Sami CEBECİ |
|
Gayret ve çalışkanlık |
Diğer canlılar arasında farklı bir konumu olan insan, yapı itibâriyle heyecanlı bir fıtratta yaratılmıştır. Monoton ve sıradan bir hayat onu sıkar, bunaltır ve hayattan usandırır. Muhtelif ahvâl içerisinde geçen bir hayat ise, terakkî ve tekâmül eder, elenir ve tasfiye olur. “Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı, ancak sa’y ve cidaldedir” diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri ne kadar güzel söylemiş.. Her şeyi yerinde, sağlıklı ve varlıklı, sürekli istirahat halinde olan insandan daha sıkıntılı bir kişi gösterilemez. Ömrünün kıymetini bilemeyen öyle insanlar, çeşitli eğlencelerle onu öldürmek isterler. “Vakit geçmiyor. Gel biraz tavla oynayalım da vakit öldürelim” tarzındaki alışılagelmiş sözler, böyle gafil insanlara âittir. Halbuki, ömür sermayesi çok değerlidir. Onunla hem dünya, hem de âhiret hayatı kazanılacaktır. “İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve safa ile ömür geçirmek için gelmediğine, mütemâdiyen gelenlerin gitmesi, gençlerin ihtiyarlanması ve mütemâdiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir” diyen Üstad, çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Ömür sermayesinin verilmesindeki asıl gaye, onunla kabrin arkasındaki daimî bir saadetin kazanılmasıdır. “İnsan için kendi kesbinden ve çalıştığından başkası yoktur” âyeti ile “Çalışan, kazanan Allah’ın sevgilisidir” hadisi, insanları maddî ve mânevî kazanmaya ve çalışmaya teşvik eder. “Ya Fatıma! Sakın ola ben bir peygamber kızıyım diye bana güvenmeyesin. Kendi elinle âhirete ne götüreceksen ona bak” meâlindeki hadis-i şerif de dikkat çekicidir. Bu hususta ve çalışkan olmak üzerine zikredilen çok hadis-i şerif ve ata sözleri vardır. Hayata ve âhirete âit vazifeleri ertelemek, şeytanın insana kurduğu tehlikeli tuzaklardır. Bediüzzaman Hazretleri, Van vilâyetinde bulunduğu sıralarda, Nurşin Camii’nde kalıp talebe okuturken, sobada yakmak için kırılmış odunları taşımaya katılır. Bunu gören talebeleri “Aman efendim! Siz istirahat edin. Biz bunları taşırız” derler. Üstad Hazretleri “Siz çalışırken benim durmama gayretim müsaade etmiyor. Bilseniz ki, gayret ne kadar kıymettardır, bir dakikanızı bile boş geçirmezdiniz” diye karşılık veriyor. Bediüzzaman, gerçekten hayatı boyunca üstün bir gayret, faaliyet ve hizmet içinde ömrünü yaşadı. Bir ânını bile boşa harcamadı. Çok az olan ve üç saati pek geçmeyen uyku saatleri dışında bütün zamanlarını ya risâlelerin telifiyle, ya tashihle, ya okumak veya dinlemek, ya da evrad ve ezkâr okumalarıyla doldurdu. Bir işi bitirdiği zaman, hemen başka bir işe koyuldu. Tembellik, tenperverlik, atâlet ve yeknesaklık onun semtine bile yanaşamadı. Hayatı boyunca nefsiyle aslanlar gibi mücadele etti. Nefis ve şeytanını kendi tâbiriyle teslim-i silâha mecbur etti. Yakınında bulunan hizmetkârlarını ve talebelerini de aynı ahlâka alıştırdı. Onlar da ömürlerini dolu dolu yaşadılar. Dünya ve âhiretlerini dengede tuttular. İman ve İslâm hizmetinde sonraki nesillere güzel bir örnek oldular. Allah onlardan ebediyen râzı olsun, âmin.. Bu günün dâvâ adamları olan bizler de onları örnek alarak hayatımızı yaşamalıyız. Mecbûrî vazifelerimizin dışında kalan zamanları Kur’ân okuyarak, Nur Risâlelerini düzenli mütalâa ederek, Nur derslerine katılarak, Büyük Cevşen gibi evrad ve ezkârlarımızı takip ederek, özellikle namazdan sonraki tesbihatımızı ihmal etmeyerek, etrafımızdaki insanlara iman hakikatlarını tebliğ ederek, hâsılı her anımızı değerlendirerek hayatımızı dolu dolu yaşamaya gayret etmeliyiz. Evet, yakınındaki Nur dershanesine ve ders yapılan yerlere gitmeye üşenen, Nur Risâlelerini okumakta serin davranan, haftalar ve aylar geçtiği halde plânsızlıktan Büyük Cevşen’i eline almayan, ağzı fermuarlı gibi davranarak etrafındaki insanlarla iman hakikatlarını paylaşmakta tembellik yapanlar bu kudsî dâvânın hakkını veremezler. Şayet böyle bir durum varsa, ömür sermayesi bitmeden mutlaka yeni bir başlangıç yapmalı ve hayata taze bir sayfa açılmalıdır. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bediüzzaman’a göre din ve milliyet |
Abdulvahap Bey: “Bediüzzaman’a göre ırk mı önemli, hamiyet-i milliye mi, yoksa din kardeşliği mi önemli ve üstündür?” Allah katında tek üstünlük, Allah korkusundaki ve ahlâk güzelliğindeki üstünlüktür.1 İnsanlar da bu değerleri üstünlük değeri sayarlarsa ne âlâ! Aksi takdirde insanların değer verdikleri başka üstünlüklerin Allah katında ve hakikatte hiç ehemmiyeti yoktur. Ne ırk üstünlüğü, ne gösterişte kalan bir hamiyet-i milliye, ne para, ne mal, ne makam, ne başka bir dünya üstünlüğü! Bu üstünlükler kabir kapısına kadardır. Kabir kapısından sonra bu üstünlükler geçersizdir, orada sadece takva ve ahlâk üstünlüğü geçerlidir. Âhirette tek geçer akçe iman ve güzel ahlâktır! Neden ırklara ve kabilelere ayrılarak yaratıldık? Irklar arası üstünlük kavgası verelim diye mi? Hayır. Birbirimizi tanıyalım, tanışalım, kaynaşalım, sevelim, birbirimize yardımcı olalım ve kolaylık sağlayalım diye ırk ırk, kabîle kabîle, boy boy, sınıf sınıf yaratıldık. Kur’ân-ı Kerîm, “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık” 2 buyuruyor. Bu âyeti Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle tefsîr ediyor: “Sizi tâife tâife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yek diğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.” 