25 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali OKTAY

Nur Cemaati deyince akla her şey gelir de müzik gelmez!..


A+ | A-

Gazeteci yazar Emre Aköz ve Nevzat Atal’ın hazırladığı ve yaklaşık bir ay kadar süren bir yazı dizisi yayınlanmıştı Sabah Gazetesi’nde. Sene 2004 yılı Aralık ayı idi. Dizinin konusu ise Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, talebeleri ve Nurculuk Hareketi temelinde “Nur Cemaati” başlığını taşıyordu. Yazı dizisinin 13. gününde, 2004 yılı içinde yayınlamış olduğumuz “Aşk mıdır ki” isimli albümümüzden de bahsetmişti Emre Bey. Yazıya ise işte yukarıda yazıldığı gibi: “Nur Cemaati deyince akla her şey gelir de müzik gelmez” diye başlanmıştı. Bediüzzaman Hazretleri’nden bahseden, Risâle-i Nur’lardan alınıp bestelenen eserlerin bir müzik albümünde olması şaşırtmış olsa gerekti. Yazıda yer verdiği düşüncelerden dolayı kendisini telefonla arayıp hem teşekkür etmek, hem de Risâle-i Nur ile müzik arasında bir çelişki olamayacağından bahsetmek istemiştim. Emre Bey, “Albümü dinlediğini gerçekten de beğendiğini, kendisinin de iyi bir müzik dinleyicisi olduğunu” belirtmiş ve samimî fikirlerini paylaşmıştı o gün.

Bu yazı üzerine “Demek ki aydınlarımıza, insanlarımıza Üstad Hazretleri’nin sadece “farklı” bir din adamı olduğunu değil, aynı zamanda Risâle-i Nur’daki edebî dili, şiirleri, bu şiirlerin kendi içindeki melodik yapısını da anlatmamız lâzım” diye düşünmüştüm. Hâlâ da bu düşüncedeyim. Bugün hatta daha da önem kazandığını söylemek lâzım. Geçen günlerde de yine gazeteci yazar Cüneyt Ülsever köşesinde Bediüzzaman Said Nursî’nin din adamlığı yönü dışında Onun “bir mütefekkir, fikir adamı, düşünür kimliği”nin kendisini daha çok ilgilendirdiğini, dikkatini çektiğini yazıyordu.

Çok değil daha 20–25 yıl öncesine kadar —hatta bugün de kısmen— dinî hassasiyeti yüksek olan belli çevrelerde müzik ile İslâm dini arasında yüksek duvarlar varmış gibi davranıldığı bir vakıa. Sonra ise kilise de kullanılan org bile artık İslâmî albümlerde, konserlerde normal karşılanır olmuştu. İfrat ve tefrit arasında gel-git yaşayan bir toplum yapısı idi bu. Oysa asrın güzel insanı, müceddidi bu meseleyi çözmüş Risâle-i Nur’larda bir çok yerde “musıkî” kelimesini kullanmış ölçüyü prensipleri koymuştu. O, eserlerinde enstrümanların adını dahi kullanmış, hem de benzetmelerde bulunmuştu. Tesbit edebildiğim bazı kısımlar şöyle :

“...Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir? (Münâzarât)

Şu anlatıma, bakış açısına bakar mısınız lütfen. Üstad Hazretleri imanî bir bahsi izah ederken kanun ve tanbur gibi iki enstrümana yer vermiş hatta “umum kütüb-ü İslâmiye” ile “tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi olarak” arasında bağ kurmuş, benzetme yapmıştır. İlk cümlede ise “Kur’ân-ı Kerim”, “musıka-i İlâhiye” olarak da nitelendirilmiştir. Bu anlatım o yüzyıl insanını bırakın bugün için bile oldukça şaşırtıcı ve bence hayranlık uyandırıcı bir yorum.

“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san’atçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir musika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.” (Sözler)

Üstad Hazretleri 32. Sözde ise görüldüğü gibi kâinatı, zemini ve zemin içindeki hayat sahiplerini ve insanın başını Rabbanî bir ses cihazına ve bir İlâhî musıkîye benzetmiştir. Yine Sözler/Lemeât da Üstad Hazretleri “Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir; iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri” derken burada da “kâinat, ulvî bir musıkî” olarak geçmektedir.

30. Lem‘a da ise Bediüzzaman Hazretleri “Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber;” derken yine “Kâinatı o sınırsız nağmelerin çeşitleriyle ses veren tesbih eden konuşan bir İlâhî musıkî” olarak niteler.

Üstad Hazretleri Divan-ı Harbi Örfi isimli eserinde “Musîbetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu” diyor. Çektiği sıkıntılı durum eziyet ve işkenceyi bile bir musıkînin nağmesi gibi gören bir Üstadımız var.

Hazreti Mevlânâ, Mesnevi’sine “Dinle neyden neden bahsetmekte, ayrılıktan şikâyet etmede” diye başlar. Bediüzzaman Hazretleri de bir nevî buna atfen der ki: “İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor.”

Risâle-i Nurlardaki anlatım gerçekten de kendi içinde orijinal bir musıkîye sahiptir. Onun bazı küçük örnekleri işte belli başlı albüm çalışmalarına da konu olmaya başladı. Ancak Risâle-i Nurdaki müzik dilini ön plana çıkarmak için daha yapacak çok iş var.

*

Konsere dâvet !...

Bediüzzaman Hazretlerinin vefat yıldönümü dolayısıyla neredeyse bütün illerde –hatta yurtdışında– anma programları düzenleniyor. Güzel ilimiz Gaziantep’de anma faaliyetlerini bir haftaya yayarak bir Bediüzzaman Haftası düzenlemiş. Bu çerçevede vereceğimiz konserde İnşallah; 28 Mart Pazar günü 19:00’da ben ve Mehmet Akça Tasavvuf Müziğimizin yanı sıra Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Hazretleri hakkında yapılmış besteleri de icra edeceğiz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Banu YAŞAR

Çocukluğumuza inelim


A+ | A-

Çoğu zaman espri olsun diye söylediğimiz bu söz, insan hayatıyla ilgili önemli bir gerçeği de yansıtmaktadır. Çocukluk yıllarının, kişilik gelişimindeki ilk temeli oluşturduğu gerçeği... Özellikle yetişkin yaşlarda kendimizi keşfetmeye, davranışlarımızın sebeplerini fark etmeye başladığımız zamanlarda, bunun etkilerini daha çok fark etmeye başlarız. Kişiliğimizi şekillendiren bir çok yapının, ilk yıllarda farkına varmadan öğrendiğimiz kalıplardan oluştuğunu görürüz.

