16 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

“Yalnızlık” duygulara da, hafızaya da zarar!


A+ | A-

alnızlık hafızaya zarar, evlilik ise, hafızayı da korur! Araştırmalar, evliliğin, “aklı, zihni, duyguları da muhafaza” ettiğini ortaya koymuş. Aynı zamanda bekârlığın, yalnız yaşamanın, hafızayı zayıflattığını da...

Orta yaşta olup da yalnız yaşayan insanların hafıza problemleri yaşama riski, evli ya da eşleriyle birlikte yaşayan yaşıtlarından daha fazla.

1970’lerde ve 1980’lerde ortalama yaşları 50.4 iken, Doğu Finlandiya’da rastgele seçilen 2 bin insanla yapılan araştırma 3.7.2009’da yayımlandı.

Çalışmada gönüllülerin 1409’u 1998’de zihinsel durumları açısından tekrar incelendi. Bu esnada söz konusu grubun yaşları 65-79 arasındaydı. Bu grup içinde 57 kişide Alzheimer, 82 kişide orta derecede bilgi ve hatırlama problemi görüldü, 1270’i ise sağlıklıydı.

Çalışma, eşi olmaksızın tek başına hayat süren insanların, ileri dönemlerde bilişsel rahatsızlık yaşama risklerinin daha yüksek olduğunu gösterdi. Risk, dul kalan ya da boşanan ve geri kalan hayatını tek başına geçirenlerdeyse üç katına çıkıyor.

Eğitim, sigara alışkanlığı ve diğer değişkenlerin de dâhil edildiği araştırmada zihinsel bozulmanın kadın ve erkekler arasında farklılık teşkil ettiği tesbit edildi. Orta yaşta tek başına yaşayan erkeklerin ileride bilgi ve hatırlama problemi, yaşama riski, hayatlarını eşiyle geçirenlerden 2.5 kat daha fazlayken, kadınlar için bu oran 1.87 kat.1

Yalnızlığın psikolojisi, yalnızları ne hazin hallere attığı da ortadadır: Dünyaya dalmak, her türlü zevkin peşinde koşmak, eğlence ve sefahat bir kaçıştır. Gaflet halindeki dans adı verilen tepinmelerin, kahkahaların arka planında derin yaralar, onulmaz çaresizlikler ve yalnızlıklar yatmaktadır. Işıl ışıl şehirlerin, diskoların, barların arka planı karanlıklar, yalnızlıklar ve çaresizliklerin sonrasında bunlara kontrolsüz, ölçüsüz, şuursuz şekilde çözüm arayışlarıdır.2

Kayıt, koruma, muhafaza, arşiv anlamında, “bir buğday danesi” hükmünde olan hafızamız, duyu ve duygular vasıtasıyla beyne ulaştırılan ses, görüntü, koku, renk, doku ve sâir yüzlerce hissiyât vasıtasıyla algılanan ve soyut olarak oluşan çok muhtelif bilgi ve belgelerin kaydedildiği bir bilgi işlem merkezidir.

Uzmanlar ve hafıza şampiyonları, hafıza geliştirme tekniklerinin çok basit formüllerini verirler. Burada yalnızca mevzumuzla ilgili olanlarını nakletmek istiyoruz:

• Dikkatinizi yoğunlaştırın; bilgileri sembollerle kodlayın.

• Sağlıklı beslenin. Yediklerinizin sağlıklı olmasına ve dengeli beslenmeye dikkat edin.

• Stresi azaltın. Rahatlama egzersizleri yapın. Stres vücudun kortizol salgılamasına yol açar, bu da hafızayı zayıflatır. Özellikle, beynin kimyasını bozan stresten uzak durun. Onu asgariye indirmenin yolu da doğru ve sağlam bir hayat felsefesine sahip olmak, hayata güçlü iman gözlüğüyle bakmaktır.

• Hafızamızı geliştiremememizin veya zaafa uğratmamızın en önemli sebebi “nisyan”, unutkanlıktır. “Harama nazar”, yani gayr-i meşrû şeylere bakmaktır. Çünkü bu bakış, aşırı ve yersiz uyarılmalara yol açar; bedenin rahatlayamaması durumunda fizyolojik dengeler bozulur. Bu durumun uzun sürmesi psikolojik dengeleri de altüst eder. Bunun ilk belirtisi hafıza kaybıyla başlar, daha sonra hastalıklı kişiliğin oluşmasına yol açar.

İşte meşrû ve düzenli bir evlilik ve huzurlu bir aile ortamı, hafızayı zayıflatan unsurları bertaraf ederken, hafızayı güçlendiren bir zemini de hazırlar.