3 Bedîüzzaman’a göre, nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, takımlara ayrılır. Tâ ki her neferin muhtelif ve farklı sorumlulukları, görevleri ve vazifeleri belirlensin, bilinsin, tanınsın ve ordunun fertleri görevlerini eksiksizce yerine getirsin, vatan ve millet düşman hücumundan korunsun. Yoksa bu ayrılma ve bölünme bölükler arası kavgaya, taburlar arası husûmete, alaylar arası düşmanlığa, fırkalar arası sürtüşmeye yarasın diye yapılıyor değildir. Aynen bunun gibi, İslâm toplumları kabîlelere, ırklara ve tâifelere ayrılmıştır. Fakat binlerce birlik yönleri vardır. Hâlıkları birdir, Rezzâkları birdir, Peygamberleri birdir, kıbleleri birdir, kitapları birdir, vatanları birdir.... Böyle binlerce birlik bağları içindedirler. İşte bu kadar birlik bağı, Müslümanlar arasında uhuvveti, kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Demek insanlar bu âyetin ifâde ettiği gibi kabîlelere ve tâifelere tanışmak ve yardımlaşmak için ayrılmıştır. Yoksa birbirini küçük görmek, kendini başkalarından üstün kabul etmek, inkâr etmek, yok saymak, asimile etmek, sömürmek, güçsüz olanı ezmek ve kaynaklarını kurutmak ve birbirine düşmanlık üretmek için kabîlelere ayrılmış değillerdir. Milliyet fikrinin iki kısım olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin menfî, uğursuz ve zararlı olduğunu, başkasını yutmakla beslendiğini ve diğerlerine düşmanlık etmekle devam ettiğini, bu anlayışın kalıcı düşmanlıklara ve toplumlar arası huzursuzluklara sebep olduğunu kaydeder. Kur’ân’ın “câhiliyet taassubu” 4 dediği, Peygamber Efendimiz’in de (asm), “İslâmiyet, câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır” 5 hadis-i şerifi ile işâret buyurduğu taassup böyle menfî ve zararlı ırkçılıktır. Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ise, ona ihtiyaç bırakmıyor. Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, milliyet fikrinin ikinci kısmı müsbet milliyettir. Müsbet milliyet, her toplumun kendi iç bünyesini sevmesi, yükselişini istemesi ve bunun için gayret etmesi demektir. Hamiyet-i milliye nâmıyla, her ferdin başka milletlere zarar vermeden kendi milletinin menfaatlerini takip etmesi elbette hakkıdır ve bu gayret zararsızdır. Bu gayreti İslâmiyet reddetmez. Bu gayret yardımlaşmaya, dayanışmaya ve güç birliğine de sebeptir. İslâm kardeşliğini güçlendirir. Bedîüzzaman’a göre milliyet fikri, İslâmiyete yardımcı olmalı, kale olmalı, zırh olmalı; fakat dinin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet ve kardeşlik içinde “bin kardeşlik ruhu” vardır. Din kardeşliği berzah âleminde ve bekâ âleminde de kalıcıdır, yaşanmaya devam edilir. Onun için milliyetçilik ne kadar güçlü de olsa, İslâm kardeşliğinin ancak bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa İslâm kardeşliğini bırakıp, yerine milliyetçiliği koymak, büyük hatâdır; kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup o elmasları dışarı atmaktan farksız bir ahmaklık ve cinâyettir.
Dipnotlar:
1 - Hucurât Sûresi: 13, 2 - Hucurât Sûresi: 13 3 - Mektûbât, s. 309, 4 - Fetih Sûresi: 26 5 - Keşfü’l-Hafâ, 1/127 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Şişenin elmas olması |
İnsan hiçbir eşyasının elmas değerindeyken kırılacak değersiz şişe parçaları gibi kıymetsizleşmesini istemez. Ya mümkün olsa cam parçalarını elmasa dönüştürebileceğini öğrense bunun için canını vermez mi? Peki, ya kim organ, duygu ve yeteneklerinin, elmas gibi değerli olabilecekken birer cam parçası durumuna düşmesini ister? Nur’un İlk Kapısı’nda, sahip olduğumuz yetenek, organ ve duyguları eğer Allah yolunda kullanırsak “bakî birer elmas” değerine yükselirlerken, nefis hesabına kullandığımızda ise “fani birer şişe” durumuna düşeceklerine dikkat çekilir.1 Bu hakikat Sözler’de (6. Söz) gayet nefis bir şekilde karşılaştırmalı olarak akıl, göz ve dil örnekleriyle de anlatılır. Buna göre, eğer akıl Cenâb-ı Hak hesabına değil de nefis hesabına kullanılırsa insanı rahatsız, huzursuz ve taciz eden zararlı, uğursuz bir âlet durumuna düşer. Geçmişte başına gelen hüzne gömen acıları, gelecekte gelebilecek korkutucu olayları başına yükletir, hayatı yaşanmaz hâle getirir. İşte günahkâr adam aklın taciz ve sıkıntısından kurtulmak için çoğu kere sarhoşluğa ve eğlenceye kaçar. Eğer akıl, aklı veren gerçek sahibi Allah hesabına kullanılırsa kâinattaki “rahmet hazinelerini ve hikmet defineleri”ni açar ve insanı ebedî mutluluğa götüren bir mürşid durumuna yükselir. “Rahmet hazineleri ve hikmet defineleri” denilince ne anlamalıyız? Bilindiği gibi rahmet zerreden kürelere kadar bütün kâinatı kuşatmış bir hakikat. İçtiğimiz soğuk sudan soluduğumuz temiz