Nurullah AKAY |
|
Haydi dar dairemize dönelim |
Yaşamamız için en çok muhtaç olduğumuz havadır. Çünkü neredeyse saniyede bir havayı teneffüs etmeye ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu sebeple denilmiştir ki, insanların bir nefes için iki kere Allah’a şükretmesi gerekir. Birincisi aldığı nefes için, ikincisi verdiği nefes için. Çünkü nefes almak ihtiyaç olduğu gibi nefes vermek de hayatî bir ihtiyaçtır canlılar için, bilhassa biz insanlar için. Bu dünya hayatında rahat yaşamamız için en çok ihtiyaç duyduklarımızı en ucuz bir şekilde elde edebiliyoruz. Meselâ her an ihtiyaç duyduğumuz havayı para ile almak zorunda kalsaydık bunun ağır yükü altından kalkamazdık. Meselâ su havadan sonra en çok ihtiyaç duyduğumuz bir madde. Diğer gıdalarla kıyaslandığı zaman suyun da oldukça bize ucuz verildiğini görebiliyoruz. Kâinatın Büyük Yaratıcısı olan Rabbimizin bizlere ne kadar büyük nimetler verdiğini, bize ne kadar merhametli davrandığını hayatımız için meydana getirilen kolaylıklardan anlayabiliriz. Yaratılan varlıklardan en güzel bir şekilde yaratılmak, dünya hayatının yaşatılması için en güzel bir şekilde imkânlar sunulmak, varlıkları idare edebilecek kabiliyetlere sahip kılınmak nimetlerini aklı başında olan şuur sahibi insanlar inkâr edemezler. Her nefes alış, her bakış, her duyuş, her hissediş binler şükürler gerektirirken, insanoğlu bunu ne kadar yapabiliyor? Kul olmak için yaratılan, şükür için en şerefli mahluk haline getirilen, yaratılan harika sanatların Büyük Sanatkârını anlayabilecek bir akıl ve şuura sahip kılınan insanoğlu kendisine düşeni, asıl görevlerini ne kadar yerine getirebiliyor?.. Devletler, milletler veya sınıflar muharebeleri insan olarak çok değerli kılınan bir varlığı asıl görevinden uzaklaştırmak için birer gerekçe olmaktadır ne yazık ki... Şu bir gerçektir ki, sadece dünya hayatıyla ilgili olan gelişmeler, içinde yaşadığımız asırda daha fazla insanlığı meşgul etmektedir. Bu durum işimizi zorlaştırmakta, bizlere yeni görevler tevdi etmektedir. Dünyanın her tarafında meydana gelen olayları takip etme imkânıyla kârlı olduğumuzu sanıyoruz. Oysa zihnimizde olabildiğince bilgi kirliliklerine sebep olan haberler aslında bizleri asıl üzerinde kafa yormamız gereken meselelerden uzaklaştırıyor. Hayatımızın en önemli varlığı olan değerlerimizi düşünemez hale geliyoruz. Her an şükrü gerektiren nimetlerin fiyatını vermekten uzak kalıyoruz. Büyük bir sanat eseri olarak yaratıldık. Elbette o Büyük Sanatkâr bizi başıboş bırakmaz. O, sonsuz ilmiyle, sonsuz kudretiyle bizleri her saniye takip etmektedir. İşte bunu hiç unutmamamız gerekir. Dünyanın geniş dairelerinde meydana gelen olaylar hakkında bilgi sahip olmak bizi kurtarmayacak. Bu bilgiler insanlığımıza bir şeyler katamayacak. Dar dairemize dönmemiz gerekir. Dünyamıza sığınmamız gerekir. En küçük ihtiyacımızın giderilmesindeki yüce Kudretin işleyişini tefekkür etmemiz lâzım. Nefesten kârlar elde etmek için, bakışlardan Cennet manzaralarına ulaşabilmek için, duygularla ebedî güzelliklere istihkak kesbetmek için dönmemiz gerekir dairemize. Rabbimiz hep bizi gözlüyor. O bizi bir imtihan meydanına atmış. O bize sayısız işaretler göstermiş. O rızası dairesine bizleri davet ediyor. O bizi şeytanlara karşı uyarıyor. O, örnek insan Habibiyle (asm), hakikatler menbaı Kelâmıyla bizi sevdiğini söylüyor. Hayatın her ânında bizi bizden daha çok düşündüğünü gösteriyor. İnsanı insan olmaktan çıkaran âsîlik, insan olmaktan uzaklaşmışlık, fena ve fani şeylerle aldanmışlık insanlığı telafisi mümkün olmayan tehlikelere atıyor. Bize lâzım olan günümüzün kârıdır. Günlerimiz mânevî ticaret için bizlere imkânlar sunmaktadır. Gerçek zevkler bizi mânevî dünyada beklemektedir. Sahte güzellikler, zehirli ballar, yalancı cennetler bizi aldatmamalı. İnsanoğlu gerçeklere lâyıktır. İnsanoğlu ebedî hayatta ebedî saadeti yaşamaya lâyıktır. Unutmayalım ki, ebedî hayat ve saadet, fena ve fani karartıların çok olduğu bu dünyada kazanılacaktır. Gerçekte insanlığın en büyük meselesi budur işte: Ya ebedî saadet kazanılacak veya bu büyük fırsat kaybedilecektir... 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Üç rahmet müşahedesi |
Karşı komşumuzun küçük kızının ağlayışı yürek dağlayıcıydı… Gönlünden yükselen hüzün haykırışlar, çok büyük ayrılış, çok büyük kopuş, çok büyük uzaklaşmayı haber veriyordu; annesi alt kata veya üst kata komşuya gitmişti! O kısa ayrılık küçük yüreğinde derin derin “Anne gitti, anne gitti” dedirtiyordu ona… Rahimden kopuş, Rahmetten uzaklaşma bir “an” bile olsa ne büyük firak, ne dayanılmaz ızdırap, ne büyük keder… Annelik… Rahmet güneşinden bir şuâ, bir ışık; bütün yeryüzünü, bütün yüreği kaplıyor, onsuzluk ağlatıyor, peşinden koşturuyor… Çocuk saflığı rahmeti nasıl da belirgin anlıyor ve algılıyor; firakına dayanamayıp ağlıyor, yetmedi peşinden gidiyor… Şüphe okları, günah kirleriyle kalpleri kararan biz büyükler, Rahmet nazarın bizden uzaklaşmasına sebebiyet verecek cürümleri nasıl işliyoruz ve de sonra tövbe edip ağlamıyoruz? Caddede yürüyen bir başka kız çocuk annesinin elinden tutmuş yürüyor; yüreğinden yüzüne mutluluk, tatminlik, sevinç, huzur, tevekkül akıyor… Çünkü eli emin bir eli tutuyor, Rahmetle irtibatını kesmemiş, ona bağlanmış, ona dayanmış, onu