Dipnot: 1- Nimet Çubukçu, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, ‘’Boşanma Nedenleri’’, 2009.1.21; 2- Yeni Asya, Enstitü, 8.8.2003.

16.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Oruçla yenilenelim, sıhhat bulalım!


A+ | A-

Oruç ibadeti, İslâm’ın beş şartından biri. Bir kişinin Ramazan ayını orucuyla ihyâ etmesi onun Müslüman olduğunun işareti.

Rabbimiz, Ramazan orucu ile bizi terbiye ediciliğini gösteriyor. “Yiyebilirsin!” emri ile iftar vakti gelmeden nimetlere elimizi uzatamıyoruz. Ramazan orucu şahsî ve sosyal hayatımızı yeniden düzenliyor, bize nefis muhasebesi yaptırıyor.

Ramazan orucu sayesinde nimetlerin kıymetini takdir ederek “Demek ki bunların sahibi, vücudumun sahibi ben değilim!” hakikatini idrak ederek kuru bir dilim ekmeği, bir yudum suyu özler hâle geliyoruz.

İşte, Ramazan Risâlesi, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu ibadeti her yönüyle gözler önüne serdiği muhteşem bir eser. Her bir cümlesi farklı açılardan, alanında uzman bilim adamlarınca tahlil edilmesi gereken bu eserin bir bölümünde “Ramazan orucu, (…) insana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve manevî bir perhizdir” cümlesi yer alır.

Gerçekten de bilim adamları orucun faydalarını saymakla bitiremiyor, hatta onu bir “tedavi-terapi” yöntemi olarak reçetelerine alıyorlar. Hem de uzun yıllardır. Bugün Batı dünyasında sayısız “oruç ev”lerinin uzman eşliğinde (Fasting Center) hizmet verdiğini medyadan takip etmekteyiz.

Biz Müslümanlar orucu sağlıklı olmak için değil, Rabbimiz emrettiği için tutuyoruz şüphesiz. Bununla birlikte orucun sayısız hikmetlerinden bir tanesi sağlıklı bir hayat!

Oruçla tedavİ

Orucun fıtrî ve sağlıklı bir hayat için gerekliliği, ekol oluşturacak kadar Batı ülkelerinde benimsenmiş durumda. Batılılar, orucu ibadet niyetiyle tutmuyor, ama açlığın beden üzerindeki müspet etkilerini tespit etmişler… Sadece su içerek, maddî kirlerden arınma maksatlı doktor gözetiminde bu tedaviyi uyguluyorlar. Hem de uzun yıllardır!

Yüz yıl önce Alman bir profesörün geliştirdiği teoriye göre kanserden migrene her hastalık oruçla tedavi edilebiliyor. İlk olarak 1900’lü yılların başında yaşayan Alman fizyoterapi uzmanı Prof. Dr. Arnold Ehret tarafından geliştirilen oruç terapisi, hastalık ve beslenme bağlantısını esas alıyor.

Yine bir başka Alman bilim adamı Doktor Otto Buchinger, “Oruç bıçaksız ameliyattır!” diyor. 1950’de Almanya’da bir oruç kliniği açan ve bu gün bile birçok Avrupalı’nın tedavi olmak için başvurduğu Buchinger Oruç Kliniği, hâlâ faaliyette.

Prof. Dr. Arnold Ehret, Türkçe’ye de çevrilmiş olan “Oruçla yeniden sağlığa kavuşma ve Gençleşme” isimli eserinde, “teori”sini şöyle anlatıyor:

“Yemek yeme durduğunda kan damarları daralır, kan yoğunlaşır ve aşırı su vücuttan atılır. Bu olay orucun ilk günlerinde gerçekleşir. Fakat sonraki günlerde kan dolaşımındaki engeller gittikçe büyür. Çünkü damarların çapı daralır ve kan akımı vücudun birçok yerinden geçerek tıkanık bölgelerin içinde ve etrafında dolaşır. Dokuların iç duvarlarından sökülen mukus (ürik asit, kandaki başka zehirler ve doku bozulmaları baş gösterdiğinde iltihap) basınçla dışarı atılır.”

Ehret’e göre orucun 4-5. günlerini takiben birkaç günlük hâlsizlik ve hastalık haline, damar çeperlerinden kopup kana karışan işte bu zararlı maddeler sebep olur. Teoriye göre bu, vücudun iyileşmesi yönünde önemli bir belirtidir.

