnekliğin büyük rolü vardır. Biz elimizdeki hakkı yaşamadığımız için; ecnebîler davranışlarımıza bakıp elimizde bulunan dîn hakkında karar vermişler ve maalesef İslâmiyet’i tanımakta yetersiz ve geç kalmışlardır.

Demek, diğer kötülükler gibi, bütün kötülüklerin anası ve besleyicisi hükmünde olan içkinin haram kılınması da, İslâmiyet’in cihanşümul niteliğinin bir gereğidir.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Rand Corporation Amerikan emperyalizmini güçlendiriyor


A+ | A-

Birleşik Devletler her zaman Türkiye ile iyi ilişkileri olmasını ister. Geçen sene, Başkan Obama da Ankara ile Washington arasında güçlü bir siyasî ittifak başlatılmasına dair olan arzusunu dile getirmek üzere Türkiye’ye bir ziyarette bulunmuştu.

Bir think-tank kuruluşu olan Rand Corporation tarafından yayınlanan bir çalışmaya göre, Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri için dört önemli noktada kritik rol oynuyor: ‘Orta Doğu’, ‘Basra Körfezi’, ‘Avrupa’, ‘Kafkaslar ve Orta Asya’ bölgesi... ABD’nin bütün bu bölgelerde siyasî hedeflerinde ulaşabilmesi için muhakkak surette Türkiye’nin işbirliğine ihtiyacı var.

California, Santa Monica merkezli Rand Corporation düşünce kuruluşu, 2. Dünya Savaşı sonrası, sonradan adı Amerikan Hava Kuvvetleri’ne (U.S Air Force) dönüşen Amerikan Ordusu Hava Birlikleri (U.S. Army Air Corps) tarafından kurulmuştu. Rand Corporation’ı kuran Amerikalı generaller, 2. Dünya Savaşı sırasında bilimsel ve entelektüel topluluklarla ordu arasında oluşan diyalog ve işbirliğini güçlendirmek ve devamlılığını sağlamayı amaçlıyorlardı. Tıpkı atom bombasının geliştirilmesini sağlayan Manhattan Projesi’nde (Manhattan Project) olduğu gibi...

Nihayet, Rand Corporation, Amerika’nın Soğuk Savaş sırasında büyük imparatorluğunu kurmasına yardımcı olan ve Amerika yönetimine hayatî önem taşıyan araştırmalar ve raporlar sunarak, Amerikan çıkarlarını ve Batı dünyasındaki etkisini arttıran anahtar bir kuruluş haline geldi. Rand Corporation Amerikan İmparatorluğuna şu an elinde bulundurduğu askerî kapasiteyi sağlayan önemli ve faydalı bir kuruluştur. Bu kuruluş, Amerikalı generallere atom bombası geliştirmeyi, nükleer denizaltılar imal etmeyi, kıtalar arası balistik füzeler üretmeyi ve bugün Amerikan ordusunda bulunan uzun menzilli füzelere sahip olmayı sağlayan stratejik araştırmaları ve resmî dayanakları sunan kuruluştur. Rand Corporation olmasaydı eğer, Amerikan ordusu ve ABD’nin endüstriyel durumu ve tabiî ki Amerikalıların bugün inandığı demokrasi pratikleri, olduğundan çok daha farklı görünecekti.

İşte bu Rand Corporation’un son yayınladığı, Şubat 2010 tarihli, “Troubled Partnership: U.S. – Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change” (Sorunlu Müttefiklik: Küresel Jeopolitik Değişim Çağında ABD-Türkiye İlişkileri) adlı çalışma ise ABD’ye dış politika hedeflerine ulaşmak için muhakkak surette Türkiye’nin müttefikliğine olan ihtiyacı gösterecek bilgiler içeriyor.

Çalışma Türkiye’nin dış politikasının Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte önemli bir değişime uğradığını belirterek, Sovyet tehlikesinin bitmesiyle Türkiye’nin ABD’ye olan bağımlılığının azaldığının altını çiziyor. Çalışmada, Türkiye’nin liderlerinin bu ortamdan istifade ederek bölge ülkeleriyle daha bağımsız ve gelişmiş ilişkiler kurmaya yönlendikleri ifade ediliyor. Çalışmada bu durumun kademeli olarak Türk dış politikasında genişlemeye ve çeşitlenmeye yol açtığı kaydediliyor.