vekil edinmiş, o nereye götürürse oraya gidecek, onun iyi yere götüreceğine sağlam iman etmiş, tam tevekkül etmiş… Kalabalık, karmaşa, gürültü onu hiç ilgilendirmiyor; nereye gideceğini de düşünmüyor, yaptığı sadece Rahmet ele iyi tutunmak, ondan uzaklaştıracak yaramazlıklar yapmamak… Rızkı da garanti altında, diğer elinde Rahmetin ona uzattığından yiyiyor, ne gam, ne keder, ne telaş, ne koşuşturmaca… Ömrünü bunun telaşıyla telef etmiyor, yaptığı Rahmet bağını sağlam kurmak ve bağı gevşetmemek… Masumluk, Rahmet hazinelerini tattıran ve hayatı tatlandıran ne büyük bir hazine; günahlar, zanlar, zulümler ne büyük kayıp, Rahmetten uzaklaştıran ve koparan ne büyük bir kaybediş… Dünya hâkimiyeti senin olsa ne yazar, günahtan başka? Masumlar hürmetine bizi de sana tam inanan, tam tevekkül edenlerden eyle Ya Rahman ü Rahim. Bir başka Rahmet manzarası; otobüsten inen ninenin torunuyla kavuşması, birbirlerine sarılışı, öyle Rahmet tecessümü ki tebessüm ettiriyor izleyenleri… Perdesiz görüşme, aracısız kelâmsız konuşma, vasıtasız nazar etme; ölüm böyle bir şey mi ki? Üç Rahmet tecellisini müşahede ettiren ve saymaktan aciz olduğumuz nimetlere eriştiren Rahman ü Rahim’e, Rahmaniyetinin ve Rahimiyetinin tecellileri adedince ezelden ebede kadar hamd olsun… 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ellibin senelik yolculuğumuz |
Havva Hanım: “Dördüncü Söz’de bir kısım ehl-i takvanın bin senelik yolu bir günde, bir kısmının da elli bin senelik mesafeyi bir günde kestiği beyan edilir ve bu hakikate Kur’ân’da iki ayetin işaret ettiği belirtilir. Bu iki âyet hangi ayetlerdir?”
Bedîüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’de, namazın hayatımızdaki ehemmiyetini bir temsil getirerek izah eder. Temsili kısaca özetlemek gerekirse: Büyük bir hâkim, iki hizmetkârına, yirmi dörder altın vererek, iki aylık mesafedeki has ve güzel çiftliğine ikamet etmek için gönderir. Bir günlük yürüme mesafesinde bir istasyon vardır ve bu istasyonda araba, gemi, tren ve uçak bulunmaktadır. Herkes maddî gücüne göre binebilecektir. Bu hizmetkârlardan birisi gâyet müsriftir ve bu bir günlük yolculukta yirmi üç altınını keyfine göre harcar. Geriye tek bir altını kalmıştır; bunu da harcadığı takdirde iki aylık mesafede aç ve yayan kalacaktır. Arkadaşı bunu uyarır. Hiç olmazsa şu bir altını ile bir uçak bileti satın almasını ve yolculuktan geri kalmamasını ister. Bu temsilî hikâyeyi hakikate tatbik eden Bedîüzzaman Hazretleri, o hâkimin Rabbimiz olduğunu; o hizmetkârların biz insanlar olduğunu; o yirmi dört altının, yirmi dört saat her gündeki ömrümüz olduğunu; o has çiftliğin, Cennet olduğunu; o istasyonun kabir olduğunu; o yolculuğun Kabre, Haşre ve Ebedî Cennete kadar uzanan beşer yolculuğu olduğunu ve o tek bir altınla alınabilen uçak biletinin ise, yirmi dört saatlik bir günün ancak bir saatini işgâl eden beş vakit namaz olduğunu beyan eder. Dünyada, bir günlük yaya yolu kadar bir ömür geçecektir. Sonra kabir istasyonu!... Kabir istasyonundan sonra, iki aylık yoldan geri kalan kısmı yürümek için kollar tekrar sıvanacaktır! Asıl yolculuk burada başlamaktadır ve buradan Haşir Meydanına, oradan da Ebedî Cennete ulaşana kadar, yani Allah’ın huzuruna nail olana kadar uzun bir yolculuk bizi beklemektedir. Ve şimdi kıldığımız beş vakit namaz, bu uzun yolculukta bizim için bir uçak bileti kıymetinde olacak ve bizi, takvâ kuvvetimize göre şimşek gibi, veya hayâl gibi bir sür’atle—Allah’ın izniyle—Ebedî Cennete ve Allah’ın Cemâl’inin rü’yetine—inşaallah—ulaştıracaktır! Üstad Hazretleri bu uzun yolculuk için temsilde verdiği iki aylık sürenin karşılığı olarak, hakikatte iki rakam telaffuz eder: Birisi; bin senelik bir yol. İkincisi; elli bin senelik bir mesafe! Ve bu hakikate Kur’ân’ın, iki âyetiyle işaret ettiğini kaydeder.1 Kur’ân’da bu iki rakamı telaffuz eden iki âyet vardır. Her iki âyet de, içinde bulunduğumuz şu şehâdet âleminden, amellerimiz ve biz de dâhil, yapılan her şeyin Allah’ın huzuruna ulaşması ve Allah’ın katına yükselmesi için geçecek süreyi, bizim kabulümüzü esas alarak rakamlarla yıllara döker. Âyetlerin birisi Secde Sûresi’nde: “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip idare eder. Sonra bütün işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Allah’ın nezdinde yükselir!”2 Diğer âyet ise Meâric Sûresinde: “Melekler ve Ruh, yüksek dereceler Sahibi Allah’ın huzuruna dünya senesiyle elli bin yıl süren bir günde yükselir!”3 Müfessirler, bu âyetlerde verilen rakamlarla, Allah’ın huzuruna yükseliş mesafesinin uzunluğunun kinaye yoluyla anlatıldığı üzerinde yoğunlaşırlar. Bu görüşe göre âyetler bu rakamları telaffuz etmekle, bir mirsâd-ı tefekkür, yani tefekkür için bir ipucu vermiş olurlar ve Allah’ın huzuruna yükselişin ne kadar uzun bir yolculuk gerektirdiğini anlatmak isterler. Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu bin senelik yolu ve elli bin senelik mesafeyi “bir günde” almak için verdiği “beş vakit namaz formülü” ile, binlerle yıl sürebilecek kabir ötesi uzun yolculuğun, namazın kerâmeti ve takva kuvvetiyle kolayca aşılabileceğinin, dimağlarda bir müjde hâlinde yer bulmasını istemektedir. Cenâb-ı Hak, bu uzun beşer yolculuğunda, ellerinden tuttuğu kulları arasına cümle ehl-i imanı ilhak eylesin! Âmin!