Dr. Ehret, orucun beden üzerindeki müspet etkilerini ise şöyle tanımlıyor:

“Oruç tedavisinden önceki hayatınız size bir rüya gibi gelecek ve bilinciniz hayatınızda ilk defa yepyeni bir özsaygıya kavuşacaktır. Aklınız, düşünceniz, idealleriniz, amaçlarınız ve felsefeniz öylesine köklü bir şekilde değişikliğe uğrayacaktır ki, bunun tarifi imkânsız. Ruhunuz, geride bırakmış olduğu hayatın tüm sefilliğine karşı neşe ve zafer içerisinde büyük bir sevince kapılacaktır. Hayatınızda ilk kez vücudunuzda hayat gücünün titreşimini hissedeceksiniz, harika bir çalkalanma hissedeceksiniz. Orucun, mükemmel bir hayatın tek gerçek anahtarı olduğunu bizzat tecrübe ederek fark edeceksiniz. Oruç, muhteşem zihinsel bir dünyanın yansımasıdır.”

***

Orucu bir tedavi yöntemi olarak uygulayan uzmanlar sadece Ehret ve Buchinger’den ibaret değil elbette. Dünyanın birçok ülkesinden doktorlar bu tedavi yöntemini tavsiye ve teşvik ediyorlar:

- “Oruç tedavisi tüm tıp alanında bir jokerdir. Ve eğer oruç terazinin bir gözüne konsa, dünyadaki tüm tıp yöntemleri de öbür göze konsa, elbette ki oruç tedavisi yedi kere üstün gelir.”

Dr. G. A. Voytovich (Rusya)

- “Oruç yaşam enerjisini gıdaların hazmına harcanmasından korur; böylelikle yaşam enerjisi hastalıklı yapıların ve toksinlerin giderilmesinde kullanılır. Orucun bir diğer faydası da psikolojik dinlenmenin sağlanmasındadır. Sindirim sistemi, salgı bezleri sistemi, kan dolaşımı sistemi, solunum sistemi ve sinir sistemi bir dinlenme sürecine girer. Oruçlu kimsenin orucu sırasındaki durgunluk sanıldığı gibi değildir. Onun durgunluğu hücrelerin bakımı ve yenilenme işleminin gerçekleştirilmesidir.”

Prof Dr. Herbert Shelton (Amerika)

***

Evet, bilim adamlarının oruç üzerine yaptıkları çalışmalar devam ediyor.

Orucun sadece sağlık noktasında bile olsa keşfedilmeyi bekleyen maddî–mânevî daha nice hikmetleri var şüphesiz.

Peygamberimiz (asm) “Oruç tutunuz ki, sağlıklı olasınız” demiyor mu?

16.08.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Yahudiler ‘seçilmiş’ kullar mı?


A+ | A-

İSRAİL'İN TEMELİ (4)

Siyonistler Mukaddes toprakların Allah tarafından kendilerine vaad edildiğini öne sürmekten başka, bir de Yahudilerin “seçilmiş kullar” olduklarını iddia ederler. Temelinde ırkçılık bulunan bu iddia da tamamen düzmecedir.

Zira Yahudilerdeki seçilmişlik duygusu Babil sürgünü esnasında oluşmuştur. Yahudilerin yerli halk içinde erimelerine engel olmak isteyen Rahip Nehemi ve Katip Esdras, çıkardıkları kanunlarla Yahudileri ülkenin insanlarından ve yerli kadınlardan uzaklaştırarak “saf Yahudi kanı” meydana getirmeye çalışmışlardır. (1)

Romalıların İkinci Mabed’i yıkmalarından (M.S. 70) sonra içlerine iyice kapanan Yahudiler, kendi kendilerini diğer milletlerden ayrı tutarak bir Yahudi exclusivizmi (dışa kapalılık) meydana getirmişlerdir. Ve yine bu dönemden itibaren, diğer milletlere mensup insanlardan da “Yahudi olmayanlar” mânâsına gelen tek ve kapsayıcı bir isimle “gentiles” diye bahsetmişlerdir. (2)

Siyonistler tarafından seçilmiş bir halk efsanesi oluşturulmasını çocukça bulan Garaudy, bu konuda şunları söyler:

“Seçilmiş halk düşüncesi tarih açısından çocukçadır... Zira kitaplarını kendileri yazan bütün halklar aynı şeyi söylemişlerdir. Kendilerini üstün görmüşler ve seçildiklerini öne sürerek işi sona erdirmişlerdir. Ancak neden bazılarının yazıları gerçeğin ta kendisi olsun?

“Seçilmiş halk düşüncesi, siyasî bir cinayettir. Zira bu düşünce tarihte her zaman saldırıyı kutsallaştırmış, yayılma ve egemenlik tutkularına yaramıştır.

“Seçilmiş halk düşüncesi teorik açıdan dayanılmaz bir düşüncedir. Zira bir seçilmiş varsa bir de kovulmuş olacaktır.” (3)

İsrail’in “seçilmiş kullar” fikrini yorumlayan Martin Buber, “Seçilmiş olma bir üstünlük duygusunu değil, aksine kaderin bir yönünü belirler. Bu duygu başkalarıyla mukayaseden değil, aksine bir yüce istidattan ve peygamberlerimizin durmadan hatırlattıkları bir vazifeyi yerine getirme sorumluluğundan doğar: Eğer siz Allah’a boyun eğerek yaşamak yerine seçilmiş kimseler olmakla övünür durursanız, bu büyük bir görev suçu olur” diyor.

Bir iman cemaatinin üyeleri olmanın “millet” olmaktan daha yüce bir değer olduğunu söyleyen Buber’e göre, 19. yüzyıl Avrupa’sının modern milliyetçiliğinden doğan Yahudi milliyetçiliği, Yahudileri maneviyattan koparmıştır. 12. Siyonist kongresinde yapmış olduğu konuşmada bu konuya değinen Buber ”Bizler Yahudi milliyetçiliğini, bir halkı putlaştırma yanlışından kurtaracağını umuyorduk. Bunda başarısız olduk.” (4)

“Seçilmiş kullar“ olduklarına inanan siyonist Yahudilerin emperyalistlerle işbirliği yaparak Filistin toprakları üzerinde kurdukları İsrail, siyasî varlığının ve devleti ayakta tutabilmek için yapmış olduğu eylemlerin Allah tarafından onaylandığını iddia etmekte.

Yahudi Haham Elmer Berger’e göre, siyonistlerin Kitab-ı Mukaddes’e dayatarak öne sürdükleri bu iddia bâtıldır. Çünkü Peygamberler Siyon’un kurulmasından bahsettikleri zaman, kutsal niteliğe sahip olan bizzat toprağın kendisi değildi. Kutsal olan; ne halktı, ne de toprak.

Allah’ın İsrailoğullarıyla yapmış olduğu “Ahd” idi kutsal olan. Ama İsrailoğulları bu ahdi bozmuşlardı. (5)

Sürgün boyunca, asırlar boyu farklı toplumlar arasında yaşamak zorunda kalan ve bu toplumlar tarafından sürekli tahkir edilmiş olan Yahudiler, kendilerini yok olma psikolojisinden kurtarmak için “etnik üstünlük ve seçilmişlik” dogmasını üretmiş ve bu dogmayı nesilden nesile aktararak bugüne getirmişlerdir.

Ahmet Davudoğlu, Yahudilerin dinî bir kisve giydirerek meşrû kıldıkları “etnik üstünlük ve seçilmişlik” dogmasının Yahudileri üç temel gaye etrafında topladığını söylüyor:

“1- Farklı toplum realiteleri ve siyasî konjonktür içinde varlığını idame

2- Muhtemel tehlikeler karşısında her an taşınabilir-mobil bir güç oluşturma

3- Bu gücü teorik seçilmiş toplumun misyonu doğrultusunda kullanma.”

Davudoğlu’na göre, yukarıdaki gayeler etrafında toplanan Yahudiler; azınlık oldukları zamanda direnme, güç sahibi oldukları dönemlerde de mutlak anlamda hükmetme becerisi kazanmışlardır. Bu durum, Yahudi psikolojisinde yerellikle evrensellik arasında gidip gelen bir gerilim meydana getirmiştir. Ortaçağ boyunca bu çağların getirmiş olduğu yerellik içinde gettolarda sıkışmış olan Yahudiler, aynı zamanda seçilmiş millet olarak kuracakları evrensel hakimiyet idealini yaşatmaya çalışmışlardır. (6)

Yahudiler, kendilerini Mısırlılara köle olmaktan kurtaran Allah’tan başkasına kul olmayacaklarına; ne yerde, ne gökte, ne de suda yaşayan he hangi bir canlıya benzer puta tapmayacaklarına; adam öldürmeyeceklerine; zina etmeyeceklerine; yalancı tanıklık yapmayacaklarına; iftira atmayacaklarına; yalan söylemeyeceklerine; çalmayacaklarına; komşunun karısına, erkek-kadın kölesine, öküzüne-eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceklerine (Mısırdan çıkış, 20:2-17) dair Allah’a söz vermişlerdir.

Ancak vermiş oldukları sözde durmamışlardır. Hz. Musa’ya verilen On Emir’den alınan yukarıdaki maddeleri, kendi elleriyle yazmış oldukları Yahudi Şeriatı Kitabında (Halacha) tamamen farklı bir şekilde yorumlamışlardır. İşte bu yorumlardan bazıları:

”Yahudiler kesinlikle normal insanlar değildirler ve olamazlar. Onların ebedî eşsizlikleri Sina dağında yaptıkları kutsal sözleşmenin sonucudur. Tanrı, diğer milletlerden adalet ve doğruluk yasalarına boyun eğmelerini isterken, bu tür yasalar Yahudiler için uygulanmaz Yahudi olmayan birini öldüren Yahudi, insanî yargıdan muaftır ve cinayet konusunda dinî yasalardan birini ihlâl etmiş de değildir. Yahudi olmayan birinin malı çalınabilir. Yahudi olmayan bir çocuk yoldan geçmekte olan bir arabaya taş atmak gibi cinayet işlemeye niyet etmişse, bu çocuk ‘Yahudi katili’ olarak görülmeli ve mutlaka öldürülmelidir.” (7)

Görüldüğü gibi yukarıdaki Tevrat âyetleri ile onun “Halacha”daki yorumu arasında büyük bir tezat, daha doğrusu psikolojik bir anormallik vardır.

” Allah nezdinde hak din İslâmdır” (Al-i İmran, 19. âyet) diye buyuran Allah Teâlâ, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Tevrat’ı gönderdiğinde, cümle âlem putlara tapmaktaydı.

Kendilerine Tevrat’ın inmesiyle şereflenen İsrailoğulları, insanlığı Tevhid dinine çağırsınlar diye Allah tarafından vazifelendirilmişti.

“Ey İsrailoğulları ! Size verdiğim nimeti ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı unutmayınız.” (Bakara Sûresi, 47.âyet)

Ancak, âyetleri kafalarına göre yorumlayan ve bu yorumlarla, ”Âdil” ismiyle değil kulları arasında, hayvanlara dahi adaletle muamelede bulunulmasını emreden Cenab-ı Hakka iftira atmışlardır.

Sonuç olarak, İsrailoğulları kibirleri, Tevrat’ı kendi süflî arzularına göre yorumlamaları ve daha nice olumsuz sıfatları yüzünden Allah tarafından kendilerine verilen evrensel görevi yerine getirememişlerdir. Buna bağlı olarak da “seçilmiş kullar” sıfatını kaybetmişlerdir.

Dipnot:

1- Muhammed Abdulhamid el-Hatip, “Al Quds The Place of Jerusalem in Classical Judaic and İslamic Traditions,” Ta-Ha Publishers, London, 1998, s. 26

2- İsrael Shahak, “İsrail’de Yahudi Fundamentalizmi,“ Anka Yayınları, 2002, s. 27

3- Roger Garaudy, “Siyonizm Dosyası,” Pınar Yayınları, s. 83

4- Roger Garaudy, “İsrail, Mitler ve Terör,” Pınar Yayınları, 2005, s. 22-3

5- a.g.e., s. 39

6 - Ahmet Davudoğlu, “Stratejik Derinlik,” Küre Yayınları, 2008, s. 374

7- İsrael Shahak, “İsrail’de Yahudi Fundamentalizmi,“ s. 130-132, 139

16.08.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Kazım GÜLEÇYÜZ

Tesellî ve şefkat


A+ | A-

Önce kendi imanını kurtarıp sonra başkalarının imanına kuvvet verecek tarzda çalışma esası üzerine bina edilen uhrevî ve manevî eksenli bir cemaate mensubiyetin getirdiği kazanımlar saymakla bitmiyor.

İmtihan meydanı olan bu dünyada, hayatın akışı içerisinde hiçbir zaman eksik olmayan daralma ve sıkıntı hallerine karşı moral takviyesi sağlayan bir ortak dayanışmaya vesile olması, bunlardan biri. Ama bu dayanışmanın temini için cemaat mensuplarına düşen görevler var.

Üstadın, “Her biriniz her birisine birer tesellîci ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mucip ve güzel seciyelerin in’ikâsında (yansıtılmasında) birer ayine olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir” (Tarihçe-i Hayat, s. 655) ifadelerinde, bunlar güzel ve özlü bir şekilde özetleniyor.

Bu mektup da Denizli hapsinde yazılanlardan. Ama mesajı her zaman ve her hal için geçerli.

Demek ki, umumu etkileyen ortak bir sıkıntıya maruz kalındığında, ruhları daha da bunaltacak şekilde oflayıp puflamak yerine, herkes birbirini tesellî etmeye ve ferahlatmaya çalışmalı.

Bunu yaparken, ahlâkta ve zorluklara karşı sabırda evvelâ kendisi örnek olmaya çabalamalı.

Sıkıntıların kavga ve sürtüşmelerle değil, samimî bir tesanüd ve dayanışma ile aşılabileceğini görerek, yeni incinme ve dargınlıklara sebebiyet verip tesanüdü sarsabilecek tenkitler yerine, güzel haslet ve muvaffakiyetlerden taltif ve takdiri esirgemeyen ve hizmetteki kardeşlerine şefkatle muhatap olan bir tavır içinde olunmalı.

Risale-i Nur mesleğinin dört esasından biri olan şefkatle ilgili olarak külliyatın ve özellikle lâhikaların birçok yerinde örnek uygulama alanları gösterildiğini okuyoruz. Yukarıdaki cümlede geçen “şefkatli kardeş” ifadesi bunlardan biri.

Keza Zübeyir Gündüzalp’in notlarında vurgu yapılan ve bu mesajlarla örtüşen tavsiyeler de.

Cemaatin ahengi, şefkatle mümkün

“Şefkatten daha hayırlı birşey yoktur. Allah, yumuşak huylu, din kardeşlerine şefkat ve merhamet eden kulu sever. Sevgi, şefkat, müsamaha, hürmet, müdebbir ve muvaffakiyetlere namzet bir dâvâ adamının mümtaz hasletleridir. Cemaatin bütün düzeni ve ahengi, cemaat fertlerinin yekdiğerine şefkat, merhamet, sevgi ve hürmetkâr davranışlarıyla mümkündür” gibi.

Fetih Sûresinin son âyetinde “Onlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler” mealindeki İlâhî fermanla övülen Sahabe ahlâkının ve Sahabe mesleğini esas alan Nur talebeliğinin önemli gereklerinden biri bu.

Üstad, aktardığımız cümlesinde “ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mucip” olma vasfını da, sıraladığı güzel hasletleri tamamlayan bir özellik olarak zikrediyor; sıkıntıları aşmada, müzakereli derslerin de önemli olduğunu bildiriyor. Derse muhataplık işin bir boyutu, “mucip” olmak, yani aktif katılımla mukabelede bulunarak istifadeyi zenginleştirmek de diğeri.

Okunan bahislerdeki mesajları daha iyi anlamayı, hazmetmeyi ve yaşamayı amaçlayan ortak bir zihin mesaisinin, birbirine muhabbet ve şefkatle muamele eden şahs-ı manevî mensupları arasındaki hissî kaynaşma ve kenetlenme ile de desteklenerek ortaya çıkaracağı manevî ferahlıklar, her türlü sıkıntıyı izale etmeye yeter.

Ve örnek bir vasıf daha: cemaat mensuplarının, güzel seciyelerini birbirlerine yansıtan birer ayna gibi olmaları. Yekdiğerinin ahlâkî meziyet, fazilet, haslet ve seciyelerini karşılıklı şekilde yansıtarak, bunlarla da güçlenen bir şahs-ı manevî teşekkülüne aktif katkıda bulunmaları.

Mefhum-u muhalifiyle de, kusurlara ve menfî huylara gözlerini kapatıp perde çekmeleri, böyle yaparak bu olumsuzlukların başkalarına sirayet edip yaygınlaşmasını engellemeleri ve bu suretle hep müsbet mânâda imana, ihlâsa, ahlâka kuvvet veren kararlı bir tavır içinde olmaları.

16.08.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

İnsanlığın ihtiyaç duyduğu eğitim modeli: Resûlullah’ın (asm) terbiye metodu


A+ | A-

İnsan, maddî ve manevi yönü olan, zaafları, faziletleri bulunan, zıtların kendisinde cem edildiği bir mahiyette yaratılmıştır. Maddî yönüyle bütün mahlûkatın üzerinde cihâzâtla donatıldığı gibi, maneviyât yönüyle de kaderden ehemmiyetli programlarla donatılmış, halife-i arz makamındadır. Zaaflarıyla hayvanlardan aşağı, faziletleriyle meleklerden üstün bir varlıktır. İşte insanı, zaaf ve faziletlerin cem olduğu maddî ve mânevî yönü görülmeden sadece tek yönlü bir varlık olarak düşünülerek verilecek terbiye nakıstır. ‘Yapan bilir, bilen konuşur’ kaidesince, insanı yaratan, insanı en iyi nasıl terbiye edileceğini bilendir. Bu yüzden terbiyenin esası Kur’ân ahlâkıdır. Kur’ân’ın yaşayan modeli olan Resûlullah’ın örnek hayatı, yani sünnet-i seniyesidir. Bugün sefih medeniyetin çarkı içinden geçen bireylerin mânevî buhranlar geçirmesinin temel sebebi, insanın bu yönünün ihmal edilmesidir.

