Basından Seçmeler |
Bediüzzaman’ı unuttuk mu?
DÜN Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatının 50. yıldönümü idi. Bu müstesna şahsiyetin dünyaya veda etmesinin üzerinden yarım asır geçmiş... Bu yarım asrı Türkiye nasıl geçirdi? Rejimin hâlâ süren şiddet hareketleriyle! Vefatının hemen ardından 27 Mayıs darbesi yapıldı. Onun dirisiyle baş edemeyen zihniyet, cesedini kabrinden çıkararak kaybetti! Bediüzzaman yaşarken mütevazı fakat güçlüydü, rejim onu mahkemelerinde yargıladı, mahpushanelerinde hapsetti. Buna rağmen tebliğini yapmaktan vazgeçiremedi. Sömürgeci güçler 1. Dünya Savaşı mağlubiyeti üzerine İslâm dünyasının önünde bir ümit adası olarak duran Osmanlı Devleti’ni yıkma fırsatını ellerine geçirdiler ve uyguladılar. Bolşevik devriminin sirayat etme tehlikesi karşısında Anadolu ve Doğu Trakya’yı içine alan yeni bir devletin kurulmasına cevaz verildi. Lozan Konferansı böyle bir devletin fiziki alanı yanında manevi tesir alanı konusunda da sonuçlar doğurdu. Lozan’dan sonra Türkiye’yi yönetenler galip güçlerin barıştan sonra görmek istedikleri İslâm’dan uzaklaştırılmış, kültürel ve manevî etkileri yok edilmiş bir ülke oluşturmaya yöneldiler. 1930’larda Türkiye’yi yönetenler, ülkeyi İslâm’dan kurtardıkları için övünmekte haklıydılar. 1922’den itibaren gerçekleştirdikleri uygulamalar hakikaten muazzamdı, hatta dehşet vericiydi! İslâm’ın siyasî ve sosyal etki uyandıran kurumlarıyla birlikte şeklî görünümlerini ve hatta paralel kültürünü de ortadan kaldırmışlardı. Bu uygulamalar on yıl boyunca geniş tasfiye veya temizlik hareketleri ile birlikte yürütülmüştü. Tahminlere göre, tasfiye hareketleri sırasında öldürülenlerin sayısı, Milli Mücadele’deki kayıplardan fazla olmuştu. Bu dönemde İslâm tamamen merkezden kenara, şehirden köye, taşraya itildi. Resmiden gayri resmiye, meşrudan kanun dışına (legalden illegale) mahkûm edildi. Hatta bir süre Müslümanlıkla ilgili her türlü haber ve bilgilerin normal dolaşımda yer almasına, iletişim araçlarında yayılmasına izin verilmedi. Tevhid-i tedrisat (eğitim birliği, yani eğitim tekeli) ve tevhid-i neşriyat (yayın birliği-yayın tekeli) politikası birlikte yürütüldü. Bu dönemde itilmiş/bastırılmış İslâm’ın akademik öğretilebilirliği her seviyede tamamen ortadan kaldırıldı. Meşru (yasal) yaşanılırlığı -hiç olmazsa teorik olarak- imkânsız hale getirildi. Tefekkür olarak bile alan dışı bırakıldı. O yılların gazete ve dergilerini karıştıranlar, İslâm’dan sadece “irtica” dolayısıyla, yani menfi olarak bahsedildiğini göreceklerdir. O zamanların manzarasına bakıldığında görünen şuydu: Bu topraklar üzerinde sanki bin yıl İslâm kültürü var olmamış, insanlar onunla kimlik ve kişilik bulmamışlardı. Bir din pozitivist bir mantıkla yok edilebilir mi? Kökleştiği halkın içinden sökülüp çıkarılabilir mi? Devrin idarecilerine bakılırsa, bu mümkündü, ideolojik eğitimle, İslâm’ın hiç öğ-retilmediği dönemlerde din karşıtı veya dışı bir nesil meydana getirilmeye çalışıldı. Bunun, insanın fıtratından kaynaklanan sebeplerle tam başarıya ulaşmaması bir yana, resmî öğretim de ülkenin büyük bir kısmına ulaşmıyordu. Latin alfabesi, kendisinden beklenen sihirli atılımı gerçekleştirememiş, şefin iddialı nutkuna rağmen az zamanda herkes bu harflerle okuryazar olamamıştı! Sonraki dönemlerde bütün ümitler tahsilin yaygınlaştırılmasına bağlandı. Sanki bütün nüfus eğitimden geçirilince herkes dinsizleşecekti. Türkiye’nin son devir yazılı tarihinde yer almayan bazı kişiler ülkeyi yönetenlerin büyük bütçelerle, geniş kadrolarla, modern yayın araçlarıyla ve silahlı güçlerle yapamadığını yapmayı başardılar. Türkiye’nin resmi tarihini yazanların menfi olarak bile bahsetmek istemedikleri, kitaplarında yer vermekten kaçındıkları bu kişilerin arasında Bediüzzaman Said Nursî önemli bir yer tutmaktadır. Said Nursî kural dışı-ortam dışı itilmiş İslâm’ın alışılmamış (pasif) varoluşunu üstlenenlerden birisi, hatta birincisidir.