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 27 2- Secde Sûresi, 32/5 3- Meâric Sûresi, 70/4 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yeni bir iftira furyası (1) |
Bir yandan kardeş kavgasının kanlı arenasına çevrilmek istenen Türkiye'de, bir yandan da "kardeşliğin reçesi"ni yazan Bediüzzaman Hazretlerine yönelik akılla, vicdanla bağdaşmayan iftiralar üretilmeye çalışılıyor. Evet, zaman zaman nüksettiği gibi, şimdi bir kez daha furyaya dönüşen dehşetli bir iftira kampanyasıyla karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Said Nursî'yi Şeyh Said Hadisesine bulaştırmaktan tutun, o zâtın saldırgan düşmanların ölülerine rahmet okuduğuna, hatta işgalci kuvvetlerle işbirliği yaptığına varıncaya kadar, ancak insî şeytanların aklına gelebilecek türden iftiralar üretiliyor. Bu ise, kelimenin tam anlamıyla bir fitne hareketidir. Kimi bilerek, kimi ise bilmeyerek âlet oluyor bu dehşetli fitneye… Gazetelerde, tv programlarında, yahut web sayfalarında kaynatılan bu fitne kazanı, ne yazık ki yer yer etkili olabiliyor ve safi zihinleri karmakarışık bir hale getirebiliyor. Bu sebeple, meydanı asla boş bırakmamalı… * * * Eskiden, Said Nursî'nin ismi ile Şeyh Said'in ismi birbirine karıştırılıyordu. Son zamanlarda, bu karıştırma işine İngiliz Muhibban Cemiyetinin aktif üyelerinden "Said Molla" ismi de eklendi. Oysa, bu her üç isim de ayrı ayrı şahsiyetlerdir. Üstelik, vefat tarihleri ve çalışma tarzları gibi, dine hizmet noktasındaki içtihatları da birbirinden tamamen farklıdır. Millî Mücadeleye muhalefet eden Said Molla, İngilizlere âlet olan İslâm Teali Cemiyetinde (1920) de çalışarak, kendine bambaşka bir yol çizmiştir. Lozan'dan sonra (1923), meşhûr 150'likler listesine dahil edilmiştir. Millî Mücadeleye taraftar olan Şeyh Said ise, dine muarız inkılâp hareketlerinin zuhûr ettiği Mart 1924'ten itibaren, Ankara hükümetine karşı fiilî bir kıyâm hazırlığı içine girmiştir. Şeyh Said, kıyâm için desteğini beklediği Said Nursî'den farklı bir cevap almıştır. Bediüzzaman, kardeş kanının dökülmemesi tavsiyesinde bulunmuştur. Şeyh Said, zındıka rejimine karşı 1925 Şubat'ında silâhlı başkaldırı hareketinde bulunmuş ve çok kısa bir zaman zarfında mağlup düşmüş; sonunda 47 arkadaşıyla birlikte idam edilmiştir. Said Nursî ise, aynı cereyanla fikir ve kalem metoyla mücadele etmiş ve sonunda muvaffak olmuştur. Tarihî hakikat bize açıkça gösteriyor ki, din kardeşi olan iki Said'in içtihadı ve hizmet metodu birbirinden farklıdır. Bu önemli farkı nazara vermeden konuyu işlemek, bazan cinayet işlemek kadar ağır bir suç teşkil ediyor. Hele hele, tutup kıyama iştirak etmeyen Said Nursî'nin, bu tavrından dolayı pişman olduğunu, yahut özür dilediğini söylemek, ona yapılabilecek en büyük bir iftira olduğu kadar, onun müsbet hareket dairesindeki "iman kurtarma ve kardeşliği ihyâ etme" dâvâsını da hiç anlamamak mânâsına gelir ki, maazallah... İster bilerek, isterse bilmeyerek olsun, bu giki konularda yapılan hataları düzeltme çabamız, biiznillah kesintisiz devamedecek.
(Devamı var)
Tarihin yorumu 15 Aralık 1971
İmân cihetiyle kardeş olmak...
Türk matbuat (basın–yayın) sahasında etkili roller oynamış "Sebilürreşad" markasının sahibi olan Eşref Edib Fergan, doksan yaşlarında İstanbul'da vefat etti. (15 Aralık 1971) "Türk matbuatının mücahit kalemi" olarak da bilinen Eşref Edib'in kabri Edirnekapı Mezarlığındadır. Meşrûtiyet'in ilk yıllarından itibaren yayın hayatına atılan Sebilürreşad'da, Mehmed Akif, İzmirli İsmail Hakkı ve Üstad Bediüzzaman'ın da aralarında bulunduğu münevver zatların yazıları çıkardı. İstanbul'un işgali yıllarında Sebilürreşad'ın idare merkezini Anadolu'ya taşıyan Eşref Edib, Mehmed Akif'le birlikte önce Kastamonu'ya, ardından Ankara'ya gitti. Savaş yıllarında dahi yayını devam eden bu mecmua, 1925'te Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle kapatıldı. Sahibi olan Eşref Edib de, İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak hapis cezasına çarptırıldı. Elazığ'daki cezaevinde, ayrıca maddî–mânevî büyük işkenceler gördü.
