Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Âlimlere hürmet gösterin. Çünkü onlar peygamberlerin vârisleridir. Onlara hürmet gösteren Allah ve Resûlüne hürmet etmiş olur.
Câmiü's-Sağîr, No: 830 |
25.03.2010 |
Bir Said değil, bin Said fedâ olsun Ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Risâle-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler! Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehâmet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yâhut îdam sehpâsına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdânı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin—adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti, belki daha ziyâde—îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun. Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.
Tarihçe-i Hayat, s. 959-962 |
25.03.2010 |
Başkasının imanını kurtarmaya koşan adam
Bir adam tanıyorum, eserlerinden… Adam gibi adam… Temyiz yaşına ulaşır ulaşmaz büyük bir azim ve imanla mücahede meydanına atılan bir adam… Bir patika yoluna bile sahip olmayan Bitlis’in bir köyünde 1878 yılında dünyaya gelen bir adam… Doğduğu çevrenin sert ve ağır şartlarını yenen bir adam… Doğduğu yıllar, 600 yıllık koca imparatorluğun çöküş yıllarına rastlamasına rağmen o, her türlü imkânsızlık ve mahrumiyeti yenerek bütün dünyaya hitap edebilme bahtiyarlığına ermiş büyük bir iman ve tecdit adamı… Bediüzzaman Said Nursî. Hayatı boyunca hep Hz. Peygamber’i (asm) ve sahabeyi örnek alan bir adam… Bu yüzden seksen iki yıllık destanımsı hayatı bir sabun köpüğü kadar tertemiz ve berrak… On yaşından itibaren çağını ve çağdaşlarını etkileyen ve onları peşinden koşturan bir büyük dâvâ adamı… Bir mütefekkir ve bir kahraman… Onun için “20. asırda bir Asr-ı Saadet Müslüman’ı” ifadesini kullananlar ne kadar da isabet etmişler! O talebeleriyle birlikte yaşayıp bütün dünyaya ders veren bir müderris, bir allâme... Evi yok, çoluk-çocuğu yok; yeri yok, yurdu yoktu. “Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum” dediği halde halkın içine karışmaktan ve halkıyla beraber yaşamaktan men edilen bir adam… Savcılıklara ve mahkemelere verdiği birçok dilekçenin sonunda “Her türlü medenî haklardan mahrum edilen, tecrid-i mutlakta mevkuf…” ibaresi yer alıyordu. Belgesel niteliğindeki bu yürek yakan ifadeler hâlâ o adamın eserlerinde mevcuttur. Ama o hâlinden memnun bir adamdı; her şeye rağmen “Bu dünyanın çok sefasını gördük; azıcık cefasını da çeksek ne olur!” diyecek kadar tevekkül sahibi bir adamdı. Hatta Şam’da yaşayan kız kardeşi, yıllar sonra onun Türkiye’deki adresini bulmuş ve ona bir mektup yollamıştı. Mektupta ağabeyinin ne işle meşgul olduğunu, nerelerde yaşadığını soruyordu. O ise, sürgünde bulunduğu dağlar arasındaki köyden kız kardeşine yazdığı cevabî mektupta şunları yazıyor: “Kardeşim halimi soruyorsun; Elhamdülillah ben çok iyiyim. Ben şu anda bir köyde imamım. Bu dünyada görüşmek nasip olmasa da İnşâallah ahirette görüşeceğiz.” Evet, o sadece o köyün imamı değil, bütün dünyaya yayılacak olan bir tecdit hareketinin de imamıydı aynı zamanda. Birçok fikir ya da ilim adamının fikri yapısı ile özel hayatını birbirinden ayırmak mümkündür. Fakat onun gibi dâvâsı için yaşayan bir İslâm âliminin özgeçmişi ile mefkûresini birbirinden ayırmak çok zordur. Bu yüzden ben burada o zatta bulunan farklı bazı özellikleri arz etmek istiyorum. 1) Her şeyden önce, onun için “özel hayat” denilebilecek bir zaman dilimi olmamıştır. Yani bizim anladığımız mânâda bir özel hayatı yoktur. Denilebilir ki, onun için özel hayat, akşam namazından sonra, talebelerinden ayrı bir odada, âlem-i İslâm’ın selâmeti için el açıp Allah’a yalvardığı hususi duâ zamanlarıdır. Zira o kendisi için değil içinde yaşadığı cemiyet için ve âlem-i İslâm’ın selâmeti için yaşıyordu. “Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Ben âlem-i İslâm ile alâkadarım” diyordu. 