Rand’in araştırmasına göre, Türk Dış Politikasındaki bu değişimler, Amerika’nın Türkiye-ABD arasındaki güvenlik ortaklığını yönetmesini zorlaştırdı. Çalışmaya göre, Türkiye’nin 20 yıl öncesinde olmadığı kadar, bölgedeki bir çok ülkeyle—özellikle Orta Doğu ve Kafkaslarda—ilişkileri ve bu ilişkilerde çeşitli çıkarları var. Bunun sonucunda ise, Türkiye yönetimi artık bir çok konuda otomatik olarak ABD’nin izini takip etmeyi bırakmış durumda ve özellikle ABD politikalarının Türkiye’nin çıkarlarına ters düştüğü noktalarda bu durum daha çok hissediliyor.

Rand’in raporu, ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisini geliştirmesi için şu adımları atması gerektiğini öğütlüyor:

*Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde siyasî ve istihbarat desteğini en üst düzeye çıkar. Zira bir çok Türk diplomat bu konunun ABD-Türkiye güvenlik ortaklığının test edildiği bir nevi turnusol kâğıdı olduğunu düşünüyor.

*Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerindeki baskıyı arttırarak PKK’ya verdiği lojistik ve siyasî desteği engelle.

*Türkiye’yi sosyal, ekonomik ve yasal açılımlar konusunda cesaretlendirerek Kürt vatandaşların en az etnik Türkler kadar haklara sahip olmasını sağla. Kürt sorunu sadece askerî yollarla çözülemez, ancak ve ancak Kürt vatandaşların şikâyet noktalarını oluşturan sorunların kökenlerine etki edecek ekonomik, sosyal reformlarla desteklenmiş güçlü bir anti-terörist program uygulanması suretiyle çözülebilir.

*ABD birlikleri bölgeden çekilirken, İran ve Suriye ile Irak’ın normalleştirilmesi sürecinde diyaloğa gönüllü görünmeye çalışılmalı. Böyle bir diplomasi İran ve Suriye ile ABD ilişkilerini bir gecede düzeltemez ancak, ABD-Türkiye arasındaki ilişkileri sıcaklaştırarak, iki ulus arasında geçmişten gelen bazı ihtilâf noktalarını azaltacaktır.

*Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini düzeltmek adına son zamanlarda atmış olduğu adımları alkışla ve cesaretlendir. Özellikle sınırların açılmasına desteğini göster. Zira bu iki ulus arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi mutlak surette Kafkaslar bölgesindeki barış ve istikrara ciddî bir katkı sağlayacaktır. Ayrıca bu şekilde Ermenistan’ın da Rusya ve İran’a olan ekonomik ve siyasî bağımlılığı da azalmış olacaktır.

*İran’ın nükleer çalışmalarını önleyecek çalışmalara daha fazla ağırlık verilmeli. Nükleer bir İran, bütün Basra Körfezi’nin istikrarını bozacak ve Körfez’de ve Orta Doğu’da önü alınamaz bir şekilde nükleer silâhlanma yarışına sebep olacaktır ki, bu da Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecektir.

Rand’in bu çalışması, aynı zamanda ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliğine olan desteğine devam etmesini ve ayrıca Türk liderler ile gelecekte bazı askerî üslerin özellikle de İncirlik Hava Üssü’nün kullanımı ile ilgili işbirliğini pekiştirme çalışmalarını geliştirmesini tavsiye etmektedir.

Anlaşılıyor ki, ABD Müslüman dünyasında kendine bir dost arıyor. Rand’in raporu da bunu sağlamak adına Washington yönetimine bir yol haritası çiziyor. Diğer taraftan ise, Türkiye’nin liderleri eğer Sovyetler Birliği çökmeden önceki o ABD’ye göbekten bağlı olunan dönemlere geri dönüş yapmamak için ellerinden geleni yaparlarsa, Müslüman dünyası adına şüphesiz daha iyi bir duruş sergilemiş olurlar. Zira bu duruşlarını korumaları suretiyle, belki ABD’nin Filistin politikasına ve Irak ve Afganistan’daki işgal politikasına karşı Müslüman dünyasının görüşlerini savunup, yansıtarak etkili olmayı başarabilirler.

Tercüme: Umut Yavuz

Rand Corporation Advances American Imperialism

The United States seeks improved relations with Turkey. Last year, President Obama visited Turkey to stress his desire to begin a strong political partnership between Ankara and Washington, DC.

According to a study released by the think-tank non-profit group, the Rand Corporation, Turkey plays a critical role in four areas of increasing strategic importance to the United States: the Middle East, the Persian Gulf, Europe, the Caucasus and Central Asian region. Turkey's cooperation in each area is needed to achieve U.S. policy goals.

The Rand Corporation of Santa Monica, California, was established after World War II by the U.S. Army Air Corps, which later turned into the U.S. Air Force. The American generals who created the Rand Corporation were trying to secure the wartime relationship that had developed between the scientific and intellectual communities and the American military during World War II, as exemplified by the Manhattan Project, which developed the atomic bomb.