Siyaset kavşağı
22 yıl müddetle yayını yasaklanan Sebilürreşad, Millet Partisinin kurulduğu 1948'den itibaren, yeniden neşir hayatına döndü. Din–imân cephesinde bütün mü'minleri, hasseten o tarihlerde Afyon Hapishanesinde bulunan Üstad Bediüzzaman ve talebelerini cesaretle savunan Sebilürreşad, siyasî kulvarda ise milliyetçi/muhafazakâr kesimin adresi şeklini alan Fevzi Paşanın fahrî başkanlığındaki Millet Partisinin bir nevi yayın organı haline geldi. Dergi, bu partide milliyetçilerin ağırlık kazanmasının ardından, bu kez siyaseten Cevat Rıfat Atilhan'ın başını çektiği İslâm Demokrat Partisini savunmaya başlar. Sebilürreşad ve Büyük Doğu çevrelerinin birleştiği bu siyasî kulvara, Bediüzzaman Hazretleri de çekilmek istenir. Bediüzzaman ise, araya giren dostlara şu cevabı verir: "Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler imân hakikatlerini ehl–i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil. Çünkü...' (Emirdağ Lâhikası, s. 281) Sebilürreşad'ın yayını, 1966'da son bulur. Dindar bir şahsiyet olan Eşref Edib, hiçbir dönemde Demokratlara müsbet bir nazarla bakmadı. Çoğu zaman aleyhlerinde yazılar yazdı. Üstad Bediüzzaman'ın, onun gibiler hakkında "İman cihetiyle dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil" demesi, bu sebepten olsa gerek. 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Din “nasıl?” sorusunu akla havale eder |
Rûh ve bedenimize takılan harika duyu, duygu, âlet ve cihazlarla harika güzellikleri seyredip, tefekkür için şu âleme gönderildiğimiz anlaşılıyor. Dolayısıyla, “Dünya ve içindeki varlıklara hangi göz ile bakılacak, nasıl tefekkür edilecek? Faydalı ve zararlı maddeler; tehlikeli, yasak bölgeler nasıl bilinecek?” gibi hususları, insanlığın nûrânî kılavuzları olan resul, nebî, yâni elçiler ve din haber verir. Anlaşılmaz bir kitap hocasız, bir okul muallimsiz, bir ev reissiz, bir topluluk başkansız olmaz. Özellikle, mevcudât, yâni atomdan galaksilere kadar uzanan canlı-cansız varlıklar silsilesi, sayısız kitap içinde kitap, hattâ “varlıklar” adedince kütüphanelerdir. Elbette, bu denli esrar ve güzelliklerle bezenmiş, muammâ yüklü bir kitabı bize okuyacak, anlatacak bir muâllim lâzımdır. O da peygamberdir. “Gerçekten Allah, mü’minler içinde bir peygamber göndermekle bir ni’met bağışladı ki, onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları günahlardan temizleyip hayra sevk eder. Onlara Allah’ın kitabını, hikmeti ve sünneti öğretir. Yoksa onlar ap açık bir sapıklık içindeydi.”1 Karıncayı emirsiz, arıyı yasubsuz, ördek ve sâir hayvan nevilerini rehbersiz bırakmayan Allah, elbette insanı başıboş, rehbersiz, öndersiz, muallimsiz, nebîsiz, peygambersiz bırakmaz. Allah’ın varlık ve birliğini bize tanıtacak, bildirecek, isim ve sıfatlarının tecellilerini okutup tarif edecek bir tarifçiye, bir rehbere ihtiyaç vardır. Rabbimizi bize târif eden muarriflerden biri; peygamberler ve onların da en büyüğü ve en sonuncusu olan Hz. Muhammed’dir (asm).2 Din, “Nasıl?”dan ziyade, “Kim?” ve “Niçin?” sorularının cevabı ile yaratılışın sebebi üzerinde durur. Ve akıl ve vicdânın altından kalkamadığı problemlerin formüllerini açıklar. “Nasıl?” sorusuna dikkat çeker ve cevabını akıl, istidad ve kabiliyetlere havâle eder. İnsan, akıl ve vicdân sahibidir. Şu halde, “Peygamberlere, dine ne ihtiyaç var?” denemez. Zîrâ, akıl, sadece anlama-ölçme-değerlendirme âletidir; ihâta değil. Her şeyin sırrını çözecek, derûnunu açığa çıkaracak çapta değildir. Gözler ne kadar keskin olursa olsun, güneş olmaksızın eşya görülemez. Şu halde doğru yolu da peygamber ve din olmaksızın bulmak mümkün değildir. Işıksız, ısısız, güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ilâhlık da tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, resûl, yâni elçilerin gönderilmesi ile olur.3 İnsanoğlu akıl, vicdân ve zekâsıyla kendisini eğitip terbiye edecek kudrette değildir. Çünkü, nefsi, bencilliği, egosu, hissi, zâlimliği ve cehaleti ağır basar. Dolayısıyla hâdiselere tarafsız ve âdil yaklaşamaz, bakamaz. Ancak, onu terbiye edip eğitecek din; dini de tebliğ edecek peygamberdir. Peygamberin tebliği ettiği hakikat da dindir. Zaten, mimari, hukuk, teknolojinin kaynağı (peygamberlerin mu’cizeleri eliyle beşerin ufku açılmış, hediye edilmiştir), ahlâkın da kaynağı dindir. İlâhî tebliğ; kabiliyetleri “ateşleyici” ilk “kıvılcımdır”; bilâhere yol gösterici kılavuzdur. Japon ilim adamı; Prof. Dr. Masaru Emoto, “21. yüzyılda en önemli olayın ilimle dinin yeniden buluşması olacağını düşünüyorum. Eğer din olmasaydı, insan aptallaşacak, modern ilim de hiçbir vakit ortaya çıkmayacaktı” şeklindeki tesbitleriyle bu hakikati te’yid eder.4
Dipnotlar:
1-Kur’ân, Al-i İmrân, 164; 2-Sözler, s. 214; 3-Mesnevi-î Nûriye, s. 34; 4-Su Kristalleri (Safvet Senih) Sızıntı, Aralık, 2002, s. 14-5 15.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Ömür çizgisi |