havaya, yediğimiz ekmekten çeşit çeşit nefis meyvelere, elimiz ayağımızdan aklımız fikrimize kadar sayısız nimet birer rahmet eseri. Hikmet defineleri de maddeten ve manen istifademize sunulan, içerisinde nice faydalar bulunan enva-ı çeşit nimetler, rızıklar. Meselâ akıl, ruh, kalp, göz, dil, toprak, hava, su, güneş gibi nimetlerin herbiri birer hikmet definesidir. Tefekkürle bu rahmet hazinesi ve hikmet definesi nimetlere baktığımızda bize bunca nimeti ihsan eden Rabbimize şükran duyguları içerisinde dolar, sevinç ve mutluluktan yerimizde duramaz hâle geliriz. Bu tefekkür, bu şükür ise bizi ebedî saadete götürür. Meselâ gözü ele alalım. Ruh bu âlemi göz penceresiyle seyreder. Eğer göz Cenâb-ı Hak hesabına değil de nefis hesabına çalıştırılırsa geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve nefsin arzu ve heveslerinin kavvadı durumunda bir hizmetkâr olur. Eğer o gözü- gözü veren San'atkârı hesabına ve izni dairesinde kullanırsak “o zaman şu göz, şu kitab-ı kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mû'cizat-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.” Evet, Allah hesabına ve izni dairesinde kullanılan gözün önüne şu kitab-ı kâinat, yani kâinat kitabı bir kitabın yaprakları gibi açılır, herşeyi mütalâa eder, inceler, verilmek istenen mesajları alır, mânâlarındaki derinlik karşısında heyecan ve hayret duyguları içine girer. Yine göz âlemdeki “mû'cizat-ı san’at-ı Rabbâniye,” herbiri birer san'at mu'cizesi olan varlıkların, meselâ bir çiçeğin, bir tavus kuşunun, bir insanın Cenâb-ı Hakkın birer san'at mu'cizesi, harikası olduklarını merak ve iştiyakla seyreder. Yine güz yeryüzü bahçesindeki rahmet çiçeklerine konan ve herbirinden tefekkür üsareleri alıp marifet balı yapan mübarek bir arı olur. Kısaca bütün organ, duygu ve yetenekleri aynı şekilde kullandığımızda herbirinin birer cam parçası iken birer elmas kadar kıymetlendiğini görürüz.
Dipnot:
1- Nurun İlk Kapısı, s. 12. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ayva çekirdeği |
Daha evvelki yazılarımızda "zeytin mu'cizesi"ni konu edinmiş, hem yağının, hem de çekirdeğinin faydalarından söz etmiştik. Ayrıca, mide rahatsızlıkları için "Kudretnarı"nı, sinüzit için de "Acıbostan" da denilen Acıdüvelek bitkisini tavsiye etmiştik. Birçok okuyucumuz, bu yazılardan istifade ettiğini, hatta yüzde yüz oranında şifâ bulduğu gerçeğini bize intikal ettirmişti. Zaten, biz de tecrübe dayanmayan, kendimizde ve yakın çeremizde tatbik etmediğimiz, dolayısıyla faydalı olduğuna yüzde yüz emin olmadığımız bir ilâcı sizlere tavsiye etmeyiz. İşte bugün de size yine birçok kimse tarafından tecrübe edilen ve şifâlı olduğu yüzde yüz ihtimalle kesinleşen bir başka ilâçtan söz etmek istiyoruz; Ayva çekirdeği...
Emziren anneler için mu'cizevî bir ilâç
Başta bebek emziren anneler olmak üzere, elinde, yüzünde veya cildinin herhangi bir yerinde kesik, çatlak, pürüz, ya da tahriş bulunan kimseler, ayva çekirdeğinden yapılan ilâçla yüzde yüz fayda görüp tedâvi oluyor. Bilhassa bebek emziren annelerin, göğüslerindeki kanamalı çatlaklardan ve tahrişattan dolayı büyük ıztırap çektiği biliniyor. Bebeğini rahatça emziremiyor. Bebeği sütten kesilmesin diye dayanmaya çalışıyor, ancak büyük acılar çekiyor. Bazan da, bebeğine kan damlaları karışan sütle bebeğini emzirmek durumunda kalıyor. Tedâvi için de, adeta başvurulmadık çare kalmıyor. Birçok ilâç, merhem, jel vesair kullanılıyor, ancak yine de istenen netice alınamıyor. İşte, ayva çekirdeğinden yapılan jel, bu sıkıntının en pratik, en kestirme ve en tesirli ilâcı olduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz. Gerek ayva çekirdeği ilâcını tecrübe edenlerden ve gerekse çeşitli kaynaklardan konuya dair edindiğimiz bilgilere göre, bu ilâç en pratik yoldan şu şekilde elde edilerek kullanılıyor: Yarım bardak normal sıcaklıktaki suyun içine, 10–15 adet kadar ayva çekirdeği atılıyor. Çekirdekler suyun içinde bir müddet bekletiliyor. Bu bekleme süresi, çekirdeğin cinsine göre değişiyor. Beş–on saat, ya da bazan bir–iki gün de sürebiliyor. Suyun içinde bekletilen ayva çekirdekleri, belli bir süre sonra, o suyu tamamen "jel" haline getiriyor. Jel, ya da saydam krem haline gelen bu sıvı, çatlamış, kanamış, tahriş olmuş bölgelere pamukla sürülüyor. Pamuğun da, krem sürülen kısmında temiz ve hijyenik olmasına özellikle dikkat edilmeli. Bu fıtrî ilâç, günde birkaç defa tekrarlanabilir. Meselâ, emzirmeden hemen sonra vücuda tatbik edilebilir. Aynı zamanda buruşukluğu gideren ve cildi geren bu ilâcın, cildin üzerinde uzun müddet bekletilmemesi gerekiyor. Aradan birkaç saat geçtikten sonra, mutlaka temizlenmeli, kurutulmalı ve bilâhare tekrar kullanıma geçmeli. Bu mû'cizevî ilâç kürü, âzami bir–iki günde elde edildiği gibi, müsbet neticenin alınması da yine bir–iki gün içinde mümkün olabiliyor. Sakın, "Bu kadar kısacık bir zamanda nasıl olur?" diye hemen itiraz etmeyin. Zira, tâ başta belirttik ki, bu Kudret'ten gelmiş bir "mû'cizevî ilâç"tır. İlâcı kullanacaklara Allah'tan şifâlar diliyoruz.