Eventually, the Rand Corporation became a key research institution helping America build its empire during the Cold War and was a key think-tank operation that provided the United States government with vital research, which advanced American interests and its influence in the Western world. The Rand Corporation was instrumental in giving the American Empire the militaristic capacity it retains to this day. It is the think-tank group that provided American generals all the research they needed to justify the official demands for atomic bombs, nuclear submarines, intercontinental ballistic missiles, and long-range bombers the American military employs today. Without the Rand Corporation, the American military-industrial complex, as well as the democracy Americans believe the practice today, would look quite different.

The recent study the Rand Corporation released, “Troubled Partnership: U.S. – Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change”, released in February 2010, addresses the need for the U.S. to make Turkey a security partner able to help the United States achieve its foreign policy goal.

The study notes that Turkish foreign policy has undergone an important evolution since the end of the Cold War, as the end of the Soviet’s threat reduced Turkey's dependence on the United States. It states that Turkish leaders have sought to make use of this freedom by moving to establish diplomatic relationships with nations in the region. This has resulted in a gradual broadening and diversification of Turkish foreign policy, the study points out.

These political changes have made the security partnership between the United States and Turkey more difficult for America to manage, according to the Rand study. According to the study, Turkey today has interests in a number of regions—particularly the Middle East and the Caucasus—that it did not have two decades ago. As a result, Turkey's government is less willing to automatically follow the United States' lead on many issues, especially when U.S. policy conflicts with Turkey's own interests.

To improve its influence and status with Turkey, The Rand report recommends that the United States should take several steps, including:

* Increase political and intelligence support for Turkey's struggle against terrorism from the Kurdistan Workers Party. Many Turkish officials consider this as the litmus test of the value of the U.S.-Turkish security partnership.

* Put greater pressure on the Kurdistan Regional Government to crack down on the Kurdistan Workers Party and end its logistical and political support of the group.

* Encourage Turkey to carry out social, economic and legal changes so Kurds in Turkey enjoy the same rights and benefits as ethnic Turks. The Kurdish terrorist threat will not be resolved by military means, but by a strong anti-terrorist program combined with social and economic reforms that address the root causes of Kurdish grievances.

* Express readiness to engage Iran and Syria in diplomatic efforts to help stabilize Iraq as U.S. forces are drawn down there. While such diplomacy would not improve U.S. relations with Iran and Syria overnight, it would more closely align U.S.-Turkish policy and reduce a past source of friction between the two nations.

* Encourage and support Turkey's recent efforts to promote an improvement in relations with Armenia, particularly the opening of the border between the two. The normalization of relations between these two countries would significantly contribute to enhancing peace and stability in the Caucasus. It would also enable Armenia to reduce its economic and political dependence on Russia and Iran.

* Intensify efforts to persuade Iran to abandon any attempt to acquire nuclear weapons. A nuclear Iran will destabilize the entire Persian Gulf region and potentially spark a nuclear arms race in the Gulf and Middle East, directly threatening Turkey's security.

The Rand study also recommends that the United States continue to support Turkey's membership in the European Union, and improve defense cooperation by initiating discussions with about Turkish leaders about the future use of military bases in Turkey, particularly the Air Force base at Incirlik.

The United States government needs a friend in the Muslim world. The Rand report gives American political leaders in Washington a blueprint for what needs to be done to make that happen. On the other hand, Turkey stands to do much good in the Muslim world if the leaders of this great nation holds the line against returning to the days prior to the collapse of the Soviet Union in which Turkey was dependant on the United States. In holding holding the line, Turkey can influence the United States’ policy towards Palestine and its campaigns in Iraq and Afghanistan to reflect the Muslim world’s view.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Sepetteki bebek, içimdeki ben


A+ | A-

“Özgürlük bazen, kontrolün sende olmamasıdır”

İnsan, hayatın daha gerçek ve daha az değişebilir olduğunu, otuzlu yaşlarına geldiğinde fark ediyor. Üç ile başlayan yaşlar insana daha önce karşılaşmadığı, tanımadığı birçok duyguyu da beraberinde getiriyor. Bir iç hesaplaşma başlıyor otuzlarında, eski ben ve yeni ben sürekli konuşur hale geliyor. Eskiyi daha çok hatırlamaya başlıyorsun ve eskide yaşamaya... Annenin söylediklerini bile artık daha çok hatırlıyorsun. Ergenlik çağındaki öfken yerini sükûnete bırakıyor. Hesabını sorduğun birçok şeyi yaparken buluyorsun kendini, hiç hatırlamadığın anıların gelmeye başlıyor aklına, yıllardır tozunu silmediğin duyguların tekrar yaşanmak için baskı yapıyor kalbine. Doğrularla, duyguların artık aynı şeyleri söylemiyor. Bu tezatlar eskisi gibi korkutmuyor seni, kimin ne dediği ya da niye dediği bile önemini kaybediyor, sadece yaşamak istiyorsun içindeki duyguyu...