D. Mehmet Doğan Vakit, 24.3.2010 |
25.03.2010 |
Bediüzzaman’dan bilgelikler
BEDİÜZZAMAN Said Nursi, benim büyük saygı duyduğum şahsiyetlerden biridir. Hiçbir zaman “Nur talebesi” olmadıysam da, onun büyük eseri olan Risale-i Nur’dan çok istifade ettim. Dahası “üstad”ın samimiyetine ve davasında gösterdiği azim ve cesarete de hep hayran oldum. O nedenle de geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’da düzenlenen Beşinci Ulusal Risale-i Nur Kongresi’ne zevkle katıldım. Bazıları “Nurcu” olan, diğerleri farklı ekollerden gelen katılımcılarla Bediüzzaman’ın bundan en az yarım asır önce yazdığı metinlerden seçme parçalar üzerinde tartıştık. En dikkate değer bulduğum noktalardan biri, Nur risalelerindeki “hürriyet” vurgusu idi. Bu, aslında Bediüzzaman’ın Osmanlı’dan tevarüs ettiği bir değerdir. Tanzimat’tan itibaren giderek gelişen “hürriyetperverlik” (liberalizm), Namık Kemal gibi Genç Osmanlılar tarafından İslami temellerle savunulmuştu. İkinci Meşrutiyet’te kurulan Ahrar Fırkası (Liberal Parti) de, o sıralar İstanbul’da bulunan meşrutiyetçi alim Bediüzzaman’ın desteğini kazanmıştı. Bu sebeple Bediüzzaman’ın yazılarında güçlü bir “hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir” müdafaasıyla karşılaşmamız sürpriz değil. Üstad, liberal siyasetin “birey haklarının üstünlüğü” ilkesini dahi savunarak şöyle diyor: “Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez... Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz.” İktisadi alanda ise Bediüzzaman’ın “sosyalizm ve bolşevizm düsturlarına” karşı çıkması kayda değer. Lem’alar adlı eserinde “müsavat-ı hukuk”u (kanun önünde eşitliği) kesinlikle savunduğunu, ancak “müsavat-ı mutlak” (mutlak eşitlik) fikrinin insanoğlunun yaradılışına aykırı olduğunu anlatıyor. (Liberal iktisat teorisyeni Hayek de aynı şeyi söyler.) Üstad, insanlığın gelişmesinin “en mühim mayası ve zembereği” olarak da “müsabaka”ya, yani rekabete işaret ediyor.
