Yasemin YAŞAR |
|
HARAM YEMEK |
Cenâb-ı Hak sayısız nimetler vermiş ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Bunlardan ancak az bir kısmını yasaklamıştır. Âyet ve hadislerin ortaya koyduğu hükümlerle yapılması kesin olarak yasaklanan şeylere haram denir. Haramları tayin eden Allah’tır. Fakat netice itibariyle bakıldığında da Allah’ın haram kıldıkları gerçekten insan için zararlıdır. Haram kılınan şeylerin arkasında birçok hikmet bulunmaktadır. Haramlar insana maddî ve manevî zararlar getirebilecek kapılar hükmündedir. Hiç kimse, helâlleri haram, haramı da helâl yapamaz. Kur’ân- Kerim’de de bu hususta pek çok ihtar bulunur. Bundan başka hadis-i şeriflerde de bu mesele hassasiyetle vurgulanmıştır. Resul-i Ekrem (asm) bir hadislerinde şöyle der: “İbadet on parçadan müteşekkildir; bu on parçanın dokuzu helâl rızkın aranmasındadır.” Mü’min harama düşmeme konusunda azamî dikkat göstermelidir. İnsan kalbine akıp gelen kan, helâl rızkın ürünü ise, onunla hem maddî kalp, hem mânevî kalp sağlıklı olacaktır. Necis kanın deveranı ile meşgul olan bir kalp, bozulmaktan kurtulamayacaktır. Bu mesele ile ilgili İbrahim Hakkı, Marifetnamesinde şöyle söyler: İnsanın fiilî hareketleri yeme içmesine göredir. Eğer haram yerse, hareketleri ve sözleri harama yönelir. Helâlinden fazla yerse, söz ve hareketleri lüzumsuz ve yersiz olur. Dolayısıyla haramlar kalbi katılaştırır ve ibadetlerdeki huzur ve huşuyu alır. Özellikle de, teheccüd ve gece namazındaki tembelliğin asıl sebeplerinden birisi de, haram lokma olduğu söylenir. Bediüzzaman, bu mesele ile ilgili Mesnevî-i Nuriye’de şöyle bir tesbitte bulunur: “Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa doymuyor. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde göz bir saçı kaldıramadığı gibi, o letâif bir saç kadar bir sıkleti kaldıramıyor. Yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazen sönüyor ve ölüyor. Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letaifini onda batırma.” Haram lokma duâların bile kabulüne manidir. Resûlullah bir hadis-i şeriflerinde, “Dualarınızın kabul olmasını istiyorsanız, helâl lokma ile besleniniz! Çok kimse vardır ki, haram yer, haram giyinir, sonra da ellerini kaldırıp dua eder. Böyle birinin duası nasıl kabul olunur?” Sahabeler bu konuda o kadar titiz davranmış ki, şüphelendikleri zaman, ellerini boğazlarına atarak kusmuşlardır. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) “Vücudunda bir tek haram lokma bulunan bir kimsenin ancak Cehennemle temizleneceğini söylemiştir.” Mevlânâ, “İlim de, hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da, merhamet de helâl lokma ile meydana gelir. Bir lokma haset ve hileyi, cehalet ve gafleti, kin ve adaveti netice verirse, bil ki o haram lokmadandır. Kalbe ekilen tohumlar ne ise, ürün de o olacaktır.” Helâl lokmanın iffetle de çok alâkası vardır. Helâl yiyecek azalırsa, marifet ve hakikat kaybolur. Bir mânâsıyla hikmet olan marifetin kaybolması, şehvet ve gadabın bozulmasını netice verir. Gayr-i meşrû yollarla gelen kazançlar çocukları da gayr-i meşrû yollara sevk edecektir. Dolayısıyla zamanın değişmesi, asrın başkalaşması, herkesin öyle olması hakikî Müslümanları etkilemez. Büyük zatlar, haramla beslenen anne babaların çocuklarının mânevî yapısının bozulabileceğini söylerler. İmam-ı Gazali, haram yiyen bir kadının sütüyle beslenen çocuğun, ileride habis şeylere ve çirkin işlere meyledeceğini söyler. Anne ve babaların damarlarındaki bir parça haram, çocuğun muvakkat veya müebbed kayma sebebi olabilir. Ebû Vefa Hazretleri, kendi