Görüş |
'Kürt açılımı'nın milâdı
Hükümet tarafından başlatılan “açılım” projesi, elbette samimî olunduğu müddetçe ülkede doğulusuyla-batılısıyla, güneylisiyle-kuzeylisiyle daha çok kaynaşmaya vesile olacağına inanıyorum. Tabiî böyle bir projede bence baş aktör “Bediüzzaman” olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü Bediüzzaman’ın şarkta bir üniversite kurulması girişimleri, bu meselenin yıllar önce hallini sağlamak amacına dönüktü. Fakat yıllar sonra da olsa bu çerçevedeki çalışmalara katkı sağlanabilirse, kazanan, insanımız ve bölge insanı olacaktır. Daha önce bir açılım olarak algılamaya çalıştığım TRT’nin 20 Aralık Cumartesi günü test yayınına başlayan, TRT-6 Kürtçe kanalıdır. TRT, bundan sonra kurulacak yeni kanallarına sayılı isim verecek. TRT-6, 1 Ocak’tan itibaren resmî yayınlarına başlamıştır. Bu vesileyle Kürt kökenli vatandaşlarımızın eğitimi ve Kürtçe’nin gerekliliğinin önemine dâir görüşlerimi belirtmek istiyorum. “Açılım” projesinde en önemli mesele, öncelikli konu, güneydoğu ve diğer bölgelerde yaşayan Kürt vatandaşlarımızın eğitimidir. Bunun için Bediüzzaman, bu konuda bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Birincisi; bölge insanına ve hatta bütün insanlığa yaptığı tavsiye, önce gaflet uykusundan uyanmak ve gaflet perdesini kaldırmaktır: “Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.” İkincisi; tefrikaya ve ırkçılığa düşmeden müspet hareket etmek olduğunu tavsiye ederek şöyle demiştir: “Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi katre katre zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet milliyetiyle tevhid ve mezc ederek, zerratın câzibe-i cüz’iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile, kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.” Üçüncüsü; kurulacak olan üniversitede dinî ilimlerin yanında müsbet ilimlerin ve yüksek teknolojinin öğretilmesini tavsiye etmiştir. Çünkü taassubu kaldırmanın yolunun buradan geçtiğini ifade eder: “Hem de hürriyet-i şer’iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimâiye, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbalin cibâl-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek şeriata istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sadâ ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik insanlara ‘Fen, san’at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz’ emrini veriyor. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyâtı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.”1 Dördüncüsü; Van’da kurulacak bu üniversiteyi Ezher Üniversitesi’ne benzeterek burada verilecek eğitimin önem ve ehemmiyetine dikkat çekmiştir: “Van’da tesisine başlanan Medrese-i Zehranın tehiri, ‘Doktor hastaya elzemdir’ fehvasıyla, on dokuz bin altın tahsisat ve arkasında Sultan Reşad, daha beride iki yüz meb’ustan yüz altmış küsurun inzimam-ı reyi yüz elli bin banknot kabul ettikleri halde, maddeten mevki-i fiile isâl edilememiş” olan Medresetü’z-Zehrâ’yı Camiü’l-Ezher’e benzeterek, onun İslâm Dünyasına hizmet verdiği gibi bölge insanının eğitimine büyük faydalar sağlayacağını şu sözleriyle ifade etmiştir: “Câmiü’l-Ezher’in kız kardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.”2 Açılması istenen üniversitenin derslerinin ‘fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmaktır’ şeklinde olmasını tavsiye etmiştir. Çünkü hem fen ilimlerinin, hem de din ilimlerinin öğretilmesi insanı gerçek mânâda mükemmel hâle getirecektir. Bunun için de Bediüzzaman bu hakikati şöyle formülleştirmiştir: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”3