Her yaş dilimi insana eşsiz deneyimlerin kapısını açarken, beraberinde birçok pencereyi de kapattırıyor. Her kazanılan tecrübe ile var olan eski yapı da değişiyor. Tecrübelerin arttıkça sükûnetin de artıyor. Geride kalanı pencereden fırlatmakla, kapıdan uğurlamak arasındaki tercih insanın kendisine kalıyor. Hayata baktığımız gözlüklerin rengi ve numarası değiştikçe, renkler ve çehrelerde değişmeye başlıyor. Aslında her yaş insana ardından baktığı camı biraz daha değiştirmeye zorluyor.

Şimdi hayata eskisinden daha toleranslı ve daha kabul edici baktığımı hissediyorum. Bütün hatalarımın öğrettikleri için minnettarım. Yüzleştiğim kendimle, daha basiretli yolculuklara çıkmak istiyorum… Daha az hesap ediyor ve daha çok “ânın” içinde mutlu olmaya çalışıyorum. Kendimi daha çok seviyor ve kendimle daha çok dalga geçiyorum. Eskiden insanları siyah ve beyazlara bölerken, şimdi onları grilerle çarpıyorum. Asla dediğim şeyler, aslında diye başlayan cümlelere dönüşürken, kendimi daha özgür hissediyorum. Özgürlüğün içimde, yüreğimin dipsiz kuyularında olduğunu gördüğüm zaman, mutlu olmanın hiç de şartlara bağlı olmadığı fark ediyorum. Mutluluk bir seçimdir, mutlu olmayı seçersin ya da seçmezsin diyorum kendime.

Mutlu olmayı seçiyorum Allah’ım, mutlu olmayı istiyorum. Sebepsiz mutluluklarım olsun, sınırlı şimdilerde, sınırsız mutluluklar yaşayayım ne olur... Duyguların deniz dalgaları gibi sürekli değiştiği, sevginin ve öfkenin med-cezirler gibi yer değiştirdiği yaşlardaki gibi olayım. Hayata ve insanlara dair kalıplanmış fikirlerim olmasın. Mu'cizeler misali her şeyin mümkün olabileceği inancımı bana tekrar verir misin? Tekrar suya atsam adımlarımı, yürüyecekmişim gibi hissettirir misin bana, bıraksam kendimi Kaderin Sahibinin kollarına, O beni sürüklese istediği yere, hiç hesap etmesem, hiç planlamasam hayatı, önüme ne verirse yaşasam, hiç itiraz etmesem, suyun üstündeki bir yaprak misali koptuğum dalın acısını yaşamadan bıraksam kendimi suyun şefkatli kollarına...

Sepetteki Musa (as) misali senin bildiğin, benim bilmediğim yolculuklara çıksam, imkânsızın mümkün olduğu yerlere götürsen beni, hiç bırakmasan, hep yanımda olsan, kendimi sepetteki bebek kadar güvende hissetsem, hiç korkmasam olmaz mı?

“Özgürlük, kontrolün O’nda olmasıdır”




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara hâlâ heceliyor; A-B… (1)


A+ | A-

Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle ile görüşen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin stratejik vizyonu kapsamı”ndan bahsediyor.

“AB ortak geleceğimiz, Avrupa kıt'ası da ortak kıt'amız” diyen Davutoğlu, hep birlikte AB’nin küresel dengeler içinde gelecek yüzyılda hak ettiği yeri alması için AB’nin jeopolitik olarak etkili, ekonomik olarak dinamik, kültürel olarak da içselleştirici çalışması gerektiğini düşünüyoruz” diyor. Türkiye’nin AB üyeliğini fırsat olarak nitelendiriyor.

Ne var ki Türkiye’nin AB müzâkere sürecindeki çapsız ve sağlıksız politikasını atlıyor. Demokratikleşme ve reformlardaki zaafın üzerinde durmuyor. Ankara’nın Türkiye’nin gerçeklerini AB’ye yeterince güçlü bir irâde iletemeyip ikna edemediğini “teğet” geçiyor.

Başta “işçilerin serbest dolaşımı”, “trans Avrupa ağı”, “bölgesel politikalar”, “yargı ve temel haklar” ile “ortak güvenlik ve dış politika” başlıkları başta olmak üzere 32 müzâkere başlığından 18’inin askıya alınması, Ankara’nın başarısızlığının göstergesi.