Tarihin yorumu 7 Ekim 1908
Elvedâ Girit
Bosna–Hersek'ten kısa bir süre sonra, ne yazık ki Girit de elden gitti. Osmanlı devlet merkezinde yaşanan siyasî çalkantıdan (Mutlakiyet'ten Meşrûtiyete geçiş süreci) istifade eden Avusturya, 1908 yılı Temmuz'unda Bosna–Hersek'i işgal, 5 Ekim'de de ilhak ettiğini açıklamıştı. Yunanistan ile Bulgaristan da ona destek vermişti. Demek ki, Yunan ve Bulgar hükümetleri de benzer emeller peşindeydi. Nitekim, Yunanistan hiç vakit geçirmeden daha evvel (1897) işgal etmiş olduğu Girit Adasını topraklarına resmen kattığını ilân etti. (7 Ekim 1908) Oysa Girit, çok ağır bedeller karşılığında fethedilmişti. Osmanlı, burayı Venediklilerden almıştı. Tarihin kayıtlarına göre, 1945–69 yılları arasında devam eden 22 yıllık kuşatmalar esnasında tahminen 160 bin Osmanlı askeri burada şehit verildi. Girit Adasının tamamiyle teslim alınması, 26 Eylül 1669'da günü tahakkuk etti. Girit Fatihi ise, aynı zamanda Uyvar Fatihi (Avusturya) de olan Sadrâzam Fazıl Ahmed Paşadır. Akdeniz'de Kıbrıs'tan sonra en büyük ada olan Girit, yaklaşık 250 sene Osmanlı hakimiyeti altında kaldı. Burayı da, tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi önce İngilizler zabtetti, ardından Yunanistan'a peşkeş edildi. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Müstebit rejimle barışılamaz |
Hürriyet imanın özelliğidir. Risâle-i Nurun birinci vazifesi imana hizmettir. İstibdat, baskı, zorbalık iman ile, İslâmiyetle bağdaşmaz. Şu halde, İslâmiyete hizmet etme gayesi olan, asla müstebit sistemle, ideolojik rejimle, katı laik kesim ile bazı mahfillerle işbirliği yapmaz! Böyle bir anlayış Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’ın anlayışıyla taban tabana zıttır. Hele Risâle-i Nur’un gücünden istifade etmek için ondan görünüp böyle bir tutum takınmak asla tasvip edilemez. Zira, bu bir riya ve takıyyedir; ikisi de İslâmiyetçe reddolunmuştur. Şeytan ile Cebrail (as) barışmadığı gibi, mehdiyet ile deccaliyet asla barışamaz! Bediüzzaman, hayatının her safhasında deccalizm ve onun yamakları müstebitlerle mücadele etmiş. Rus gazeteci Nadejda Kevorkova’nın ifadesiyle, “Cezalandırıcı yönetime karşı çıkma cesaretini göstermiş, inananlara aman vermeyen rejime ölümüne muhalefet etmiş” 1, “İstibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım” 2 demiştir. Müstebit rejime bakışı da gayet nettir: “Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risâle-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır… Risâle-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrik eder.” 3 Aslında bu peygamber varisi olmanın bir duruşudur, meslek ve meşrebe sadakatin bir ifadesidir, taviz vermemenin, zikzaklar çizmemenin bir sonucudur. Bediüzzaman’ın, “Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün inkârcı bildim…” 4 dediği şahısların övülmesi, “Dine saygılı idi!” diye sevgisinin gönüllere yerleştirilmesi, yamaklarıyla işbirliği yapılması da elbette Risâle-i Nur’la asla bağdaşmaz. Takip edelim: “Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hâl ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.” 5 İslâm şeairini tahrip eden ahirzamanın dehşetli eşhasına ve yardımcılarına, “Dine hizmet ettiler, kahraman idiler!” diye muhabbet beslemek veya beslettirmek; Risâle-i Nur’la bir ilgisi olmadığı gibi, bilâkis, ona karşı cephe almak ve muâraza etmektir.
Dipnot:
1- Gazeta, 220. sayı, 23.11.2007.; 2- Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 63.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 206.; 4- Şuâlar, s. 514.; 5- Şuâlar, s. 298-299. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Yeşilçam’ı aydınlatan adam: Çakmaklı |
Türkiye’de gündemi yakalamanın, hadiseleri takip etmenin, biraz zor olduğunu söylerim hep. Bu koşuşturmada hadiseleri bazen zamanında yakalayamıyoruz. Geçtiğimiz mübarek Ramazan ayında vefat eden Yücel Çakmaklı da; bizim gündemimizde olan, ama biraz (Ramazan yazıları, v.s telâşıyla) geç kalarak da olsa yad edeceğimiz şahsiyetlerden biridir. Cumhuriyet neslini, dinden, din-i İslâmı hatırlatacak her şeyden uzak tutmak isteyen menhus zihniyet, milleti hep, lüzumsuz, nefsin hoşuna gidecek şeylere yönlendirmiştir. Çocukluğumda Ankara’da, 45-50 sene önce, büyük akrabalarımızın da teşvikiyle, yaz mevsiminde yazlık (açık hava), kış da da kapalı salon sinemalara giderdik. Genellikle de, mahallemize yakın olan açık hava sinemalarında hangi filmler oynuyor diye, gündüz beni gönderirlerdi, biraz da hafızamda tutabildiğim için olsa gerek. Etraftaki 4-5 sinemada hangi filmler var, başrollerde kimler oynuyor gelir söylerdim ve ona göre de akşam akrabalardan en az on kişi o sinemaya giderdi. Yerli filmlerin çoğu aşk-meşk üzerine kurulmuştu. İnsanlara iyiyi, güzeli veren filmler pek olmadığı gibi, bir de kötü düşüncelerin çağrıştırdığı mesajlar oluyordu. Daha ileriki senelerde Karaoğlan, Malkoçoğlu, v.s. gibi filmlerle devam eden Türk sineması, en sonunda 70'li yıllarda pespaye, müstehcen filmlere gelip dayanmıştı. Bu aslında bir yerde, Türk sinemasının bittiği noktaydı. İşte, Yeşilçamın bittiği bu noktada, daha doğrusu milletin rağmına senaryoların filmleştirilip, onların da tökezlediği yerde, yine o yıllarda, Yeşilçamı çakmağıyla aydınlatan bir adam çıktı o piyasaya, Yücel Çakmaklı idi o. Milletin değerlerine sahip olup, ona münasip tarzda filmlerin de yapılıp, milletin nazarlarına takdim etti. Şule Yüksel Şenler’in “Huzur Sokağı” romanını sinemaya adapte edip, “Birleşen yollar” adıyla film yaparak, hem de Yeşilçamın starlarına başrol oynatarak, adeta bir bomba tesiri yapmıştı. Yahudi ve diğer azınlıkların tasallutu altındaki o sektör, bir anda neye uğradığını şaşırmıştı. Film, rekor üstüne rekor kırıyordu. Tabiî, birkaç sene sonra yine rahmetli olan, Suriye asıllı Müslüman yönetmen Mustafa Akkad’ın dünyayı sarsan “The message (çağrı)“ filmi de, Türkiye’de gösterilmeye başlayınca, artık gözler hep bu tarafa bakmaya başlamıştı. Daha sonra Nurcuların yaşadıklarından bir kesitin, Hekimoğlu İsmail (Allah sıhhat ve selâmet versin) tarafından yazılan “Minyeli Abdullah” romanını da, yine rahmetli Yücel Çakmaklı, aynı adla filmleştirerek, çok şeylerin değişmesine ve düşünülmesine sebep olmuştu. 1979 sonları idi. AP’nin azınlık hükümeti zamanında; çilekeş, fedakâr, rahmetli Mustafa Özsoy Ağabey, Konya İl Halk Eğitim Müdürü olmuştu. Çok hukukumuz vardı rahmetliyle, baba tarafımdan da akrabamdı. Görüşmelerimiz eksik olmazdı. Kâh ben Konya’ya giderdim, kâh o Ankara’ya gelirdi. Müdür olduktan sonra bana telefon açtı; “Osman, bize ses cihazları lâzım nasıl yapalım?” dedi. Ben de, Erkal Zenger’in bu piyasada bayağı söz sahibi olduğunu, bütün siyasilerin, hatta Demirel’in de, ses düzenlerini onun yaptığını söyleyip, Ankara’ya gelmesini ve onun yanına gidebileceğimizi söyledim. Geldi ve beraber Zenger’in yanına gittik. Yanında türkücü Özay Gönlüm de vardı, birlikte yemek yiyorlardı. Biz gelince, bize de ısrarla yemek söyledi ve yemek esnasında dördümüz samimî bir şekilde konuşup, lâtifeleştik. Ve Özsoy Ağabeyin de işini hallettik. Rahmetli Özsoy Ağabey, çok yönlü enteresan bir insandı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gören son şahidlerdendi. Bir ziyaretinde, ”öğretmen ve subaylara çok ehemmiyet verdiğini” söylemişti Üstad, ona. İşte bu ağabeyimizin bir de film çekme işi vardı. Büyük oğlu sevgili kardeşim Dursun’un (Abdülkadir) kameramanlığıyla biraz amatörce de olsa “Minyeli Abdullah’ın” ilk denemesinin bir kısmını o yapmıştı, bir bölüm de olsa yapmıştı. İşte, Yücel Çakmaklı ile görüşüp, bunlardan da bahsetmek için beraber, TRT Genel Müdürlüğüne gittik. Ama, maalesef görüşemedik, nasip olmadı. Gelmişken “Boş dönmeyelim” diye, o zamanki Dinî Yayınlar Genel Müdürü Asaf Demirbaş’la görüşmüş, sohbet etmiş ve ona bir-iki de küçük risâle hediye etmiştik. Esas niyetimiz tahakkuk etmemiş, Yücel Çakmaklı ile görüşememiştik, ama daha sonra onun profesyonel mânâda “Minyeli Abdullah”ı çekmesinden çok memnun olmuştuk. İşte, Yücel Çakmaklı’nın rahmetli oluşundan sonra aklıma bunlar geldi. Geç de olsa bunları yazarak onu şad etmiş olduk. Allah rahmet eylesin. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bozulmuş değerler çöplüğü |
Öyle hızlı ve müsbet gelişmeler oluyor ki, neredeyse takip etmekte zorluk çekiyoruz. Bir gün Rusya’dan, bir gün Almanya’dan, bir gün başka ülkeden sevindirici haberler duyuluyor. Meselâ, Rusya gibi bir ülkede konusu ‘İslâm’ olan konferans düzenleniyor ve bu toplantılara İslâm dünyasından da ‘uzman’lar çağrılıyor. Benzer şekilde Almanya’da bir mahkeme, ‘Okulda mescit açılması gerekir’ anlamına gelen bir karar veriyor. Ya da Kırgızistan’da “Lenin meydanı”nda binlerce kişinin katılımıyla bayram namazı kılınıyor... Elbette müjdeli haberler bunlarla sınırlı değil. Belki de bizim duymadığımız onlarca, hatta yüzlerce sevindirici hadiseler yaşanıyor. Aslında bütün bu hadiseler “İslâmın fıtrat dini” olduğunu gösteren gelişmeler... Afrika Katolik Kilisesi Piskoposlar Meclisinde konuşan Papa XVI. Benedickt’in konuşması da çok dikkat çekici. Papa, “Avrupa medeniyeti”ne öyle bir eleştiri getiriyor ki, o medeniyetin temsilcileri açısından bu eleştiri yenilir yutulur cinsten değil. Böyle bir eleştiri meselâ ‘Şeyhulislâm’dan beklenirdi, ama bu defa eleştiri sahibi Papa. Avrupa’nın materyalizm ve kötü ahlâkının dünyanın en fakir kıt'asını adeta ‘zehirli maddelerin çöplüğü’ne çevirdiğini söyleyen Papa, bu yılın başında ziyaret ettiği bu kıt'ayı, ‘akciğeri materyalizm ve tutuculuğun saldırısına uğramış bir beden’e benzetmiş. Şöyle demiş Papa XVI. Benedickt: “Sözde ‘Birinci dünya ülkeleri’ kendi mânevî çöküşlerine yol açan bolzulmuş ahlâkî değerlerini şimdiye kadar başka kıtalara ihraç etti, başta da Afrika’ya.” (Yeni Asya, 6 Ekim 2009) “Mimsiz medeniyet”e böyle sarsıcı ve etkili bir eleştirinin