hayatından bir kesitle bu meselenin önemini anlatır. Ebu Vefa Hazretlerinin oğlu, sürekli elinde bir çuvaldızla dolaşmaktadır ve su tulumlarını delmektedir. Konu komşu bir süre sonra babası olan hazrete durumu bildirirler. Ebu Vefa buna çok üzülür ve eşine gider, bu durumun sebebinin, ikisinden birinin olduğunu söyler. Hamileyken yanlış bir hareketi olup olmadığına dair düşünmesini ister. Hanım düşünür ve şöyle söyler: “Çocuğun doğmasından birkaç ay evvel komşuya gittim. Orada portakal ve nar gördüm. Canım çekti, isteyemedim. Ben de komşu görmeden elimdeki örgü tığını meyvelere saplayıp saplayıp ağzıma götürdüm.” der. Ebu Vefa Hazretleri bunu duyunca, “İşte tığını meyveye saplayıp birkaç damla da olsa, izinsiz ve haram olan meyve suyunu tatman, evlâdımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti. Şimdi Allah’a dön ve af dile, komşundan da helâllik iste” der. Bir süre sonra çocuğun içine bir pişmanlık gelir ve bir daha böyle bir şey yapmayacağına dair kendi kendine söz verir. Hâsılı ibadetlerin muteber, duâların makbul, çocukların salih olması ve mânevî hayatın sağlıklı olması için helâl dairesinden ayrılmamak gerekir.
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Ulu Cami’de, Bediüzzaman’a Fatiha okumaya bekliyoruz! |
Memleketimizin dört bir tarafında ulucamiler çoktur, Allah’a şükür. Ama, “ulucami” denildiğinde akla gelen ilk şehrimiz de Bursa’dır her halde. Bundan on sene kadar önce, bir günde üç vilâyetteki (Bursa, Diyarbakır ve Mardin) ulucamilerimizde namaz kılmayı nasip etmişti Cenâb-ı Hak. Ondan dolayı, Anadolu’nun muhtelif şehirlerindeki ulucamilerimizi de biliriz. Tabiî, bizim ulucamiden bahsetmemizin en büyük sebebi de malûmunuz, ecdat şehri, Osmanlı’nın ilk başşehri olan ve Üstadımızın “İslâmiyet gömleğini yırtmamış” diye, medhettiği Bursa’mızda; Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri için okutulacak mevlidden dolayıdır. Geçen sene ilk defa yaptığımız ve Allah nasip ederse an’ane, gelenek haline getireceğimiz mevlidin bu sene ikincisini, Üstadımızın “nevruz-i sultânî” dediği, ilkbaharın başlangıç gününde, 21 Mart 2010 Pazar günü yapacağız İnşâallah. Bugün, bizim şahsımız için de bir özellik arz ediyor ayrıca. Çünkü, bugün bizim doğum günümüz. Yani “mevlid” ismiyle müsemmâ bir gün. Bediüzzaman mevlidlerinin bir sembol olduğu bilinmektedir. Bu vesile ile; yıllardır görüşemeyen veya gıyâben birbirini tanıyıp da, müşerref olmamış kimselerin de şereflendiği mekânlar oluyor mevlid yapılan camiler. Adeta cennetî bir hâlet ile hallenen kardeşlerimizin oralarda birbirine sarılıp, muhabbetle kucaklaşmaları, sohbet etmeleri, görülmeye değer. Bizim bu mevlidlere ilk iştirak edişimiz, 1974’te Urfa ile başlayıp; Van, Isparta ile 12 Eylül 1980 hareketine kadar devam etmiş, ondan sonra inkıtaaya uğrayan ve meşhur Ankara Kocatepe Camii ile kesildiği yerden başlayarak devam etmiştir. En son da işte bu Bursa Ulucami mevlidimize geçen sene iştirak ettik şükürler olsun. Bu sene tekraren ve devamında da her sene, Üstadın vefat günü olan 23 Mart gününe yakın uygun tarihlerde yapılacak olan “Bediüzzaman Mevlidi”ne siz aziz kardeşlerimizi bekliyoruz. İnşâallah, dâvetimize icabet ederek; başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün peygamberlerin, sâir büyük zatların ve vefat etmiş Risâle-i Nur Talebeleriyle, hâssaten de Üstad Bediüzzaman’ın aziz ruhlarına ithaf edilecek, onlara Fatihalar göndereceğiz buradan. Bizden dâvet etmesi, sizlerden de “Dâvete icabet sünnettir“ deyip, iştirak etmeniz olacaktır. Bekliyoruz…