Bunun baş sebebi, Türkiye’nin AB yolunda AB’ye ABD-İngiltere-İsrail üçgenindeki politikalara endekslenmesi; AB’yi “ikinci Avrupa” olarak görmesi…

“İKİNCİ AVRUPA”NIN ÇARPITMASI…

Bediüzzaman’ın “iki Avrupa” tahlilindeki, “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye (insanlığın sosyal ve medenî hayatına) nâfi (faydalı) san’atları (sanayii) ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünûnları (fenleri, ilimleri) tâkip eden ‘birinci Avrupa”yı değil, “felsefe-i tabiiyenin (inkârcı, maddeci, tabiat felsefesinin) zulmetiyle (karanlığıyla) medeniyetin seyyiâtını (kötülüklerini, çirkinliklerini) mehâsin (iyilikler ve güzellikler) zannederek beşeri (insanlığı) sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ‘ikinci Avrupa”yı adesesiyle bakmakta.. (Lem’alar, 167-172)

AB içinde şüphesiz bu “iki Avrupa”nın mücadelesi var. AB, “ikinci Avrupa”nın muhasarası altında.

Ve ne yazık ki “AB içindeki AB ve Türkiye karşıtları”nın tahrikleriyle hareket etmekte. “İkinci Avrupa” çarpıtmasına gelmekte…

Bunun ilk örneği, “Avrupa anayasası”nın hazırlanmasında görüldü. Ankara, “AB Anayasası”nın temel esaslarının dinî değerleri esas alması tezine karşı çıktı.

Dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ün içinden geldiği eski siyasî partisinin “AB Hıristiyan kulübüdür” zihniyetiyle AB Anayasası’nın dinî değerleri referans almasına itiraz etti.

Oysa AB “dini referans alsaydı”, AB anayasası Avrupa’da Hıristiyanlığa aykırı olmayacak; buna mukabil nüfusun yüzde 99’unun Müslüman olduğu Türkiye’de ise anayasaya ve yasalara Müslüman halkın inançlarına saygılılık hükmü şart koşulacaktı.

Keza 2005’te birçok maddesi düzeltilen yeni Türk Ceza Yasasında zinanın suç olmaktan çıkartılması da “sefâhet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa”nın telkiniyle oldu. Zinanın âileyi ve toplumu tahrip eden büyük bir felâket olduğunu ve mutlaka cezalandırması gerektiğini defalarca kamuoyu önünde deklâre eden Başbakan Erdoğan, gittiği Brüksel’de bunu anlatamadı; partisinin grup başkanvekillerine verdiği tâlimatla “zinaya ceza”yı yasaya koymaktan caydırdı…

ANKARA, AB’YE DOĞRU ÇALIŞMALI

Gelinen noktada Ankara’nın “Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehâsı ile ruh-u beşere (insanlığa) cehennemî hâleti hediye eden” dinden ve mâneviyattan bîbehre bozguncu küresel fesad şebekelerinin yanıltmalarına geldiği görülüyor…

Gerçek şu ki “ikinci Avrupa”, mimsiz medeniyetin fantezileriyle azan sefâhet ve ahlâkî dejenerasyon felâketine karşı inanç temeline dayalı mânevî dinamikleri önemsemiyor. Temel hak ve hürriyetler istismar ediliyor; özgürlükler, inançsızlık ve ahlâksızlık hesabına istimal ediliyor; toplumların mânevî neshinde ve tahribinde kullanılıyor.

Özgürlülüklerin, insanlığın zararına olarak tamamen bir hastalık olan “eşcinselliğe” indirgenmesi; inanç ve yaşama hakkının, toplumu sarsan ve çökerten her türlü ahlâk dışılığa ve hatta din düşmanlığına yorumlanması, AB’yi şaşırtan ifsadların başında gelmekte.

İfsad odaklarının oyununa gelen “İkinci Avrupa”, Avrupa’yı ve insanlığı İlâhî esaslardan uzaklaştırıp madden ve mânen perişan ederek “çürük ve esassız esaslar”la zehirlemekte.

Ve bunun içindir ki, AB’nin inançlara özgürlüğü esas alan “stratejik perspektifi”yle değil, Peygamberimize hakaret eden çirkin karikatürleri “basın özgürlüğü” sayan ve Obama’nın teklifi ve “güvencesi”yle NATO Genel Sekreterliğine getirilen Danimarka eski Başbakanı “Danimarkalı kovboy” Rasmussen ve Müslümanları “çapulcu -terörist” olarak yaftalayan Bush’un dostu Selânikli Sarkozy gibi “AB içindeki AB düşmanları”nın saplantılarıyla hareket edilmekte.