getirilmesi sıradan bir hadise midir? Üstelik bu eleştirinin altında Papa’nın imzası var! Benzer eleştiriler belki İslâm dünyasından da geliyordu, ama bu defaki eleştirinin Papa’dan gelmesi çok manidar. Bediüzzaman’ın da eserlerinde bilmânâ Avrupa’nın ‘sefih medeniyeti’ni ihraç ettiğini söylemiş olması dikkat çekicidir. Aslında Papa’nın bu tesbitleri ‘insaflı Avrupalılar’ için de bir milad olmalı ve insanlığı mahvetmek isteyenlere karşı ortak tavır alınmalıdır. Papa’nın ‘kötü ahlâk’ ve ‘zehirli maddeler çöplüğü’ nitelemeleri çok çarpıcı. Gerçekte Avrupa, ‘zehirli maddî çöpünü’ de dünyaya ihraç ediyor. Çevreciler başta olmak üzere ekonomistler ve bazı siyasiler bu ‘ihraç’a karşı çıkarken, insanlığı mahveden asıl ihraç maddesi olan ‘zehirli fikirler ve ahlâk’ gözden kaçıyor. Papa’nın ‘asıl tehlike’ye dikkat çekmesi çok isabetli olmuş. Bu değerlendirmeler insanlığın ‘fıtrat dini olan İslâm’a muhtaç olduğunu gösteriyor. Avrupa ‘zehirli varil’leriyle birlikte ‘zehirli fikirleri’ni de Afrika ve İslâm dünyasına ihraç etmekten vazgeçerse, insanlık daha kolay bir şekilde huzur ve sükûna kavuşur. Bu beyanlardan sonra gidişin bu istikamette olacağı söylenebilir. Avrupa’nın yaydığı ‘zehirli fikir’lerden biri de kadın-erkek münasebetlerindeki ölçüsüzlüktü. ‘Medeniyetin gereği’ olarak sunulan hayat tarzında kadınlar ‘sokağa’ çıkmaya teşvik edildi. Aynı anlayışa göre, evlilik ve çocuk yetiştirme de kadını ‘esir’ ederdi. Uzun süre bunu propaganda ederek kadınları ve dolayısı ile aileyi mahvettiler. Hatalarını anladıklarında maalesef iş işten geçmiş, nesiller mahvolmuştu. Dün evliliği, çocuk yetiştirmeyi gereksiz gören anlayış; bugün gençleri evlenmeye ve ‘aile kurarak yaşamaya’ teşvik eder duruma geldi. Geç de olsa ‘fıtrat’a yanaşmaları sevindiricidir. Avrupalı yöneticiler İslâm âlimlerini dinlemiyorlarsa da, Papa’yı dinlesinler ve insanlığa ‘materyalizmin kötü ahlâkını ihrâc etme’ hatasından vazgeçsinler. İnsanlık onlardan başka ihsan istemiyor... 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Said Nursî” atfı... (1) |
Başbakan Erdoğan’ın partisinin kongresindeki “Said Nursî” atfı, şüphesiz altı bin küsur sayfalık imanî ve İslâmî kültür külliyatı Kur’ân tefsiri Risale-i Nur eserleri müellifi Bediüzzaman’ın ismi üzerindeki tabunun kaldırılması bakımından takdire değer. Said Nursî’nin ortaya koyduğu temel içtimaî fikirlerinin ve çözümlerinin tartışılmasını engelleyen ve ismi üzerinde oluşan önyargıların sorgulanması ve zihinlerdeki katmerli kayıtların çözülmesi açısından oldukça önemli. Bol bol okuduğu Necip Fazıl’ın şiirlerinden sonra, Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Sultan, Hacı Bayram Veli, Yunus Emre ve Mevlânâ’nın peşinden Tatyos Efendi ve Cem Karaca’nın sayılmasındaki çarpıcı sıralama bir yana. Erdoğan’ın Nâzım Hikmet’ten, Ahmet Kaya’ya kadar saydığı on dört ismin sonunda, özellikle “Seversiniz sevmezseniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz…” kaydını koyarak “Ahmed-i Hani”nin yanısıra “Bitlisli Said Nursi’siz bir Türkiye’nin mâneviyatı noksan kalır” cümlesi, elbette değerli.
“ÖNEMLİ ATF”IN ARKASI GELMELİ… Ancak bu “önem”in arkası gelmelidir. Sâdece “isme atıf”la kalınmamalı; öncelikle ve Bediüzzaman’ın, bu ülke ve insanlık için önerdiği fikirleri gündeme alınmalıdır. Daha isminin bile kasten çarpıtılarak başka isimlerle karıştırıldığı Bediüzzaman’ın doğru okunması ve anlaşılmasına vesile edilmelidir. Bunun için Said Nursî’nin bir asır öncesinden ifâde ettiği ve hayatının sonuna kadar bütün eserlerinde yer alan; iman ve İslâm esaslarına dair çağın bütün sorularına cevap veren tefsir ve Kur’ânî izâhlarına ilâveten, özellikle demokrasi, devlet, hürriyet, eğitim, milliyetçilik, vatan ve milletin birliği hakkındaki temel tespitlerin ve çözümlerin ele alınması gerekir. Fikirlerine ve tavsiye ettiği çârelere de atıfta bulunulmalıdır. Aksi halde, ortaya koyduğu projelerine bigâne kalınarak salt “isme atıf”la iktifa edilmesi durumda, Said Nursî’nin târif ettiği, mârifet, san’at ve ittifak içinde hak ve hürriyetlerle neşv-û nemâ bulmuş gerçek bir demokratikleşme “noksan” kalır… Diğer bir husus, bu “önemli atıf”ın, hiçbir zaman Bediüzzaman’ın vatan ve milletin selâmeti adına tatbikini istediği içtimaî tespitlerinin, kırılgan ve zayıf siyasî atraksiyonlu günübirlik politik hesâplara hebâ edilmemesidir. Said Nursî’nin belirlediği düsturlara ve tavsiyelere rağmen başgösteren nevzuhur yanlış siyasî oluşumları, “siyasal İslâm” ve versiyonu yeltenmeleri “onayladığı” anlamında çarpıtılmamasıdır. Türkiye’nin bürokratik devlet hayatında bulunmuş ve 12 Eylül’den önce Demirel’in Müsteşarı Özal’ın yardımcılığını yapmış bir yazarın, “Şimdiye kadar hiçbir devlet büyüğünün bahsetmediği maneviyatımızı da Sayın Başbakan dillendirdi. Said-i Nursi hazretlerini bu şekilde dile getirmiş olması önemli” çarpıtması, bunlardan biri. Yine her fırsatta siyasî iktidara övgüler yağdıran eski Marksist bir diğer yazarın, “Başbakan Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’ten sonra ‘Said-i Nursi’ adını resmen telâffuz eden ikinci başbakanmış” cümlesi, bunun bir diğer örneği…
İLK MUHTEVALI ATIF, MENDERES VE DEMİREL’DEN… Oysa herkes biliyor ki Türkiye’nin yakın siyaset ve devlet tarihinde “devlet büyüğü” ve “Başbakan” olarak Said Nursî’nin ismi, -iktidarının yedinci yılının sonunda ilk kez telâffuz eden- Erdoğan’dan önce de müsbet mânâda ve çok daha muhtevalı ifâdelerle dile getirilmişti. Cumhuriyet döneminde Merhum Başvekil Adnan Menderes’ten sonra Başbakan Süleyman Demirel’in defalarca yaptığı Said Nursî atıfları ve değerlendirmeleri hâfızalarda ve arşivlerde. Anarşi ve darbelerle, ara dönemlerle, demokrasinin inkıtaa uğratıldığı Türkiye’nin en zor ve sıkıntılı zamanlarında, Başbakan Demirel, Said Nursî’nin ismine ve fikirlerine atıfta bulunmaktan çekinmemiştir. “Che Guevara’nın ‘Bir şehir nasıl yakılır’, ‘Bomba nasıl yapılır’, ‘Adam nasıl kaçırılır’ eserlerinin satıldığı, Karl Marks’ın Manifestosunun serbestçe okunduğu bir Türkiye’de, Risale-i Nur okunmasını ve suç sayılmasını anlamak mümkün değildir” diyen ve Bediüzzaman’la birlikte Nur Risalelerini nazaran veren Demirel’dir. Gerek iktidarda ve gerekse muhalefette Demirel’in siyasî hayatı boyunca çeşitli kapalı ve açık toplantılarda, meydanlarda Bediüzzaman’dan yaptığı özellikle vatanın ve milletin birliğine ve bütünlüğüne dair atıflar ve alıntılar bir tarafa… On yıl devam eden Ankara-Kocatepe Camiindeki Bediüzzaman Mevlidine, “Büyük âlim ve büyük müfessir Bediüzzaman Said Nursî için okunacak mevlidi Allah kabul etsin. Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi olan Bediüzzaman Said Nursî’ye Allah rahmet eylesin” ibâresiyle telgraf gönderen tek siyasî lider Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Demirel’dir. Peki, hiçbir dönemde Türkiye’nin politik hayatından kopmamış yazarların bunları bilmemeleri mümkün olmadığına göre, bile bile böyle bir çarpıtmaya başvurulmasının nedeni nedir? Bu siyasî çarpıtma, zaten içi dolduramayan “demokratikleşme” ve “açılım”a ne sağlar? Mesele, Başbakan’ın ve siyasî iktidarın bu atıflardan politik rant ve hâsılat elde etmesi mi; yoksa siyasetin ve devletin Said Nursî’nin bir asır öncesinden belirlediği vatanın bütünlüğünü, milletin “millî muhabbet ve ittihadı”nı temin eden fevkalâde ehemmiyetli temel düşünce ve tespitlerinden yararlanılması mıdır? Buna dikkat edilmeli… 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bediüzzaman’ın farkı |
Başbakanın kongre salonundan ve kamuoyundan çok büyük destek gören ve bu konuda öteden beri katı bir tavır içindeki red cephesinde şaşırtıcı bir sessizlikle karşılanan gecikmeli Said Nursî açılımının anlamlı bir içerik kazanabilmesi için, demokratik açılım adı altında yapılmak istenenlerin, Bediüzzaman tarafından yüz yıl önce ortaya konulan parametreler çerçevesinde tekrar tanzimi gerekiyor. Hoca Ahmet Yesevî’nin, Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Pir Sultan Abdal’ın düşünce, duygu ve kültür hayatımızdaki yeri ve bıraktıkları derin izler vurgulanırken, Bediüzzaman’ın ihmali çok büyük bir eksiklikti. Son konuşmayla bu noksanlık telâfi edildi. Ancak Said Nursî’nin bu çağda yaşamış ve çağımız insanının temel problemlerine Kur’ân’dan reçeteler sunmuş bir inanç, ilim, tefekkür ve aksiyon adamı olması, sadece ismini zikredip geçiştirmenin ötesinde, çok daha farklı ve özel bir dikkat ve tecessüsle incelenmesini gerekli kılıyor. Çünkü onun yüz yıldır tazeliğini koruyan fikirler içeren eserleri, kendi devirlerinde çok önemli misyonlar ifa etmiş olan o çok değerli zatlardan farklı olarak, günümüz Türkiye’sinin, İslâm âleminin ve insanlığının sorunlarına da ışık tutuyor. Önyargılardan uzak, samimî ve müdakkik bir nazarla Risale-i Nur Külliyatını tetkik eden yerli ve yabancı fikir erbabı, bu gerçeği dile getiriyor. Dolayısıyla, açılım kapsamında yer aldığı ifade edilen Güneydoğu-Kürt-terör sorunu başta olmak üzere, demokratikleşme, Aleviler, azınlıklar, Ruhban Okulu, Patrikhane, Ermenilerle ilişkiler gibi konularda, İslâmî referans kaynaklarından hareketle, öze bağlı kalıp herhangi bir tahrifat ve sapmaya meydan vermeden, çağın ihtiyaçlarını karşılayan akıl ve bilim eksenli fikirler ve yorumlar ortaya koymuş yetkin bir isim olarak Bediüzzaman’dan mutlaka istifade edilmeli. Şimdiye kadar bunun yapılmaması hepimize çok şey kaybettirdi. Artık bu kayıp telâfi edilmeli. Bu noktada Said Nursî’nin, Neşet Ertaş, Şivan Perver, Sabahat Akkiraz, Cem Karaca, Ahmet Kaya gibi, kendi alanlarında önemli yerlere sahip olup belli kesimlerin gönlünde taht kurmuş olan isimlerden çok farklı ve özgün bir yeri var. Onları, açılımın referans isimleri olarak peş peşe sıralattıran sebeplerin, yani aralarındaki mağduriyet, sürgün edilmişlik ve kıymeti bilinmemişlik gibi ortak noktaların çok ötesinde bir yer