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Kalabalık aileye dönen Amerikalılar |
Türkiye çekirdek aileye doğru gidip, yaşlıları huzur evlerine ya da kendi başlarına kalacakları evlere terk ederken, Amerikalılar ikiden çok kuşağın bir arada yaşadığı geniş aile tipine doğru kayıyor. PEW Araştırma Merkezinin Amerika’da yaptığı geniş çaplı araştırmaya göre; 2008 yılı itibariyle 49 milyon kişi (nüfusun yüzde 16,1’i) en az iki kuşak aynı evde birlikte yaşıyor. Bu Amerika’nın modern tarihinde bir rekor. Bu sayı 1940 yılında yalnızca 32 milyon idi. 1980’li yıllara kadar çocukların büyüdüğünde evi terk ettikleri, yalnızca yılbaşı ya da yaz tatilinde ziyarete gelmeleri, dedeler ve ninelerin huzurevlerine ya da kendi eski evlerine yerleştirildikleri bir aile tipi egemendi. Araştırma Projesinin yöneticisi Paul Taylor’a göre; “Amerikalıların kültürel normları değişti’. Artık 25-34 yaş arası beş Amerikalıdan biri ile 65 yaş üstü beş Amerikalıdan birisi, anne ve babadan oluşan çekirdek aile ile birlikte aynı evde yaşıyor. Peki neden? Amerikalılar ataerkil aile tipinin çocuklarının eğitimi ve yetişmesine çok yararlı katkılar sağladığını mı keşfettiler? Yoksa yaşlılara saygı ve hizmetin önemini mi idrak ettiler? Maalesef sebebi bunlar değil. Araştırmaya göre; Amerikalıların ikiden çok kuşak halinde aynı çatı altında yaşamaya başlamasının sebepleri; aniden yükselen işsizlik, çok sayıda ev sahibinin kredi taksitlerini ödeyemediği için evlerini kaybetmesi, yaşlı nüfusun hızla artması, nüfus içinde göçmenlerin oranının artması ve ilk evlilik yaşının yükselmesi. Gençler iş bulamıyor. Orta yaşlılar ev kredilerini ödeyemiyor. Yaşlıların emekli maaşları geçinmelerine yetmiyor. İlginç olanı; küresel krizle birlikte bir yılda 2,6 milyon insanın daha bu çok kuşaklı evlerde yaşamaya başlaması. Halen 23,1 milyon kişi üçten fazla kuşağın birlikte olduğu evlerde yaşıyor. Bu kafileye Başkan Obama’nın kayınvalidesi Marian Robinson da katıldı. O da Beyaz Saray’a taşındı. Bu arada Amerikalılar geç evlenmeye başladılar. Erkeklerin evlenme yaşı 28’e, kadınların evlenme yaşı ise 26’ya yükseldi. Bunda işsizliğin payı büyük. 2009 yılında 18 ila 29 yaş grubu gençlerin yüzde 37’si işsiz. Onun için çoğu ailesinin yanında yaşamayı tercih ediyor. Bu işten en çok kim memnun biliyor musunuz? 65 yaş üstü yaşlı ebeveyn. Tek başına yaşamak onları ailesiyle birlikte yaşamaya göre daha sağlıksız ve mutsuz kılıyor. O yüzden bu çok kuşaklı yeni aile yapısı en çok onları mutlu etti. Yani krizin kârlısı onlar. Ama olumlu bir gelişme de, Amerikan toplumunun yüzde 56’sı, kendileriyle yaşamak isteyen büyüklerini eve almanın “ailevî bir sorumluluk” olarak görmeye başlaması. Bu durum, yaşlı kuşağı büyük ölçüde huzurevlerine hapseden ve yalnızca üç haftalık Noel tatilinde yanlarına gelmesi bile büyük sosyal sorunlara sebep olan İngiltere’ye göre tam bir zıtlık oluşturuyor. 2007 yılında dörtyüzbine yakın 65 yaş üstü insanın bu ülkede evinden hiç çıkmadığını öğrenmiştim oradayken. Umarız bu küresel krizden Amerikan toplumu için hayırlı bir sonuç doğmuş olur. Umarız geleneksel değerlerine gençlerden daha fazla sahip çıkan yaşlıların, gelecek kuşakların yetişmesindeki önemini biz de daha çok idrak ederiz. Zira; Amerika çok kuşaklı aileye yeniden dönerken, bizler köylerde kasabalarda bıraktığımız anne ve babalarımızdan uzakta, nohut oda bakla sofa evlerde çekirdek aile halinde yaşamaya heves ediyoruz. Çocuklarımızı büyüklerimizin bilgeliği ve eğiticiliğinden yoksun bırakıyoruz. Amerika’daki bu yeni trendin ülkemize de Batının modası olarak kısa sürede gelmesini diliyoruz.