Türkiye AB’ye, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, hak ve hürriyetleri, inanç ve ifâde özgürlüğünü esas alan “birinci Avrupa” anlamında sahip çıkmalı. İnsanî ve mânevî değerleri altüst eden tahribatçı mihrakların kıskacındaki “ikinci Avrupa”nın komplosuna gelmemeli…

AB ve demokratikleşme fırsatını heba etmemeli. Ankara, AB’ye doğru çalışmalı…




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Medya üzerinden darbe


A+ | A-

Hiçbir şeyin gizli kalmayacağını, yaşanan son hadiseler vesilesiyle bir kez daha anlıyoruz. 28 Şubat sürecine bizzat şahitlik eden gazeteciler şaşırtıcı açıklamalar yapmaya devam ediyorlar.

Sabah gazetesinin eski Genel Yayın Yönetmeni ve şimdinin Star gazetesi yazarı Ergun Babahan’ın bir röportaj vesilesiyle yaptığı açıklamaları (Taraf, 15-16 Mart 2010) 28 Şubat sürecinde yaşanan hukuksuzluğu ve medyaya yapılan baskıyı anlamamıza yardımcı oluyor.

Aslında röportajda anlatılanların bir kısmı daha önce de başka ‘şahit’lerce açıklanmıştı. Babahan’ın açıklamaları biraz daha isimlendirilmiş, biraz daha ayrıntılı bilgiler içeriyor.

Anlatılanlardan özetle şunu anlamalıyız: Türkiye’de medya 4. kuvvet değil, kimi zaman 1. kuvvet gibi iş görüyor. Bu sebeple demokrasiye tuzak kurmak isteyen darbeciler en önce medyayı ele geçirmeye, ona darbe indirmeye çalışıyorlar. Ve maalesef bunu büyük ölçüde de başarıyorlar. Tabiî ki burada kabahat sadece medyayı ele geçiren darbecilerde değil. Medya dediğimiz derin kuyuda, rütbeli darbecilerden daha darbeci, onları da geride bırakacak kadar sivil siyaset muhalifi ‘gönüllüler’ var. Bu gönüllüler iki de bir askeri göreve çağıran, onları darbe yapmaya teşebbüs ettiren kişiler.

Meselâ, sahibi tarafından bile “Biraz devletin gazetesidir” diye (Aydın Doğan bu açıklamayı, Zaman’dan Nuriye Akman’a yapmıştı. Merak edenler arşive müracaat edebilir.) tarif edilen bir gazetenin uzun yıllar Türkiye’nin ‘en büyük gazete’si olması bile başlı başına yaşadığımız çelişkiyi ortaya koymaz mı? “En müstehcen gazete”nin en çok satmakla övündüğü ve başka bir ‘büyük gazete’nin “Biraz devletin gazetesi” olduğu bir ülkede sivil siyaset gelişebilir mi?

Maalesef medyanın darbecilere angaje olduğu ve onlardan gelen her türlü ‘tavsiye’yi emir telâkki eden bir anlayışla Türkiye’nin sağlıklı demokrasiye ulaşması mümkün değil.

28 Şubat sürecinde medya dünyasında yaşananların şahitleri hâlâ hayatta. Gazetelerin manşetlerine, kimin yazı yazıp kimin yazmayacağına, kimin hangi gazeteye sahip olacağına kadar yapılan müdahalelerin bugün değilse ne zaman hesabı sorulacak? Darbeciler kendilerine taraftar bulabilmek için en önce medyayı susturmayı, onları sağlama almayı planlamışlar. Şaka değil, hazırladıkları ya da hazırlattıkları ‘yalan haber’leri “Ankara büroları” aracılığıyla gazetelere manşet yaptırmışlar. İtham edilen rütbelilerden biri çıkıp da “Hayır, biz müdahale etmedik” diyor mu? “Susmak, doğrulamaktandır” kaidesince anlatılanları doğru kabul etmek durumundayız. Zaten şimdiye kadar da bunların aksi iddia edilmedi. TV’lerde kimin hangi ‘konuğu’ kabul edeceği, hangi konuların konuşulacağına kadar varan müdahaleler ile ne medya dünyası bir yere gidebilir, ne de Türkiye ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşabilir.

Unutmamak lâzım ki, 28 Şubat sürecinde medya üzerinde oynanan oyunların bir benzeri 12 Eylül’de ve 27 Mayıs’ta da oynanmıştır. Yine unutmamak lâzım ki, nisbeten az da olsa benzer oyunlar, benzer müdahaleler bugün de yapılıyor olabilir. Bunu anlamak için TV’lerde ‘vaaz’ verenlere dikkatli bir nazarla bakmakta fayda var. Nasıl oluyor da belli kişiler, belli ‘kanal’ları işgal edip bu işgali sürdürebiliyor? ‘Doğru’ları söyleyenlere niçin mikrofonlar uzatılmıyor?

Medyayı, darbecilerin oyuncağı olmaktan kurtarmak şart vesselâm...




