Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“O kadar”mı? |
Cumhurbaşkanı Gül, mâlûm gelişme ve tartışmaları sona erdireceğini düşündüğü formülü şu ifadelerle dile getirmiş: “Her kurum, kendi içerisinde yanlış yapanı ayıracak, alacak, kenara koyacak. O kadar...” Ne kadar yalın ve basit bir çözüm, değil mi? Ama tatbiki, söylemek kadar kolay değil. Olsaydı, senelerdir vaktimizi, enerjimizi ve kaynaklarımızı tüketen iç sürtüşmeler olmazdı. Şimdiye kadar olamadı ve halen de olamıyor. Çünkü neyin doğru, neyin yanlış olduğunda, kurumlar arasında bir uzlaşmaya varılmış değil. Genelkurmay Başkanının, özel olarak karargâha davet ettiği gazetecilere, kurmaylarıyla birlikte verdiği tartışmalı mesajlar bunun son örneği. Org. Başbuğ, hakkında iddianame düzenlenip dâvâ açılan 3. Ordu Komutanı için “Arkasındayız” diyerek yargıya müdahale etmiş olmadı mı? Bu yanlış değil mi? TSK’nın en tepesindeki kişinin yapması, bunu yanlış olmaktan çıkarır mı? Gül’ün söyleyip geçtiği “ayırıp alma ve kenara koyma” yaptırımı bu olayda nasıl uygulanacak? Peki, yine Başbuğ’un “Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarda üst rütbeliler bırakılıyor, alttakiler tutuklanıyor” şeklinde oluşan algıyla ilgili olarak basına Askerî Ceza Kanununun “Ast-üst münasebetlerini zedelemek suçtur” diyen ve ihlâline 3 ilâ 6 yıl arasında hapis cezası öngören 95. maddesini hatırlatarak “aba altından sopa” göstermesi de bir başka vahim yanlış değil mi? Askere sivil yargı yolunun açılmaya çalışıldığı bir süreçte, artık çoktan geride kalmış olması gereken, sivilleri ve dahası basını askerî yargının önüne çıkarma niyetini açığa vurur tarzda Askerî Ceza Kanunu ile korkutmanın anlamı ne? Ve bu fâhiş yanlışın da bir yaptırımı yok mu? Gül bu soruların da cevabını verir mi? Başbakan Erdoğan da Gül’ü tamamlarcasına “Her kurum tanımlanmış görev alanı içerisinde hareket ederse problem kalmaz” demiş. Bu da, Gül’ünki gibi söylem olarak doğru, ama uygulamada bir türlü hayata geçirilemeyen bir kural. Ve bunun önemli sebeplerinden biri, kurumların görev tanımlarının evrensel demokrasi ilkelerine göre net çizgilerle yapılmamış olması. Tam tersine, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” prensibine 27 Mayıs anayasası ile konulan “Millet bu hakimiyetini yetkili organlar eliyle kullanır” kaydının geçerliliğini hâlâ sürdürmesi. Birtakım bürokratik kurumlara milletin vermediği, ama onun adına darbecilerin bahşettiği yetkiler yarım asırdır kullanılmaya devam ediyor. Yani, problemin kaynağı bu sistem ve yapı. Böyle olunca yine Başbakanın “Kurumlar arası çatışma yok. Kurumları temsil edenlerin gönül dünyalarında çatışma varsa onu bilemem” sözleri, hem bu temel gerçeği ya göremediğini ya da gördüğü halde ifade etmek istemediğini, hem de sebep ve gerekçesi ne olursa olsun, olayı yine kişiselleştirerek yanlış yaptığını ortaya koyuyor. Kaldı ki, aynı Erdoğan’ın sık sık bürokratik oligarşiden yakındığı ve bu çerçevede evvelce “Ciğerimize kadar kan kusturuyorlar” diyerek yaka silktiği yargıya itiraz ve isyanını “Yasama ve yürütme sizin kuşatmanız altında” çıkışıyla bir kez daha seslendirdiği unutulmuş değil. Eğer kurumsal çatışma yok idiyse, bu feveranlar niye? Türkiye’nin ihtiyacı, kurumların başında kim olursa olsun ve gönüllerinden ne geçerse geçsin, bunların işleyişi olumsuz yönde etkileyemeyeceği ve de hepsinin uymak mecburiyetinde olduğu sağlam bir sistem. Sıkıntı bunun yokluğundan. Bu sistemin dayandırılacağı esaslar evrensel hukuk ve demokrasi prensipleri. Kurumların görev tanımlarının bunlara göre yapılıp, uygulamanın da bu çerçevede şekillendirilmesi gerekiyor. Bu yapılmadığı, özellikle asker-sivil ilişkileri demokrasiye uygun hale getirilmediği ve esaslı bir yargı reformu hayata geçirilmediği müddetçe, Gül’ün sözü temennî olmaktan öteye gitmez. Ve bürokratik oligarşi de, Meclis ve hükümet üzerindeki yargı kuşatması da bertaraf edilemez.
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (17.03.2010) - Başbuğ’un ikilemi (14.03.2010) - Yeni ibret dersleri (13.03.2010) - AB’siz demokrasi? (12.03.2010) - Atatürk vizyonu mu? (11.03.2010) - Osmanlılık ve Atatürk |