Çocukluğumuzda yaşadığımız travmatik olaylar, sarsıcı yaşantılar ve aile içindeki iletişimin niteliği, doğuştan getirdiğimiz mizacımızın üzerinde kalıcı etkiler yapar. Korkularımız ve güvensizliklerimiz, o yıllardaki temel ilişkiyle ilk şeklini almaya başlar. Sonradan bunu değiştirmek farkındalık ve çaba gerektirir. Bir uçta aşırı koruyucu ve verici davranarak kendi sorumluluklarını almalarına engel olabildiğimiz gibi, hakları olan şartsız sevgi ve güveni onlardan esirgeyerek de, hayata en baştan zayıf ve güvensiz başlamalarına sebep olabiliriz. İlk önce onların penceresinden görürüz çevremizi ve insanları, sonraları büyüme serüveniyle ve yaşadıklarımızla bu hazır kalıbı kırmaya ve yeni ekler oluşturmaya çalışırız. Bu ise, sancılı bir süreçtir. Her değişim, sağlıklı olmasa da kullandığımız bir çok savunma mekanizmasının yıkılması anlamına da gelir. Çünkü, her hastalıklı davranışın bile, insana yan kazançları olabilir. Onu sorumluluktan ve hayata katılmaktan, mücadele etmekten ve çaba göstermekten koruyan yönleri vardır. Sağlıklı olmasa bile insanı hayatın kendisinden muaf tutan tarafları olduğu için, bu hazır kalıpları sorgulamadan devam ettiririz. Engebeli ve sıkıntılı olsa da, bildiğimiz yol daha kolay ve daha az riskli gelir.

Kendini değerli ve mutlu hissetme, yaşanan acı olaylardan sonra tekrar toparlanıp hayata devam etme yetisi de ilk çocukluk yılları ile birlikte oluşmaya başlar. Hayatında ilk tanıdığı erkek, babası olan bir erkek çocuk için, onunla başbaşa geçirdiği vakitler, oynadığı oyunlar ve ondan aldığı onaylanma ve takdir duygusu kendi kimliğinin oluşmasında çok önemlidir. Annesiyle konuşabilen, duygularını paylaşabilen, onun sevgisini ve desteğini alan bir kız çocuğu, hayata daha olumlu bir bakış açısı geliştirir. Yine babasıyla sağlıklı ve doyumlu ilişki kurabilen küçük kız çocuğu, büyüdüğünde etrafıyla barışık, güven duyan, kendinden hoşnut, sevmeyi becerebilen bir insan olmanın ilk başlangıcını yapmış olur. “Çocuktur anlamaz” diye düşünmek yanlış olur. Bir kayıt cihazı gibi duyduklarını ve gördüklerini kaydeden çocuk, anlamını o an tam kavrayamasa da, ileriki yıllarda kullanılmak üzere, bu bilgileri zihninin derinliklerine kaydeder.

Terapi aracılığıyla çocukluğuna inilen kişilerde, bu ilk kayıtların izleri bulundukça, yetişkin hayattaki bir çok sır da çözülmüş olur. Aynı hikâyenin hayatımızda neden tekrarlandığını ve aynı sorulara neden sürekli maruz kaldığımızı da yavaş yavaş anlamaya başlarız. Korktuğumuz şeylerin neden sürekli karşımıza çıktığını, bu tekrarlanışlarla bize neyin öğretilmek istendiğini keşfetmenin tadını alırız. İnsanlarla nasıl ilişki kurduğumuzu, zorda kaldığımızda nasıl kaçtığımızı, acılarla nasıl baş ettiğimizi ve hayatı nasıl ertelediğimizi de bu yolculukta keşfederiz. Aynı zamanda, kendi hikâyemizdeki tekrarların, aynı yola çıkan tıkanışların da farkın varmaya başlarız.

Çocukluğuna inmeye karar veren insanlar, yüreğinde öfkeyi büyütmeden oradan çıkmayı başarabiliyorlarsa eğer, aslında büyümeye de niyet etmiş olurlar...

Psikolog&Psikoterapist




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Hastaları ziyaret bize memnu değil ki!


A+ | A-

Diğer birçok şey gibi, sıhhat de bir vedîa. Hayat gibi, ömür gibi…

Hoca, ”Başınızda ben olacağım” demiş. Atmış kişi toplamış umreye gitmek için. Neticeden memnun, mukaddes topraklara gideceği için mutlu. Gelgelelim, iş değişmiş. Bir kazaya maruz kalmış, “küt” demiş kırılmış bacak. Doktorların teşhisi: İki ay yatılacak.

Haydi bakalım!

Hesap kitap karıştı.

Hocanın hesabıyla, hocayı Yaratanın hesabı birbirinden çok farklı.

Bazen denge değişiyor. Başa çok şey geliyor.

İşte o gün arıyorsun dostları.

Esasen, hastalıklar, musîbetler herkese kazanç kapısı.

Hastalık, hastaya İlâhî bir iltifat olduğu gibi, ona hizmet edenlere, onları ziyâret edenlere de Rabbimizden bir ihsan. Rızasından bir lem’a… Bu hikmete binaen, Hazret-i Peygamberimiz (asm): “Hastayı ziyâret için bir mil de olsa yürü”1 buyuruyor. Yani, zahmete katlan, işin ucunda Allah’ın rızası var demek istiyor. Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivayet ettiği başka bir hadis ise şöyle:

“Kıyamet günü Allah şöyle buyurur: ‘Ey Âdemoğlu, Ben hastalandım, Beni ziyârete gelmedin.’ Kul, ‘Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde Seni nasıl ziyâret edebilirim?’ Allah, ‘Filan kulumun hastalığını ve senin de onu ziyaret etmediğini bilmiyor musun? Onu ziyaret ettiğinde Beni orada bulacağını bilmiyor muydun?” 2

Bu bir hadis.

Cenâb-ı Hak da, bu soruları bize soruyor.

Evet.

Cevabımız ne olsun?

.......

Evvelâ, esas olan, Allah’ın rızası.

Sonra, hani, dostuz ya, kardeşiz ya, komşuyuz ya!

“Gönül umduğuna küser” demiş atalar.

Sünnet-i seniyeyi hayata tatbik etmek bize câiz değil mi? Kitaplarda hep bunu okuyoruz, yıllardır. Bu gibi durumlarda insan dönüp bakıyor, “Dostlarım nerede?” diye. Çünkü bunlar bir haktır.