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Asıl nükleer tehdit nerede?


A+ | A-

Hafta başında Ankara’da NATO’ya bağlı Terörle Mücadelede Mükemmeliyet Merkezi tarafından düzenlenen Küresel Terörizm ve Uluslar arası İşbirliği Sempozyumu vardı. NATO ülkelerinden 700’den fazla üst düzey misafirin katıldığı sempozyumda ilginç konuşmalar da vardı.

Harvard Üniversitesinden ünlü terör uzmanı Prof. Dr. Graham Allison, konukların sandalyelerine Ankara’ya bir nükleer saldırı yapılırsa nerelerin etkileneceğini gösteren birer de harita koydurdu. Günümüzde devletler için en büyük tehdidin terör örgütlerinden gelebilecek nükleer saldırı olduğunu söylüyordu Dr. Allison.

İlginçtir ki; bu konuşma ABD’nin İran’a karşı Türkiye dahil bir çok ülkeye füze savunma sistemleri ve SM-3 füzeleri yerleştirmeyi planladığı günlerde yapılıyor. Ayrıca Avrupalı beş NATO üyesinin asıl tehdidin ABD’nin Avrupa’ya yerleştirdiği NATO nükleer bombalarından geldiğini, bu yüzden bu bombaların Avrupa’dan çıkarılması için çağrıda bulunmayı planladıkları günlere denk geldi bu sempozyum.

Belçika, Hollanda, Almanya, Norveç ve Lüksemburg, Obama’nın nükleer silâhsızlanma vaadine güvenerek, Avrupa topraklarındaki bütün ABD nükleer silâhlarının kıtadan çıkarılmasını istemeye hazırlanıyor. Hesaplamalara göre Avrupa’da150 ila 200 taktik nükleer silâh bulunuyor.

En fazla nükleer bomba nerede biliyor musunuz?

Uzağa gitmeyin; İtalya ve Türkiye’de. Her iki ülkede 50 ila 90 arasında nükleer bomba bulunduğu tahmin ediliyor. Hepsi de Amerikan üslerinde. Yani kontrolü büyük ölçüde bizim dışımızda. Yunanistan bile Araxos üssündeki nükleer bombaları 2000 yılında tahliye ettirmişken, ülkemizde bu bombaların tahliyesi konusu tartışılmıyor bile.

Peki bu bombalar bizi kime karşı koruyor? Eğer ilk planlandığı gibi Rusya’dan gelecek bir saldırıya karşı ise, bu bizi aynı zamanda Rusya’nın ilk hedefi haline getirmeyecek midir?

Bakın Dr. Allison ne diyordu Ankara’daki sempozyumda:

“Nükleer bomba nerede patlatılırsa patlatılsın yüz binin üzerinde insan öldürür. Bu ülkenin ekonomisini, yaşam biçimini sarsar, değiştirir”.

Peki 90 nükleer bomba ne yapar?

Amerika ile Rusya bir yandan bir nükleer silâhsızlanma antlaşması yapmaya çalışırken, öbür taraftan ABD, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan ve Türkiye’ye SM-3 füzeleri yerleştirmeyi planlıyor. Güya hedef İran. Ama herkes biliyor ki; bu füzelerin nihaî hedefi Rusya.

Bu yüzden Ankara’daki sempozyumda konuşulanların aksine, küresel terörizme karşı işbirliğinin en iyi yöntemi, teröristlerden gelecek nükleer saldırılar için kaygılanmaktan çok, halen Avrupa’ya yerleştirilmiş 200 nükleer bombayı ortadan kaldırmaktır. Zaten ancak uçaktan atılabilen bu nükleer bombaların yerleştirilmesi ve hedeflerine gönderilmesi—o da füze savunma sistemleri ile uçakların kalktığı ülke üzerinde vurulmazsa—birkaç günü bulacaktır. Bu süre de uydularla her hareketi izleyen karşı devletin önceden harekete geçmesi için fazlasıyla yetecektir.

Öyleyse; küresel köye dönen dünyada nükleer saldırılardan korunmanın yolu; bir an önce nükleer silâhların imhasından başka bir yerden geçemez. Bu yüzden kimse bizi teröristlerden ya da komşumuz İran’dan geleceğini iddia ettikleri muhtemel tehditle korkutmasın. Korumak istiyorlarsa önce bizi bu 90 civarındaki nükleer bombadan kurtarsın.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Başbuğ’un ikilemi


A+ | A-

Ergenekon sanıkları Eruygur’la Tolon’a Kandıra Cezaevindeyken Genelkurmay adına yapılan ziyaret, silâh arkadaşlığının getirdiği vefa duygusuyla açıklanmıştı.