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İyi ihtilâlci, kötü ihtilâlci |
Son aylarda ortaya çıkarılan darbe plan ve iddiaları bir anlamda ‘turnusol kâğıdı’ vazifesi de gördü. Darbelerin tamamına karşı olmak gerekirken, maalesef; “Benim darbem iyidir” anlayışıyla bazı darbelere sahip çıkılıyor. ‘Fıkra’ gibi insanları güldüren ve düşündüren nokta ise, ‘fiilî darbe olmadığı, dolayısı ile plan yapanların suçlu olmadığı’ şeklindeki iddia. İyi de zaten ‘plan’lar fiiliyata dökülüp darbe yapıldıktan sonra çare bulmak mümkün mü? Türkiye’nin yapmaya çalıştığı ve bugüne kadar yapamadığı şey, darbecilerle, ihtilâlcilerle hesaplaşamamak olmuştur. Her darbeden sonra iktidara gelen siyasetçiler bu konuyu gündeme getirmişler, ama çeşitli sebeplerle bu hesaplaşma olamamıştır. Tabiî ki bahsettiğimiz hesaplaşma kanun önünde olması gereken hesaplaşmadır. Yoksa, darbecilerle sandıkta hesaplaşma yapılmakta ve her defasında da darbeciler hezimete uğramaktadır. Bu durum Türkiye’nin darbecileri desteklemediğini ortaya koyar. Fakat darbecilerde insaf ve iz’an olmadığı için her defasında millet için ‘darbe’ yaptıklarını iddia ederler. “Memleket uçurumun kerarındayken” onu kurtarırlar! Türkiye ve dünya şartları artık darbelere müsaade etmiyor. Bu sebeple darbe planları uygulama safhasına konulmadan deşifre edilebiliyor. Bu gelişmeler elbette hayra alâmet, ama uzun vadede darbecilerle hukuk önünde hesaplaşmadan Türkiye’nin sıkıntılarını geride bırakması da mümkün değil. Hiç kimse bu hesaplaşmayı ‘şahsî hesaplaşma’ olarak da görmemeli. Bundan sonra daha demokrat ve daha hür bir ülke olmak istiyorsak bu hesaplaşma yapılmalıdır. Çünkü darbe sebebiyle milyonlarca insan mağdur olmuş, bir o kadarı da çeşitli şekillerde haksızlığa uğramıştır. Bunların hesabı sorulmalı değil midir? Köklü olmasa da kısmî bir anayasa değişikliği yeniden gündeme geldi. Bu değişiklik gerçekleşebilirse 12 Eylül ihtilâline imza atanların kanun önüne çıkarılması ve hesap sorulması mümkün olacak. Şu ana kadar bunu yapmak mümkün değildi, çünkü yürürlükteki ihtilâl anayasası darbecileri koruyordu. Hakikaten insanın havsalası almıyor: Darbeciler darbe yapıyor, kendilerine uygun bir anayasa hazırlıyor ve yaptıklarının suç olduğunu bildikleri için anayasadaki bir madde ile kendilerini de korumaya, garantiye alıyor. Neymiş? Darbe döneminde yapılanlardan sorumlu tutulamazlarmış! Hadi darbeciler böyle bir maddeyi anayasaya koydu ve millete de zorla kabul ettirdi. Ondan sonra gelen siyasî iktidarlar niçin ilk fırsatta bu maddeyi değiştirip darbecilerden hesap sorma yoluna gitmedi? Darbenin üzerinden neredeyse 30 yıl geçti, darbeciler hâlâ anayasanın koruması altında. Darbe yapanları anayasa ile koruyan bir ülkede, yeni darbe planları yapanlar azalır mı? Azalmaz ve nitekim azalmadı da. Açık ya da gizli şekilde müdahaleler hep devam edip bu günlere gelindi. Uluslar arası şartların da değişmesiyle yeniden gündeme gelen anayasa değişikliğinin gerçekleşmesini temenni ediyoruz. Anayasadaki ilgili maddeler değişsin ki, darbecilere hesap sorulabilsin. Darbecilere kanun önünde hesap sorma devri başlatılmış olursa, yeni darbecilerin ortaya çıkması da engellenebilir. Aksi halde darbe heveslileri kendilere “anayasal destek” bulmuş olur ve Türkiye’nin başına yeni çoraplar örmeye devam eder. Tez elden darbe anayasından kurtulalım ki darbe hevesi olanlar da buna cesaret edemesin...
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“Televizyonları kapatıp kitap okuyalım” |
Ne güzel bir slogan… Televizyon kanalları haftanın her günü insanları televizyon karşısına esir etmenin yolunu dizilerle buldu. Yapılan araştırmalar insanların saatlerce televizyonun başından kalkmadan dizi müptelâsı olunduğunu gösteriyor. Yapılan bir ankete göre Türk halkının yüzde 29.6’sı günde en az 5 saat televizyon izlerken, yüzde 25.3’ü en az 3 saat, yüzde 19.1’i en az 2 saat, yüzde 17.3’ü ise 5 saatten fazla televizyon izliyor. Yani, 100 kişiden 17 kişi günde 5 saatten fazla televizyon başında zamanını geçiriyor. Ne kadar vâhim bir tablo… Van’da Beyüzümü İlköğretim Okulunca örnek bir kampanya düzenlenmiş. “Televizyonları kapatalım kitap okuyalım kampanyası”… Bu kapsamda Beyüzümü Mahallesi sakinleri her akşam televizyonlarını 1 saat kapatarak kitap okuyormuş. Hem de televizyonların en çok izlendiği saat olan 19.00-20.00 saatleri arasında. Yine, Namaz Gönüllüleri Platformu’nun “Haftanın belli akşamları televizyonları kapatıp, yarım saati Kur’ân okumak için ayıralım, ikinci akşam, Peygamberimizin hayatını anlatan siyer kitabı okuyalım, üçüncü akşam ibadetlerin nasıl yapılacağını anlatan bir ilmihal okunsun” kampanyası ile Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun “Akşamları yarım saat televizyonu kapatın, Kur’ân bilen ev halkı okusun. Evde Kur’ân bilmeyen var ise ses kayıtlarından yardım alsın” sözünü eklersek okuma alışkanlığı kazanmaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu görmüş oluruz. Bir sendikanın geçen yıl yaptığı bir çalışmada ortaya çıkan tablo da bunu ispatlıyor. Kitap okuma alışkanlığı sıralamasında 173 ülke arasında Türkiye 86. sırada yer alıyor. Araştırmada, Türkiye’de bir kişinin kitap okumak için ayırdığı zamanın; 300 katını bir Norveçli, 210 katını bir Amerikalı, 87 katını bir İngiliz ayırıyor. Ders ve okul kitapları hariç ABD’de yılda 72 bin kitap basılırken, Rusya’da 58 bin kitap, Japonya’da 42 bin kitap, Türkiye’de ise 7 bin kitap basılıyor. Bir Japon’un yılda ortalama 25, İsviçreli’nin 10, bir Türk’ün ise 10 yılda ortalama ancak 1 bir kitap okuduğu ortaya çıkmıştı. Burada küçük bir not düşelim. Gazetemizin Ankara temsilciliğini ziyaret eden Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka, “Ben sizin gibi okuyan ve düşünen gruplar sayesinde bu imajın düzeleceğine inanıyorum” diyerek Risâle-i Nur okuyucularını bu sıralamadan ayrı tutmak gerektiğini vurgulamıştı. Burada birkaç tavsiyemizi başta kendimiz olmak üzere siz okuyucularımıza iletmek istiyoruz: “Çocuğunuz muhakkak sizi ve diğer aile bireylerini kitap okurken görmelidir. Çocuğunuza her fırsatta kitap hediye etmeye