İnsanda yüzlerce değişik ulvî ve süflî his mevcuttur. Her bir hissin ayrı ayrı lezzet ve elemleri vardır. İnsandaki hislerin gelişmesi iştah ve ihtiyacı doğurur. İnsanlardaki bu hisler mânâ tarlalarına serpilmiş tohumlar gibidir. Ulvî hislerin uyarılması ölçüsünde hakiki insan olurken, süfli hislerin uyarılması neticesinde insaniyet makamından sukût etmektedir. İnsanın imtihan noktası da tam burasıdır. Sınır konmamış kuvvelere bağlı olan bu hisler, ya hakikatlerle beslenecek ve insanı kâmil bir noktaya taşıyacak ya da çirkin ve zehirli mânâlarla beslenecek, hayvanattan aşağı derekelere düşecektir. Zahir ve batın duygularımızdan gelen mânâlarla beslenen hisler, mânâların temizliğine ve kirliliğine göre büyüyecektir. İşte insanda bu mânâları tarayacak hislerin ulvilerini büyütüp, süflî hisleri öldürecek bir mekanizma vardır. Bu mekanizma akıl, kalp ve nefis üçlüsünün işbirliği ile gerçekleşir.

İnsanın mânevî mahiyetini oluşturan üç önemli nokta olan kalp, akıl ve nefistir. Akıl, beş duyumuzu kullanarak çevremizi ve varlıkları anlar. Bunların hikmetlerini çözmeye çalışır. Marifetle beslenir. Akıl, mânâ olan bilgilerin tezahür yerleridir. Akıl midesinin gıdası, tefekkür ve marifettir. Akıl midesine giren bilgilerin dine uygun olması gerekir. Bunun için de dinî bilgileri öğrenmesi şarttır. Çünkü fıtraten hat konmayan bu kuvvelere şeriatça hat tayin edilmiştir. İşte şeriatı bilen ve uymak isteyen akla, ‘akl-ı selim’ denir. Selim olan akıl, şeriatın bildirdiği iyi şeyleri kalbe bildirir. Kalp de bunları yapmayı irade ederek, dimağdan çıkan hareket sinirleri vasıtasıyla organlara yaptırır.

İyi veya fena şeyleri yapmak arzusunun kalbe yerleşmesine ‘ahlâk’ denir. Yani kuvve-i akliyeden kalbe bildirilenler ne kadar şeriata uygunsa, kalpte o nispette ‘ahlâk-ı hasene’ ortaya çıkar. Kalp yaratılışta selimdir. Fakat bu selim olma hâli, korunmaya muhtaçtır. Kalbin selâmeti bozulursa, akıldaki hikmet de bozulur. Akıl, hikmeti (hakkı batıldan ayırt edebilme kabiliyeti) bulamazsa, ifrat ve tefrite girer. Böylelikle kötü ahlâk ortaya çıkar. “Beşerin şehevi ve gadabi kuvveleri, kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olmasa, beşer mücahedesinden dolayı melâikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanâttan daha aşağı olur. Çünkü özrü yoktur.” (İ.İ., s. 254)

Melâike sırf akıldan yaratılmış, ‘hayr-ı mahz’dır. Hayvanat sadece şehvetten yaratılmıştır. Hayır ve şerden mahrumdur. İnsan ise, hem akıl hem şehvet ve gadaptan yaratılmış, hayır ve şerre cami bir varlıktır. Onun için özrü yoktur.

İnsan, aklı olmasına rağmen, şehvetin esiri olursa hayvandan aşağı düşer. Şehvetine rağmen istikamette olursa melâikelerden üste çıkar.

İşte insanda ulvi hislerin büyümesiyle ahlâk-ı âliyenin olması için sadece akıldan gelen şeraite uygun uyarılar değil, bununla birlikte nefsi de sürekli bir şekilde kalbi etkilemeye çalışır. Nefis, bedene tatlı gelen şeylere düşkündür. Bunların iyi veya kötü olmalarını veya faydalı veya zararlı olmalarını dikkate almaz. Arzuları şeriatın emirlerine uygun olmaz. Şeraitin yasak ettiği şeyleri yapmak nefsi kuvvetlendirir. Daha beterini yapmak ister. Fena, zararlı şeyleri iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırmak, zevklerine kavuşmak için çalışır.