Peygamber Efendimiz (asm): “Üç şey vardır ki, üçü de her Müslüman üzerinde haktır. Hastayı ziyâret etmek, cenazeye katılmak ve hamd ederse aksırana ‘Yerhamükallah’ demek.” 3

Demek, bu şeylerde ilk hareket, önce bize düşüyor. Bediüzzaman: “Evet, hastalara bakmak, ehl-i iman için mühim bir sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyedir, kefaretü’z-zünup olur”4 diyor ve bir hadisi ekliyor: “Hastaların duasını alınız; onların duası makbuldür.” 5

Hayatta hiçbir şey sürpriz değil. Her an, her türlü olayla karşılaşmak mümkündür. Buna fikren, fiilen hazırlıklı olmalı.

Bir kardeşimizin “Hastalar Risâlesini hasta olmadan önce çok okumalı” sözü, bu mânâya geliyor. Çünkü:

Hastaların halini, sağlamken anlamak için. Onların duâsından mahrum kalmamak için.

Âfiyetler dilerim, hasta mü’min kullara…

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sâğir, 2: 448 (İbni Ebi’d-Dünya).

2- age., 2: 519 (Müslim, Birr,43).

3- age., 2: 861 (Buharî, Edeb).

4- Said Nursî, Lem’alar,488.

5- age., 488, (Feyzü’l-Kadîr, 2:45).




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Fitne ateşi, işte böyle söndürülür


A+ | A-

Son iki aylık zaman zarfında, yolumuz iki kez Kahramanmaraş'a düştü. İki ay evvel seminer için, geçtiğimiz hafta sonu ise panel için gittik, bu aziz ve kahraman şehrimize...

Panel ile ilgili haberi, gazeteden okumuşsunuzdur. Bu hususta ilâve birşeyler söylemem abes kaçabilir.

Ancak, orada fevkalâde sevindirici, memnuniyet verici öyle bir habere muttali oldum ki, üzerimdeki bütün yorgunluğu izale eylediği gibi, şevkimi, moralimi de bir hayli yükseltmiş oldu.

Almış olduğum bu müjdeli haberi, sizlerle paylaşmadan evvel, son seyahat turumuzdan kısaca söz etmek istiyorum.

Geçtiğimiz hafta sonunu, güney illerimizde geçirdik. İstanbul'dan hareketle, Adana'yı teğet geçerek, ilk durağımız olan İskenderun'a akşam ezanında vasıl olduk. Cumartesi günü ise, Antakya'ya geçtik... İlk defa gittiğimiz bu her iki şehrimizde—biri erkeklere, diğeri hanımlara mahsus olmak üzere—ikişer seminer programı icra ettik.

Benzeri diğer hizmet mahallerinde olduğu gibi, buralarda da tebrike, takdire şâyân bir alâkadarlıkla, bir duyarlılıkla karşılandık.

Duyarlılığın en alkışa değer olanı, bilmüşahade gördüğümüz ihlâslı hizmet, azimli gayret ve umumen bağlı bulunduğumuz mânevî şahsiyet dairesinde parıldıyor... İsimsiz kahramanlar, kemâl–i tevazu ve mahviyet içinde hareket ediyor. Yeni gelen nesil için, nümune–i imtisâl teşkil ediyor.

Keza, bu isimsiz kahramanlar, istikameti tam biliyor. Her türlü fitne fesat rüzgârlarına rağmen, eğilip bükülmüyor, doğru istikametten şaşmıyor, inhiraf edip başka tarafa gitmiyor. Üstadlarına olan sadâkatlarını ispat ile ibraz ediyorlar.

Nur'un bu yılmaz ve yıldırılmaz kahramanlarını, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ayırmıyor, onları hizmetten koparmıyor. Onları hiçbir fedakârlıktan uzaklaştırmıyor. Bilâkis, daha bir gayret ve ciddiyetle onları daha ziyade temel usûl ve esâsâta bağlıyor. Bağlılıklarını perçinliyor.

Şu asabî ve enaniyetli zamanda, kimsenin kimseyle rahatça geçinemediği şu dehşetli çağda, Nur Talebeleri arasındaki bu candan yakınlaşma ve içten muhabbeti gördükçe, insan dünyevî bütün dert ve kederlerden uzaklaşıyor, huzur ve huşû ile bezenmiş nuranî bir âleme doğru adeta kanatlandığını hissetmeye başlıyor.

* * *

Gelelim, Kahramanmaraş'ta şahit olduğumuz sevindirici tabloya...

Bundan iki ay evvel, bir seminer vesilesiyle bu kahraman şehrimize gitmiştik. Seminerin bir bölümünde, ırkçılık ve ayrımcılıkla alevlenen fitne ateşinin nasıl söndürülebileceğine dair bazı sözler sarf etmiştik.

Demiştik ki: Fitnekârlar, sürgündeki Üstad Bediüzzaman ile halis Türk talebelerinin arasını açmak için, yoğun çaba sarf etmişler. Dehşetli propagandalarla, aralarını açmak istemişler. Dessas propagandalarla ve münafıkane bir tarzda "Siz Türksünüz, o ise Kürttür. Bir Kürd'ün peşinden gitmek, sizin hamiyetinize yakışıyor mu? Bakın, Türkler'de de âlim ve evliya şahsiyetler var. Gidecekseniz, bunların peşinden gidin..." demişlerdir.

Ancak, buna rağmen, o halis Türk gençleri Üstadlarından ayrılmamışlar. Aksine, çelikten bir irade gibi, etrafında halelenip daha da kenetlenerek, ona bihakkın sahip çıkmışlardır.

Bu hal bize ders veriyor ki, münafıkların oyununu bozmak ve şu dehşetli fitne ateşini söndürmek için, Türk ve Kürt kardeşler, birbirine daha fazla sahip çıkmalı, yek diğerini savunmaktan asla çekinmemeli.