Menderes’e ‘particilik’ uyarısı Kendisi de Kürt olan Nursi’nin Kürt meselesine dair yazdıkları da enteresan. Tek Parti rejimini, “dinine samimi hürmetkar Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenlik manasında Türkçülük” yapmakla suçluyor. Ona göre bu rejimin, “Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unuttur(maya)” kalkmış olması da, zaten bu yüzden. Buradan “frenklik manasında Türkçülük” yapanlardan Kürt meselesinde bir hayır gelmeyeceği sonucu çıkabilir ki, bugünün CHP’sine şöyle bir bakmak, bu öngörüyü fazlasıyla doğruluyor. Bediüzzaman’ın bir de 50’lerin sonlarında “İslamiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes”e yazdığı bir mektup var ki, içindeki bazı uyarılar bugüne de ışık tutabilir. “İslamiyet’in pek çok kanun-i esasisinden birisi”nin “birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz” hükmü olduğunu hatırlatarak şöyle diyor: “Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığıyla, bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor... taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni gıybetler (dedikodular) ve tezyifler (aşağılamalar) edilip... kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor .” Oysa, diyor, Bediüzzaman; “madem Cenab-ı Hak bu tehlikeli zamanda bir kısım hakiki dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’an’ı Hakimin bu kanun-u esasisini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkarlık edenlere karşı siper yapmak lazım geldiğini, zaman ihtar ediyor .” Evet, risalelerde pek çok hikmet, pek çok bilgelik var. Bize bunları hatırlatan Risale-i Nur Enstitüsü’ne tekrar teşekkür ediyorum.
Mustafa Akyol / Star, 24.3.2010 |
25.03.2010 |
Said Nursî ve askerî vesayet
DÜN sabah dostum Yunus Nadi Lim’den gelen bir telefonla uyandım. Yunus, Said Nursî’nin vefatının 50. yılında olduğumuzu hatırlattı bana. Said Nursî’ye dair yazmamı arzu ediyordu... Sonrasında Said Nursî’ye dair okumalarımı akla getirdim biraz. En başta Şerif Mardin’in Nursî'ye dair kitabıyla başlamıştım. Sonra doğrudan Risale-iNur külliyatının bir bölümünü okumaya, Said Nursî’nin manevi ve zihinsel evrenini anlamaya gayret etmiştim... Nursî’nin bizzat kendisi ”Risale-iNur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır” diyordu ama bu metnin okuduğum bölümlerinde beni en çok etkileyen şey Nursî’ye yaşatılan o korkunç hapis, sürgün, işkence ve tecrit hayatının ortasında yaşadığı manevi buhranları ifade ettiği pasajlardı... Devasa ıstıraplar, okurken bile insanın tahammül etmekte zorlandığı acılar ve hafakanlar arasında ortaya çıkmış bir metindi Risale-i Nur Külliyatı... Yine zulüm ve hapis altında metinlerini üretebilmiş italyan Marksist Antonio Gramsci’ye çok benziyordu bu bakımdan. Müslüman ya da Marksist olmasanız da bu iki adama sonsuz bir saygı duymak zorunda kalıyordunuz bu metinleri okurken. Bambaşka dünyaların, bambaşka kaygıların insanları olan bu iki fikir adamı tarafından güç şartlar altında yazılabilmiş bu metinler çok güçlü, sahici ve etkileyiciydi çünkü... Said Nursî’nin hayatı başlı başına çok etkileyici aslında. Bir sinema filmi için bundan daha elverişli bir hayat hikâyesi olamaz herhalde, iyi bir yönetmenin elinde unutulmayacak bir film olabilecek bir gelişim çizgisi var Nursî’nin hayatının. 1877’de Bitlis’in Nurs köyünde yoksul bir Kürt ailenin oğlu olarak dünyaya geliyor Said Nursî... 1886’da eğitimine başlıyor, 1892’de, daha 15 yaşında, namı tüm bölgeye yayılan, dönemin ulemasına meydan okuyan bir genç adam oluyor, İslam dünyasının yaşadığı büyük problemlerin ilk farkına vardığı yıl da aynı yıl. 1895-1907 arası İslami ilimlerle modern bilimlerin beraber öğretildiği “Medresetü’z-Zehra” hayali üzerinde çalıştığı yıllar. 