Ardından, Eruygur’un başına gelen esrarengiz “kaza” neticesinde GATA’ya sevki ve sağlık gerekçesiyle tahliyesi geldi. Ve onu, Tolon’un da aynı prosedürü takiben serbest bırakılması izledi.

Şimdi de, son gözaltı, tutuklama ve yargılama kararları sonrasında benzer mesajlar veriliyor.

Org. Başbuğ, özel olarak karargâha çağırıp röportaj verdiği Fikret Bila’ya “Bizde silâh arkadaşlığı mezara kadar sürer” diyor. (Milliyet, 14.3.10)

Ertesi gün aynı usulle Enis Berberoğlu’na verdiği mülâkatta bu mesajı, Erzincan iddianamesinde bir numaralı sanık olarak gösterilen 3. Ordu Komutanı için somutlaştırarak tamamlıyor:

“Org. Berk’in arkasındayız.” (Hürriyet, 15.3.10)

Elbette ki, ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesi gereğince, hiç kimse, hakkındaki suç isnadı yargı kararıyla ispatlanmadıkça suçlu ilân edilemez. Bu, mâlûm iddiaların muhatabı komutanlar için de geçerli.

Ama yargıya intikal etmiş ve sonucuna ancak mahkemenin karar verebileceği ciddî iddialar söz konusu ise, bunlar yokmuş gibi de davranılamaz.

Onun için, sivil bürokrasideki benzer durumlarda, hattâ çok daha “sıradan” iddialarda, muhatap durumundaki kişi, “soruşturmanın selâmeti” gerekçesiyle, tahkikat tamamlanıncaya kadar açığa alınır. Ve çıkacak neticeye göre ya görevine iade edilir, ya da yargı süreci devam eder.

Ama bu teamül, askerî cenahta işlemiyor.

Faili meçhul cinayetler dâvâsında tutuklu olarak yargılanan Kayseri Jandarma Komutanı da; Erzincan soruşturması kapsamında tutuklanan dört ilin jandarma komutanları da; yine Erzincan iddianamesinde bir numaralı sanık olarak gösterilen 3. Ordu Komutanı da hâlâ görevde...

Dahası, Genelkurmay adına bu komutanlara alenen destek mesajları veriliyor. Ve kendisini adeta mahkemenin yerine koyan tavırlar sergileniyor. En azından, yargılama sürecinde hakimlere baskı ve müdahale olarak algılanmaya son derece açık, elverişli ve iddialı sözler sarf ediliyor.

Kurum adına, hele önemli üst düzey görevlerde bulunan elemanlarına sahip çıkma psikolojisi bir yere kadar anlaşılabilir ve mazur görülebilir.

Ancak söz konusu personel hakkında yargıya intikal etmiş ciddî iddialar söz konusu ise, buna rağmen bu sahiplenme tavrının ısrarla devam ettirilmesi, hem yargı sürecine zarar verir, hem de bizzat Başbuğ’un “Demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan personeli barındırmam” taahhüdüyle çelişen bir durum ortaya çıkarır.

Bu tür açıklamalarla, kuvvet komutanlığı yapmış olanlar dahil, generallerin gözaltına alınıp tutuklanmasının, TSK içerisinde olup da böyle şeyleri başkalarına yapmakta hiçbir beis görmezken kendilerine yapılmasına alışık olmayan ve eski alışkanlıklarından hâlâ vazgeçemeyen mâlûm kesimlerde biriktirdiği tepki ve infiali yatıştırıp “gaz alma” amacı güdülüyor olabilir mi?

Olabilir. Nitekim Ergenekon sürecinde, Tolon başta olmak üzere bazı isimlere izafeten gündeme gelen ses kayıtlarında, Hilmi Özkök de, İlker Başbuğ da “Bize sahip çıkmıyor” temelinde çok ağır, hattâ hakaretamiz ifadelerle suçlanıyordu.

Başbuğ’un yargıya müdahale şeklinde algılanmaya müsait söylemleri onları yatıştırmaya yarıyor mu, bilmiyoruz. Ve işin gerçeği, sanmıyoruz.

Çünkü Başbuğ bir taraftan bunları söylüyor; diğer taraftan gözaltı, tutuklama ve yargılamalar devam ediyor; yani söylemle fiilî işleyiş örtüşmüyor. Bunun ortaya çıkardığı ikilem ise Başbuğ’u “iki arada bir derede” konumuna sokuyor.

Cuntacı ekibi memnun edemezken, kamuoyuna “Onları koruyor” izlenimi vermek suretiyle hem ordunun imajını biraz daha zedeliyor, hem de demokratik hukuk devletine gölge düşürüyor.

Tutuklama ve tahliyelerin pazarlıkla gerçekleştiği iddiaları ise bu gölgeyi iyice koyulaştırıyor.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

17.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl