21 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Bir su damlasının hayali


A+ | A-

Mini minnacık bir su damlasıydı… Küçük mü küçüktü ama hayali büyüktü. Bir çınar ağacının son kalan yapraklarından birinin üstünde, en son damlaydı o.

Yağmur dinmiş, güneş bulutların arasından yüzünü göstermek üzereydi. Bu yaprağın üstünden, nice sayısız su damlaları akıp geçmişti. Fakat bu damla başkaydı. Yaprağın, ağacın bir parçasıydı sanki. Durduğu yerden de razıydı, mütevekkil bir edası vardı…

Hafif hafif sıyrılıp, yapraktan aşağı doğru süzülüp, çimenlerin içinden gülümseyen bir çiçeğin yüzünü mü öpmeliydi; ya da bir böceğin, bir serçenin susuzluğunu mu gidermeliydi; yoksa kara toprağın bağrında bir tohuma hayat mı olmalıydı?.. Düşünüyordu damlacık; dedik ya, hayali büyüktü… Fazla vakti yoktu... Güneş de birazdan çıkacak, bulutların arasından yüzünü gösterecekti. Damlacığın dünyada fazla vakti yoktu. Hayatın içine karışıp gidecekti ya da hayalini süsleyen idealini izleyecekti. Damlanın bir ideali vardı, onu takip edecekti.

Evet, bir damlanın hayali olur da, duâsı olmaz mı? Damla, bir su damlası değildi şimdi. Nasıl ki; ideali olan bir insan, sıradan bir insan değil, bir dâvâ adamıysa artık, bu su damlası da bir dâvâ eriydi. Ve boş yere akıp gitmeyecekti, erimeyecekti. Kendine yakışanı yapacaktı.

Günün en erken saatinde hayalini süsleyen duâlara durdu su damlası: “Yâ Rabbi!” diyordu, “Beni sellere katma, tufanlara çevirme! Rahmetini eriştir üzerime… Buharlaştırma, güneşin altında kurutma, bu yaprakta beni bırakma. Gökler ötesine al, yüce katına çıkar, arşından bir emir yetişsin: ‘Bu damla, bir deniz olsun.’ diye. Rahmet yüklü bir buluta bindir de, yağmur olup ineyim yeryüzüne. Bir göle karışayım, oradan nice damlacık kardeşlerimle beraber yol bulup bir çeşmeden akayım. Mü’min bir ağzın, bir bardaktan içerken dudağına değip, yapışayım içine, karışayım kanına, gözlerinde yaşayayım. Kâinatı, kalbinin gözbebeğinden seyredeyim o mü’minin. Ben bir küçük damlayım ama Sen büyüksün yâ Rab! Hayalimi süsleyen duâlarımı kabul eyle yâ Rab!”

Ve her duâ gibi, bu damlanın duâsı da yüce katına erişti yaratanın, kabul buldu.

Bir değil, milyon işlemden geçti. Bir bulutun içinden yağmur olup süzüldü. Rahmet olup düştü duâsını ettiği bir gölün üstüne. Oradan bir çeşmeye ulaştı, oradan da bir bardağa.. Ve derken mü’min bir dudağa... Hem de abdest almış, sabah namazına durmak için suyla arınmış, aklanmış bir mü’min yüreğe. Tazecik abdestinin hemen ardından, bir yudum suyu da, sünnettir diye içmeye hazırlanmış olan bir mü’min yüreğin dudaklarına değdi damla. İlk duyduğu söz, “Allah…” oldu. Titredi birden bütün zerreler. Damlayı ‘Bismillah’ çekip içen adam da, damla da titredi. Besmeleli dudağa ne de yakışmıştı bu damla… Allah’ın adıyla girdiği bu lâtif bedende, şikâyet yoktu, şükür vardı. Ve o sabah ilk defa mü’min bir bedende namaza durdu damlacık. Kulak kesildi, okunan Kur’ân’ı dinledi. O güzel sadâyı duydu, işitti ilk defa. Hem de bu kadar yakından. Şimdi bu bedende misafirdi. Hayalini süsleyen duâlarına ulaştığı için, o da ‘âmin’ diyordu. Bu duâyı Allah’tan başka hiç kimse bilemez ve duyamazdı. En sonunda, bir mü’min yüreğin gözlerinden süzülüp giden ve duâ sonrası eline düşen bir gözyaşı oluyordu damla…

Damlanın yolculuğu bitmedi, bitmeyecek... O bir damla değil, bir denizdi. Duâsı kabul olmuştu. Bunca yaşadığı bize meçhûldü damlanın ama Yaratanına mâlumdu. Artık damla da biliyordu; bir mü’minin niyetinin amelinden hayırlı olduğunu.

Şimdi bize bir ders veriyor su damlası: “Ey insanoğlu!” diyor. “Sen de bir su damlası değil miydin? Aslına baksan, sudan, kandan ve çamurdan yoğrulmuş bir varlık değil miydin? Seni unutmayan beni unutur mu hiç? Beni yaratan ve yaşatan seni unutur mu hiç? Ben bir ağacın, son yaprağının ucundaki bir damlaydım, sen kâinat ağacının başında, bir meyvesin ve o meyvenin ucundaki bir damlasın. Duâlarına tutunup, ideallerine yaslanıp göklere çıkmak varken, rahmet olup oradan tekrar yere inmek varken, buhar olup uçmak niye? Kurumak, kaybolmak niye? Kalabalıklara karışıp hayatın mânâsını yitirmek niye? Ben yaprağın ucunda bir damla, sen bir insanoğlu... Ey Allah’ın kulu! Ben unutmadım aslımı, Yaratanımı; sen de unutma! Yaratanın cemâline, kemâline mazhar bir ayna olmak varken, bir gönül almak varken ve hayat içre bir hayat bulmak varken, niye taşkın sular seller gibi akıp, etrafını yıkıp geçersin ki insanoğlu? ‘Utan bir damladan’ diyemem sana, haddimi bilirim. Ne çare ki, ‘kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin.’ Yine de şunu içtenlikle derim: Bakma sağına soluna, sığın Allah’ın yoluna. Çıkmamış canda ümit vardır. Allah katında senin yerin başkadır, eğlenme gayrı… Ne varsa dirilerde vardır. Tövbeyle tazelen, canlan, ölülerden olma. Bir damla ol ben gibi, bırak kendini, Allah yoluna sal. Bak dünyaya ibret al. Haydi, sağlıcakla kal…”

Damla deniz olmuş, coşmuştu. Diyeceği daha çok şey vardı ama sözü uzatmanın mânâsı yoktu. Söz ki, emanetti. Ârif olana bir işaret yeterdi. Damlanın insanoğluna güveni tamdı; bugün olmasa yarın dediğini anlayacaktı. Yaratanın rahmetinden hiç kimse uzakta kalmazdı, kalmayacaktı.

***

Bir gün gözünüze ilişen bir yaprağın ucundaki bir damlayı gördüğünüzde, sakın ola ki küçümsemeyin. Bir damla, bir denize gebedir. Bir küçük damlanın duâsı, kâinat kadar büyük olabilir. Duânın da, damlanın da küçüğü yoktur. Çünkü Allah nazarında küçük-büyük ayrımı yoktur. Allah (c.c.), Azîz, Kadîr ve büyük olduğu için, her şey güzeldir, kıymetlidir. İzzetlidir, büyüktür.

İşte bir damlanın macerası...

Ey aslı esası, özü özeti bir su damlası olan insanoğlu! Damlanın da dediği gibi, hayat yolunda akıp gitme, yitme… Duâyla göklere yücelmek, kula kulluktan kurtulmak, Allah’a abd olup miraca çıkmak varken, küçük işler içinde kaybolma, mahvolma! Söz ki, emanettir. Sözü özüne, emaneti sahibine bırakıp tekrar buluşmak üzere ‘Allahaısmarladık’ deyip ayrılıyoruz. Bir su damlasının hayalini, idealini ve duasını biz de hayatımıza örnek alıyoruz ve alacağız İnşallah.

“Evet, her kim ki, rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz’î ihtiyarına itimat etmez; rahmeti bırakıp ona mürâcaat etmez.” (Sözler, On yedinci Söz)

Sözü, Sözler’in Üstadı olan Üstadımıza bırakıyoruz...

“Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi’ ve umuma bakar ve umumun cihetü’l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekâya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde’ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde’ ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir.

Nasıl ki tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zâyi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek, bütün ağacın cihetü’l-vahdetini tutmakla beraber ağacın bekâsına ve hakikatinin devamına vâsıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i dâimeye, bir ömr-ü bâkî içinde mazhar oluyor.

Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânîlerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fânî, hem ademe düşer; hem mânen kendini idâm eder. Eğer lisân-ı Kur’ân’dan kalb kulağıyla İmân derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyetin mi’racıyla arş-ı kemâlâta çıkabilir, bâkî bir insan olur.

Ey nefsim! Mâdem hakikat böyledir ve mâdem millet-i İbrâhimiyedensin (a.s.), İbrâhimvâri, ‘Lâ uhıbbü'l-âfilîn’ (Ben batıp gidenleri sevmem. - En’âm Sûresi: 76) de. Ve Mahbub-u Bâkîye yüzünü çevir ve benim gibi şöyle ağla:

[Buradaki Fârisî beyitler, On Yedinci Sözün İkinci  Makamı’nda bulunmaktadır.] (Bediüzzaman, Sözler, s. 336-337)

***

Kardeşim; sen bir kitabın olsun isterdin. İsmini de “Göğe Yağan Yağmurlar” koyardım dediydin. Hayat ırmağında bir damla olup akan, söylediğin sözler ve yazdığın özdeyişler ile aramızda yaşayan, kaybolup uçmayan, arşa ağan sevgili kardeşim Selahaddin Şimşek, ruhuna binler duâlar ve Fatihalar ile… Ruhlarda, gönüllerde ve fikirlerde, sözlerinle, yazılarınla yaşıyorsun. Göğe yağan yağmur oldun, yerden ve yücelerden rahmet olup indin bi-iznillah, hayat verdin, karıştın sözlerimizin, fikirlerimizin arasına. Ne mutlu sana…

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Bu yazıyı okurken sıkı durun!


A+ | A-

“Bu üründeki meyve suyu; cömert meyve ağaçlarının, o ağaçlara kucak açan toprağın, su veren yağmurun ve onlara yaşam veren güneşin sayesinde üretildi.

“Doğa, ona hak ettiği saygıyı göstermenin, emek harcamanın ve onu sabırla beklemenin karşılığını bize birbirinden güzel, birbirinden olgun, birbirinden tatlı meyvelerini sunarak verdi.

Cappy’nin lezzetinin kaynağı olan doğaya, sonsuz teşekkürlerimizle…”

Yerinizde duramıyor ve burnunuzdan soluyorsunuz adeta, değil mi? Çünkü; bunu ilk görüp, okuduğumda, beni de hafakanlar basmış, ne yapacağımı şaşırmıştım.

Bilerek veya bilmeyerek yazılan ve ne olursa olsun şirk kokan bu ifadeler, maalesef Türkiye’de faaliyet gösteren Coca-Cola firmasının, “Cappy” isimli meyve sularının kutularının üzerinde yazmaktadır. Market vs. gibi yerlerde bunu görüp, okumanız mümkün. Biraz müdakkik miyim, artık hangi kelime ifade eder bilemiyorum ama, bu da benim huyum işte. Dikkatimden kaçan şey olsa da, genellikle bazı şeyleri incelerim veya dikkatle takip ederim. Altından da, böyle çapanoğlu çıktığında ise hiç duramam. Haksızlığa, hele de şirk kokan şeylere hiç dayanamam.

Bundan yıllar önce de böyle bir şey olmuştu. TV’de, bir margarin yağının reklâmı yapılıyordu, dikkat ettim, içinde “doğadan size” diye bir ifade geçiyordu. Müsbet tenkid hakkımı kullanarak, yağın imalatçısı fabrikaya bir mektup yazdım. (O zaman internet falan yoktu tabii, biraz uğraştırıcıydı ama şimdi mail v.s. gibi yolları kullanmak daha kolay olduğundan, bu gibi durumlarda kırmadan, dağıtmadan müsbet tenkid hakkımızı kullanabiliriz) Güzel ifadelerle bir giriş yaptıktan sonra, reklâmı anlatıp, “Sizler de, elbette Müslümansınızdır. Bu ifade bizim inancımıza uygun değil. Böyle bir şeyi bilerek yaptığınızı zannetmiyorum. Bu, muhakkak reklâm ajansının bir yanlışlığından kaynaklanmıştır. Düzelteceğinizi ümid ediyorum..” mânâsında yazdım.

Tabiî, ben vazifemi yapmanın rahatlığını hissetmemin yanında, ara sıra reklâma da bakıyordum, pek bir değişiklik yoktu. Bir ay kadar geçti, bir baktım reklâmdaki o ibare değişmiş, “mutfakta pişer size gelir” mi neydi, tam hatırlayamadım ama, o mânâda bir şey olarak değişmişti. Kendi kendime, “Allah, Allah! Acaba bizim mektup ellerine ulaştı mı, yoksa kendiliklerinden mi değiştirdiler?” derken, birkaç gün sonra bir baktım cevabi mektup geldi, açtım okudum şöyle yazmışlardı: “Sayın Osman Zengin, Mamüllerimize, dolayısıyla firmamıza göstermiş olduğunuz yakın ilgiye teşekkür ederiz. Kıymetli ikazınıza binaen ibarenin reklâmdan çıkarılması hususu reklâm ajansımıza talimaten bildirilmiştir. Bilgilerinizi rica eder, işlerinizde başarılar dileriz” diye.

Aman Allah’ım! Nasıl sevinmiştim. ”Yani şimdi binlerce insan sokağa dökülse, alayiş nümayiş yapılsa, bağırıp çağırılsa bu netice alınamazdı, çok şükür” dedim. Ve o şekilde “doğa“ denilen dinsizlik sembolü ortadan kalkmıştı. Yine benzer bir hadiseye de geçen sene şahid olmuştum. Dost bir internet sitesine verilmiş bir reklâmdı o. O da, yine buna benzer bir şeydi. Onlarla da telefonla konuştum, anlayışla karşılayıp, teşekkür ederek düzelttiler.

Bu meyve suyunun kutusunda yazan ifadeyle alâkalı da, bir mail yazmak için Cappy’nin internet sitesini aradım, bulamadım. Coca-Cola’nın İstanbul merkezini telefonla arayarak, yetkililerle görüşmek istediğimi söyledim. Zannedersem müşteri hizmetlerinden bir bayandı telefona çıkan. Yetkililerle görüştürmedi, kendisine durumu aktarmamı söyledi. Fakat konuşurken, dinî meselelerden çok uzak olduğunu anladım. “Estek-köstek” yaptı, akıl verdi, fetva verdi, ama müsbet netice çıkmadı. Bununla iktifa etmedim, bu sefer Coca-Cola’nın Bursa fabrikasını aradım. Burada da yetkili olarak bir bayanla görüştürdüler. O, biraz daha müsbet yaklaştı, durumu kendisine izah ettim, tamamen katmerli bir şirk kokan o ifadenin kaldırılması gerektiğini söyledim. İstanbul görüşmemi de söyledim. Mail adresimi ve telefon numaramı aldı. İlgilenip, yetkililere de aktaracağını söyledi. Bu sefer “Bakınız, ben aynı zamanda Yeni Asya gazetesi yazarıyım, bunu size açıkça söylüyorum, bunu da yetkililere iletebilirsiniz. Bir müddet beklerim, eğer cevap verilmez veya bir düzeltme olmazsa, gazetede bunu yazarım” dedim. Ama, maalesef 15 gün kadar bekledim, bir cevap gelmedi. Biz de, hassas olduğumuz bu konuda görüşlerimizi dile getirip, dindar efkâr-ı âmmenin de tercümanlığını yapalım istedik.

Zira, tevhid inancının şahika eserleriyle yetişip gelmiş bizlere, çok abes geliyor bu durumlar. Bundan yaklaşık 40 sene kadar önce; yazarlarımızdan Ahmed Özdemir ve Lütfi Taşçı kardeşlerimin de bulunduğu bir grup arkadaşla, Ankara Bahçelievler’de yaptığımız sohbetlerde, Ali Vapurlu Ağabeyimiz (şimdi kendisi Hac’da, kulakları çınlasın, sağ-salim dönsün İnşaallah) ders yapardı. Çoğu zaman da “Tabiat Risâlesini” okurdu. Allah’a şükür, bu geçen zaman zarfında, bu gibi şirki işmam eden meseleler epey zayıfladı, inançsızlık azaldı. (Tabiî, bunlar hep Risâle-i Nur’ların tahşidâtı ile olmuştur) İşte; zaman zaman Ankara’da bir araya geldiğimizde, Ali Ağabeye lâtife yollu takılarak, “Ya Ali abi, artık Tabiat Risâlesi’ni eskisi gibi çok okumuyorsun” dediğimde gülerek “Kardeş, şimdi dinsizlik pek yok, azaldı“ diyordu.

Evet, şükürler olsun, dinsizlik azaldı ama ahmaklık hâlâ devam ediyor. Bir takım yerlere yaranacağız diye veya sosyete ayağından, şirk kokan hatalar yapılıyor. Bunların düzelmesi, düzeltilmesi lâzım. Müslümanın inancına, en azından saygı gösterilmesi lâzım. Hem malını ona sat, hem de şuursuzca onun dinî hassasiyetini rencide edici halleri takın, olmaz öyle şey!

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

‘Kusurunu görse, o kusur, kusurluktan çıkar’


A+ | A-

Mustafa Uçak: “Ben günahı sevabı bildiğim ve inandığım halde boşlukta bulunup, Allah’tan uzaklaşıp, zina hariç her türlü şeye bulaştım. İntihara bile kaç defa teşebbüs ettim. Şimdi ise kendimi mümkünse tamamen temizlemek ve tövbe etmek istiyorum. Benim tamamen arınmam mümkün mü? Ne yapmalıyım?”

Bu duygular, yani günahın insanı adeta yiyip bitirmesi bir tövbe hâlidir. Tövbenizi tebrik ediyorum. Hangi günah olursa olsun, arınmanın yolu elbette vardır. Öncelikle içten pişman olmak, Allah’a içten dönmek ve tövbe ve istiğfar etmek. Günahların bedeli de, kefareti de budur.

Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Sen bana duâ edip, affımı ümit ettikçe ben senden her ne sâdır olursa olsun, aldırmam, ben seni affederim. Ey Âdemoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, günahların çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey Âdemoğlu! Bana dünya dolusu hata ile gelsen, sonunda hiçbir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni dünya dolusu mağfiretimle karşılarım.”1

Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu.

Râhib: “Hayır yoktur!” dedi. Adam onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Sonra yine, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu.

Âlim: “Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir?” dedi. Ve ilâve etti: “Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira senin memleketin kötü bir yerdir, seni baştan çıkarıyor” dedi.

Adam yola çıktı. Fakat giderken yarı yola varır varmaz kendisine ölüm hâli geldi.

Rahmet melekleri ile azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler.

Rahmet melekleri: “Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti” dediler.

Azab melekleri de: “Bu adam hiçbir hayır işlemedi” dediler.

Onlar böyle çekişirken bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar.

Hakem melek onlara: “Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona göre hüküm verin” dedi.

Allah Teâla beriki köye, “Uzaklaş!”; öbür köye de “Yaklaş!” diye vahyetti.

Melekler ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onun rûhunu rahmet melekleri aldılar.”2

Demek, tevbe için en mühim adım, niyettir, kararlılıktır, pişmanlıktır, affedilmeyi cidden ummak ve istemektir, Allah’ın rızâsına tâlip olmaktır, bu hedefe ulaşmak için harekete geçmektir, Allah’a içten yönelmektir.

Yukarıdaki hadiste de gördük ki, Allah’a içten yönelen ve günahlarından içten pişmanlık duyan kişi bağışlanır. O halde günahlarımız için yapmamız gereken tek makbul davranış, içten pişman olmak, günahların dehşetinden Allah’a sığınmak ve artık günahlardan uzaklaşmaktır. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin formülünü hatırlayalım: “Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstahak olur.”3

Diğer yandan; çoğu zaman günah için hazır bir çevremiz vardır. Bizi günaha iten, günahları meşrû gösteren, günahları sevmemizi sağlayan böyle bahtsız çevreler de günahlardan arınmamızı güçleştirir. Tek başına günahlarımızdan ne kadar da pişmanlık duysak, bu çevreyi aşmadıkça pişmanlığımızı tövbeye ve istiğfara dönüştüremeyiz. Tövbe ve istiğfara tam muvaffak olacağımız esnada, tövbe konusu yaptığımız davranışın aslında günah olmadığını birilerinin fısıldaması bile bizi tövbeden uzaklaştırabilir.

Allah’tan (cc) günahlarının bağışlanmasını, tövbesinin kabulünü ve mağfiret edilmesini isteyen insan, kendisini günaha sürükleyen çevreyi terk etmelidir.

Tövbe için bir diğer önemli adım da; tövbeye muvaffak olmuş ve amel-i salihte yoğunlaşmış bir “topluluk” içerisine dâhil olmak; bu toplulukla beraber ibâdet ve taatte bulunmak ve bu “cemaati” terk etmemek; eski çevresine asla dönmemektir.

Demek bizim, dünyanın kirinden, günahından, ufunetinden, haramından ve mâlâyânî ve boş işlerinden kendimizi çekip alarak; Allah’ın adının anıldığı, tefekkür hâlinin yaşandığı, kalp ve aklımızın arındığı derslere “yönelişimiz” Allah katında makbule şayan bulunuyor.

Bu çerçevede, bizi günaha çeken çevreyi bırakıp; bizi ibâdet ve taate yönlendiren bir çevre ile tanışıp bu çevre ile kaynaşmamız İnşallah bizi tövbemizde ve ibadetlerimizde muvaffak kılacaktır. Kötü alışkanlıklarımızı bırakma kudretini de yine, Allah korkusunun yaşandığı bir topluluk ve çevre ile birlikteliğimizde İnşallah bulabiliriz.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Da’avât 106, (3534) / 2- Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46(2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621) / 3- Lem’alar, s. 138

21.11.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hoca, şeyh, tarikat ve cemaatleri de satın alabilirler!


A+ | A-

Son zamanlarda kendi içinde tırmanan gerginlik görüntüsü, artık Meclisin, Türkiye’nin meselelerini taşıyamayacağı işaretleri sayılıyor. Meteoroloji, havanın soğuyacağını söylerken; siyasî meteorologlar, siyasî havanın ısınmaya başladığına dikkat çekiyor.

Seçim şimdilik uzakta gibi görünse de, hava birdenbire değişebilir. Türkiye gibi, hassas bir coğrafya ve stratejik bir konumda bulunan ülkelerde bir hafta bile uzun bir zaman dilimidir. Ki, kitle iletişim vasıtaları, “ehl-i dünyanın hafiyeleri/ajanları ve propagandacıları”nın elinde olduğundan, siyasî hayatı çalkalayıp, toplumu manipüle edebilir, kolaylıkla yönlendirebilirler.

Öte yandan; kişiler, hocalar, şeyhler, tarikatler, cemaatler de siyaset veya sistem tarafından pekâla satın alınabilirler. Kimi hubb-u cah (makam-mevki, şöhret sevgisi), kimi tamahkârlık (açgözlülük) ile, kimi maaş ile... Bediüzzaman, “Hücumat-ı Sitte” isimli eserinde, “3. Desise-i şeytaniye”de buna dikkat çeker:

“Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyevîyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır... Bahusus size verilen o gayr-ı meşrû para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.”1

Bugün, bir kısım tarikat ve cemaatler sistem tarafından desteklendi, holdingleştirildi... Halbuki Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde, paraya, pula, makam ve mevkiye itibar edilmemesi gerektiği dersini verir. Şöyle ki: Bu dünyada, özellikle ahirete yönelik hizmetlerde en mühim bir esas, ihlâstır. En büyük bir kuvvet, ihlâstır. En makbul bir şefaatçi, ihlâstır. En metin bir istinat noktası, ihlâstır. En kısa hakikat yolu, ihlâstır. En makbul manevî bir duâ, ihlâstır. Maksatlara ulaşmada en kerâmetli (harika) vesile, ihlâstır. En yüksek bir haslet, ihlastır. En safi kulluk, ihlâstır.2

Nur Talebeleri, “desise-i şeytaniyelere, ehl-i dünyanın ajan ve propagandacılarına” dikkat etmek durumunda. Ve halkı aydınlatmak, ikaz etmek mecburiyetinde. Aldanmamaları için Hücumât-ı Sitte’yi okumaları gerekir. Yalnız Allah rızasını esas maksat yapmalıdırlar. Yoksa, siyasî çıkarlar, çevrenin baskısı, indî veya nefsî bakış açıları ve uygulamaları, helâkete atabilir.

Bazı insanlara göre, “güç-iktidar ve kontrol” olmaksızın inandıkları değerler ve güzellikleri hayata taşımak imkânsızdır. Hayat bir mücadeledir ve bu, “güç, kontrol ve iktidarı” elinde tutanlarla tutmak isteyenler arasında geçmektedir. Bu anlayışa göre; “iktidar, güç ve kontrol” bir araç olmaktan çıkıp gaye/amaç olur. Ve bu ”amaç” uğruna, nice ilkeler, değerler gider! İşte bu durumlara karşı ihlâs en büyük bir ilaç ve denge unsurudur. Çünkü “en büyük kuvvet, en büyük bir haslet, vasıf ve fazilet,” ihlâstır. Başta Asr-ı Saadet olmak üzere İslâm tarihi boyunca birinci planda “güç, iktidar ve kontrol”ün değil, yalnızca ihlâsın olduğu fiilen de görülür. Yalnızca Yüce Yaratıcı’nın emirlerini ihlâsla yerine getirmek ve iman esaslarına yapışmak vardır. Peygamberimiz (asm) yalnız başınadır. Herhangi bir hanedana mensup değildir. Yetimdir, yalnız başınadır. Teklif edilen “reisliği/iktidarı, malı mülkü” reddetmiştir. Mücedditler halkası, müçtehitler kervanı da aynı metodu izlemişlerdir. Asla “güç, iktidar ve kontrol” endeksli hizmet yürütmemişlerdir. Bilâkis reddetmiş, ellerinin tersiyle itmişlerdir. Yani, satın alınamamışlardır. İmam-ı A’zam’ın kadılığı, Bediüzzaman’ın milyarlarca lira maaş, milletvekilliği ve köşkü reddetmesi gibi...3 Hatta Bediüzzaman, iktidarın bir aracı olan siyaseti, “İslâmiyetin yüzde biri siyasete bakar! Siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınırım!” diyerek en geri plana itmiştir.

“Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır, elbette en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…”4

Dipnotlar :

1- Mektubat, s. 406-407.; 2- Lem’alar, s. 163.; 3- Tarihçe-i Hayatı, s. 195.; 4- Şuâlar, s. 406.

21.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bu minare kılıfa sığmaz


A+ | A-

CHP’li Onur Öymen’in başlattığı ‘Dersim tartışması’ önümüzdeki dönemde ‘yakın tarih’in yeniden yazılmasına sebep olabilir. Bu tartışma böyle bir neticeyi doğurursa, hayırlı bir tartışma olarak tarihe geçer.

1937 ve 1938’de Dersim’de neler yaşandığını büyük çoğunluk bilmiyor. Meclis’teki ‘açılım’ tartışmasında, Dersim örneği hatırlatılınca tartışma da başlamış oldu. CHP’nin arzusu, ‘tek parti’ devrini yeniden yaşamak ve yaşatmak...

Dersim’de yaşananları aklı başında CHP’liler de savunamaz. Bununla beraber “aklı tek parti devrinde olan CHP’liler”in savunması mümkündür ve onlar da zaten bunu yapıyor. Resmî belgelere göre o dönemde 13 binden fazla insan katledilmiş. (Sabah, 19 Kasım 2009) Elbette bunların içinde ‘eşkiya’lar da vardır, ama çok sayıda masum; çoluk, çocuk ve kadınların olduğu da ortada. O günlerde çekilen ‘hatıra’ fotoğrafları bile hadiseyi anlamaya yeter. İnsanların üzerinden fakirlik değil, tek kelimeyle sefalet akıyor...

Tabiî ki Dersim zulmü kendi kendine olan bir hadise değil. Bu konuda emir veren ve bu emri uygulayanlar var. Bazıları “Bunu kim yaptı?” diye soruyor. Soru doğru, ancak cevabı da doğru olmalı. Bugün dünyanın herhangi bir ülkesinde yapılan her hangi bir işin; kim tarafından yapıldığını merak edenler ne yapar? O ülkeyi kimin ya da kimlerin yönettiğine bakmaz mı? Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, bürokratlar vs. liste uzayıp gider. Bu listede olanların tamamının az ya da çok yapılan işlerde payı olur. Demokrasilerde bu böyledir. Hele bir ülkede ‘tek parti’ varsa ve muhalefet yoksa yapılan işler kimin defterine kaydedilir? Her halde bu sorunun cevabı bellidir. O halde, Dersim’de yapılanların kim tarafında yapıldığını öğrenmek isteyen, o gün Türkiye’yi kimin ya da kimlerin yönettiğine bakmalıdır.

Elbette bazı bürokratların keyfi davranışı olabilir. Ama burada yapılan, bir iki bürokratın, o günkü idareciler rağmına bir harekete girmesine benzemiyor. Demin de ifade etmeye çalıştık, o dönemde Türkiye ‘tek parti’ ile idare ediliyor ve bürokrasinin kendi başına iş görmesi imkânsız.

Dersim konusunda çok sayıda belgeye sahip olduğu ifade edilen ‘Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık şöyle demiş: “Dersimlilerin 70 yılda yapamadığını, birkaç cümlelik konuşmasıyla Onur Öymen başardı. Bizim için büyük bir iyilik yaptı. (...) Onur Öymen’i bu olaya sabep olduğu için seviyorum.” (Sabah, 19 Kasım 2009)

Aynı şekilde ‘yalan tarih’e itiraz eden herkesin ve bilhassa demokratların da Öymen’e teşekkür etmesi gerek. Çünkü Dersim tartışmasıyla bir devrin bilinmeyen hadiseleri ortaya çıkmaya başladı ve başlayacak. Tartışmaya katılan herkes yeni bir bilgi ve belge ortaya koyacak. Böylece ‘tek parti’nin yaptığı yanlışlar bir bir öğrenilmiş olacak. Durup dururken böyle bir tartışmayı başlatmak kolay değildi. CHP, hiç arzu etmediği bir tartışmanın başlamasına sebep oldu. Bir anlamda kurdukları tuzağa kendileri düştü. “Bu tartışma bitti, geride kaldı” demekle bitmez ve geride kalmaz. Artık çocuklar bile “Dersim’de ne olmuştu?” diye sormaya başladı. Aynı sorular sınıflarda (yalan/yanlış) tarih anlatmak durumunda kalan öğretmenlere de sorulacak. Doğru cevaplar bulunana kadar bu tartışma devam edecek.

‘Resmi tarih’in dikmeye çalıştığı minare, artık kılıfa sığmaz hâle geldi. ‘Resmî tarih’ anlatıcıları ‘uzatmalar’ı oynuyor...

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Öymen, Dersim, CHP ve Lagendijk


A+ | A-

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in 10 Kasım günü Meclis’te yapılan görüşmelerde sarfettiği “Dersim”le ilgili sözleri tartışılmaya devam ediyor.

Öymen ne demişti oradan başlayalım: “Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp ‘Bu savaşı bitirelim’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi?”

Öymen’in bu sözleri açılım görüşmesindeki kavga, gürültü arasında önce pek dikkat çekmemişti. Belki de kimse Öymen’in önce ne söylediğine dikkat etmemişti. Ettiğinde de eleştiri okları ona yöneldi. Sivil toplum kuruluşlarından, eski ismi “Dersim” olan Tunceli’den ve Türkiye’nin değişik bölgelerinden açıklamalar, protestolar ve tepkiler gelmeye başladı.

Görüşmeler sırasında konuşmayı CHP’lilerle birlikte alkışlayan ve aslen Tuncelili olan CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun Tunceli ziyaretindeki açıklamasında Öymen’in istifa etmesini ima ederek “Gereğini yapsın” sözünün ardından da parti içinde kaynamalar başladı.

“Marifetli” bir diplomat olan Öymen’in bu işin içinden nasıl sıyrılacağını çok iyi bilmeli ki, hemen Mustafa Kemal’e sarıldı. “Ben mi bastırdım Dersim isyanını? O zaman Atatürk niye böyle davrandı? Celal Bayar Başbakan’dı. Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı. Onlar da mı faşistti?” derken kimsenin Mustafa Kemal’e bir şey diyemeyeceğini hesap etti ama öyle olmadı.

Öymen, buna sarılırken de korkutmasını da bildi. Marifetli(!) dedik ya… “Ben Atatürk’ün devlete silâh çekenlerle nasıl mücadele ettiğini anlattım. İtiraz edenler bana niye itiraz ediyor. Atatürk’ün yaptıklarını anlattım. Cesareti olan Atatürk’e itiraz etsin, Atatürk hata yaptı desin, Atatürk bile bile yanlış yaptı deyin… ” diyerek kendisini savunmaya(!) geçti. (Bugün, 13.11.2009)

Sonrası malum, Öymen, yanlış anlaşıldığını söyleyip özür diledi ama sözlerini geri almadı. Genel başkanının yanında gülücükler saçarak partisinin grup toplantısına girdi. Partinin “grup” başkanvekili olan Kılıçdaroğlu ise “grup” toplantısına gelmedi. Genel başkanına ters düşmemek için geri adım atmak zorunda kaldı.

Son olayda galip gelen Öymen’in oldu. Şimdi görülüyor ki, aslında iyi bir polis-kötü polis oyunu oynanmış.

* * *

Gelinen noktada Öymen “artık konuşmayacağım” deyip sözlerinin unutulmasını sağlamaya çalışıyor. Başbakan bile “Dersim katliamı” dedi. Dersimde o tarihlerde öldürülen 13 bin kişiyi, yerlerinden yurtlarından sürülen 12 bin kişiyi bilmeyenlerde bu sayede öğrenmiş oldu.

Aslında Baykal’ın sahiplenme duygusu ilk değil. Daha öncede Önder Sav’ın hacca gitmek isteyen yaşlı bir partiliye ‘Boş ver Araplara para kaptırma’ tavsiyesinin(!) ardından alaycı bir üslupla ‘Bakarsın Muhammed seni bırakmaz’ dediğinde büyük tepkiler çekmiş, onun da istifası istenmişti. Ancak Sav ne özür dilemiş ne de istifa etmişti. Toplantılara katılmayarak, ortalıkta pek görünmeyerek kendisini ve olayı unutturmaya çalışmıştı. Tıpkı şimdi açık açık Öymen’e sahip çıkan Baykal o dönemde de Sav’a sahip çıkmıştı.