Ömür boyu sözü bir ölçü ve kıstas olarak kullanılır. İnsanoğlunun doğumundan ölümüne kadar acı, tatlı geçirdiği ömür dilimidir. Daha çok iyilikler, güzellikler, sevgi, saygı ifadeleri için kullanılır. Mutluluklar dilenir, sağlık, sıhhat, afiyetler temenni edilir. “Mümkün olsa kalacaktım, bir ömür boyu Barla’da” sözü bir sevgiyi, özlemi, aşkı, sevdayı anlatır. Takvim yaprakları koparılarak, günler, aylar, mevsimler, yıllar geçer, ömürler başlar, devam eder ve biter. Önemli olan bir ömrün yani asra yakın geçen zamanın nasıl geçtiği ve finalinin nasıl bittiğidir. Bu geçen zaman da insan gücünün, ömrünün, sabır ve tahammül sınırları üzerinde ibretle, hayretle duyduğumuz, gördüğümüz vâkıalar; destanlaşmış hayatlar vardır. Bakalım Hanife Teyzemizin hayatındaki kesitler bizlere neleri hatırlatacak ve hangi dersleri verecek? Resmî kayıtlara göre1921 yılında dünyaya gözlerini açar (on yaş küçük yazıldığı söyleniyor). 1938 yılında birinci eşi vefat eden Mehmet Amca ile hayatını birleştirmişler. Mehmet Amcanın önceki eşinden üç çocuğu vardır. Yemenicilik (ayakkabı tamirciliği) yapar. Biraz da hayvanları vardır. Hanife Teyze onlara bakar, sağar ve evin ihtiyaçlarını karşılamaya yardım eder. Zaman geçtikçe çocukları olur. Bir, iki... devam eder gider. “Bu sayı kaça kadar devam etmiştir?” dersiniz, evet bu sayı yirmi dörde kadar devam etmiştir. Allah’ın emaneti çocuklara büyüdükçe telaş, sıkıntı, dertler de çoğalıp gitmiştir. Annelik şefkati, sevgisi, sabrı ve tahammül gücü herkesten çok olan Hanife annenin ömür çizgisi çok az sayıda insanın katlanabileceği sıkıntılarla, çilelerle geçmiş ve kalan az bir bölümünü de huzurevinde bizlerle misafir olarak tamamlamıştır. Eşiyle yirmisekiz sene beraber hayat yaşayan Hanife Anne’nin eşi 1966’da vefat etmesiyle hayatta kalan on üç çocuğun eğitimi, idaresi, işi, evlenme sorumlulukları Hanife annenin üzerinde kalmıştır. Eşinden herhangi bir mal, ev, maaş kalmayan teyze, çalışarak bu kadar çocuğun hayata tutunmalarının, başarılı olmalarının, evlenmelerinin tek başına üstesinden gelmiştir. Bu başarının sırlarını ibadet, dua, dürüst, cesur ve çalışkan olmak olarak özetlemek mümkün... Çalışmak derken bir kadın bundan elli sene öncenin hangi iş imkânları ve fırsatları ile iş bulup çalışarak kendisinin ve çocuklarının nafakalarını temin edebilirdi. Onda işitme kaybı olduğu için onun akrabası ve komşusu Sevim Teyze ile çocukları, torunları onun hayatından ve çalışmalarından kesitler anlatıyorlar. Hanife Anne çocukların nafakasını kazanmak için her işte çalışmış. Çuvala koyduğu sucukları sırtına yüklenip köylere götürüp satmış. Doktorların evine günlük temizliğe gitmiş. Boş kaldığı zamanlarda el işi, oya ve çorap örmüş. Bu arada yetişen çocuklar çeşitli işlerde çalışarak, simit satarak aile bütçesine katkı sağlamaya başlamışlar. Böylesine yüksek tempo ile çalışma ve gayretlerle en büyükten başlayıp çocukları evlendirmeye başlamış. Her iş bulan, askerliğini yapan çocuğu, evlenerek aileden ayrılmış. Zaman geçtikçe Hanife Annenin işi hafifleyip kolaylaşmış. Şehir içinde, babasından miras kalan bir arsanın satışından gelen paranın bir kısmı ile hacc görevini yapmış, kalan miktar ile artık çalışma, üretme gücü kalmadığı için evdeki çocukların evlenmelerine sarf etmiş. Bu durum önceden evlenip ayrılan çocuklar arasında hoşnutsuzluğa neden olmuş. Hanife Anne bu arada yaşlanmış ve çalışma gücünü kaybetmiştir. Büyük çocuklar “arsanın parasını kime sarf etmiş, kime yedirmişse o baksın”; küçük çocuklar “annem onları da, bizleri de evlendirdi” gibi sözler ithamlar, anlaşmazlıklar, kıskançlıklar, gittikçe artmış. Yüz altmış sekiz oğul, kız, gelin, torun, torunun çocukları ve torununun torunları bulunduğu geniş bir aileye onun sevgisi, şefkati kucaklayamamış olmasının, yılların yorgunluğu ve yıpranmışlığı içinde normal görülmesinin gerektiği tolerans sağlanamamış olması, onun ruhunda ve gizli dünyasında fırtınalar meydana getirmiş, kalbini yaralamıştır. Hanife Anne bir asra yakın ömrü ile mahallenin en sevilip, sayılan büyüğü idi. Herkes ona akıl danışır, sözünü, tavsiyelerini, nasihatlerini dinler, derdini, sıkıntısını ona açarmış. Yoksullara kol kanat gerermiş. Sıkıntıya düşen biri olursa, hali vakti yerinde olan bir başkasından o kişinin ihtiyacını sağlarmış. Çavuşbaşı mahallesinde herkes onun her dediğini yaparmış. O vasıflarıyla, karakteriyle, mizacıyla, yardım ve iyilikseverliği ile itibarlı, dirayetle tam bir Osmanlı kadını… Onun engin bakışlarında ve yüzünün çizgilerinde uzun yılların hayat tecrübelerinin, çilelerinin, ıstıraplarının izleri vardı. Engin ve olgun ruh hali ile ibadetini yapıyor, namazını kılıyordu. Eski insanlar olgunlaşmak ve nefis terbiyesi için çilehaneye girip ruhlarını kötülüklerden arındırıyorlarmış; onun hayatı, yaşantısı, emeği, işi, yokluklar, sıkıntılar, hastalıklar içinde attığı adımları, aldığı nefesleri, çile olmuş. Onu büyük bir velî kadar manen ruholgunluğuna eriştirmiş. Onun bakıcılarına ve ziyarete gelen yakınlarına teyzenin yaşlılığı, şeker hastalığı ile kangren olmuş ayağındaki yara ve ömür boyu çektiği sıkıntılar, mütevekkil hali ve ibadetleri ile Cenab-ı Allah onun ibadetlerini, duasını, dileklerini boş çevirmez. Yardım edin, hoş tutun, dua isteyin, diye sık sık hatırlatırken ağırlaştı ve bir Cuma günü salâ verilirken Hanife Anne, geride yüzlerce hatırası, acıları, ıstırapları, yokluk ve çaresizlik gözyaşlarından temin ettiği ahiretin manevi kazançlarını temin ederek ömür çizgisini tamamladı ve Hakkın rahmetine kavuştu. “İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belâlarından gelen teessüratıma, bana nur-u iman tam kafi geldi; kırılmaz bir ümit, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata, iman kâfi ve vâfidir…” (...) “Ey kardeşlerim ve ihtiyarlar ve ihtiyare hemşireler! Hadis-i Şerifte vardır ki: Altmış, yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min dergâh-ı İlâhiye’ye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlâhiye onun elini boş döndürmeye hicap ediyor. Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor, siz de rahmetin bu hürmetini, ubudiyetinizle (ibadetlerinizle) ihtiram (hürmet) ediniz.”1