Dipnotlar: 1- Nursî, Said; Divan-ı Harbi Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994, s. 57, 58, 59. 2- Nursî, Said; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994, s. 44. 3- Nursî, Said; Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994, s. 127. |
HALİL ELİTOK Emekli İl Müftüs 16.08.2009 |
Berzah âlemiyle bir görüşme
Peygamberimiz (asm) akrabalarla görüşmeyi tavsiye etmiş, bizzat kendisi de bu hususa çok riâyet etmiştir. Huneyn Savaşı’ndan sonra ele geçen esirler arasında Peygamberimizin (asm) süt kardeşi Şeyma da vardı. Sahabiler Şeyma’yı Peygamberimizin (asm) huzuruna getirdiler. Peygamberimiz (asm) hırkasını çıkardı; süt kardeşinin altına serdi, oturmasını söyledi. Çocukluk günlerini hatırladı ve gözleri doldu. Kendisine ikramlarda bulundu. Şeyma orada Müslüman oldu. Ailesinin yanına gitmek isteyince Peygamberimiz (asm) ona deve, keçi ve koyun vererek gönderdi. Süt kardeşine daha Müslüman olmadan evvel bu derece hürmet gösteren Peygamberimizi (asm) örnek alarak bizler akrabalarımızla daha sıcak ilişkiler içinde olmamız gerekmektedir. Bizler de “Bu görevimizi yerine getirmek için daha neler yapabiliriz?” diye düşündük. Annemin vefatından sonra bir araya pek gelemediğimiz kardeşlerimle güzel bir âdet başlattık. Her ay birimizin evinde bir araya geliyor, yemek yiyor, sohbet ediyoruz. Bu defa sıra bizde idi. Kardeşlerim, çocukları damat ve yeğenler herkes toplanmıştı. Tabiî ki çok güzel bir ortam meydana gelmişti. Bu arada eşim namazını kılmak için yan odaya geçmiş. Namazını kılarken birde ne görsün, vefat eden annem salonda bu güzel buluşmayı gülücükler atarak seyrediyor. Kendisi çok duygulanmış. Bize de anlatınca içimizden gözyaşlarını tutamayanlar oldu. Bu güzel tablodan Allah’ın izni ile haberdar olan ve berzah âleminde bulunan muhterem annem, bizim eve bedenî misâliyle gelerek gayet sevinçli bir şekilde ziyaretimizde bulunmuştu. Dünyadan vefat ederek kabir âlemine gitmiş olan bir kimse, nasıl olur da, bu şekilde misafir olabilirdi. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Risâle-i Nur eserinde bu durumu şöyle açıklıyor: “Ruh, katiyen bâkîdir... Evet, şu âlem-i berzahta (kabir âleminde), âlem-i ervahta bulunan ve ahirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki (aramızdaki) mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşfe’l-kubûrun onları görmeleri, hatta bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umum da rüya-i sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevâtürler sûretinde âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. (Sadık rüyada kabirdeki yakınlarımızı görmemiz her zaman olan ve bahsedilen hadisedir.) (…) Nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhta, ölmüş, vefât etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nurânî feyizleri de bizlere geliyor.” (Sözler, s. 838) Demek ki berzah âlemi ile Allah’ın izni ile bir görüşme vuku bulmuştu. Cenâb-ı Hak şu geçici âlemle ebedî âlem arasında bu görüşmeleri nasip ettiğine göre inşaallah ebedî güzellikler diyarı olan Cennette de bizi sevdiklerimizle buluşturup ebedî olarak görüştürecektir. Buna bütün kalbimizle inanıyoruz. “Elhamdülillahi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-iman.” (İslâm dinini ve mükemmel iman nimetini ihsan ettiği için Allah’a hamd olsun) |
SALİH SÜTÇÜOĞLU 16.08.2009 |
Eğitimde köklü bir reform şart
Bir önceki makalemde, eğitim sistemimizin içinde bulunduğu ve belli bir stratejiden yoksun, karmaşık durumunu nazarlara vermeye çalışmıştım. Ancak sorun o kadar çok derin boyuttadır ki, bir iki makale ile anlatılacak gibi değil. İlk, ortaöğrenim ve üniversite tahsiline kadar öğrencileri birer yarış atı ve velileri seyirci gibi algılayan bir sistemin dünyada örneği olduğunu sanmıyorum. Her ülkeden bir parça alınarak kırk yamalı bir bohçaya dönüşen bu sistemden çıkan sonuç ortada. Gelişigüzel açılan fakülteler, gayesiz, amaçsız ve işsiz gezen milyonlarca üniversite mezunları! Üniversitelerimiz habire memur adayları yetiştiriyor. On kişilik kadroya on binlerce genç hücum ediyor. Sanki ‘Altta kalanın canı çıksın’ felsefesi hâkim. Toplum olarak topyekûn sendroma girdik. Yediden yetmişe herkes sosyal gelecek endişesinde! Yedi yaşındaki çocuk, okuyup ilerde iş garantisi olan bir makama geleceğini söylüyor. Yetmiş yaşındaki dedesi “Aferin bizim toruna” diyor. Bu iş bu kadar basit mi? Üniversitelerimizde okuyan, daha mezun olmadan ara sınıflarda iken memurluk sınavına girmektedirler. Bölümü ne olursa olsun herkeste sosyal gelecek endişesi oluşmuş. Öğretmen olmak için eğitim alanlar pazarlamacılık yapıyor, tarihçi olarak yetişenler itfaiyeci olmak için kuyruğa girmektedir. Deveye sormuşlar; ‘Yokuşu mu seversin, inişi mi?’ Deve demiş: ‘Bu yolun bir düzü yok mu?’ Madem gençlerimize bu işleri yaptıracaktık bu mesleklerin okulu, yüksek okulu yok mu? Sakın kimse mevcut meslek okullarının olduğunu söylemesin. Zira onların varlığı ile yokluğu birdir. Bu okullardan mezun olanlardan kaç tanesi mesleklerini tam icra edebiliyor? Bunun için diyorum ki, mezunları işsiz kalan fakültelere bir müddet öğrenci kabul edilmemeli. Buna karşılık, toplumun ihtiyaç duyduğu her mesleğin bir orta eğitimi ve yüksek eğitimi olmalıdır. Ayrıca, bu meslek okullarının eğitim kalitesi arttırılarak, mezuniyetten sonra mesleğini yapabilme becerisi kazanabilmeli. Devletin, sadece meslek okullarını açmakla da işi bitmiyor. Ayrıca gençleri bu okullara yönlendirmek de gerekiyor. Bundan da önemlisi vatandaşların psikolojik olarak bu meseleye hazırlanması lâzım. Meselâ, köy çocuklarına ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sorulsa; ‘Doktor, hemşire veya öğretmen’ diyecektir. Çünkü çevresinin ihtiyaç duyduğu insanlar bunlardır da ondan. Oysa, ülkenin diplomalı çiftçiye ve diplomalı çobana da ihtiyacı bulunmaktadır. Çobanın adını değiştirsek, meselâ veteriner teknisyen desek ne olur? Veteriner bilgisine sahip bir çoban, her türlü ziraat bilgisine sahip diplomalı çiftçilerimiz olsaydı kötü mü olurdu? Şüphesiz bu konuda biz vatandaşlara ve özellikle gençlere de bir takım sorumluluklar düşmektedir. Her şeyden önce bu sosyal statü kompleksinden bir an önce kurtulmalıyız. Toplumun ve insanlığın faydasına yapılan bütün iş ve hizmetler kutsal olup saygıya lâyıktır. Ancak, böyle düşünebilmek için kuvvetli bir iman şuuruna sahip olmak lâzım. Bunun için de her sabah öğrencilere “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” andını söylettirmek yerine, gerçek bir iman şuurunu yerleştirmek gerekir. Demem o ki, eğer bir açılım yapılacaksa öncelikle bu eğitimden başlanmalıdır. Çünkü, eğitimde köklü ve demokratik bir reform yapılmadan ülkenin hiçbir sorununu çözemezsiniz. |
İBRAHİM SAYAN 16.08.2009 |
İşsizin parası ile bütçe açığı kapatılıyor
Demokrat Parti (DP) Ar-Ge Başkanı Prof. Dr. Cem Kılıç, İşsizlik Sigortası Fonu’nda 42 milyar 215 milyon TL para biriktiğini ifade ederek, “Ancak hükümet, bu parayı işsizlik ödeneği şeklinde ve işsizlikle mücadelede kullanacağına, ekonomik olarak sıkıştığı alanlarda kullanıyor” dedi. DP Ar-Ge Başkanı Prof. Dr. Kılıç, Fon’un, işçi, işveren ve devletin katkısıyla oluştuğunu belirterek, bu Fon’un katılımcılarından meydana gelen bir kurul tarafından yönetilmesi gerektiğini, ancak hükümetin, işçi ve işveren temsilcilerine danışmadan, biriken paraları istediği alanlarda kullanmaya yöneldiğini ifade etti. Prof. Dr. Kılıç, işçi ve işverenlerin bu Fon’a Temmuz 2009 itibariyle 14 milyar 850 milyon TL katkıda bulunurken, devletin Fon’a katkısının ise, 5 milyar 32 milyon TL olduğunu belirtti. Prof. Dr. Kılıç, şöyle devam etti: “Fon’da bugüne kadar elde edilen faiz gelirisi ise, 27 milyar 195 milyon TL’yi bulmuştur. Fon’un, şu andaki toplam büyüklüğü 42 milyar 215 milyon TL’dir. İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken büyüklük, maalesef hükümetin iştahını kabartmıştır. 2008 yılının Mayıs ayında açıklanan İstihdamı Teşvik Paketi’nde 3 milyar TL’lik kısım, GAP yatırımları için ayrılmıştır. Bu miktarın GAP’a ayrılmasına o dönemde Üçlü Danışma Kurulu’nda işçi ve işveren tarafından şartlı onay verilmiştir. Bu onay, aslında söz konusu meblağın bir kereliğine ödenmesi, işçi ve işveren tarafından denetlenmesi hükmünü de beraberinde getirmiştir. Bu denetim, GAP’a ayrılan paranın istihdama harcanıp harcanmadığını tesbit amacını gütmekteydi.”
İŞSİZ PARA BEKLİYOR, FON BÜTÇEYE GİDİYOR Prof. Dr. Cem Kılıç, Türkiye’deki işsizlik sorununun öncelikle vasıfsız işçiden kaynaklandığını, bunu gidermek için Fon’da birikin paraların işsizlerin eğitiminde kullanılması için harcanması gerektiğini, oysa bu amaçla ayrılan paranın da çok düşük miktarda olduğuna dikkati çekerek şu görüşlere yer verdi: “Bugün, ülkemizde işsizlik, tarihî rekorlar kırmış ve yüzde 17’lere çıkmıştır. Ülkemiz, bu işsizlik oranı ile dünyada işsizliğin en yoğun yaşandığı ilk üç ülke arasına girmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, gençlerimiz iş bulma ümitlerini tamamen yitirmiştir. Cumhuriyet tarihimizin en ağır işsizlik döneminin yaşandığı bir dönemde, İşsizlik Fonu’nun amaç dışı kullanılması, işsizlik oranını çok yakın bir gelecekte katlayarak artıracaktır. Türkiye’de işsizlik sorunu yapısaldır. Sorunun çözümü için Fon’da biriken büyük meblâğ, derhal mesleki eğitim yoluyla işsizlikle mücadelede kullanılmalıdır. Bu kapsamda Türkiye İş Kurumu bünyesinde verilen eğitimlere daha fazla maddi kaynak aktarılmalıdır. Hal böyle iken, günümüzde işsizleri eğitmek amacıyla harcanın para, yılda 1 milyar TL’yi dahi bulmamaktadır.” |
AHMET TERZİ / ANKARA 16.08.2009 |