İşte, son Maraş seyahatimizde, panel çıkışında yanımıza gelen nur yüzlü, pehlivan yapılı bir arkadaşımız, iki ay evvelki bu sözlerimizi hatırlatarak şunu söyledi: "Latif Bey. Ben o zaman söylediklerinizi burada uyguladım ve çok da faydasını gördüm... Bir ay kadar önce, devamlı yakıt aldığım bir benzin istasyonuna uğradım. Depoya benzin doldurulurken, bir yandan da orada çalışan gençler arasındaki bir münakaşayı dinliyorum. Direksiyonda oturuyorum. Arabanın camı açık. Söylenenleri rahatça duyuyorum. Gençler arasında, tanıdığım sempatik bir Kürt genci var. Diğerleri ise, ona sürekli sataşıyorlar, hatta hakaretvari bir şekilde onu habire sıkıştırıyorlar. O zavallı genç ise, kendini savunmanın telâşesi, hatta ezikliği içinde kıvranıp duruyor. Türk gençler, bir ara üzerine o kadar yüklendiler ki, artık daha fazla dayanamadım, elime bir değnek alarak arabadan çıktım ve karşılarına dikilerek şunları söyledim: 'Siz ne diyorsunuz aslanım! Niye çocuğun üstüne gidip hakaret ediyorsunuz? Beni tanıyorsunuz değil mi? Ben halis–muhlis Türk'üm. Ama, şu anda Kürd'üm ve bu kardeşimizin yanındayım. Onun kılına dokunursanız, size dünyayı dar ederim. Hem, şu anda ondan özür dilemediğiniz, onunla helâlleşmediğiniz takdirde, patronunuza gider ve sizi derhal işten attırırım.'

"Bu tavrımdan dolayı, o gençler neye uğradığını şaşırdılar. Süt dökmüş kediye döndüler. Çaresizlik ve şaşkınlık içinde ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemez hale geldiler. Fakat, sonunda dediğimi aynen yaptılar ve o Kürt gencine sarılarak helâlleştiler.

"O Kürt kardeşimiz ise, adeta şok olmuş durumdaydı. Olup bitenleri anlamakta hem zorlanıyor, hem de sevincinden renkten renge giriyordu.

"İşte böylelikle, hem bir fitneyi söndürmüş olduk, hem de o kardeşimizi kazanmış olduk. İlerleyen günlerde ise, o Kürt gencinin Maraş'taki yakınlarıyla da tanışıp hepsiyle ahbap olduk. Bize öylesine bir sevgi ve saygıyla bağlandılar ki, inanın bunu tarif edecek söz bulamıyorum. Diyorlar ki: 'Yahu kardeşim, sen nasıl bir insansın... Siz nasıl bir dâvâ adamısınız? Bizi şoke ettiniz... İnanın, bizi hayrette bıraktınız ve kendinize de hayran ettiniz. Aile ve akrabalar arasında günlerdir sizi konuşuyoruz. Sizi takdir ve tebrik ile yâdediyoruz.'"

Bu yılki ikinci Maraş seyahatimizde bunları duyunca, inanın bizim de bütün yorgunluğumuz, bütün sıkıntımız izale olup gitti. Elhamdülillah diyerek, derin bir nefes aldık.

Bu enfes hatıranın, bilhassa Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt kardeşlerimizin de kulağına küpe olmasını diliyorum.

Elhasıl: Evet, ırkçılık ve ayrımcılık fitne ateşini söndürmenin, en ciddi ve en tesirli bir yolu, işte bu ve emsâli davranışları sergilemekten geçer. Ki, Bediüzzaman ve talebeleri de aynen öyle yapmışlardır. Yerine göre Kürt Türk'ü ve Türk Kürd'ü savunmaktan çekinmemişlerdir. Bundan sonra da inşaallah çekinmeyeceklerdir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Tokat yolları


A+ | A-

Anadolu bu günlerde maddî ve mânevî baharın kokusu ile yaşıyor. Can kardeşim Nejdet Pehlivan Tokat ilimizde “Demokratik Açılım” ile ilgili konferansını vermek için Çorum’a uğramıştı.

Tokat’a beraber ulaşmak için yollarda idik.

Bir Cuma günü yolumuz üzerindeki şehzadeler şehri Amasya’ya uğradık. İyi ki uğramışız.

Bu güzel ilimizi sayısız defalar ziyaret ettiğim halde güzel, tarihî ve asude bazı mekânlarını yeni görmenin mutluluğunu yaşadık. Çok değerli arkadaşlarımızın refakatinde tarihe hayalen seyahat ettik. Akşama yakın bir başka tarihî mekân olan Tokat’ta idik. Akşam “Kanal 60” televizyonunun dâvetine icabet ederek Nejdet kardeşim ile bir saatlik canlı yayında Bediüzzaman Hazretlerinin görüş ve düşüncelerini kamuoyuna sunmaya çalıştık. Yeni Asya Temsilciliği’nde dostlarımızla hasretliğin acısını, buşmanın âhengi ile gidermeye çalıştık. İşte Anadolu budur.

Bizler muhabbet fedaileri idik. Ve muhabbet, sevgi ve saygı duyulan dostlar ile gerçekleşirse onun tadı bir başka oluyor.

Pazar günü Tokat’ın tarihe mâl olmuş haşmetli mekânlarını rehberimiz eşliğinde büyük bir haz ve tefekkürle gezdik. Akşam konferansın verileceği salona gttiğimizde çevreden gelen yeni dostlar ile kucaklaştık.

Okunan aşr-ı şerif, Ömer Hocamızın sunuş konuşması, nefis şiir demetleri, Nejdet kardeşimin sunduğu koferans ve Risâle-i Nur Bilgi Yarışmasında dereceye giren gençlerimize verilen hediyelerin takdimi... Tamamen dolu olan büyük salonun havası çok muhteşemdi. Buluşmanın en hüzünlü tarafı ayrılıktı.

Anadolu’nun sinesi böyledir, sıcaktır, asudedir, fedakâr insanların meydana getirdiği bu tablo harika idi. Ve biz Çorum’da gerçekleşecek olan anma programına yetişmek için yollarda idik.

Tam saatinde Çorum’da idik. Buradaki salon da hınca hınç dolmuştu.

Konuşmacı, eski Mardin Millî Eğitim Müdürü ve Harran Üniversitesi idarecilerinden dostumuz Tahir Ünverdi idi. Şevk ve heyecan verici güzel konuşması dinleyiciler tarafından alkışlar ile mukabele gördü. Çevre il ve ilçelerden gelen dinleyicilerle kucaklaştık. Ve adeta bahar havasının ılık asudeliğini büyük bir haz ile yaşadık.

“Ben acele ettim, kışta geldim; sizler cennet âsâ bir baharda geleceksiniz“ demişti Bediüzzaman. Ve gerçekte tam bir baharı yaşıyoruz.

Risâle-i Nur’un elli yıllık tarihini bilenler, bu günlerin güzelliğini daha iyi anlarlar.

Hayat böyledir. Her yokuşun bir inişi olur. O büyük Üstad “Ben kıyamete kadar gelecek talebelerimi biliyorum” demişti Bayram Yüksel Ağabeye. Önemli olan ona talebe olabilmektir. Bu da, yamuk odun parçalarının kırılıp enerji hâline getirilmesi gibi, nefsimizden ve hislerimizden geçerek, hadiselerin ve şahısların vefasızlığına aldırmadan muhabbet fedailiğini hizmette hayat düsturu hâline getirmemizle mümkündür.

Bu yoğunlaşmış bir haftadır. Fakat o sadece bir haftaya sığacak kadar küçük bir mefkûre değildir. O kıyamete kadar devam edecek olan bir gönül ve manevî deryanın asudeliğidir.

Onun bu güzel seylinde istifade edenler kazanacaktır. Şahıslara, olaylara, hislere, heveslere kapılanlar kaybedeceklerdir.

Bu silsile başladığı gibi gitmiş olsaydı, firak rüzgârları esmese idi, ihlâs, feragat ve fedakârlık hasletleri zedelenmese idi, bugün Türkiye’de hizmetlerimiz nasıl olurdu, onu bir düşünün?

Her şeye rağmen bu kervan şehirlerimizi, ülkemizi ve dünyamızı nurlandırmaya devam edecektir İnşaallah.

Hem de kıyamete kadar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Tesbihatta şerlerden istiâze bölümü


A+ | A-

Bursa’dan okuyucumuz: “Namaz tesbihâtında kimlerin şerrinden Allah’a sığınıyoruz? Kadınların şerrinden sığınma bölümünü kadınların da yapmasında ne hikmet vardır?”

Müslümanlar olarak bu günlerde başımızda öyle dünya fitnesi ve öyle musîbet dolaşıyor ki… Allah’a sığınmaya öylesine ihtiyacımız var ki… Öylesine yalnızız ki… Üzerimize çullanan musîbetler günahlarımızın kiri ve ufuneti aslında. Bunu da itiraf edelim. Tövbemizin kabulü için.

Namaz tesbîhâtını mutlaka yapmalıyız. Üstad Hazretleri namaz tesbîhâtı için “tarikat-ı Muhammediye (asm) ve velâyet-i Ahmediye’nin (asm) evrâdı” tanımlamasını yapar. Yani yolumuzun, kulluğumuzun, ibadetimizin özü, özeti, çekirdeği.1

Namaz tesbîhâtının istiâze bölümünde Cehennem ateşinden, bütün ateşlerin şerrinden, dînî ve dünyevî fitnelerden ve belâlardan, âhir zaman fitnesinden, Deccâl’in ve Süfyân’ın fitnesinden, dalâletlerin, sapıklıkların, bid’aların ve belâların fitnelerinden, şiddetle kötülük emreden nefsin şerrinden, firavunlaşmış nefs-i emmarelerin şerlerinden, kadın şerrinden, kadın belâsından ve kadın fitnesinden, kabir azabından, Kıyâmet Gününün azabından, Cehennem azabından, Allah’ın kahrının azabından, gösterişten, işitsinler diye amel yapmaktan, kendini beğenmişlikten, riyâdan, övünmekten, din düşmanlarının tecavüzünden, münafıkların şerrinden, fâsıkların, günahkârların ve isyankârların fitnesinden Allah’a sığınıyoruz. Sığınma ifademizi geniş tutup, kendimizle birlikte cemaatimizi, anne ve babamızı, iman ve Kur’ân hizmetinde bulunan ve adlarını bilmediğimiz bütün sadık Nur Talebelerini, mü’minleri, muhlis dostlarımızı, akrabalarımızı ve ecdadımızı da duâmız kapsamına alıyoruz.

Burada zikredilen belâ ve fitneler kadın erkek her mü’minin her zaman Allah’a sığınacağı tehlikeler içermeye kabiliyetlidir. Yani ya bizzat şerdir, ya da şer olmaya istidadı vardır. İstidat halindeyken de onun muhtemel şerrinden Allah’a sığınmak duanın faziletindendir.

Kadın şerri ve fitnesi hiç şüphesiz erkek için olduğu kadar kadın için de Allah’a sığınmayı gerektiren bir potansiyel tehlikedir. Etrafımıza baktığımızda kadın şerrinden, kadın belâsından ve kadın fitnesinden ıztıraba düşmüş, yuvası yıkılmış, günaha itilmiş, görgüsü, göreneği, itikadı ve emniyeti bozulmuş nice kadın görmemiz mümkündür.

***

İsimsiz okuyucumuz: “Bir cemaatin iyilikleri cemaatin, başarısızlıkları nasıl reisin olur?”

Başarı cemaatindir, grubundur, ekibindir, milletindir, toplumundur. Toplu başarılan işlerde kaide budur, hakikat de budur. Başarıyı tabana yaymak, her neferin başarılı olmasını sağlamak ve her ferdin işe katılımını temin etmek için ekip başkanının veya reisin ekipte “biz” ruhunu hâkim kılması şarttır. Ekibin başarılarını reis “ben” yaptım diyerek gasp edemez, “biz” yaptık der ve ekibini onure eder, ekibinin çalışma şevkini arttırır; hakikati de ifade etmiş olur.

Diğer yandan “ben” ifadesinde enâniyet ve benlik tehlikesi vardır ki, başarıyı ve yükselişi önler. Biz ifadesinde bu tehlike yoktur. Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle insan kendi “ben”iyle övünürse bunun adı ahlâksızlıktır; fakat ekibiyle, milletiyle, mensubu bulunduğu toplumla iftihar duyması salih ameldir.2

Başarısızlık ise, eğer ekipte bir isyan değil, itaat varsa elbette reisindir. Çünkü itaatkâr bir ekibi reis kendi maslahatına göre yönlendirmektedir. Burada reisin emrini dinlemesi ekip için yeterlidir ve başarıdır. Fakat bu emrin sonucu bir başarısızlığa doğru giderse bunun bedelini ekip değil, reis öder.

Milletin hakkı olan başarıyı, iftiharı ve övgüyü milletin reisine ve başkanına vermek ve millete hiç başarı payı vermemek eşyanın tabiatına zıttır, gerçekle çelişir. Keza, reis ve başkanın hatalarını ve yanlışlarını açık yüreklilikle söylemek, hatadan dönmesine ve daha iyi işler yapmasına zemin hazırladığı gibi, tarihe de ışık tutar. Bir çok toplumsal hatadan da dönülmüş olur. Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bir cemaatin olgun davranışlarıyla ve atılımlarıyla meydana gelen iyiliklerin, başarıların ve şereflerin o cemaat fertlerine taksim edilmesi gerektiğini; kötülüklerin, başarısızlıkların, tahribatın ve zayiatın ise reisin tedbirsizliğine ve kusurlarına verilmesi gerektiğini kaydeder.3

Sorumluluk almak ve bedel ödemek liderlik vasfının şenindendir.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 71.

2- Divân-ı Harb-i Örfî ve Sünûhât, s. 80.

3- Şuâlar, s. 513.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Düzelme medyadan başlasın


A+ | A-

Türkiye’nin vakit kaybetmeden çözmesi gereken onlarca problemi var. Anayasadan yargıya, siyasetten ticarete kadar her konuda yeni adımların atılması gerekiyor. Türkiye’yi idare edenler de bu hususta seçim meydanlarında çeşitli vaadlerde bulunuyor, yapacaklarını sıralıyorlar. Sıra, bu vaadlerin uygulamasına gelince beklenen adımlar atılamıyor.

Medyanın da bu konuda iyi bir imtihan vermediği herkesin malûmu. Yeri geldiğinde; değil Türkiye’ye, dünyaya bile ‘nizâmât’ vermeye çalışan medya mensupları, belki de problemin temel kaynağı.

Son aylarda medya mensuplarının kendi meslektaşlarıyla ilgili olarak yaptıkları açıklamalar problemin büyüklüğünü gösteriyor. Aslında anlatılanların büyük bir kısmı, ayrıntılar hariç bilinen şeyler. Medyanın en büyük problemi, siyasetçilere karşı elinde güç ve silâhı olandan yana tavır koymasıdır. Medyanın bir başka problemi de kendi mensuplarına karşı ‘korumalı ayrımcılık’ yapmasıdır. Bu tavrın çarpıcı bir örneğine geçen yıllarda şahit olunmuştu. Bir gazetecinin oğlu, okuduğu Avrupa ülkesinde bunalıma girerek trenin önüne atlamış ve intihar etmişti. Türkiye’deki gazeteler hemen ‘meslekî dayanışma’ya girmiş ve bu ölümü ‘kaza’ olarak duyurmuşlardı. Neyse ki aradan günler geçince hadisenin gerçek yönü öğrenilmiş ve medyanın tavrı kınanmıştı.

Tabiî ki bu örnek, yaşananlar arasında belki de en masumu. Her türlü yanlışa imza atıp, hiçbir zaman ‘haber’lere konu olmayan medya mensupları yok mudur? Şahitlerin itiraflarıyla vardır!

“Yanlış yapan siyasetçi” karşısında haklı olarak kahraman kesilen medyanın; benzer yanlışları yapan silâh ve güç sahipleri karşısında susması, o konuda yayın yapmaması da başka bir yanlıştır. Başbakanlar hakkında her türlü aleyhte yayın yapılabilirken, ‘patron’lar ve bir kısım ‘korunmuş bürokrat’ hakkında yayın yapılamaması da ayrı bir çelişki.

Ülkemiz düzlüğe çıkmak istiyorsa, medya da kendisine çeki düzen vermek durumunda. Medya, kimden ve kime karşı olursa olsun yapılan haksızlığa karşı çıkmak durumunda. “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla medyanın kendisini temizlemesi mümkün değil.

Medya, en kötü yayınlarına ise ‘ara dönem’lerde imza atıyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de yapılanlar nisbeten unutulmuş olsa bile, 28 Şubat sürecinde yapılan yayınlar hâlâ hatırlanır. Belli kesimlerin hayalî korkuları gazete manşetlerine taşındı ve ülke kaosa sürüklendi. O gün bu yanlışlara imza atan ya da atılmasına şahitlik edenler bugün bin pişman. Gazeteler, o günkü medya yöneticilerinin yaptığı ifşaatlarla dolu. Medyaya hakim olmak isteyen kötü niyetli bürokratlar, “Ankara büroları” vasıtasıyla bu maksatlarına ulaşmışlar. “İsminin açıklanmasını istemeyen üst düzey yönetici” ve “büyük gazetecilik başarısıyla ele geçirilen dosya”lardan üretilen manşetleri kamuoyu unutmuş değil.

Son aylarda ve günlerde dile getirilen ifşaatları okuyunca, asıl düzelmenin medyadan başlaması gerektiği hususunda şüpheye gerek kalmıyor. İnanın, eğer medya haktan, hukuktan ve adaletten yana tavır alabilmiş olsa; ülkemiz pek çok problemini geride bırakmayı başarabilir. Medyadaki iç sorgulama, temizlenme mutlaka devam etmeli...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Mini paket”in muhtevası(zlığı)


A+ | A-

Aslında milletle devletin âdeta bir siyasî sosyal sözleşmesi ve toplumun temel mutâbakat belgesi olan anayasanın kendi içinde bütünlüğü olmalı.

Bundandır ki öncelikle “darbe anayasası”nın antidemokratik dayatmalarını bertaraf edecek yeni ve demokratik sivil anayasa Türkiye’nin âcil ihtiyacı.

Bu olmadığına göre, en azından hedeflenen alanlarda demokrasiyi, hukuku ve özgürlükleri sağlayacak düzenlemeler açısından “mini paket”, önemli bir adım oluşturuyor.

Ancak aylardır hükûmet ve iktidar partisi kurmaylarınca üzerinde çalışıldığı halde, tıpkı daha önce “AB’ye uyum” adına çıkarılan “yeni ceza yasası”nda olduğu gibi “Anayasal değişikler”in aceleye getirilmesi, “mini demokratikleşme paketi”nde bir dizi spekülasyona sebebiyet vermekte. Yarım yamalak yamaların uyumsuzlukla daha da çıkmaza sokmakta. Tıkanıklığı açamamakta.

Bu açıdan içindeki fevkalâde olumlu başlıklara rağmen, Başbakan’ın muhalefete hafta sonuna kadar süre tanıdığı “apar-topar paket”in kısmî tâdili bile başaramayacağı, 12 Eylül zihniyetini tasfiyede yetersiz kalacağı ifâde edilmekte.

Çünkü önemli başlıkların altı doldurulamamış. Daha açıklanmadan “son dakika sürprizleri”yle sürekli değiştirilen “paket”teki kararsızlık, hazırlıksızlığı açığa çıkmakta…

“DEĞİŞİKLİKLER” DERDE DEVA DEĞİL

Öncelikle başta darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan “geçici 15. madde”nin kaldırılmasının yetmeyeceği, darbe dönemi sorumlularını yargılayacak yasal düzenleme gerektiği, hukukçularca belirtilmekte.

Bunun içindir ki Demokrat Parti’nin dikkat çektiği anlamda yalnız bu maddenin değil, işlevini yitiren bütün geçici maddelerin kaldırılmasıyla başlangıç yapılması, kapsamlı bir değişiklik için büyük önem arz etmekte.

