Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz.
Bakara Sûresi: 216 |
17.03.2010 |
Dünya, ahirete nisbeten bir zindandır hükmündedir İnsan-ı mü’mine nur-u imân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir Zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyâkengîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder, rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, numune olarak beşini beyân edeceğiz. • Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor. • İkincisi: İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor. • Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsâs ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor. • Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna çıkmak ve müz’ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzûr-u Rahmân’a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir. • Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki: “Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git. “Hem bir mezraadır. Ek ve mahsülünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme. “Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes. “Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış verişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma. “Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme. “Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrârı gösterip dünyadan müfârakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir. İşte Kur’ân, şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya.
Sözler, 17. Söz, s. 186-187
LÜGATÇE:
zîruh: Ruh sahibi. kemiyet: Nicelik, sayı itibariyle. keyfiyet: Nitelik, kalite. âlem-i beka: sonsuzluk âlemi, ahiret. iştiyâkengîz: Şiddetli istek ve arzu saçan. bostân-ı cinân: Cennet bahçeleri. müz’ic: Rahatsız eden, sıkıntı veren. |
17.03.2010 |
Hocam ehl-i velâyet ve keşif idi
Hafız Ali Efendi'nin talebelerinden Hasan Ergünal:
Merhum Hafız Ali Ergün, İslâmköy’ünde (Isparta), babadan kalma, kendisine ait olan kerpiçten yapılı mütevazi bir evde dünyaya gelmiştir. (Hafız Ali’nin evinin yerinde şu anda Kız Kur’an Kursu bulunmaktadır.) Doğumu mahkeme kayıtlarına göre Hicrî 1317, Milâdî 1896’dır. Hafız Ali Efendinin babasının adı ise Fazlı’dır. Fazlı Efendi’nin oldukça mütevazi, dindar ve dürüst bir yapıya sahip olduğunu Fazlı Efendi’yi bizzat gören zatlardan dinledik. Hafız Ali Efendinin en büyük hususiyeti, Bediüzzaman Hazretleri 1926 yılında Barla’ya sürgün edildiğinde büyük bir sadakatle iman ve Kur’ân hizmetinde bulunmuş olmasıdır. Risâle-i Nur eserlerinin satır aralarında isminden ve hizmetlerinden çokça bahsedilen ve Nur’un kahramanlarından olan Hafız Ali Efendi’nin hayatını araştırdığımızda, birçok güzel hususiyetlerinin olduğunu gördük. 2007 yılının Aralık ayının son günlerinde bizzat İslâmköy’e giderek yaptığımız araştırmalarda Hafız Ali Efendi’yi daha da yakından tanıma fırsatımız oldu. Onu tanıyan ve bilen canlı şahitlerden ve talebelerinden bazı bilgi ve belgeler elde ettik.
AİLESİ HAKKINDA BİLGİ Hafız Ali Efendi eşinin ismi, Ümmühan’dır. Salihat-ı nisvândan olan eşi Ümmühan Hanım hayırsever, etrafına iyilik saçan biri olarak bilinmektedir. Ayrıca, bu bahtiyar hanımefendi, Bediüzzaman Hazretlerinin iltifatlarına ve duâlarına mazhar olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri bizzat kendisine duâda bulunmuştur. Hafız Ali Efendinin çocuğu olmamıştır. Eşi Ümmühan Hanım da, rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. Mezarı İslâmköy Kabristanındadır. İslâmköy’e yaptığımız seyahatlerde İslâmköy Mezarlığı’nda Ümmühan Hanım’ın mezarını çokça aramamıza rağmen bulamadık. Ancak, ruhlarına bir Fatiha göndermekle yetindik. Ayrıca, Hafız Ali Efendi’nin iki kız kardeşi olduğunu, fakat ikisinin de vefat ettiğini öğrendik.
BEDİÜZZAMAN’LA TANIŞMASI Bediüzzaman’ın 1927 yılında Barla’ya gelmesi, sadece beldenin değil milyonlarca insanın hayatını etkileyecek bir dönüm noktası olur. Kutlu misafir, yıllar sonra Barla’dan ayrıldığında, o güne kadar adı sanı bilinmeyen bu küçük kasaba, artık ülkenin her tarafına kök salmış bir iman hareketinin merkezi hâline gelir. Barla’daki yılların her ânı, Bediüzzaman ve talebeleri üzerinde çeşit çeşit baskı, takip ve eziyetler altında geçer. Buna rağmen Üstad, yıllar sonra o günleri “hayatının en mesut yılları” olarak yâd eder. Çünkü kader-i İlâhî hayatının en mesut günleri olarak yâd edeceği yıllarını geçireceği insanları etrafında toplar. İşte bu insanlardan biri de Hafız Ali Ağabeydir. “Bir hoca efendi gelmiş” haberi karşısında Barla’ya giderek Üstadı ziyaret eder. Artık aradığını bulmuştur… Daha sonra Hafız Ali, Risâle-i Nur Talebelerinin saff-ı evvellerinin mümtaz simalarından biri hâline gelir. Nur’un kahramanı olan bu zât, Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir Hapsinden 1936’da çıktıktan ve Kastamonu vilâyetine gönderildikten sonra, İslâmköy’ü ve civarı Nur Talebelerinden bir heyet teşkil eder. Gece gündüz durmadan Nur Risâlelerini bir matbaa gibi el yazılarıyla çoğaltıp neşretmek için, çok büyük gayretler sarf eder. Adeta insanlardan yapılı bir matbaa makinesi gibi Nur Risâlelerini çoğaltmak için sarf ettiği gayret ve yaptığı büyük hizmetlerden dolayı “Nur Fabrikası Sahibi” ünvanını kazanır. Merhum Atabeyli Tahiri Mutlu Ağabey gibi büyük bir velî insan, 1935’lerden sonra, Merhum Hafız Ali Efendi’nin Nur Fabrikası dairesinde yetişen şahsiyetlerden biridir.
TALEBELERİ HAFIZ ALİ’Yİ ANLATIYOR İslâmköylü Hafız Ali Ergün Efendi’den ders alan, ona talebe olan zâtları araştırırken, bazılarının hâlen hayatta olduklarını, bazılarınınsa vefat ettiklerini öğrendik. Hayatta olan talebeleriyle tek tek görüştük. İşte, talebelerinin bize anlattıkları hatıralar:
Hacı Hafız Hasan Ergünal Hafız Ali’den Kur’ân ve Kur’ân hattı dersi alan Hasan Ergünal’ın bize ulaştırdığı hatıralar şöyle: “Ben Üstad’ı 1945’te Emirdağ’da ziyaret ettim. Risâle-i Nur’u 7-8 sene evvel yazmaya başlamıştım. Üstad bizim köye ziyarete geldikten sonra artık tekrar tekrar ziyaretine gittim. İşte bir gün şunu da götüreyim, bunu da götüreyim de duâsını alsın diye çabalıyordum. Üstad’a vardığımda ben hiçbir şey söylemeden dedi ki: ‘Kardeşim! Benim talebelerim kader-i ezelîde tayin edilmişler; onlar bana geliyor, ben hiç kimseyi çağırmıyorum.’ “Üstad, kalbimi okumuştu… Nasıl ki, Üstad Hazretleri Van’dan çıkarılırken, ‘Kader-i İlâhî beni sevk ediyor’ diyor. Öyle de 8. Şuâ’da Gavs-ı Azam tarafından isimleri sayılan 7-8 kişi de kader-i ezelîden sevk edilmiş. Onun için biz çok bahtiyarız. Nasip olmuş… Zannetmeyin ki, herkes kendisi yazmış bu Risâleleri.” “Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, her halde 1954 yılı idi, şimdi Isparta’da müzede bulunan o arabayla İslâmköy’e geldi. ‘Ben niye geldim, biliyor musunuz? Ben sizi tebrike geldim. Sizin yazdığınız bu eserlerin dünyaya duyurulmasına ve neşrine sebep olduğunuz için sizi tebrike geldim’ dedi ve gitti. Ben bir müddet sonra Üstad’ı tekrar ziyarete gittim. Şöyle dedi: ‘Kim var sizin İslâmköy’de bu risâleleri yazan, sen hepsine selâm söyleyeceksin. ‘Sizin yazdığınız bu eserlerin dünyaya duyurulmasına ve neşrine sebep olduğunuzdan dolayı Üstad’ınız sizi tebrik ediyor’ diyeceksin’ dedi. “Risâle-i Nur’u binler kalemlerle en korkulu zamanlarda yazıp neşredenler Isparta ve köylerindeki talebelerdir. Misâl olarak Sav Köyünü göstermek kâfidir. Üstad Kastamonu’da bulunduğu zaman, Isparta’nın yalnız Sav Köyünde bin kadar kalem senelerce Nurları yazmış, çoğaltılmasında çalışmışlardır...“Savlı Marangoz Ahmet (r.h.) diyor ki: ‘Bizim köyümüz, üç yüz elli hanedir. İki hoca, bir hacı, üç adamdan başka bütün evlerimize Risâletü’n-Nur girmiştir. Kadınlara, kız çocuklarına varıncaya kadar yazıyorlar. Hatta ümmîlerden-–kırk yaşından yukarı—yazı yazan on kadar kardeşimiz vardır.’ (Sikke-i T. Gaybi s. 46) “Bunların yazdıklarının bir kısmı kendi ellerinde kaldı, bir kısmı Türkiye’nin her tarafına dağıldı. Şimdi de Amerika ve Avustralya’ya kadar yayılmaya devam ediyor. Demek ki, Üstad’ın o zamanki müjdesi tahakkuk ediyor İnşallahu Teâlâ.” ...... Hasan Ergünal Ağabey, çok güzel bir yazıyla yazılmış kitabı gösterdi bize. “Bu sizin yazınız mı?” diye sordum. “Yok! Bu, benim hocamın yazısıdır” dedi. Onun hocası Hafız Ali Ağabey’den başkası değildi. “Ben beşinci sınıfta yazmaya başladım, hâlâ da yazıyorum. Siz de mümkünse eski yazıyı öğrenin, bunları okuyun. Bakın bu Otuz Üçüncü Söz (Pencereler) Risâlesi, bunu kendim yazdım. Dünyanın fenlerinden istifade ediyoruz. Bende bütün külliyat var, fakat o zamanki ağabeylerin yazıları o kadar güzeldi ki, o yüzden utandım, Üstad’a götürmedim. “Ahirette Risâle-i Nur Talebelerinin bayraktarı olacak Hafız Ali Ağabey nasıl bir insandı?” diye sordum Hasan amcaya. Şöyle dediler: “Kendisi imamdı ve hafızdı. Gayet güzel Kur’ân-ı Kerim okurdu. Çiftçilik de yapıyormuş. Onun evi köyün öbür tarafında idi. Risâle-i Nur’a intisaptan sonra devamlı yazar, akşam namazından yatsıya kadar duâlarını okurdu. Yatsıyı talebeleriyle kılar, fazla oyalanmadan yatardı. Şafaktan evvel kalkar, Cevşen’ini okur, sonra talebeleri gelirdi. 10-15 çocuk okutuyordu; dört tane hafız çıkardı. Namazdan sonraki tesbihatı hep bir ağızdan sesli yapıyor, Kur’ân okunduktan sonra da dağılıyorduk. Bir kısmımıza da yazdırıyordu. İşte o yazanlardan biri de bizdik…” ...... “Sene 1943 idi… Ben külliyatın büyüklerini yazmıştım, bir de küçükleri yazmaya başladım. Yirmi Dokuzuncu Söz’ü yazdım, hocamın (Hafız Ali Efendi) yanıma gittim. Yanına oturttu beni; baktı, baktı, dedi: ‘Kardeş! Ben bugün kabristanı ziyarete gittim, onların ahiret azıkları hiç yoktu. Öyle vaveylâ ediyorlardı ki, ben o acıyı gördüm, dağlara kaçsam unutamayacağım…’ Hocam ağlıyordu... “Hocam Hafız Ali de ehl-i velâyet, ehl-i keşifti, çok defa gelip gidenlerin isimlerini söylerdi... Mübarek öyle bir veliydi. Hatta risâlelerde okumuşsunuzdur; Üstad Barla’da iken, ‘Benim duama âmin diyor, Hafız Ali burada mı?’ diye soruyor. Bazı zaman mektuplar gelmediğinde Santral Sabri Ağabeyin köyüne (Bedre’ye) doğru ‘Ya imam! Mektupları göndermezsen indallah mes’ulsün…’ diye bağırır ve duyururdu. Kastamonu Lâhikası’nda Üstadımızın, Hafız Ali Ağabeyin velâyetine iş’ar eden ifadeleri vardır: ‘Hafız Ali kardeş! Bir zaman Barla’da Cuma gecesinde duâ ederken, senin âmin sesini iki defa sarihan işittim. Arkama baktım, dedim: ‘Hafız Ali ne vakit gelmiş?’ Dediler: ‘O burada yoktur.’ Ben şimdi o vakıadan diyebilirim ki, üç dört saat mesafeden duâma âminini işittirmesi, 30 günlük mesafeden buradaki zaif dâvet ve duama kuvvetli ve tesirli bir âmin hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi, çok manidar bir tevafuktur.’ (Kastamonu Lâhikası, s. 30) “…Hafız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün evvel, Karadağ’dan birden diyordum: ‘Yahu! Ata et, aslana ot atma; aslana et, ata ot ver.’ Bu kelimeyi, beş- altı defa, hoşuma gitmiş, tekrar ediyordun. Ya Hafız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırmışım… Yalnız bu garip tevafukta bir farkımız var: O, öküze ot demiş; ben ata ot demişim!’ (Kastamonu Lâhikası, s. 255)”
-DEVAM EDECEK-
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ [email protected]
|
17.03.2010 |