Kalbin nefse aldanarak fena huylu olmaması için şeriata uyarak kalbi kuvvetlendirmek, nefsi zayıflatmak lâzımdır. Böyle bir durumda ‘zevk-i selim’ ortaya çıkar.

Aklı, selim yapan, kalbin selim olmasıdır. Çünkü, “Nur-u akıl, kalpsiz olmaz.” İkisinin selim olması da nefsi selim yapar.

Aklı beslemenin, kalbi hastalıktan korumanın yolu, bunlara lâyık oldukları gıdaları verebilmektir. “İnsanın nefsi rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahimiyetin tecelliyâtıyla nimetlendikleri gibi akıl da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır” (Şuâlar, s. 637)

İşte bu üçlünün vasat çalışması, yani bu mânevî mekanizmayı bozmadan çalıştıran, ifrat ve tefritten uzak olması ancak, sünnet-i seniyye ile mümkündür. Aklın ne ile besleneceği, kalbin nasıl tasfiye edileceği, nefsin terbiye metotları ancak Resulullah’ın (asm) örnek hayatında mevcuttur. Çünkü O bunu yapmıştır. Geldiği asırdaki Arap kavimlerini öyle bir terbiye etmiştir ki, o bedevi kavimler medenilere üstat ve muallim olmuştur.

İşte Resûlullah (asm), ümmiliğiyle beraber, bir kuvvet ve saltanatı olmadığı halde, öyle bir vaziyette büyük bir işe teşebbüs etmiş, bütün efkâr-ı âmmeye galebe çalmış, bütün ruhlara kendini sevdirmiş, bütün tabiatların üstüne çıkmıştır.

Kalplerden vahşi âdetleri, çirkin ahlâkı kaldırarak pek yüksek güzel ahlâkı tesis etmiştir. Kalplerdeki kasavetin yerine ince hissiyâtları yerleştirmiştir. Resûlullah (asm) bu muazzam inkılâbı yaparken, fıtrat kanunlarına adetullahaveiçtimâî hayat düsturlarına uygun bir metot kullanmıştır. İşte insan duygularını eğitmek insanın fıtratını, mahiyetini bilme ile alâkalıdır.

İnsanın yaratılışından getirdiği bazı hususiyetleri nazara almadan yapılacak eğitim ölçüsüz olacak ve ifrat ve tefritlere taşıyacaktır.

Kur’ân’ın yaşayan modeli olan Resulullah’ın (asm) getirdiği terbiye metodunda birçok zenginlik vardır. Sünnet-i Seniyye’de öyle programlar var ki, her fıtrata uygun metotlar, her uzvu, duyguyu besleyecek gıdalar, mânevî mekanizmayı koruyacak enerjiler, hastalanma ve yaralanmalara karşı tedaviler, içeriden ve dışarıdan nefis ve şeytanı altedecek silâhlar, mânâ zehirlenmelerini temizleyecek antivirüs programlar, manevi dereceleri arttıracak, ahiret-dünya muvazenesini sağlayacak, hikmet okumaları yaptıracak, bakış açısı ayarı yapacak, nefsi terbiye edip aklı ve kalbi tasfiye edecek, görünen ve görünmeyen, maddi ve manevi düşmanlara galip getirecek nice programlar ihtivâ eder. Hâsılı bir insan olarak yaşanabilecek, hissedilebilecek, görülecek, duyulacak her şeye karşı, muhafazaya yönelik terbiye metotları Sünnet-i Seniye’de bulunur.

Resulullah’ın eğitim modelinde insanın zaafları, güçlü yanları, yaşadığı toplum, kültür seviyesi, başından geçen hadiseler, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiye gibi, ince, hassas bir eğitim anlayışı vardır. Sünnet-i seniye, eğitimcilerin, psikologların, sosyologların henüz daha gelemediği bir seviyede âlî bir terbiye metodu uygular.

O’nun terbiye metodu, her yaşa, her kültürden insana, her ruh hâline, her fıtrata uygun, hâsılı bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu bir eğitim modelidir. Onun hayatını örnek almak, insanlığı ahlâk-ı aliyeye götürecektir. Ahlâk-ı âliye ise, ifrat ve tefritten uzak, ihlaslı bir vasat yaşama halidir. İnsana düşen, maddi ve manevi cihazatı, yaratılışlarına uygun gıdalarla beslemek ve hakiki bir insan olarak yaşamaktır.

16.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.