çalışmalıyız. Her çocuğun odasında bir kütüphanesi olmalı. Çocuklarımızı kitap fuarlarına ve kütüphanelere götürmeliyiz. Evimize her gün mutlaka bir gazete almalıyız. Çocuğunuza harçlık verirken ‘Şunu da kitap almak için biriktir’ demeliyiz. Çocuklarımızla birlikte kitap saati koyup ve o saatte kitap okumalıyız…” ««« AKM’YE KİTAP FUARINA BEKLİYORUZ Bu vesileyle, bugün başlayan ve 28 Mart’a kadar Ankara AKM’de devam edecek olan kitap fuarını hatırlatalım. Kitap okuyucularını 20-28 Mart tarihlerinde 10.00-20.00 saatleri arasında Yeni Asya Neşriyat standında bekliyoruz. Stantta kitaplar yüzde 30-35’lere varan indirimlerle okuyucunun istifadesine sunulacak. Yeni çıkan kitaplarımızla birlikte özellikle yeni tanzimli Risâle-i Nur Külliyatını alabilmek için bütün “kitap okuyucularını” bekliyoruz. ««« BİR MEKTUP… Yazımızı bu konuda mail gönderen Abdüssamed Temel isimli okuyucumuzun ifadeleri ile bitirelim: “Okumak, aklı ve kalbi okuduklarıyla dokumak ve ömür sermayesini hak ettiği anlam çerçevesi içerisinde yaşamaya dokunmak. Kimi kâinat kitabıyla başlar okumaya, kimi hadiselerdeki derunî inceliklerin verdiği mesajlarla. Kimi de daha kolay bir yol olarak izlemekle bir şeyler öğrendiği zannıyla okumaya çalışır! “Sanal âlemdeki hızlı gelişmeler insanlar arasında büyük kuşak farklılıklarına neden olmuştur. Çocuğa “En çok anne babanla mı yüz yüzesin yoksa tv ve bilgisayar monitörü ile mi?” diye sorduğumda vahim cevap ortaya çıkıyor: “Tv ve bilgisayar!” Genç; ebeveyniyle aynı çatı altında ama ayrı odaların sakinleri konumunda çağımızda. Dünyanın ana temelini oluşturan ailede şahsiyetler beraber oturup günün değerlendirmesi, yarının planlanması üzerine fikir alış verişinde bulunmaktan çok uzaklar. Bunun değişmesi için haftada bir de olsa televizyon ve bilgisayarın kapatılıp kitapların açıldığı yuvalar kurulmalı. Kitaplarla konuşma, kitap üzerine konuşma ve hayata dair kitabî okumalar… Herkesin ruhundaki arayışın isabetli buluşmalara sahne olmaya vesile olacak çare; ciddî okumalar, ciddî eserlerle beslenmedir…” Ne mutlu televizyonunu yarım saat kapatıp kitap okuyanlara… Kampanyaya desteği bugünden başlatmaya ne dersiniz…
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“O kadar”mı? |
Cumhurbaşkanı Gül, mâlûm gelişme ve tartışmaları sona erdireceğini düşündüğü formülü şu ifadelerle dile getirmiş: “Her kurum, kendi içerisinde yanlış yapanı ayıracak, alacak, kenara koyacak. O kadar...” Ne kadar yalın ve basit bir çözüm, değil mi? Ama tatbiki, söylemek kadar kolay değil. Olsaydı, senelerdir vaktimizi, enerjimizi ve kaynaklarımızı tüketen iç sürtüşmeler olmazdı. Şimdiye kadar olamadı ve halen de olamıyor. Çünkü neyin doğru, neyin yanlış olduğunda, kurumlar arasında bir uzlaşmaya varılmış değil. Genelkurmay Başkanının, özel olarak karargâha davet ettiği gazetecilere, kurmaylarıyla birlikte verdiği tartışmalı mesajlar bunun son örneği. Org. Başbuğ, hakkında iddianame düzenlenip dâvâ açılan 3. Ordu Komutanı için “Arkasındayız” diyerek yargıya müdahale etmiş olmadı mı? Bu yanlış değil mi? TSK’nın