1907’de İstanbul’a geliyor Abdülhamid’e doğu vilayetlerinin kalkındırılması için tekliflerini sunuyor. 23 Temmuz 1908 meşrutiyet devrimini tamamen destekliyor. Özgürlük ve meşrutiyetin İslam şeriatına uygunluğunu vurgulayan konuşmalar yapıyor. Nisan 1909’da 31 Mart olayı bahanesiyle tutuklanıyor, hemen akabinde serbest kalıyor. 1910’da doğu vilayetlerini geziyor, aşiretlere meşrutiyetin yararları konusunda konuşmalar yapıyor. Ayrıca eğitim reformu bağlamındaki fikirlerini de ifade ediyor. Sonra güneye inerek Arap vilayetlerinin ahalisine de aynı bağlamda sesleniyor. Nurcu hareketler içinde hâlâ çok okunan bir eser olan meşrutiyet ve özgürlük yandaşı Şam Hutbesi'ni 1911 baharında veriyor. 1912-13’te nihayet gerekli finansmanı bularak hayali olan Medresetü’z-Zehra’nın temellerini atabiliyor ama inşaat tamamlanamıyor... 1914-16’da savaşın patlaması üzerine alay komutanı oluyor Said Nursî. Doğu vilayetlerinde bir milis gücü topluyor. Talebeleri bu gücün temelini teşkil ediyor. Bu savaş sırasında bir yandan Kur’an tefsiri İşaratü’l-i’caz’ı yazıyor Nursî. 1916-18 arası Rus kuvvetleri tarafından esir alınıyor. Volga kenarındaki Kosturma hapishanesinde esaret altında yaşıyor. 1918 baharında bir yolunu bulup kaçıyor ve İstanbul’a dönüyor. 1918-22 arası istanbul’da yaşıyor. Milli Mücadele’yi destekliyor. Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade tarafından Kuva-yı Milliye’yi kınayan fetvanın aleyhine bir fetva yayınlıyor. 1922-23’ten itibaren literatürde “Yeni Said” olarak anılan dönemi başlıyor Nursî’nin. Daha münzevi, sosyal ve siyasi hadiselerden uzak bir Nursî var artık. Biraz da zorunlu olarak bu böyle... 9 Kasım 1922’de Ankara’ya Meclis’e gelişinde resmî karşılama töreniyle düzenleniyor Nursî için ama sonradan anlaşılıyor ki Kemalistlerin Türkiye tasavvurunda Nursî’ye yer yok... 1923’ten itibaren biteviye bir sürgün, hapis ve tecrit hayatı başlıyor Nursî için ta ki 1950’ye kadar... Van, Burdur, İsparta, Barla... Şubat 1926’dan itibaren, o tarihte tüm din eğitimi vasıtalarından koparılmış insanların dinî ihtiyaçlarına cevap verecek risaleler yazmaya başlıyor Nursî... Risale-i Nur Külliyatı oluşmaya başlıyor. Bu risaleler bölgede hızla yayılıyor. Nisan 1935 Eskişehir hapsi, Mart 1936 Kastamonu sürgünü, Ekim 1943 Denizli hapsi. Ocak 1948 Afyon hapsi, Emirdağ günleri... Ancak 14 Mayıs 1950’den sonra birazcık rahata kavuşur Said Nursî. Nur hareketi hızla büyür bu yıllarda, ülkenin birçok yerinde Nur dershaneleri açılır. Bu arada Şubat 1951’de Vatikan’dan teşekkür mektubu alır Zülfikar Risalesi nedeniyle. Nisan 1953’te Rum Ortodoks Kilisesi Patriğini ziyaret eder. Dinlerarası diyaloga ve dünya barışına çok önem veren bir İslami anlayışı vardır Nursî’nin çünkü. Ve 23 Mart i96o’da, bundan 50 yıl önce Urfa’da vefat eder. Halil İbrahim Dergâhı’na bir türbeye defnedilir mezarı. 12 Temmuz 1960’da ise 27 Mayıs cuntasının emriyle Nursî’nin türbesine girilir, naaşı oradan alınır ve uçakla hâlâ bilinmeyen bir yere nakledilir, belki de yok edilir... Nursî’yi seven milyonlarca Türkiye yurttaşına bir mezar ziyareti bile çok görülmüştür bu alçak cunta tarafından. Said Nursî’nin hâlâ mezarı yok. Fakat vefatının 50. yılında Nursî yolunu takip eden milyonlar hâlâ var. Ve bu milyonlarca insanımız hâlâ askerî vesayet zihniyeti tarafından mezarsız bırakılmak isteniyor...
Rasim Ozan Kütahyalı Taraf, 24.3.2010 |
25.03.2010 |