Dipnot:
1. Said Nursî, Lem’alar, 13. Lem’a 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Su uyur, provokatör uyumaz |
Açılım diyerek çıkılan yolla ulaşılan nokta, her halde arzu edilen nokta değil. Elbette bunun onlarca, belki de yüzlerce sebebi var, ama en önemli sebebi ‘başlangıç noktası’nda yapılan yanlış olsa gerek. Şöyle ki: Dünya âlem biliyor ki 12 Eylül ihtilâl anayasası yürürlükteyken demokrasi noktasında arzu edilen seviyeye ulaşmak mümkün değil. Bu gerçek göz ardı edildiği için ele geçen fırsat değerlendirilemedi. Gerek DTP’nin kapatılması ve gerekse düşünülen diğer ‘açılım’ların yapılamaması acaba kimin işine yarayacak? DTP’nin levhası inmeden yeni bir partinin levhasının aynı yere asılacağı söyleniyor. Parti kapatma ile sosyal hadiseleri engellemenin mümkün olmadığı, bunca yıl sonra hâlâ anlaşılmadı mı? Tabiî ki bu noktada sadece mahkemeyi itham etmek çare değil. Yürürlükteki anayasa ve kanunlar bu şekliyle kalmaya devam ederse başka partiler de kapatılabilir. Mühim olan parti kapatma ile bir yere varılamayacağını görmek olmalı. Ulusal Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Sedat Laçiner, çok önemli ikâzlarda bulunmuş: “Sokak eylemleriyle altan alta olağanüstü hâlin, hatta sıkıyönetimin pişirildiğini” hatırlatan Laçiner, Türkiye’yi idare edenleri uyanık olmaya davet ediyor. Hakikaten, gerek Güneydoğu’da ve gerekse İstanbul gibi büyükşehirlerde meydana gelen olaylar, maalesef 12 Eylül öncesinin kaos ortamını hatırlatıyor. 12 Eylül öncesi “ihtilâl şartlarını olgunlaştırmak için” kurulan tuzaklar, şimdi de başka bir maksatla kurulmaya çalışılıyor. Elbette medyanın da bu konuda kabahati vardır. Bir iki hadiseyi her gün ve her saat meydana geliyormuş gibi gündemde tutmak terörden menfaat temin edenlerin ekmeğine yağ sürer. Başbakan’ın geçen günlerde dile getirdiği ‘propaganda’ endişesi temelsiz değil. Elbette bütün kabahati medyaya yükleyip, sorumlu olanların ‘hiç bir şey olmamış gibi’ davranması da kabul edilemez. Ama hadisenin propaganda ve provokatör yönünü de görmek lâzım. Türkiye’yi idare edenlere düşen görev, provokatörlere imkân tanımamak olmalıdır. Bunun için de ‘terör gruplarına silâh çeken vatandaş’ görüntüsüyle duyurulan hadisede eli silah tutan kişinin gerçekten ‘vatandaş olup olmadığı’ hiç vakit kaybetmeden ortaya çıkarılmalıdır. Bazı basın organlarının bu hadiseyi ‘normal’miş gibi göstermesi, bir bakıma teşvik etmesi de tehlikenin başka bir ayağıdır. Elbette teröre ve teröriste engel olunmalıdır, ama bu ‘devlet eli’yle yapılmalıdır. Vatandaşın kendisini koruma durumunda bırakılması çok tehlikeli gelişmelere sebep olabilir. Ecdadımız, “Su uyur düşman uyumaz” demiş. Bu tesbiti güncelleştirip “Su uyur, provokatör(ler) uyumaz” şeklinde okuyabiliriz. Öyle ise provokatörlere karşı uyanık olunmalı ve böyle kişi ve hadiseler hiç vakit kaybetmeden deşifre edilmelidir. Aksi halde ‘pirinç’e giderken, evdeki ‘bulgur’dan olmak da söz konusu olabilir. Her 10 yıla bir darbe, ara yıllara da ‘balans ayarı’ sığdıran Türkiye, daha dikkatli adım atmak mecburiyetinde. Bunun ilk adımı da provokatörleri zamanında teşhis edip tesirsiz hâle getirmektir. Bu adımı atmakta geç kalmayalım... 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
DTP’nin kapatılması ve “unsura mahsus siyasî kulüpler” (1) |
DTP’nin kapatılması, hükümetin sathî “açılım” perspektifiyle “demokratikleşme”nin önünü tıkadığının açık örneği oldu… Türkiye’nin önünde başta “demokratik anayasa” olmak üzere, yargı reformu, siyaseti demokratikleştirecek siyasî partiler ve seçim sisteminin düzeltilmesi, inanç ve ifade hürriyetinin önündeki kısıtlamaların kaldırılması gibi bir dizi temel düzenleme duruyor. Ne var ki, AKP siyasî iktidarı, evvela demokratikleşmenin zeminini teşkil edecek “sivil anayasa” resmen rafa kaldırıldı. Doğudan Batıya, kökenine ve kimliğine bakılmaksızın bütün vatandaşlara demokratik hak ve özgürlükleri temin edecek, toplumsal uzlaşmayı sağlayacak yasalar yerine, günübirlik görüntülerle “açılım”ı kotarma hevesine girdi. Hükûmet, DTP’yi “muhatap” almak istedi; lâkin bizzat DTP eşbaşkanları, “terörün durdurulması” ve “teröristlerin silâh bırakması”nda “etkin ve yetkin olmadıklarını” itiraf ettiler. “Biz muhatap değiliz” deyip terör örgütü PKK’yı ve idam cezasını almış terörist başını çözüm için “adres” gösterdiler. Başbakan ve hükûmet sözcüleri her fırsatta “muhatap millettir” deseler de, kırılgan süreçte MİT Müsteşarının İmralı’da terörist başıyla görüştüğü haberlerine, Öcalan’ın ayrıştırıcı tefrikalı “yol haritası”nın Başbakanlık’ta bekletildiği söylentileri, zihinleri karıştırdı… TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERDE ÖNCELİKLER ATLANDI… Siyasî iktidar, daha iç kamuoyunu ve muhalefeti ikna edemezken, baştan beri terör örgütünü koruyup kollayan, işgalindeki ve kontrolündeki bölgede her türlü lojistik destekte bulunan ABD ile “istihbarat paylaşımı” perdesinde terör örgütünün tasfiyesini müzâkere etti. Terör örgütüne silâh, para, ilâç temin eden, finans kaynaklarını, uyuşturucu ve nüfuz kaçakçılığını güvenceye alan Kuzey Irak yönetimini devre sokarak çözme yanlışına saptı. Temel hak