en tepesindeki kişinin yapması, bunu yanlış olmaktan çıkarır mı? Gül’ün söyleyip geçtiği “ayırıp alma ve kenara koyma” yaptırımı bu olayda nasıl uygulanacak? Peki, yine Başbuğ’un “Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarda üst rütbeliler bırakılıyor, alttakiler tutuklanıyor” şeklinde oluşan algıyla ilgili olarak basına Askerî Ceza Kanununun “Ast-üst münasebetlerini zedelemek suçtur” diyen ve ihlâline 3 ilâ 6 yıl arasında hapis cezası öngören 95. maddesini hatırlatarak “aba altından sopa” göstermesi de bir başka vahim yanlış değil mi? Askere sivil yargı yolunun açılmaya çalışıldığı bir süreçte, artık çoktan geride kalmış olması gereken, sivilleri ve dahası basını askerî yargının önüne çıkarma niyetini açığa vurur tarzda Askerî Ceza Kanunu ile korkutmanın anlamı ne? Ve bu fâhiş yanlışın da bir yaptırımı yok mu? Gül bu soruların da cevabını verir mi? Başbakan Erdoğan da Gül’ü tamamlarcasına “Her kurum tanımlanmış görev alanı içerisinde hareket ederse problem kalmaz” demiş. Bu da, Gül’ünki gibi söylem olarak doğru, ama uygulamada bir türlü hayata geçirilemeyen bir kural. Ve bunun önemli sebeplerinden biri, kurumların görev tanımlarının evrensel demokrasi ilkelerine göre net çizgilerle yapılmamış olması. Tam tersine, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” prensibine 27 Mayıs anayasası ile konulan “Millet bu hakimiyetini yetkili organlar eliyle kullanır” kaydının geçerliliğini hâlâ sürdürmesi. Birtakım bürokratik kurumlara milletin vermediği, ama onun adına darbecilerin bahşettiği yetkiler yarım asırdır kullanılmaya devam ediyor. Yani, problemin kaynağı bu sistem ve yapı. Böyle olunca yine Başbakanın “Kurumlar arası çatışma yok. Kurumları temsil edenlerin gönül dünyalarında çatışma varsa onu bilemem” sözleri, hem bu temel gerçeği ya göremediğini ya da gördüğü halde ifade etmek istemediğini, hem de sebep ve gerekçesi ne olursa olsun, olayı yine kişiselleştirerek yanlış yaptığını ortaya koyuyor. Kaldı ki, aynı Erdoğan’ın sık sık bürokratik oligarşiden yakındığı ve bu çerçevede evvelce “Ciğerimize kadar kan kusturuyorlar” diyerek yaka silktiği yargıya itiraz ve isyanını “Yasama ve yürütme sizin kuşatmanız altında” çıkışıyla bir kez daha seslendirdiği unutulmuş değil. Eğer kurumsal çatışma yok idiyse, bu feveranlar niye? Türkiye’nin ihtiyacı, kurumların başında kim olursa olsun ve gönüllerinden ne geçerse geçsin, bunların işleyişi olumsuz yönde etkileyemeyeceği ve de hepsinin uymak mecburiyetinde olduğu sağlam bir sistem. Sıkıntı bunun yokluğundan. Bu sistemin dayandırılacağı esaslar evrensel hukuk ve demokrasi prensipleri. Kurumların görev tanımlarının bunlara göre yapılıp, uygulamanın da bu çerçevede şekillendirilmesi gerekiyor. Bu yapılmadığı, özellikle asker-sivil ilişkileri demokrasiye uygun hale getirilmediği ve esaslı bir yargı reformu hayata geçirilmediği müddetçe, Gül’ün sözü temennî olmaktan öteye gitmez. Ve bürokratik oligarşi de, Meclis ve hükümet üzerindeki yargı kuşatması da bertaraf edilemez.
20.03.2010 E-Posta: [email protected] |