bu. Bütün dünyası müzikle sınırlı bir insan, alanında ne kadar ehil ve popüler olursa olsun, varoluşu, kâinatı ve insanı Kur’ân rehberliğinde en mükemmel şekilde yorumlayıp, müzik ve san'at dahil, hayatın bütün alanlarını kucaklayan izahlar getirmiş bir mütefekkirle bir tutulabilir mi? Farklı dünya görüşlerine sahip oluşları ve değişik toplum kesimlerine hitap etmeleri cihetiyle, onların birbirini tamamlayan bir bütünlük içerisinde zikredilmeleri, açılımın dayandırılacağı toplumsal tabanı genişletmeyi amaçlıyor. Ancak Said Nursî, bu çerçeveyi aşan ve kronik sorunlara sağlam çözümler getiren derin düşünce yapısıyla başlı başına bir referans oluşturuyor. Sakinlerinin, dayatmacı kafa tarafından değiştirilen adından vazgeçilip tekrar orijinal ismine dönülmesini bekledikleri Nurs Köyünde dünyaya gelerek bütün insanlığa mal olan “Bitlisli” Said Nursî’yi, yine büyük bir zat olan ve ilk tahsil döneminde türbesine kapanıp ondan feyiz aldığı Ahmed-i Hanî ile birlikte, “Onlarsız Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır” sözüyle zikretmek de onun misyonunu tarif etmek için yetersiz kalıyor. Sarsılan imanları tahkim temelinde inşa ettiği hizmetiyle maneviyat dünyamızı yeniden yapılandırmış olması, elbette ki bu misyonun en önemli özelliklerinden biri. Ama devamı da var. Onun için, söz konusu maneviyat mimarlığını, hayatın ve toplumun tümünü kapsayan cihetleriyle birlikte değerlendirmek gerekir ki, konunun bamtelini oluşturan hayatî boyut eksik kalmasın. Açılım projesinin başarısı da buna bağlı. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Sarkisyan maça gelecek! Sorunlar bitecek (mi?) |
Türkiye ile Ermenistan arasında hazırlanan iki protokolün imzalanma tarihi resmen açıklanmasa da 10 Ekim olarak biliniyor. Bu tarih yaklaşırken Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, dünyadaki Ermeni diasporasını ikna turlarını sürdürüyor. Ancak diasporanın ikna olmaya niyeti yok görünüyor. En son Paris’te ve Kaliforniya’da protestolarla karşılaşan Sarkisyan, diasporanın temsilcilerini ikna etmekte zorlanıyor. Kaliforniya’da 12.000 kişi onu protesto etti. Fransız ve Amerikan polisleri onu kendi halkına karşı zorlukla koruyabildi. “Sarkisyan Ermenilere ihanet etme” pankartları taşıyan göstericiler gözünü korkuttuğu için planlanan konuşmasını yapamadı Kaliforniya’da. Peki Sarkisyan ne yapacak? 14 Ekimdeki iki millî takımın maçına gelecek mi? Evet, gelecek. Zira diasporanın bütün yaygarasına rağmen ilişkilerin yumuşaması ve sınırın açılmasından Ermenistan’ın büyük kazanımları olacak. Bölgesine hapsolan, Rusya dışında hiçbir komşusundan destek bulamayan Ermenistan’a yalnızca Türkiye’nin değil, Avrupa ve Akdeniz’in kapıları da açılmış olacak. Ayrıca soykırımı iddialarından vazgeçmiş de değil. Zira protokolde bu hususta açık bir hüküm yok. Bu arada Ermeni tarafı protokollerde Kars Antlaşmasının tanınması şartının da yer almadığını ileri sürüyor. Bilindiği üzere; Ermenistan 1991 yılında bağımsızlığını ilân ettikten sonra, 13 Ekim 1921’de o dönemde Sovyet cumhuriyetleri olan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile imzalanan ve Türkiye’nin doğu sınırını kesinleştiren Antlaşmayı, bağımsız Ermenistan tarafından imzalanmadığı gerekçesiyle geçerli saymıyor. Bu arada bir başka olumsuzluk ise; Azerbaycan ile Ermenistan arasında arabuluculuk yapan OSCE Minsk Grubu ortak başkanlarının bu sürecin diğer süreçlerle bağlantılı olmadığını açıklaması oldu. 1 Ekimde Rusya, Fransa ve Amerika büyükelçileri tarafından yapılan bu açıklama, Türkiye’nin sınırın açılması ve protokollerin işler hale gelmesini Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sorunların çözümüne endekslediği savunmasını geçersiz kılıyor. Peki neler olacak? Göründüğü kadarıyla; protokoller imzalanacak, Sarkisyan Türkiye’ye gelecek ve diplomatik ilişkiler normalleştirilecek. Ancak bu protokollerin iki ülke parlamentosundan geçmesi aşamasında asıl sorunlar ortaya çıkacak. Türkiye Azerbaycan’a verdiği taahhüdü yerine getirmek için, Dağlık Karabağ sorununun çözümünü bekleyecek. Bu taahhüde sahip çıkılmazsa, bu kez Azeri kamuoyu ayağa kalkacak. Ermenistan; soykırımı iddiasının tartışmaya açılmasına karşı direnecek. Kars Antlaşmasını da tanımak istemeyecek. Rusya ve Amerika Azerbaycan ile Ermenistan’a bir uzlaşmaya varmaları için baskı yapacak. Bütün bunlar olup biterken 2010 yılının 24 Nisanı gelip çatacak ve Obama’yı yeni bir sınav karşılayacak: Yıl dönümünde soykırımdan söz edip etmeme. Göründüğü üzere yol haritasının gerçekleşmesi, iki protokolün imzalanması ve Sarkisyan’ın –büyük ihtimalle millî takımının hezimetini görmek için– Türkiye’ye gelmesi ile bitmeyecek. Yolda bir çok mayın var. Bu mayınlar temizlenmezse, her iki ülkenin de her an mayına basması mümkün. Umarız; 'sınır kapısını açın' baskıları, hükümeti iyice düşünülmemiş adımlar atmak zorunda bırakmaz. 07.10.2009 E-Posta: [email protected] |