Aslında bu konuşmadan günler önce CHP’nin niye iktidar olamadığını Kılıçdaroğlu, “Birinci neden, bizim yüzümüzden” şeklinde açıklanmıştı. Böyle giderse de Kılıçdaroğlu haklı çıkacaktır.

Bırakın iktidarı son olaya tepki gösterenler “CHP’den utanıyoruz” noktasına geldi. Öymen’in “Atatürk’ün partisine mensup birisi olarak Atatürk’ün yaptıklarından utanç mı duyacağım” sözünü duyduğumuzda aklımıza başka bir “utanç” sözü geldi. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk Yeni Şafak’ta yayınlanan röportajında şöyle demişti: “Türkiye’de AB karşıtı bir parti kolay iktidar olamaz, çünkü toplum AB’yi istiyor. CHP’nin düştüğü duruma bakın ki, bir zamanlar yenilikçi olan CHP şimdi AB’ye tavır alarak politika yapıyor. CHP’den utanç duyuyorum…” ( 20 Nisan 2009)

Bu olaydan sonra Alevi vatandaşlar utanıyor. Sav’ın sözlerinden sonra dindarlar utanmıştı. Zaten demokratlar her zaman utandı. Kala kala kaldı ulusalcılar. Onların da bazıları MHP’yi destekliyor. Bir de “Atatürkçülerin” desteğini unutmayalım.

Baykal, Öymen ve Kılıçdaroğlu, “o iş artık bitti” deseler de bu iş daha çok su götürür, kapanması da uzun zaman alır. Seçimlere iki yıldan daha az bir süre kaldı. Şimdi CHP’nin politikalarından utananlar, utandıklarını unutmazlarsa CHP’nin hali hiç iyi değil.

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Genetiği bozdurulmuş gıdalar” yönetmeliği… (2)


A+ | A-

Apartopar çıkarılan yönetmeliğin, ciddî sakıncalar taşıdığı uzmanlarca belirtiliyor. Ziraat ve gıda mühendisleri, gofretten çikolataya, hazır çorbadan paketlenmiş ürünlere kadar birçok yiyecek ve içeceğin içine konulan, “genetiği değiştirilmiş gıdalar”ın, zararlarını ve risklerini sayıyorlar…

Yönetmeliğinden de açıkça anlaşılacağı üzere, bundan böyle Türkiye’de “genetiği değiştirilmiş (bozdurulmuş) gıdalar”ın Türkiye’ye girişinin ve üretilmesinin önünde hiçbir engel kalmamakta.

İstastikler, dünyada üç milyon ton kimyasal ilâç olduğu yönünde. İşin garibi, hazırlanacak “yasa” da, alelacele çıkarılıp yayınlanan yönetmeliğe göre hazırlanacak. Böylece, Tarım Bakanı, “Ben GDO’lu ürünleri yemem” derken, diğer yandan “çekidüzen vermek” perdesinde, bu gıdaların ithalinin ve üretilmesinin önü açılmakta. Zira yönetmeliğe GDO’lu gıdalara açıkça “kısmî izin” verilmekte.

Hangi merkezlerde ne denli etkin denetleneceği bir yana, “GDO yönetmeliği”ni savunan hükûmetin bir diğer gerekçesi de, “izin verilecek gıdalar”ın “binde 9 oranında genetiği değiştirilmiş olacağı” iddiası.

Oysa dünyada tartışılan konu, sıkı bir denetim olsa bile “binde 9”un da ciddî riskler ve tehditler taşıdığı, insan sağlığına ve çevre tahribine büyük tehlikeler oluşturduğu yönünde. Ne yazık ki hükûmet bunu da halktan gizlemekte ve konu göz göre göre saptırılmakta.

TÜRKİYE’NİN GDO’LU

GIDALARA NE İHTİYACI VAR?

Antibiyotik başta olmak üzere ilâçların insan bünyesi ve canlılar üzerindeki etkisini ve bağışıklık sistemini yok eden, kanser, erken doğum, felç ve çeşitli hastalıklara yol açtığı tespit edilen “genetiği değiştirilmiş gıdalar”ın, bebeklere yasaklandığı ve bebek mamalarına konulmadığı Tarım Bakanlığı yetkililerince açıklanıyor. Sonra da bu “GDO’lu gıdalar” serbest bırakılıyor.

Peki, devlet ve kamu otoritesi niçin var? Anayasa’nın korunmasını devlete ve hükûmete yüklediği halkın sağlığını açıkça tehdit eden ve nesiller boyu büyük tahribat yapacak, tohumları, toprakları bozacak “genetiği değiştirilmiş gıdalar”a karşı tedbir alacağı yerde, hükûmetin “ithali”nin ve “piyasaya sürülmesi”nin önünü açmasının nedeni nedir?

Gerçekten, sâdece “bebek mamaları”na konulmasının engellenceğinin duyurulduğu bu gıdaları, hamileler ya da emziren annelerin yemesi durumunda ne olacak? Serâpa zarar ve hastalık taşıdığı neden kamuoyundan saklanıyor? Sonra, AB’nin engellemekte zorlandığı bu “bozdurulmuş gıda” tahribatını Türkiye nasıl engelleyecek? Yolgeçen hanına dönen Türkiye gümrüğünden nasıl ayıklanacak? ABD’nin isteğiyle yeni yönetmeliğe göre bir ürünün üstüne “genetiği değiştirilmiş organizma yoktur” ibâresini koymak yasak olduğuna göre, halk nasıl ayırt edecek?

Diyelim ki “paketlenen” gıdalara sıkı bir denetim getirildi; bu durumda meyve ve sebzelerin “genetiği değiştirilmiş organizma”lı olup olmadığı nasıl anlaşılacak?

Sahi, bir tarım ülkesi olan ve dünyada kendi kendine yetebilecek ülkelerin başında gelen Türkiye’nin “genetiği bozdurulmuş gıdalar”a ne ihtiyacı var? Değilse, hükûmet neden vatandaşları riske atan; insanların sağlığını bozan GDO’ların ithalini ve üretimini meşrulaştırmakta?

Yabani otlara ve böceklere karşı böcek ilâcı enjekte edilen, bitkileri öldüren, asidik zehir salgılayan, kısır tohumla her ekimde kendinden almaya mecbur eden şifreleri değiştirilmiş zehirli gıdalara, Türkiye’nin ne ihtiyacı var?

AKP HÜKÛMETİ, NEDEN GDO’DA

ISRAR ETMEKTE?

GDO’ların en çok olduğu pamuk, kanola, soya, mısır başta olmak üzere genetiği bozdurulmuş gıdaların üretiminin yüzde 99’unun Amerikan firmalarınca üretildiği bilinmekte. Çoğu uluslararası Yahudi sermayesindeki şirketler, çoktan bunun tekelini oluşturmuş. Amerika’da bile tıbbî hatadan ve bu tür ilâçlardan resmî rakamlara göre 250 bin, gayr-ı resmî 800 bin insanın hastalandığı bildiriliyor.

Çoğu ABD’nin ihraç ettiği ve Dünya Ticaret Örgütünü kullanarak dünya piyasalarına pazarladığı bu ürünlerin AB’ye rahatça girdiği de doğru değil. Uluslararası firmalar zorlamasına karşı AB, 2002 yılından yaptığı düzenlemelerle bu gıdaların ithalini ve piyasaya sürülmesini yasaklamış, engellemeye çalışıyor.

İnsanları GDO’lu ürünlerle hastalığa sürükleyip, ardından bunun ilâcını piyasa süren, para ve menfaat endeksli çoğu Amerikan ve çıkarcı Batı ilâç holdinglerinin insanlığı felâkete atan bu dehşetli “ticaret” komplosuna karşı başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, bütün dünyada etkin tedbirler alınırken, hükûmet, neden bu yönetmeliği çıkarmakta?

AKP hükûmetinin “genetiği değiştirilmiş gıdalar”ı üreten ve pazarlayan uluslararası tekelleri, önemli bir kısmı Yahudi lobisine çalışan ve ifsad komitelerine finansörlük yapan Amerikan ve diğer yabancı küresel şirketleri, memnun etme mecburiyeti mi var?

Kısacası, İsrail firmalarının önde geldiği uluslar arası ecnebi şirketlerine sınırdaki toprakları “kiralatma ihâlesi”yle 44 yıllığına kullandırma yasasında olduğu gibi AKP hükûmeti, niçin bu yasada ısrar etmekte?

Doğrusu merak konusu…

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Yeni Türkiye karşıtı Avrupa Başkanı


A+ | A-

Avrupa Birliği ilk başkanını seçti: Küçük Avrupa ülkesi Belçika’nın başbakanı Herman Van Rompuy. Hayırlı olsun Avrupalılara.

Bizi ilgilendiren yönü ise ilk başkanın Türkiye’ye bakış açısının değişip değişmeyeceği. Zira bundan beş yıl önce şunları söylüyordu Rompuy:

“Türkiye Avrupa’nın parçası değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Avrupa’da geçerli olan ve Hıristiyanlığın da temellerini oluşturan evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslâm ülkesinin kabulü durumunda gücünü kaybedecektir.”

Yaptığı ilk basın toplantısında ise daha önceki söylediklerinin kendi kişisel görüşü olduğunu, ‘üye ülkelerin oybirliği ile alacakları kararların kendi kişisel görüşlerinin bütünüyle üstünde olduğunu’ söyledi.

Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Almanya Başbakanı Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ittifakı sayesinde bu koltuğa Rompuy’un kişisel görüşlerinin bir süre sonra Birliğin politikasına yansıyıp yansımayacağını zamanla göreceğiz.

Uluslar arası gözlemcilere göre; Rompuy’u seçmekle Avrupa bir lider değil, uzlaştırıcı aradığını ortaya koydu. Böylelikle dünya sahnesinde daha güçlü bir rol üstlenecek, Avrupa Birliğinde safları sıklaştıracak bir Avrupalı George Washington bekleyenlerin hayali suya düştü. Uzlaşmacı kişiliğini ise ‘AB Konseyi başkanı olarak her ülkeyi dinleyeceğim ve müzakerelerde her ülkenin kazançla çıkmasını sağlayacağım’ sözleriyle dile getirdi Rompuy. Böylelikle Sarkozy ve Merkel gibi popüler Avrupalı liderler de gölgede kalmaktan kurtuldular.

İngilizler bu makama getirmek için çalıştıkları Tony Blair’den umudu kesince AB Dış Politika ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliğine (bir bakıma güçlü dışişleri bakanlığı) İngiliz Baronesi Catherine Ashton’u getirmekle avundular. Şimdi de bu görevin başkanlığa göre makam olarak daha düşük ama etkinlik olarak daha güçlü olduğunu savunuyorlar.

Yeni başkanın her biri bir yana çeken üyeler arasında birliği güçlendirip güçlendiremeyeceğini zaman gösterecek. Ancak İngilizler, Fransızlar ve Almanlar arasında tarihin her döneminde mevcut rekabetin, yakınlaşmayı önlemeye devam edeceğini düşünüyoruz.

Türkiye açısından ise yeni başkanın gelişi son iki yıldır egemen olan olumsuz havayı pek değiştirmeyecektir. Sarkozy-Merkel ikilisinin başı çektiği muhalif grubun ket vurucu tavırlarından bezen hükümetin üyelik müzakerelerine eskisi kadar sıcak bakmadığı bir gerçek. Eksen kayması tartışmalarına yol açan yeni Türkiye dış politikası da Avrupa Birliği üyeliğini birinci hedefe yerleştiren bir politika değil. Daha önce yazdığımız gibi, aklı başında Batılı uzmanlar Avrupa Birliğini Türkiye’nin bölgedeki konumu ve gittikçe artan önemi konusunda uyararak, önemli bir müttefiki kaybedebilecekleri yorumunu yapıyorlar. Ama Gümrük Birliği ile istediğini alan Avrupa’nın Türkiye’yi üyeliğe alma niyetinin en azından şimdilik olmadığı açık. Ülkemiz ise ancak adil şartlarda bu üyeliğin gerçekleşmesini kabul edebilir.Umarız bu çok geç olmaz.

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Hıristiyanlar ile Müslümanları birbirine düşürme planı


A+ | A-

Muhafazakâr, cumhuriyetçi, İslâm karşıtı yayın organı FOX, bu hafta televizyonlardan yine Amerikan halkına İslâm hakkında yalan yanlış çarpıtılmış haberler vermeye devam etti.

FOX News’in inanç muhabiri Lauren Green, bu hafta yayına giren ve Mayaların dünyanın sonunun 21 Aralık 2012 olduğuna dair kehanetini konu alan “2012” adlı sinema filmi hakkında bir haber hazırladı.

Amerika’daki yerli kültürlerin en önemlilerinden biri olan Mayalar, aynı zamanda Amerika kıt'asında keşfedilen en gelişmiş medeniyet olarak da bilinmektedir. Maya Takvimi ise, dünyanın sonunun geleceği zamanı belirgten kehanetler içerdiği için Amerika’nın gündemini hep bir tartışma konusu olarak meşgul etmiştir. “2012” adlı film ise bu tarihte dünyanın başına ne geleceği sorusuna bir bilim kurgu tarzında yaklaşım sergiliyor.

Her ne kadar film bir “bilim kurgu” olsa da, FOX News’in film hakkındaki haberi birden İslâm karşıtı bir renge bürünüyor.

Lauren Green, konuyla ilgili hazırladığı haberde, üç ilahi dinin her birinin dünyanın sonu ile ilgili farklı farklı görüşler ortaya koyduğunu öne sürüyor.

Green, Hıristiyanlığın Armageddon denilen iyi ve kötünün nihai savaşından bahsettiğini ve Hz. İsa’nın dünyaya geri dönüşünü öngördüğünü belirtiyor. Yahudilik hakkında da, “acharit hayamim” denilen dünyanın sonunda Kudüs’teki tapınağın yeniden inşa edileceği ve Yahudi Mesih’in İsrail’in yeni kralı olacağı bilgisini aktarıyor.

İslâm hakkında bilgi vermeye gelince ise, Laurence Green, Şiilerin bu konudaki görüşlerini yansıtıyor ve “Şiî Müslümanlar 12. imamın yani Mehdi’nin ortaya çıkacağına, ve bütün milletlere İslâm bayrağı altında birleşme ve barış içinde yaşama yolunda liderlik edeceğine inanırlar. Hatta bazı kaynaklara göre Şiilerin bahsettiği Mehdi, Hıristiyanlıktaki Anti-Christ yani Deccal’dır” diyor.

Green’in İslâm’ı Hıristiyanlıktan bu denli uzak gösterme çabası ve televizyon izleyicilerine Hıristiyan Deccal’inin İslâm içinde zuhur edeceği mesajı vermeye çalışması, yine FOX News’in aldatmaya ve çarpıtmaya yönelik ahlâk dışı yayın anlayışının bir tezahürüydü.

Esasında gerçek şudur ki, Yahudilik Hz İsa’nın ikinci kez dünyaya gelişini kabul etmez, ama İslam eder.

Kur’ân’ı ve Hadisleri okurken, okuyanlar kolaylıkla Hıristiyanlık ve İslâm’ın bir çok benzer inancı paylaştığını ancak neticeler itibariyle bazı farklı yönleri olduğuna kanaat getirebilir. Meselâ, Hıristiyanlıkta ve İslâmda, Hz İsa’nın, ahirzamanda çok merkezi bir rolü vardır, İslamiyet de Hz. İsa’nın dünyanın sonuna doğru tekrar geri geleceğine Hıristiyanlar gibi inanırlar.

Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi, iyilerin ve kötülerin yeniden diriltileceklerine ve kendilerinden hesap sorulacağına inanırlar. İslâm ve Hıristiyanlık da hiçbir şeyin zayi olmadığı ve sonsuza kadar yaşanacak bir menzil olan Cennet ve Cehennemin varlığına iman ederler.

Müslümanlara göre Hz İsa yeniden yeryüzüne inecek ve bütün dünyayı İslâmiyete davet edecektir. Yalnız Sünniler ve Şiiler arasında bu konuda, özellikle zamanlama anlamında bazı ihtilaflar mevcuttur. Şiiler daha Hz. İsa yeryüzüne inmeden önce düzenin kurulacağını ve insanların İslamiyet’i seçeceklerini düşünürler.

Hasılıkelâm, Lauren Green’in, Hıristiyan Deccal’inin İslâm’ın içinden çıkacağı yönündeki çarpıtma haberi FOX News menşeli haberlere güven duyulamayacağının ve inanılmaması gerektiğinin bir göstergesidir.

21.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Türklüğe de suikast


A+ | A-

Bediüzzaman Türk kimliğinin Müslümanlıkla ne kadar bütünleştiğini vurguladıktan sonra Türklere şöyle sesleniyor:

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizac etmiş (kaynaşmış), ondan kabil-i tefrik (ayrılması mümkün) değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin (iftihar vesilesi olan icraatın) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir zemin yüzünde (yeryüzünde) hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” (Mektubat, s. 543-4)

Bu mefahirden kasıt, İslâmın bayraktarı olarak yaşanmış bin senelik tarihin şan ve şeref levhaları ile hayatın her alanındaki medeniyet eserleri.

İslâm ve dünya başkenti İstanbul’un benzersiz ve muhteşem silüetine şekil veren zarif Osmanlı kubbe ve minareleri, yüzyıllardır hiçbir kuvvetin silemediği mefahirin ilk akla gelen örnekleri...

Gerek Türkiye topraklarında, gerek diğer İslâm beldelerinde benzer daha nice mefahir var.

Ve çok daha önemlisi, Türklerin de muazzam katkılarıyla gelişen İslâm medeniyetinin temellerini atıp, her alanda inkişafına katkıda bulunan çok kıymetli fikir, gönül, ilim, aksiyon insanları.

Kur’ân’ın rehberliğinde fikir ve ilim dünyasına yeni ufuklar açan mütefekkirler; gönülleri aydınlatan maneviyat sultanları; şefkat, izzet ve dirayet eksenli yönetimleriyle, hükmettikleri her yere adalet ve hizmet götüren devlet adamları; hayatın derunî boyutunu zenginleştiren sanatkârlar...

Asırlar boyu, nesilden nesile devredilerek bugünlere ulaşan bu mefahir için, Türklere “Kalbinizden de silmeyin” diyor Bediüzzaman. Neden?

Sualin cevabı, bu sözlerin, İslâmla kaynaşmış ve bütünleşmiş bir Türk kimliğinin geliştirilerek muhafazasının çok daha büyük önem kazandığı bir dönemde kayda geçirilmiş olmasında yatıyor.

Onun bu hatırlatma ve tavsiyeleri yaptığı dönemde “Din yok, milliyet var” anlayışıyla, İslâmdan arındırılmış bir Türkçülük ideolojisini ikame etmek için yoğun bir kampanya başlatılmıştı.

M. Kemal’in “Türkler Arapların dinini kabul etmezden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuttu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular” sözleri bunun bir ifadesiydi.

Türklerin “bilmedikleri ve anlamadıkları bir dille” yazılan Kur’ân’ı okumalarını “Beyni sulanmış hafızlara döndüler” diyerek aşağılaması da.

(Bu bilgiler, Atatürk’e en yakın isimlerden Afetinan’ın hazırladığı “Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabında mevcut.)

Türkçü milliyetçiliğin, bütün toplumsal ve kamusal alanlardan dışladığı, hattâ özel hayat alanlarındaki tezahürlerine bile tahammül edemediği dini tamamen vicdanlara hapsetmeye çalışan katı, bağnaz ve saldırgan bir laikçi anlayışla beraber uygulanması, herkes gibi, hattâ diğer unsurlardan çok daha fazla Türklere zarar verdi.

Dersim’e dair sözleriyle Atatürk devrinde yaşanan trajik olaylardan birini gündeme getiren Öymen diyor ki: “ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü küçümseyeni devlet düşmanı sayarız.”

Bu zihniyetin kendi despot anlayışını devlete mal etmekle yetinmeyip, mutluluk gibi, insanın maneviyatındaki iç dinamiklerle doğrudan irtibatlı bir ruh halini dahi tepeden inme sloganlarla dayatarak, bütün ipleri elinde tuttuğu dönemlerde, etnik kökeni Türk olan insanları da canından bezdiren istibdat politikaları uygulamış olması, işin ibretli ve ironik vechesini oluşturuyor.

Bağnaz laikçi bir zihniyetin refakatinde uygulanan Türkçü politikalar Türkleri de ezmedi mi?

Peki, bu sıkı laikçi ve Türkçü politikaların mimarları, fikir babaları, keskin uygulayıcıları Türk müydü? Tarihî kayıtlar öyle olmadığını gösteriyor. Türkçülük adıyla Türklüğe yapılan suikastın bu yönü de, işin dikkate değer ayrı bir vechesi.

21.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: yemek tarifleri- Risale Çocuk- yemek tarifleri - Risale-i Nur- Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yemek Tarifleri - Makdis