2) Onu çağımızdaki diğer âlimlerden ayıran temel özellik fikirlerinin orijinalliğidir. Çünkü hiç kimseyi taklit etmemiştir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez” diyerek farklı görüş sahiplerinin görüşlerini zikretmekten çekinmemiştir. 3) O imanla şecaati, ilimle irfanı, madde ile mânâyı; kısacası, dünya ile ahiretin sorumluluğunu şahsında toplayabilen ender bir kişiliğe sahipti. “Ben cemiyetin selâmeti yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de… Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu… Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Zira vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur” diyen bir adam… “İki hayatım var, biri dünyevî, diğeri uhrevî… Her ikisini de elime almışım; icap ettiği zaman her ikisini de feda etmeye hazırım. Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın” diyecek kadar serdengeçti ve cesur bir adam… Esasen ona: “Zamanın Garibi” lâkabını verdiren özellikler de bunlardır. 4) O zatın kitaplarını gözden geçirenler, ya da onun hayatını okuyanlar, onda temel bir gaye görürler: O da, İslâm’a ve Kur’ân’a lâyık, şahsiyetli ve medenî bir toplum oluşturmaktır. Bu yüzdendir ki, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dünyevî makamlara, maaşlara ve ikbale yönelmemiş, tufanda sebze ve meyve yetiştiren bir seracı titizliğiyle, gençliğimizi dinsizlik ve tabiatçılık felâketine karşı korumaya çalışmıştır. O bu uğurda her şeyini, hatta hayatını bile feda etmekten çekinmemiştir. Yüksek dereceli bir zekâya sahip olmasına rağmen yeryüzünde bir arsaya ya da bir apartman dairesine sahip olmamıştır. Evet, o süper bir zekâya sahipti. Fakat bütün zekâsını ilme ve iman hizmetine vermiştir. Gençliğin imanı namına her şeyi göze alarak ve Hz. Ali (ra) gibi ölümü hakîr görerek cihad meydanına atılmıştır. Bugün dine saygılı bütün sivil toplum kuruluşlarının temelinde onun cihad şuurunu ve onun prensiplerini görmek mümkündür. 5) O zat tefsir, hadis, kelâm, hukuk, felsefe, mantık ve siyaset gibi birçok ilim dalında verdiği eserlerle her meslek sahibinin takdirini kazanmış müstesna bir İslâm âlimidir. O, savunduğu fikirlerle 20. asır siyasî doktrinler hayatına, hiçbir gücün silemeyeceği kadar köklü ve derin bir imza atmıştır. Bu yüzden onun ismi, dünyada herkesin saygı duyduğu, fakat şerirlerin de korktuğu bir isim haline gelmiştir. 6) Onun fikirlerine karşı olmayı gerekli görenler, üzülerek belirtmek gerekir ki, onu ciddî bir tenkit süzgecinden geçirmek cesaretini bile kendilerinde bulamayan zavallılardır. Eserlerinde devamlı pozitif bir metodu ve kendi deyimiyle “müsbet hareketi” benimseyen bu zatın eserlerini ilmî bir şekilde tahlil edemeyenler, maalesef iftira ve itham silâhlarını kullanmaktan öteye gidemediler. Ne yazık ki bu hatalı ve kötü niyetli değerlendirmeler, birçok iyi niyetli insanları bile etkilemiştir. 7) O, bize ait olmayan ithâl kültürlere karşı bir set oluşturmak amacıyla 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bütün mesaisini İslâmî ve imânî eserler neşretmeye vakfetmiştir. İşte onun bütün hayatı böyle bir hizmetin, çileli fakat başarılı çizgisinde geçmiştir. Bu itibarla o zat, hayatı boyunca bütün İslâm âlemine ve hatta topyekûn insanlığa bir çağrıda bulunarak, imanın ve barışın etrafında birleşmeyi ders veren güçlü bir sesin sahibi olarak karşımıza çıkıyor. 8) O zat 1. Dünya Savaşı’nda doğu cephelerinde kumandanlık yapmış, Ruslara esir düşmüş, esaretten sonra millî mücadele yıllarında da emperyalist güçlere karşı savaşmıştır. Ancak emperyalist güçlerin tehlikesinin bertaraf edilmesinden sonra bu kez düşmanlar, inançsız bir kültür emperyalizminin fitilini yakmışlardı. İşte o, savaştan sonra “gel keyfim gel” diyerek istirahata çekilmemiş, bu yabancı kültür istilâsına karşı en şiddetli mücadeleyi verenlerin başında gelmiştir. Şu ifadeler onundur: “1338’de (yani 1921’de) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde gayet müthiş bir zındıka fikri ifsada başlamıştı. Bu zındıka cereyanı, Müslümanların içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. ‘Eyvah,’ dedim. ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek.’” İşte bu zat, o zındıka cereyanını durdurmak amacıyla “Efillahi şekkün Fâtıri’s-Semâvâti ve’l-Ard” âyetini tefsir ederek bir risâle hazırlamış ve o günün kıt imkânlarıyla Ankara’da Yenigün Matbaasında bastırmıştır 9) 1. Dünya Savaşı’ndan önce de bu dinsizlik cereyanlarının bir sel gibi İslâm dünyasını istilâ edeceğini hissetmişti. O 1. Dünya Savaşı’ndan önce Van’da bulunduğu sıralarda, kendisine bir gazete haberini gösterirler. Haber şöyle: İngiliz avam kamarasından William Ewart Gladstone, eline Kur’ân’ı alarak şöyle demiş: “Eğer biz gerçekten Müslümanlara hâkim olmak istiyorsak ya bu Kur’ân’ı Müslümanların elinden çıkarmalıyız, ya da Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” Adamlar gerçekten planlarını en kestirme yoldan yapmaya çalışmışlar. Kur’ân’ı ortadan kaldırmanın hiç kimsenin haddi olmadığını Gladstone da çok iyi biliyordu. Ama Müslümanları Kur’ân’dan soğutmanın yollarını bulmak için İngilizler kesenin ağzını açmışlardı. Kesenin ağzı hâlâ açıktır. İşte Bediüzzaman bu haberi okur okumaz adeta beyninden vurulmuşa döner ve şöyle haykırır: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya ben ispat edeceğim.” El-Hak, ispat etti de. 10) O gerçekten şartları çok ağır olan bir çağa damgasını vuran bir adam… Bir tarafta, kendi deyimiyle, gizli bir zındıka cereyanı, diğer tarafta savaştan yeni kurtulmuş, imkânlarını tüketmiş ve yorgun düşmüş bir İslâm dünyası vardı. Bu yüzden o çoktan kararını vermişti: Kur’ân’a ve imana karşı yapılan mücadelelere bigâne kalamazdı. “Zaman imanı kurtarmak zamanıdır” formülü çerçevesinde kaleme aldığı eserlerle imana ve Kur’ân’a yapılan itirazlara cevap vermiş; hayatı pahasına da olsa başkalarının imanlarını kurtarmaya koşmuştur. 11) Onun en büyük özelliklerinden birisi de yazdığı eserlerde kendisini nazara vermeyerek “Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân ise arşı ferşle bağlayan bir zincir-i nurânîdir. Benim ne haddim var ki ona sahip çıkayım” ifade etmesiydi. Kendisine “Sen bu asrın müceddidisin” diyen talebelerine hep şahsiyetini arka plana atan cevaplar veriyordu: “Zaman cemaat zamanıdır, şahs-ı mânevî zamanıdır. Şahsî kemâlât ne kadar büyük olursa olsun çürütülebilir… Şöhret ise, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır.” Bu yüzden o hiçbir zaman “Ben” demiyor, “Biz” diyordu. “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-i imaniyedir. Madem ki nur-u hakikat imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil bin Said feda olsun. 28 sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ediyorum” diyordu. Onun bu tevazu ve fedakârlığı sayesinde, Müslümanlar bir şahsa hürmet etmeye bağlı kalmaktan ziyade bir eser okumayı ve kitaplara bağlı kalmayı tercih etmişlerdir. Bu tercih, Risâle-i Nur’un bütün dünya Müslümanlarına kazandırdığı en üstün meziyetlerden biridir. 12) O, dünya çapında büyük şöhrete sahip olmasına rağmen ondaki tevazu Hz. Peygamber’in (asm) ahlâkını hatırlatıyordu. Dünya çapındaki şöhretine rağmen kimsenin bilmesini istemediği ve hâlen de bilinmeyen son menziline, o ebedî yolculuğuna bile, 23 Mart 1960 yılının şafağında, Urfa’dan, sessiz sedasız bir şekilde çıktı. Denilebilir ki, 23 Mart 1960 tarihi, hiçbir zalime baş eğmeyen bir mücahidin “Efendiler, ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecektir” dediği gerçeğin başlangıç tarihidir. Sanırım bu konuda fazla söze gerek yoktur. Eminim ki, o kabrinde, başlattığı hizmetin ne seviyeye geldiğini görüyor ve onun da ifade ettiği gibi, şu anda bizleri mutlulukla seyrediyor. O 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da, arkasında dünyalıların çok sevdiği paradan 20 lira bırakmıştı. Ama bunun yanında, Kur’ân’ın binlerce sayfalık manevî tefsirini de İslâm dünyasına miras bırakmıştı. Zaten Risâle-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman’ın hayatının hülâsasıdır.
Prof. Dr. MUSA K. YILMAZ Harran üniversitesi
|
25.03.2010 |