Doğrusu şu ki “paket”in çerçevesine giren konuların çoğu yine eksik ve aksak kalmakta.

Evvela milletin vicdanında bir türlü mâkes bulmayan “dokunulmazlıklar”ın kapsamdışı kalması, “paket”in göze çarpan noksanlıklarından. Oysa “dokunulmazlıklar”, demokratik ülkelerdekine benzer “kürsü dokunulmazlığı” düzeyine çekilebilir; millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in ve milletvekillerinin saygınlığını zedeleyecek istismarlar önlenebilir.

Yine AB’nin bütün tavsiye kararlarına rağmen Adalet Bakanının ve müsteşarının Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na başkanlık etmesi bürokratik sıkıntısının hâlâ “taslak”ta yer alması, yürütmenin yargıya müdahâlesi ve etkisiyle yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığına halel vermekte. Bu husus da, günlük politik mülâhazalardan uzak AB müktesebatına göre düzeltilebilir.

Keza “paket”in en önemli değişikliklerinden olan Anayasa’nın 125. maddesindeki, “İdârenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” diye başlayan maddedeki “Yüksek Askerî Şûrânın kararları yargı denetimi dışındadır” ibâresi aynen duruyor. Buna bir tek “Ancak, Yüksek Askerî Şûrânın Silâhlı Kuvvetlerden her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” cümlesi eklenmiş…

Konunun uzmanları, bu kifâyetsizliğin tek başıyla derde deva olmayacağını, Yüksek Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimine alınmasının da kısıtlı kalacağını; YAŞ kararlarını yeterince yargı denetimine alamayacağını nazara veriyorlar.

BAŞLIKLARIN ALTI DOLDURULMALI

Ayrıca sözkonusu maddeye ilâve edilen “Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” kaydının “yargı denetimi”ni büyük ölçüde işlevsiz bırakacağına dikkat çekmekteler.

Bu arada Anayasa’nın 145. maddesindeki “askerî yargı” alanının daraltılmasına karşılık, hiçbir demokratik ülkede benzerine rastlanmaya “Askerî Yargıtay”ın yer alması, yargıdaki iki başlılığı devam ettiriyor.

Bu arada yönetmelikler gibi neredeyse yarım sayfaya varan madde metinleri “taslağın” bir diğer handikapı. “Paket”in kapalı kapılar arkasında Başbakan’ın başkanlığındaki “iç kabine”de ve iktidar partisinde hazırlanması, millet irâdesinin tecellisi mercii Meclis’in geniş uzlaşma eseri olması gereken “Anayasa değişikliği”ni “parti taslağı” haline getirmekte.

Doğrusu, evvelki değişiklerde olduğu gibi özellikle hak ve hürriyetleri, yargı reformunu ve demokratikleşmeyi esas alan ana umdeleri ihtiva eden çalışmalar yapılabilirdi. “Taslak” Meclis’e getirilmeden, üniversitelerde ve hukuk çevrelerinde etraflıca ele alınabilir; geniş katılımlı, köklü ve kalıcı unsurlarla olgunlaşmış bir “değişiklik paketi” hazırlanabilirdi.

Henüz fırsat kaçmış değil; hiç olmazsa komisyon ve Genel Kurul görüşmeleri sürecinde yetersiz “paket” muhtevalı ve kapsamlı hale getirilebilir, başlıkların altı dordulabilir…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Vicdandan devlete uzanan yol


A+ | A-

Türkiye’nin ciddî bir anayasa değişikliğine ihtiyacı olduğu son günlerin fikri değildir. Baskıcı bir rejimin bekası üzerine endeksli, ferdin yerine sistemi önceleyen anayasal yapımız var. Bu yapı, her hak ve özgürlük arayışını ve isteğini tehdit olarak algılayan resmî tavrın en önemli koruyucusu olarak, dokunulması yasak mukaddes bir varlık gibi tepemizde duruyor. Mustafa Erdoğan gibi hukukçuların sıklıkla dile getirerek eleştirdiği “devlet aklı”, dayatmacı düzenlemeleriyle temel insan haklarına yönelik isteklere “dur” diyor. Bu durumun nasıl aşılacağı sorusuna ise, basit siyasî reflekslerle cevap aranıyor.

Görülen odur ki, hükümetin kısmî anayasa değişikliği ile ilgili attığı son adım da akîm kalacak. Bunun hükümetin konjonktürel tavrından muhalefetin tutumuna, Türkiye’nin içinde bulunduğu hassas durumdan kurumlar arasındaki çatışmaya kadar çeşitli sebepleri var. Kısmî değişikliklerle Türkiye’nin anayasa sorununu çözme düşüncesi; hakkın hak olduğunu, bunun yarısının, küçüğünün-büyüğünün olamayacağını idrak edemeyen bir anlayışın ürünüdür. Kendi toplumuna sunacağı yarım ve eksik hakkı alicenaplık sayan bir anlayış… Görünen odur ki, bu meselenin çözümü için çok daha derinlere dalmak gerekiyor. Bu durumda, “hak verme-alma” meselesinin öncelikle vicdanî bir mesele olduğunu savunmak, meselenin günlük plan ve politikalarda ortaya çıkan yasal düzenlemelerden ziyade, vicdanlarda yapılacak inkılâplarla çözülebilecek insanî bir mesele olduğunu vurgulamak, sanırım yanlış olmaz. Zirâ, vicdandan devlete uzanan hassas yolda, devletin dışında, içimizde görülen birçok tavır bu düşünceyi doğrular niteliktedir.