ve hürriyetlerde de öncelikler atlandı. Başta binlerce öğrenciyi mağdur eden yasadışı başörtüsü yasağı ve din eğitimi ve öğretimi önündeki sınırlamalar olmak üzere inanç hürriyeti önündeki kısıtlamalar kaldırılmadan, “Kürtçe tv” yayınına başlandı. Bütün diller önündeki engelleri kaldırmak, AB standartlarında taahhüd edilen düşünceyi açıklama, yayma ve basın özgürlüğü hep ertelendi; TRT-6 gibi bazı psikolojik makyajlarla yetinildi. Sırf inancı gereği, Kur’ân âyetleri ve Peygamberimizin hadislerine göre deprem gibi umumî bir musîbete “İlâhî ikaz” tespitinin “suç” sayılıp yargılanması ve cezalandırılması çarpıklığına karşı, ceza kanununda gerekli tâdilat yapılmadı. Kur’ân kurslarında Kur’ân öğrenimi önündeki “yaş yasağı” kaldırılmadı. Katsayı haksızlığı, “yönetmelik”le değiştirme yanlışına girilerek içinden çıkılmaz hale sokuldu. Terörün bitmesi ve teröristlerin dağdan inmesi, âdeta terör örgütünün insafına bırakıldı. Seyyar mahkemenin kurulduğu Habur’dan giriş yapanlar, “örgütün tâlimatıyla geldikleri”ni, “pişman olmadıkları”nı ve “Kandil’den mesaj getirdikleri”ni şovlarla açıklayınca tepikler büyüdü. Terör örgütü dağılma aşamasında ise, teröristlerin en azından “pişmanlık yasası”ndan istifade taleplerini iletmeleri gerekirdi. Habur aktörleri, bunu dahi reddettiler. Buna rağmen ifâdeleri zabta geçirilmeyerek kabul edildiler… Bu yetmedi; bu kez “Öcalan’ın cezaevi şartları” bahanesiyle ülke çapında yaygınlaşan taşlı, sopalı, havaî fişekli, molotoflu gösterilerin azdırıldığı kargaşada, Tokat-Reşadiye’de 7 askerin terör örgütünce şehid edilmesi, toplumda önü alınmaz infiâle sebebiyet verdirdi…
“AÇILIM”DA DEMOKRATİKLEŞMEYE DÖNÜLMELİ… Bütün bunlara karşı müşahhas bir adım atılmadı. Geri çekilen ve “taş atan çocukların cezalarının hafifletilmesi”nin de içinde bulunduğu bazı kanunlarda değişiklikleri esas alan “torba yasası”nın Meclis komisyonunda görüşülmesi ertelendi. Hükûmet, muhalefeti, sivil toplumu “ikna etmek” yerine yalnız terör örgütüne aracılık eden, örgütle irtibatlı mihraklarla işbirliğine başvurdu. Çoğu gözbayama gösterilerle çözümü daha da zora soktu. Gerginliklerle öfke ve kargaşayı daha da arttırıp derinleştirdi… Siyasî partilerin özgürlük alanını genişletmek, siyaseti vesâyetten kurtaracak demokratikleşmeyi, siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştırmayı hep öteledi. Kamuoyunu arkasına almadan, hatta iktidar partisini dahi ikna etmeden, yasal düzenlemeler yapılmadan “kısa yoldan” tek başına hükûmetin giriştiği “açılım”, milletin vicdanında mâkes bulmadı. DTP’nin “terör örgütü dayatması” gölgesinde kalan “açılım”, terörü bitirmediği gibi, tam bir çıkmaza itti… Belli ki hükûmetin “açılım” plânı, programı yoktu. “Demokratik açılım”ı kapsamlı bir muhtevayla ele almadı. Kamuoyunun önüne ciddî bir proje koyamadı, müşahhas adımlar atamadı. Hasta uzun süre ameliyat masasında bekletildi ve enfeksiyon kaptı… Cumhurbaşkanı Gül’ün de itirafıyla -bir türlü değiştirilemeyen- mevcut Anayasa ve yasalar gereği Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatması üzerine, kargaşa ve kaos yurt sathına yayıldı; kavga bir nevi “hesaplaşma”ya dönüştü. “Millî birlik projesi”, milletin birliğini dağılma eşiğine getirdi. “Açılım”, ülkeyi barışa değil âdeta kaosa itti. Gelinen noktada Gül, TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyelerini kabulde, “Anayasa değişikliği fırsatını heba ettik, kaçırdık” diyor. Oysa Türkiye’nin ayağına pranga vuran “darbe anayasası”nın değiştirilmesi fırsatı kaçmış değil. Zararın neresinden dönülse, yanlışa hangi safhada son verilirse kârdır. Demokratikleşmenin “açılım”a kurban edilmesinin hiçbir mazereti olamaz. Yapılacak olan, yalnız bir bölgeye, bir etnik kökene, bir mezhebe mahsus değil, bütün Türkiye’nin demokratikleşmesi. Herkesi ve herkesimi içine alan, hak ve hürriyetlerini genişleten “açılım”ın olması. “Açılım”da “demokratikleşme”ye dönülmesi… 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açılımdan OHAL’e mi? |
Türkiye daha evvel defalarca görmek ve neticelerine de katlanmak durumunda bırakıldığı filmin bir kez daha başa alınarak tekrar gösterime sokulduğunu düşündüren çok kaygı verici gelişmelere sahne oluyor yine. İzmir’le başlayıp Bayramiç’le devam eden ve İmralı’daki cezaevi şartları bahane edilerek yaygınlaştırılan tahrik-galeyan senaryolu görüntüler, 7 şehit verdiğimiz Tokat saldırısının ve nihayet DTP hakkındaki kapatma kararının ardından, buram buram provokasyon kokan yeni çatışma ve gerginlik manzaralarıyla daha da yayılma istidadı gösteriyor. Veya o görüntü veriliyor. İstanbul’daki olaylarda, PKK yanlılarına karşı poz verir edalarla silâh doğrultanlar gerçekten “infiale kapılan sıradan vatandaş”lar mı, yoksa “galeyan çetelerinin profesyonel tetikçileri” mi? Anayasa Mahkemesi Başkanı, iddianamede 8 DTP’liye siyaset yasağı istenirken bunu 2’yle sınırladıklarını söylüyor; “Neden daha mutedil bir imaj çizen Ahmet Türk’e yasak konulurken, meydan provokatif çıkışlarıyla bilinen Emine Ayna gibilere bırakıldı?” sualine ise iddianamede Ayna’nın adının geçmediği, kendilerinin iddianame ile bağlı olup dâvâya oradaki çerçeve içinde bakmak zorunda oldukları cevabını veriyor. Böylece topu Başsavcıya atarken, iki yıl önce hazırladığı iddianame ile dâvâyı açan Başsavcının, aradan geçen zaman içindeki gelişmeleri de kapsayacak bir ek iddianameye neden ihtiyaç duymadığı, başlı başına cevap bekleyen bir soru işareti olarak zihinlerde durmaya devam ediyor. Ilımlılar tasfiye edilip meydan tamamen radikal provokatörlere bırakılarak, işin tümüyle çıkmaza sokulup kördüğüm haline getirilmesi ve böylece çatışma ortamının iyice kızıştırılması suretiyle, yıllardır Türkiye’nin enerjisini ve kaynaklarını tüketen kısır döngünün daha da ağırlaştırılarak devamı gibi bir plan mı söz konusu? 12 Eylül dönemi paşalarından emekli Korg. Nevzat Bölügiray, Emin Çölaşan’a gönderdiği en son mektupta, sokaklarda artan çatışma görüntülerinden bahisle, “Olağanüstü hal ilânı gerekebilir” demiş (Sözcü, 9.12.2009). Ondan iki gün sonra da Zaman yazarı Hüseyin Gülerce “Hükümet sıkıyönetime zorlanıyor” diye yazmış (11.12.09). Açılım diye çıkılan yolda, birkaç ay içinde gelinen yer işte burası. Aylardır lâfı edildiği halde bir türlü açılamayan içeriği belirsiz ve meçhul bir “proje” ve bu durumla da irtibatlı olarak, gerginliğin her geçen gün tırmandırıldığı, sokakların kontrol edilemez hale getirildiği veya öyle bir imajın verildiği, bunun sonucunda “çare”nin bir kez daha sıkıyönetim veya OHAL gibi, demokrasiyi zorlayan olağandışı yöntemlere geri dönmekte gösterildiği puslu ve kasvetli bir ortam. Ne gibi olumsuz sonuçlar verdiği geçmişte yaşanan acı tecrübelerle sabit olağanüstü yönetim biçimlerine dönüşün tekrar “çare” olarak telâffuz edilebilmesi, hiç hayra alâmet görünmüyor. Gerçi Türkiye’nin geldiği noktada, bu yöndeki telkinlerin zemin bulup netice alması, eski devirlere göre pek kolay değil. Ama yürürlükteki ihtilâl anayasasında, gerek sıkıyönetimin, gerekse OHAL’in, şartları oluştuğunda başvurulabilecek formüller olarak hâlâ duruyor olduğunu unutmamak ve gözardı etmemek lâzım. Tıpkı son örneği DTP dâvâsında verilen parti kapatma müeyyidesinin, ufak rötuşlarla hâlâ durduğu gibi... Tokat saldırısı için “zaman ayarlı provokasyon” yorumu yapılmıştı. Hadiselerin akışını demokrasi duyarlılığı ile takip eden herkesin ortak kanaatini aksettiren bir değerlendirmeydi bu. Ama tek tek olayların ötesinde, demokratikleşme sürecinin tümünü tıkayıp sabote etmeye yönelik her türlü “kurumsal” mekanizmayı, gerektiğinde kullanılmak üzere yedekte tutan alabildiğine kapsamlı bir belge niteliğindeki darbe anayasasının hâlâ yürürlükte olması, bu provokasyonların da hedefe ulaşmasını kolaylaştıran derin ve yapısal bir sorun olarak devam ediyor. Onun için, bu anayasayla açılım da olmuyor. 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünyayı uyuşturucu tüccarları kurtarmış! |
Geçen yılki küresel kriz esnasında küresel bankacılık sistemini çöküşten kurtaran paranın nerden geldiğini biliyor musunuz? Dünya Bankası ve IMF’nin acil politikaları mı kurtardı bankaları batmaktan? Yoksa Amerika’nın başarılı (!) müdahaleleri mi? Yanıldınız. Bu sorunun cevabını bu konudaki en yetkin ağızdan duyduğumuzda biz çok şaşırdık. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Birimi başkanı Antonio Maria Costa’ya göre bu para uyuşturucu ve suç örgütlerinden gelmişti. Çünkü mevcut olan tek likit para onların kirli parasıydı. Costa’ya göre uyuşturucudan ve suçtan elde edilen 352 milyar doların büyük bir kısmı ekonomik sisteme bilerek ve isteyerek sokularak aklanmıştı. Peki, Costa bu bilgiyi nereden almıştı? The Guardian’a göre bu bilgiler 18 ay önce istihbarat ajansları tarafından kendisine verilmişti. 2008 yılının ikinci yarısında bankacılık sisteminin ana sorunu nakit bulmaktı ve nakit yalnızca uyuşturucu baronlarının elinde vardı. Bankalar arası borçlanmada kullanılan para işte bu kirli para idi. Costa, konumu ve görevi gereği hangi ülkelerin bankalarının Kirli para ile kurtarıldığını söylemiyor. Sorunla uğraşması gereken ofisin başındaki birisi olarak doğrudan suçlama yapamayacağını belirtiyor. Ancak Amerikan ve İngiliz bankalarının başta geldiği yorumları yapılıyor. Peki uyuşturucu tüccarlarının elinde bu kadar nakit neden vardı? Çünkü onlar paralarını gizlemek için geleneksel olarak nakit halde saklıyor ya da denetimden kaçmak için offshore hesaplara yatırıyorlardı. Hatırlanacağı üzere geçen yılki krizde ABD ve Avrupa Bankaları, toksik varlıklardan ve batık kredilerden 1 trilyon dolar kaybettiler ve 200’den fazla kredi kurumu iflas etti. Anlaşılan bu panik içinde Batılı ülkeler gelen paranın kaynağına pek aldırmamayı seçtiler. Halbuki uyuşturucu ve diğer suçlardan gelen ve böylelikle aklanan para, terörizme ve suç örgütlerine silâh, adam ve güç olarak dönecek. Böylece gelişmiş ülkeler en çok şikâyet ettikleri terörizmi kendilerini kurtarmak için elleriyle beslediler. Hem de BM Güvenlik Konseyinde kendi teklifleriyle kabul edilen uluslar arası terörizmle mücadeleye çağıran kararlara rağmen. Aslında Afganistan’da haşhaş ekimine göz yuman, hatta bir işe yaramadığı gerekçesiyle haşhaş tarlaları imhasından bile vazgeçen Amerika’nın ve İngiltere’nin bankalarını kurtarmak için, uyuşturucu tüccarlarından imdat istemesi çok şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan tek husus; bunu yapanların sonra da küçük ülkeleri uyuşturucu ticaretiyle yeterince mücadele etmedikleri gerekçeleriyle suçlamaları. Zamanında Türkiye’ye haşhaş ekimini yasaklatmak için yaptıkları baskıları hatırlayın. Bu olay, Batılıların ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koyması bakımından ibret verici. Ölçüsü menfaat olanın başka türlüsünü beklemek zaten mümkün değildir. 15.12.2009 E-Posta: [email protected] |