Çağdaş demokrasiler, kendi insanını her alanda mutlu kılacak planlamalar peşinde iken, elindeki iki paralık makamını bile despotluk aracı olarak kullanmayı marifet sayan bir geleneğin içinde yaşıyoruz. Meselâ, ABD-“Amerikalı olmak varmış ya” dedirtecek tarzda-yaklaşık bir trilyon dolarlık bir planlama ile vatandaşlarının yüzde doksan beşini sağlık sigortasına kavuşturmayı hedeflerken, bizim haşmetlû devlet erkânımız, toplumu nasıl daha depresif hale getirebiliriz hesaplarının peşinde. Vicdanın unutulduğu anlarda, zulmün her türlüsünü görmek şaşırtıcı değildir. Kur’ânî bakış açısından uzaklaşan, alâ-yı illiyyin esfel-i sâfilin gelgitlerindeki insanlık potansiyelini esfel-i sâfilin tarafında her türlü ahlâksızlığıyla birlikte gösteren vicdansız yapımız, devlet anlayışımızın da bu temeller üzerine kurulmasına yol açıyor. Kendi varlığını ve rahatını her şeyden önemli gören anlayış, başkalarının gözleri önünde yanıp kavrulmasıyla hiç mi hiç ilgilenmiyor. “Devlet, bir büyüklük yapsın da, yıllarca horladığı kendi insanından, meselâ, Kürtlerden özür dilesin” dendiğinde, vicdanı katılaştıran putçu anlayış hemen hortlayıveriyor: “Koskoca devlet özür mü dilermiş canım!” Özrü, alçalmak olarak gören sığ vicdanlar, vicdansızlığı böylece devletleştiriyor. “Kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız, Ahmed-i Hani’den Bediüzzaman’a… kadar bizi anlatanları öğretmeliyiz” dediğinizde, kokuşmuş vicdanların sefih modernlik anlayışı önünüze dikiliveriyor. Kokuşmuş vicdanlar, böylece devleti kokuşturuyor. “Anadilde eğitim tercihi temel bir haktır; bu hakkın önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır” diye reel ve insanî bir yaklaşımla karşılarına çıktığınızda, “ben ateşten yaratıldım, o topraktan” diyen şeytan gibi, asileşen vicdanıyla hırlayıveriyor. Hırlayan vicdanlar, böylece, hırlamasını milletinin ensesinde sürekli hissettiren bir devleti doğuruyor. “Onlar bizim kızlarımız, bizim insanımız, bizim canımız; ne olur okuyuversinler!” dediğinizde, hissizleşen vicdanlar, saç telini rejim meselesi haline getiren pörsümüş bir “rejim” fikriyle aşılması imkânsız duvarları örüveriyorlar. Pörsümüş vicdanların pörsük fikirleri, böylece devleti pörsükleştiriyor. Tefessüh etmiş vicdanlar, sefih medeniyetlerinin bekçiliğini yapıyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Anayasada kırılma noktası


A+ | A-

Yirmi yedi senedir yürürlükte olan 12 Eylül anayasasının epeyce bir maddesi, zaman içinde değiştirildi. Ve ilk kapsamlı paket, DYP-SHP koalisyonunun iktidarda olduğu 1995 yazında gündeme gelip Meclisten geçti.

O zaman henüz AB süreci söz konusu değildi.

Ama anayasanın başlangıç kısmındaki ihtilâl övgüsünün metinden çıkarılması dahil olmak üzere, hatırı sayılır değişiklikler o paketle yapıldı.

Sonraki paketler, AB adaylığımızın Brüksel tarafından resmen kabul ve ilân edildiği Aralık-1999 sonrasında ivme kazanan bir süreçte geldi.

Son dönemde “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerle bütünleştirilen başlangıçtaki “Hiçbir düşünce ve mülâhaza Atatürkçülük karşısında korunma görmez” diye özetlenebilecek ibarenin “hiçbir faaliyet...” diye değiştirildiği paket de, Ecevit’in başkanlığındaki DSP-MHP-ANAP iktidarında, AB’nin ısrarıyla çıktı.

Keza MGK ile ilgili anayasa maddesindeki değişiklikler de yine o iktidar döneminde yapıldı.

MGK ve Genel Sekreterliği Kanununu buna uyduran düzenlemeler ise AKP devrinde çıkarılan 7. AB uyum paketi çerçevesinde gerçekleşti.

AKP iktidarının yaptığı ve yürürlüğe giren en son anayasa değişikliği, cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören düzenleme. Meclisten geçerek referandumla da kabul edilen bu değişiklik gereği, artık cumhurbaşkanlarını millet seçecek.

Gerçi eski kurala göre Meclis tarafından seçilen mevcut Cumhurbaşkanının görev süresinin 7 mi, yoksa yeni sisteme göre 5 sene mi olacağı tartışması henüz bir neticeye bağlanmış değil.

Ama bu, işin detayı. Bundan sonra çok olağanüstü bir gelişme olmadığı, meselâ cumhurbaşkanını halka seçtirmekten vazgeçilip eski düzene dönülmesini isteyen CHP gibi bir parti Meclis çoğunluğunu elde edip o yönde yeni bir anayasa değişikliği yapmadığı sürece, artık cumhurbaşkanları 5 yıllığına halk tarafından seçilecek.

Burada, bu kuralı getiren değişikliğin iptali talebinin AYM’de reddedildiğini de hatırlayalım.

Dolayısıyla, cumhurbaşkanını halka seçtirme kuralının getirilmesi, demokrasi adına önemli bir kazanım olarak görülmeli. Ama bunun, uygulamada sıklıkla yaşanan cumhurbaşkanı-başbakan çekişmesini daha da kızıştırma ihtimali dikkate alınarak, önleyici tedbirler getirilmeli.

Halkın seçtiği cumhurbaşkanı, bir bakıma yarı başkanlık sistemi anlamına da gelebilir. Eğer öyle ise, sistemin tamamı buna göre tekrar dizayn edilmeli. Ama şu anda bu konuları konuşan yok.

Buradan, anayasa değiştirme sürecinde yaşanan en kritik kırılma noktasına geçecek olursak:

Anayasayı tümüyle yenileme projesi, ucu gösterilip tepkiler üzerine hemen askıya alındıktan sonra, başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırmayı öngören iki maddelik değişikliğin Meclisten geçmesi, başından beri fırsat kollayan derin refleksleri bir anda harekete geçirdi.

Anayasa Mahkemesi, “Kendisini kanun koyucu yerine ikame edemez” diyen anayasa hükmünü de çiğneyerek bu düzenlemeyi iptal etti. Gerekçe olarak da, “anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerini gösterdi. Böylece bu maddelerin “dokunulmaz tabu” olma niteliği iyiden iyiye pekiştirilmiş oldu.

Ve sonuç olarak, bundan sonra yapılacak her anayasa değişikliğinin AYM’de “esastan” görüşülüp, bu maddelere istinaden iptaline yol açıldı.

Gündemdeki son pakete yönelik itirazlarda da “değiştirilemez başlangıç ilkeleri”nin referans gösterilmesi, bu işin sonunun nereye varacağını şimdiden haber veriyor gibi. Başörtüsü düzenlemesini iptal ettiren refleksler yine iş başında.

Bütün bu yaşanan tecrübeler, sorunun kaynağının değiştirilemez maddeler ve başlangıç metni olduğunu fark etmeye dayalı bir şuur oluşturabildiği ve o maddelerdeki unsurları demokrasi süzgecinden geçirerek yenileme iradesini ortaya çıkarabildiği ölçüde, kazanç hanesine yazılabilir.

Aksi halde kısır döngüden asla çıkamayız.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

25.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl