Yasemin YAŞAR |
|
Yeniden örtünelim |
(Tesettüre içeriden bir bakış)
Tesettürün kadının iffetini muhafaza eden ve özgürlüğünü kazandıran işlevi muhakkaktır. Aynı zamanda tesettür kadınlara ahlâkî bir ölçü getirmektedir. Yani tesettür sadece İslâmî bir kıyafet değil, aynı zamanda İslâm ahlâkı anlayışını da simgeler. İslâm dini, kadınların içtimâî hayattan çekilmeleriyle ilgili bir yasak getirmemiştir. Fakat sosyal hayat içerisinde iffetlerini korumaya yardımcı olacak tesettür emrini vermiştir. Cumhuriyetle başlayan yenilik hareketleri içinde baş sıralarda yer alan değişim, kılık kıyafet alanında olmuştur. Batılılaşmaya en önemli bir engel olarak görülen tesettür üzerinde oynamalar, modern kadın imajı, çağdaş kadın tipi gibi belirlemeler ve çalışmalar hiç vakit kaybedilmeden başlatılmıştır. Güya kadını tesettürün esaretinden kurtarıp, daha özgür kılmaya yönelik bu hareketler, Batılılaşma adıyla yürütülmüştür. Daha o zamanlarda ‘gerici’ ve ‘ilerici’ tanımlamaları kullanılmaya başlanmış, başını örten kadınlara ‘gerici’, açan kadınlara ‘ilerici, modern kadın’ gözüyle bakılmıştır. Günümüze kadar gelen bu ayırıma farklı farklı ilâveler de yapılmış ve gelinen noktada, halledilemeyecek kadar önemli ve karmaşık bir sorun olarak beklemeye alınmıştır. Tek parti zihniyetinin ürettiği çağdaş kadın imajı, aslında bir ideolojinin önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Aynı ideoloji bugün de tesettüre yasak getirmiş ve birçok kadın ve genç kızın eğitim ve çalışma hakkını elinden almıştır. Dolayısıyla Batılı hayat tarzı ile kadın tesettürsüzlüğe sevk edilip, toplumsal hayatta, kadın-erkek ilişkilerinde, aile yapısında, çocuk eğitiminde, ahlâkî yapılanmada v.s. gibi, birçok alanı olumsuz etkileyecek bir plan ve proje ile hareket edilmiştir. Yani uygulanan tesettür yasağı, sadece kadınla ilgili bir mesele olmayıp, sosyal alandaki pek çok noktaları olumsuz etkilemeye yönelik bir planın görünen kısmıdır. Türkiye’de Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren hemen hemen her konuda olduğu gibi, tesettür konusunda da devlet tasarrufu ve telâkkisiyle (Kemalist ideoloji) işler yürütülmüştür. Güya halkın seçtikleri, halkın telâkkisini dile getirmesi gerekirken, ne hikmetse, meclis çatısına girdikleri andan itibaren devlet telâkkisiyle zihinleri çalışmakta, halkın değerlerine ve isteklerine kulak tıkamaktadırlar. Tek parti zihniyetinin hâkim olduğu dönemlerde, yasakçı zihniyete karşı Said Nursî,—ileride, bu konuda, mahkûmiyet de alacağı—müstakil bir eser neşretmiştir. Bu eser, Risâle-i Nur eserleri içerisinde, ‘Tesettür Risâlesi’ olarak, konunun gündemde tutulmasını ve sonraki zamanlara taşınmasını sağlamıştır. Risâle-i Nur eserlerinde, tesettürün, Allah’ın bir emri olduğu ve fıtrî olduğu belirtilmektedir. Hatta tesettür ile aile saadeti arasında bir bağlantı kurularak, güven, sadakat, muhabbet ile tesettürün doğru orantılı bir bağ olduğu, aksi hâlin, özellikle aile saadeti açısından sadakat ve muhabbeti zedeleyeceği belirtilmiştir. Ayrıca Risâle-i Nur eserlerinde tesettür bir bütün olarak algılanmış, fıkıh boyutu ile beraber, iç boyutu olan ahlâkî güzelliği temin etmesi de bir bütün olarak işlenmiştir. Risâle-i Nur eserlerinde, fıtrî olan bir hâlin engellenemeyeceğinden bahsedilir. Tesettür de fıtrîdir. Dolayısıyla yasak engeline takılamayacak kadar fıtrîdir. Fakat gelinen noktada içe dönük bir eleştiri yapmak gerekirse, bu fıtrî olan hâlin, şuursuzlaştırılmaya başlandığı görülür. Yani bugünlerde daha çok dikkatimi çeken nokta, siyasîlerin siyasî malzemesi hâline gelen yasak değil, başörtüsü takanların dünyevîleşmesi meselesidir. Belki de yasağın kalkmamasının kaderî ciheti de, Cenâb-ı Hak katında bu olsa gerektir. Bugün medyanın etkisiyle reklâm, moda, tüketim kültüründen etkilenen hayat tarzları dâhil, kılık kıyafetlerinde akıl almaz değişiklikler yapan tesettürlü modeller görmekteyiz. Elbette bununla beraber medyanın etkilediği grup, sadece kadınlar değildir. Maksatlı yapılan dizilerdeki tiplemeler ve yaşanan ahlâkî değerleri dışlayan, kültürümüze uymayan temalar, maalesef erkekleri de etkilemektedir. Böylelikle aile kavramı, eş kavramı, hatta namus kavramlarında dahi bir yozlaşmaya gidiş görülmektedir. Bu da aile kurmayı güçleştirmiş, gayri meşrû ilişkileri, İslâm dışı yaşayışı daha cazip hâle getirmiştir. Evlilik olsa bile, evlilik tercihinde medyanın empoze ettiği kültür anlayışına göre bir belirleme dikkatleri çekmektedir. İşte sefih medeniyet ve onun bir numaralı destekçisi olan medya, öncelikle insanları kadın-erkek ayırmaksızın kulluk bilincini bozmuş; Yaratıcısı ile bağı bozulan insanın artık tercihleri de dünyevîleşmiştir. Bediüzzaman gelinen noktayı şöyle ifade eder: “Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Hususan sûretperestlik, ahlâkı, fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği…” hatta devamında, bu halin ‘hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi’ sarstığından bahsetmektedir. (Sözler, s. 374) Bu dünyevîleşme çarkı içerisinde tesettürlü kadın da nasibini almış; ne tesettür gibi uhrevî boyutu olan fıtrî bir halden vaz- geçmiş, ne de dünyevîleşme girdabından kurtulabilmiştir. İşte tesettür perdesinden sûretlerini öne çıkarmak gibi bir yanlışın acı bir tokadı olsa gerek ki; tesettürlü kızlar, aile kuramamaktadırlar. Erkeklerin ise, açık saçık kadınlara bakmaları sûretperestliği ortaya çıkarmış, bu da hevesleri kamçılamış ve tercihlerini sîreten asıl, buna bağlı sûreten de ahlâklı hanım yönünde kullanmamalarının tokatlarını aile saadetini bulamamakla yediklerini görmekteyiz. Kısacası, tesettürlü kızlar, tesettür perdesinden öne çıkarttıkları sûretin; erkekler de sûretperestliğin tokadını yemektedirler. Hâsılı her şeyde olduğu gibi, tesettür meselesinde de gelinen bu çıkmazı aşmanın yolu, ihlâstır. Çünkü her şey Allah’ın elindedir. O razı olsa ve biz O’nu razı etmenin peşinde olsak, O her şeyi bizim bile farkına varamayacağımız sürede ve sûrette değiştirecektir. Yeter ki, şu içi boşaltılmaya çalışılan tesettür emr-i İlâhîsini bir kez daha düşünüp, daha şuurlu bir şekilde, samimiyetle, Cenâb-ı Hakk’ı razı etme niyetiyle yerine getirelim. “Tesettürsüz olan kadınlardan farkım, sadece başımdaki bir örtü”, “Örtülü olsam da kendimi beğendirmek ve güzel göstermek istiyorum”, “Başı örttükten sonra gerisi önemli değil”, “Benden korkmayın, sizden biriyim”, “Benim de güzel görünmek hakkım, bu yüzden hem başımı örterim, hem makyajımı yaparım” gibi düşünce ve psikoloji ile hareket ettikçe, belki de hem insanlar nezdinde, hem de Cenâb-ı Hak katında, “örtülü çıplaklar” muâmelesi görüleceği unutulmamalıdır. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
İntisabın getirdiği sorumluluklar |
Bilindiği üzere, her insan şahsî görüş ve düşüncelerinde sonuna kadar serbesttir. Kendisine ait fikir ve düşüncelerini hiçbir engele takılmadan istediği şekilde konuşur, yazar, neşredebilir. Başkalarının görüş ve düşüncelerine saygılı olmak kaydıyla, çeşitli vasıtaları kullanarak, şahsî görüşlerini her zemin ve mekânda ifade etme hakkına sahiptir. Fikir hürriyeti dediğimiz şey de, bu olsa gerek. Kanunların güvencesi altında olan kendini ifade etme hakkını, demokrasinin hükümfermâ olduğu ülkelerde hiçbir kimse veya kurum engelleyemez, kayıt altına alamaz. Bir nev'î malûmu ilâm kabilinden olan şu söylediklerimizin ötesinde, eğer insanlar bir grubun veya cemaatin mensubu olarak söz söylemek konumunda ise, işte o zaman durum değişiklik arz eder. Böyle bir durumda, kişiler şahsî görüş ve düşüncelerini bir kenara koyup; gönül rızasıyla bağlı bulunmayı kabul ettikleri grubun veya müntesibi bulundukları cemaatin görüş ve düşüncelerini nazara verip, o yönde bir duruş ve tavır sergilemeleri gerekir. Kendisine ait görüş ve düşüncelerinde sonuna kadar hür ve serbest olan kişi veya kişiler, müntesibi oldukları cemaatin veya üyesi oldukları grubun görüş ve düşüncelerini ifade ederken, o grubun veya cemaatin prensip ve düsturlarını göz önünde bulundurmaları—etik olarak da—bir zorunluluktur. Yazımızın başından buraya kadar söylediklerimizi müşahhaslaştırmak için sözü “Nur Talebeliği”ne getirmek istiyorum. Bugün itibariyle Türkiye’de ve dünyanın bir çok ülkesinde milyonlarca müntesibi bulunan bu mümtaz ve şerefli camiâ, mânevî sahada çok büyük hizmetlerde bulunan, yaptığı hizmetlerle dosta da düşmana da sesini güçlü bir şekilde duyuran, dünya çapında etkili ve geniş kapsamlı bir ekoldür. Böyle bir camianın mensubu olmak, elbette büyük bir şeref ve önemli bir fırsattır. İki dünyamızın huzur ve saadetini netice verecek bu önemli fırsatı, en iyi şekilde değerlendirmek de aklın yoludur. İstifademize sunulan Nur eserlerinden en üst düzeyde faydalanmak da, başta dünya ve âhiretlerini düşünen basiretli insanların işi olsa gerek. Evvelâ kendimize ait fikir ve düşüncelerimizden sıyrılıp, zaaflarımızı bir kenara koyup, bütün mevcudiyetimizle Bediüzzaman’a kulak vermek, eserlerdeki hak ve hakikatlere muhatap olmak, zikredilen prensip ve düsturlara harfiyyen uymanın gayretinde olmak... Kesinlikle hakikatlere perde olmamak... Oradaki hak ve hakikatleri rencide edecek, onlara nakise getirecek söz, hâl ve tavırlardan şiddetle kaçınmak... Yorum ve te’villerimizin, o büyük Üstadın vermek istediği mesajlara uygunluğu noktasında kılı kırk yarmalı, lüzumsuz ve anlatılmak istenene perde olacak tarif, izah ve tafsilâta girilmemeli. Eserleri doğru okuyup, doğru anlama ve doğru hayata geçirme noktasında ince eleyip sık dokumalı... Ağzımızdan çıkanları, hâl ve davranışlarımız tamamlamalı. Yoksa söylediklerimiz havada kalır, hemen hiçbir faaliyeti ve inandırıcılığı olmaz. Hüve hüvesine Bediüzzaman’ı anlamak, onun fikir ve düşüncelerine muttalî olmak ve onları yaşantımıza taşımak elbette kolay değil. Ama en azından onun aizm ve gayretinde olmak, her müntesibin öncelikli gayesi olmalıdır. Bu noktada işi ciddiye almamak, bilerek veya bilmeyerek yanlış veya eksik anlamalara ve anlaşılmalara sebebiyet verebilir ki, bu da bizi mânen mes’ul kılar. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Adım adım Mi’raca adım adım cennete |
Recep ayının son günlerindeyiz. Yirmi yedi gündür üç ayların ilk merdivenindeyiz. Bizi karşılayan bu gece Mi’rac Gecesi. İnşallah yükselişteyiz. Bu gece yükselişimiz zirveye ulaşacak. Çünkü bu gece âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) yükselişin zirvesinde biz ümmetini kucakladı. Çünkü bu gece Yüce Yaratıcımız bizi, iman eder oldukça, günahımıza bakmadan Cennetle müjdeledi. “La İlahe illallah” diyen her kimsenin günahkâr olsa da Cennete gireceği bu gece müjdelendi. 1 “Günahkâr olsa da” diyorum; çünkü bu kelime dizini hem vahiy sözünün bir parçası, hem de kulağıma hoş geliyor. Çünkü ben de günahkârım ve ben de cenneti istiyorum. Oysa bu kelime ucuz bir kelime değil. Hazret-i Ömer (ra) Ebu Hüreyre’den (ra) bu müjdeyi duyunca Ebu Hüreyre’ye (ra) bir tokat patlattı. “Sen ne diyorsun?” diye. Oysa Ebu Hüreyre (ra) Peygamber Efendimiz (asm) tarafından bu müjdeyi herkese tebliğ etmeye memur edilmişti. Peygamber Efendimiz (asm) bu tebliğe delil olarak da mübarek nalinlerini vermişti. (Al şu nalimlerimi her gördüğüne göster de seni benim gönderdiğim anlaşılsın ve de ki ‘Lâ İlahe illalah diyen herkes cennete girer.’) Bu haberi duyunca şaşıranların birisi de Ebu Zer’di (ra). Ebu Zer Hazretleri (ra) üst üste sordu: “Ya Resulallah! Günahkâr olsa da mı cennete girer?” Peygamber Efendimiz (asm) her defasında: “Evet!” buyurdu, “Günahkâr olsa da Cennete girer.” Hz. Peygamber (asm) dördüncü keresinde ilâve etti: “Ebu Zerr patlasa da Cennete girer.” 2 Bu cennet haberini duyunca şaşıranlardan birisi de Hazret-i Muaz’dır. (ra) Hazret-i Muaz (ra) Peygamber Efendimiz’e (asm): “Ya Resulallah! Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm) bu defa bir endişesini dile getirdi: “Haber ver! Ama korkarım ki, buna güvenip ibadeti ve sorumluluklarını ihmal ederler!” 3 Hazret-i Muaz da (ra) aynı endişeyi taşıdığı için bu haberi ömrünün sonuna kadar gizledi. Fakat ölüm gelip çattığında, vahiy sahibinin bir müjdesini gizlemiş olma günahından korktuğu için bu haberi insanlara söyledi. Eminim sizler de şaşırdınız. Günahkâr da olsak Cennete girme müjdesi; durup dururken Allah’ın rahmetinden Cenneti ummak eşsiz bir haber elbette! Öyleyse gelin, Allah’ın rahmetini celp edelim bu gece. Duâmızla, niyazımızla, namazımızla, gözyaşımızla, yakarışımızla… Allah’ın cehenneminden Allah’ın rahmetine sığınalım ve Allah’tan cennetini isteyelim. Cenâb-ı Allah’tan, bize ömrümüz oldukça cennet ameli nasip etmesini, cehennem amelinden uzak kılmasını dileyelim. Her ne kadar yukarıdaki müjdeleri duyurmuşsak da, her dakika binlerce günahın bizleri karşıladığı, her saniye imanımızın çalınma riskiyle karşı karşıya kaldığı, en azından imanımızın her an zafiyete uğrama tehlikesi yaşadığı asrımızda, bizler “La İlahe illallah Muhammedün Resulullah” kelimesini sözde bırakmayalım, tahkiki imana çevirelim. Onun için bu geceden tezi yok; kendimize sıkı bir Risâle-i Nur okuma programı yapalım ve hemen kolları sıvayalım, işe koyulalım. Risâle-i Nur, “La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah” kelimesini asrımızda sözde bırakmayıp tahkiki imana çeviren rahmet havuzunun adıdır, bir iman ummanıdır. Bu havuzun suyundan bolca içelim. Tahkiki imandaki her bir adımımız –yarım yamalak da olsa- İnşallah- mi’racımız olsun. Bu gece namazı çokça kılalım. Kaza namazımız varsa, biraz da olsa kılalım. Namazımız mi’racımız olsun. Bu geceden sonra namaza devam etmemiz, bu gece kendi vicdanımızdaki taahhüdümüz olsun. Bu gece duâyı bolca yapalım. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Kur’ân’dan ve sünnet-i seniyyeden aldığı yüksek feyiz ve derslerle yaptığı günlük duâlarından olan Tahmidiye, Cevşenü’l-Kebir, Sekine, Delailü’n-Nur, Münâcatü’l-Kur’ân, Tazarru ve Niyaz adlı duâlardan dilediğimizi veya güç yetirebildiğimizi okuyalım. Duâmız mi’racımız olsun. Bu gece duânızda unutulmamayı dilerken, bu gece insanlığı kucaklayan rahmet dolayısıyla cümlenizi ve cümle âlem-i İslâm’ı tebrik ediyorum. Mi’racınıza binler tebrikler.
Dipnotlar:
1. Ebu Davud, Cenaiz, 20. 2. Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, (94); Tirmizî, İman 18, (2646). 3. Riyazussalihin, 414. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Mi'rac mu'cizesinin hatırlattıkları |
Allah Resûlünün (asm) en büyük mu'cizelerinden biri de Mi'rac mu'cizesidir. Recep ayının 26’sını 27’sine bağlayan geceye denk gelen bu gece Kâinatın Efendisinin (asm) Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’deki Mescid-i Aksa’ya gidişi, sonra da göklere yükselişi ve olağanüstü bir kısım olaylara mazhar oluşundan ibarettir. O Allah’ın sevgili Elçisi (asm) bu seyahat esnasında ruhen olduğu kadar bedenen de yedi kat gökleri bir bir geçmiş; Cenneti, Cehennemi görmüş, Kàb-ı Kavseyn makamına kadar yükselmiş, yani arada hiçbir perde olmaksızın Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle müşerref olmuş, konuşmuş, sonra da yeryüzüne yeniden inmiştir. Milyarlarca ışık yılıyla dahi ifade edilemeyecek bu uzun mesafeyi “yatağı soğumayacak kadar” çok kısa bir zamanda gerçekleştirmişti. Resûl-i Ekrem (asm) bu önemli mu'cizesinin, Taif tebliği gibi olumsuz bir sonucun, Hz. Hatice gibi sadakatli eş ve Ebû Talip gibi büyük bir hamisinin vefatının verdiği teessürlerin akabinde gerçekleşmesi büyük bir teselli kaynağı, manevî bir doping, İnşirah Sûresi’nde ifade edildiği gibi, “Muhakkak her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır” tarzında bir müjde olmuştu. Mi'racla Kâinatın Efendisi (asm) namaz gibi İlâhî huzura kabul edilme hediyesini, şirkle gidilmediği takdirde sonuçta Cennete girileceği müjdesini getirmiştir. Samimî bir tevbe yapıldığı takdirde Allah her türlü günahı affeder. Mi'rac nice müjdelerle doludur. Kalben, ruhen inkişaf eden her mü’min için göklerin kapıları açıktır. Derecesi ölçüsünde yükselebilir, Rabbine mânen yaklaşabilir. Resûl-i Ekrem (asm) inanageldiğimiz iman esaslarını bir bir kafa gözüyle gördüğü gibi herbir mü’min de imanı ve inkişafı ölçüsünde iman esaslarını maddeten veya mânen müşahede edebilir. Allah’ı görebilme müjdesi ise o kadar büyük bir nimettir ki Mi'rac Risâlesi’nde ifade edildiği gibi idamlık bir adama, “Sen paşa oldun!” demek gibi büyük bir müjdedir. Yok olup gideceğine inanan bir insan, iman sayesinde yok olmaktan kurtulmakla kalmamakta, Cennet gibi ebedî bir hayata mazhar olmakta, daha öte orada Rabbini görebileceğini öğrenerek sevinçten uçar hâle gelmektedir. İman esaslarının bizzat Efendimiz (asm) tarafından görülmesi, varlıklarının ne kadar kesin olduğunu göstermekle kalmamakta, onlara inanmanın sayısız faydalarını da göstermektedir. Kandilinizi tebrik ederken, maddî ve mânevî dünyamızda büyük açılımlara vesile olmasını Rabb-i Rahim’imizden niyaz ve temennî ederim. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kendinize denk (küfüv) bir eş arayın |
Evlilikte dikkate alınması gereken en önemli nokta, “güzellik, mal-mülk, makam, mevki değil!”, küfüv, yani denkliktir. Yani, ruhunuza, duygularınıza, kalbinize, kültürünüze denk, uygun bir eş. Bu denkliğin en önemli maddeleri şunlardır: * Dindarlık, * İdeal ve fikir birliği, * Kültür birliği. Daha önce dindarlığın, yalnızca “şekil, görüntü veya mütedeyyin bir aileye” mensubiyet olmadığına dair bir açıklama getirmiştik. Dindar, hayatını Kur’ân ve Sünnet’e göre yaşayan, imanını pratik hayata geçiren, ibadetlerini muntazaman ifa eden; başta anne-baba, eş, çocuk, akraba, insan, hatta hayvanlara karşı görevlerini yerine getiren, hak ve hürriyetlere saygılı olan ve nezih bir hayat sürendir. Sevgi ve gönlün ısınması da dindarlığın gereğidir. Bir hadîs-i şerîfte bu hakikat, “Siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olamazsınız” şeklinde nazara verilir. Şu halde; aile yuvası kurmak isteyen; mutlaka kendisine denk bir eş seçmelidir. Bu denklik de; - Dindarlıkta, yani, inançlarına uygun, - Düşünce yapısıyla örtüşen, - Dürüst, - Ahlâkı (huyu, mizacı, karakteri) sağlam, yani size denk biri olmalı. Eğer, denklik yoksa, diğer şartlar yerine gelse de, o evlilikten fazla bir hayır beklemeyiniz!
NOT:
Mi’rac Gecenizi tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Soğuk, yüzeysel ve duygusuz… |
80’li yıllar hak ve özgürlükler açısından zor yıllardı. Başörtüsü konusunda da öyle. Malûm medya da aynen bugün olduğu gibi o dönemde de yangına adeta körükle giderdi. Haftalık dergilerde “araştırmacı gazeteci” sıfatıyla kadın gazeteciler aynen bugün olduğu gibi güya tesettüre bürünerek dindarlığıyla bilinen semtlerde dolaşır, nabız yoklarlardı. Bu semtlerin başında da Fatih-Çarşamba hattı gelirdi kuşkusuz. Sonrasında bire bin katıp yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatırlardı yazılarında. Tesettürlü resimleri de dergilerin kapağını süslerdi. Önyargılı, ard niyetli yaklaşımlarını anlatmaya gerek var mı? Uzaydan gelmişler gibi bu insanların yaşantısına yaklaşır, ne yerler ne içerler, nerelerden alış veriş ederler, nasıl giyinirler, evlerini nasıl döşerler…. aktarmaya çalışırlardı. Soğuk, uzak, yüzeysel, duygusuz… Gazeteci Ayşe Arman’ın bayatlamış araştırmacı gazetecilik maceraları bana o yılları hatırlattı. Başınıza bir örtü sarıverip, ona uygun bir kıyafet uydurdunuz mu, boyacı küpüne girip çıkmış gibi artık muhataplarınızı anlamamanız için hiçbir nedenin olmadığını sanıveriyorsunuz! Bu iş o kadar basit değil! Üniversitelerdeki başörtüsü yüzünden eğitim hakkından mahrum kalmış bir genç kızın yürek acısını anlamaya yetmez bunlar! Ülkesinde yasak yüzünden okuyamadığı için gurbet ellere okumaya giden kızların ve ailelerinin yaşadıklarını da anlamaktan uzaktır bu tavır! Azıcık empati, eskimez eskilerin tabiriyle diğergamlık çok mu bu ülkenin insanlarına?
Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu…
Günümüze uyarlanmış halleriyle şimdilerde izlenme rekorları kıran Reşat Nuri Güntekin’in, Halit Ziya Uşaklıgil’in ünlü eserleri… Bu dizilerin kimileri özellikle Arap ülkelerine satılmakta, oralarda da ilgiyle izlenmekte! (İlginç bir sosyolojik vak’a) Tanzimat sonrasında başlayıp Cumhuriyet öncesine uzayan süreçte Osmanlı toplumunun, ailesinin nasıl içten içe çürümeye başladığını o dönemin usta kalemlerinin eserlerinde çok net görmek mümkün. Kendi kültürünü küçümseyip Batıya her şeyiyle aşık insanlar, köşklerde evlâtlarının eğitimini tamamen Fransız mürebbiyelerine teslim eden asilzadeler, özentili hayatlar, israf, kadın meseleleri, aldananlar, aldatılanlar, Doğu ile Batı kültürü arasında bocalayıp duranlar, çöken hayatlar… İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif’in Safahat’ında topladığı şiirlerinde o dönemin fotoğrafını net olarak görmek mümkündür. Şair, Kur’ân ve Sünneti kendine örnek almış “Asım’ın nesli” olarak sunduğu formülle bu büyük problemin çözüleceğini anlatır o muhteşem dizelerinde! Batıyı teknoloji ve ilim noktasında klavuz alıp, kendi aslî kaynaklarımıza olanca gücümüzle sahip çıkmamız gerektiğini anlatır. Yalnız da değildir bu konuda. O dönemde Bediüzzaman Said Nursî, İzmirli İsmail Hakkı, Eşref Edib ve daha bir çokları aynı hakikati söylemektedir eserlerinde… Aslında Halit Ziya’nın, Reşat Nuri Güntekin’in eserleri sanki bugün yazılmış gibi. (Belki biraz dil farkı söz konusu.) Batı özentisi hayat hâlen tam gaz devam etmekte! Uçurumu fark edenler de, var güçleriyle aynen Mehmet Akif gibi uyarmaya çalışıp duruyorlar. İmtihan dünyası işte! 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sigara yasağından, içki reklâmına |
Güzel bir adım atıldı ve sigara yasağı daha da yaygınlaştırıldı. Geçmiş yıllardaki yanlış uygulamaları hatırlayınca, atılan adımın önemi biraz daha iyi anlaşılıyor. Düşünün, tıka basa dolu minibüslerde, uçaklarda, şehirler arası otobüslerde velhasıl her yer ve mekânda sigara içenlerin bir nev'î dokunulmazlığı vardı. Bilhassa şehirler arası otobüslerde sigara yüzünden çıkan tartışmaları, ‘kavga’ları hatırlayınca şu anki halimize binlerce şükretmemiz gerektiği ortaya çıkar. Aslolan, sigara gibi ‘küçük bir adet’e alışmamak olmalı. Hem sağlığa, hem de bütçemize zarar verdiği halde bu kötü alışkanlıklara yakalananlar oluyor. Yasağın yaygınlaşması, sigara tüketiminin azalması için tek başına bir çare değil; ama sigarayı bırakmak isteyenler için uygun bir bahane de sayılabilir. Sigara yasağının yaygınlaşmasına, umumî anlamda bir destek söz konusu. Lokanta, kahvehane gibi bazı ticarî firmalar hariç, “Sigara yasagı olmasın, isteyen istediği yerde sigarasını içsin” diyen yok. Bu da güzel. Peki, sigaradan kat be kat fena olan alkollü içkiler karşısındaki vurdum duymazlığı nasıl izah edeceğiz? Hali hazırda alkollü içki gazetelerdeki reklâmları bir şekilde devam ediyor. 20 Haziran 2009 tarihli “Resmî Gazete”de yayımlanan ve 20 Temmuz itibarıyla yürürlüğe girecek olan yeni düzenlemeyle, alkollü içki reklâmlarında cinselliğin istismarı ile pornografi içeren ifade ve görüntülerin kullanılması yasaklanmıştı. (AA, 20 Haziran 2009) Elbette bu karar da müsbet bir adımdı, ama yeterli olduğu söylenebilir mi? Şunu anlamakta zorlanıyoruz: Sigaraya karşı cesaretle ‘yasak’ ilân edenler, aynı şeyi niçin alkollü içkiler için yapmıyor? Alkollü içkilerin daha masum olduğu söylenebilir mi? Üstelik bu noktada istenen, en azından alkollü içkilerin gazete ve benzeri mecralarda reklâmlarının yasaklanması, engellenmesidir. Televizyonlarda ya da açık alanlarda reklâmı yapılamayan ‘zararlı ürün/ alkollü içkiler’in reklâmları; gazetelerde nasıl devam edebilir? Alkollü içkilerin reklâmlarına getirilen kısmî sınırlama ne işe yarayacak? Hatırlanacak olursa alkollü içkilerin reklâmları bu derece ‘serbest’ değildi. Kamuoyunu ve hükümeti bu reklâmlara yavaş yavaş alıştırdılar. İş o noktaya geldi ki, gazetelerin bilhassa hafta sonu ekleri ‘alkollü içki reklâmlarını yayınlamak için mi çıkıyorlar?’ sorusunu hatıra getirdi. Daha önce hatırlatmıştı, tekrar hatırlamakta fayda var: Bir gazete, alkollü içki reklâmıyla ‘süslü’ bir zarf içinde okuyucularıyla buluşmuştu! Sigara yasağının yaygınlaşmasını fırsat bilerek, gazetelerdeki alkollü içki reklâmlarını da bir an önce ve kesinlikle engellemek lâzım. Başka türlü bu kötü alışkanlıkların önünü almak mümkün görünmüyor. Bugün için ‘kontrollü bir serbetlik’le devam eden alkollü içki reklâmları önümüzdeki yıllarda mutlaka yasaklanacak, ama o günün geç kalmamasını talep ediyoruz. Çünkü insanlık iyiyi ve doğruyu aramaya devam ediyor. Nasıl ki ‘dün’ el üstünde tutulan sigara, bugün için ‘yasaklı’ hale geldi, sıra alkollü içkilere de gelecek. Temennimiz, o günlerin gecikmemesi. Tabiî, daha sonra sıra başka yanlışları sona erdirmeye de gelecek... 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Resmî rakamlarla “siyasî söylemler”in çelişkisi |
Çin’in Doğu Türkistan’daki vahşet ve zulmü, Naboccu projesinin imzalanması; içte askerî personele yargılama yolunu açan yasa değişikliği üzerindeki hararetli yorumlar ve Ankara’da merakla beklenen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kararları ortasında hafta başında yeni açıklanan ekonomik rakamlar ve revizeler yeterince tartışılamadı. Öncelikle TÜİK’in daha önce duyurduğu 13.8’lik küçülmeye karşı Mâliye Bakanlığı’nın Haziran ayı itibariyle açıkladığı bütçe rakamları, gelir-gider dengesindeki bozulmayı ve ekonominin durumunu açıkça ortaya koyuyor. Geçen yıl Haziran ayında 3 milyar 978 milyon lira fazla veren bütçenin, bu yılın aynı ayında 2 milyar 521 milyon açık vermesi; ve geçen yılın ilk altı ayıyla mukayese edildiğinde yılın ilk altı ayında bütçe açığının 23 milyar 205 milyona ulaşması, vahâmetin açık bir belirtisi. Mâliye Bakanlığı’nın bildirmesiyle 13 kat açık veren bütçe, Başbakan’ın iddia ettiği gibi krizin hiç de “teğet geçmediği”ni açıkça bildiriyor. Geçen yılın ilk altı ayında 82 milyar 752 milyon lira vergi toplanırken, bu yılın ilk altı aylık döneminde 79 milyar 83 milyon lira vergi toplanması ve yılın yarısında yıl sonu bütçe hedefinin ancak yüzde 39.1’i oranında vergi tahsili, vergi gelirlerindeki azalmanın göstergesi. Kısacası büyük bütçe açığına ilâveten faiz giderlerinin yüzde 31,4 artarak 27 milyar 242 milyon liraya çıkması ve vergi gelirlerinin yüzde 4.4 azalması, ekonomik krizin alarm işâretlerini sürdürüyor. EKONOMİNİN FECİ AKIBETİ Diğer yandan, son Bakanlar Kurulu kararıyla yıl ortasında yeniden yapılan 7.87 oranına varan ve bir yıl içinde yüzde 67’ye ulaşan zamlarla akaryakıt fiyatları kendi rekorunu kırıyor. Benzin ve motorinin yanı sıra daha geçen ay Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun LPG grubuna getirdiği yeni zamlara ek olarak, “tavan fiyat” uygulamasıyla sağlanan indirimden fazlası KDV ve yüzde 8’den yeniden yüzde 18’e çıkarılan ÖTV’yle geri alınmış oluyor. Hükûmetin akaryakıtın yanı sıra turizm işletmelerine ve diğer bazı hizmet kalemlerine yaptığı zamlar ise cabası. Sezon ortasında gelen zammın işletmeleri zora sokacağı ve neticede bütçe açığıyla, akaryakıt zammının ve ÖTV artışının vatandaşlara fatura edileceği belirtiliyor. Bunun diğer bütün ürünlere de yansıyarak en az yüzde 10 fiyat artışıyla pahalılığın artmasına, enflasyonun fırlamasına sebebiyet vereceğini uyarıyorlar. Esnaf ve sanatkârın daha da zor duruma gireceğini ve zaten daralmış piyasaların bu kadar yüksek fiyat artışını kaldıramayacağını haber veriyorlar. Ekonomistler, hükûmetin zaman zaman yaptığı ufak indirimlere karşılık özellikle akaryakıta yaptığı son zamlarla, “kaşıkla dağıtılan kepçeyle alınıyor” tesbitinde bulunuyorlar. Bu arada TÜİK’in, yaz aylarında mevsimlik işçilere rağmen işsizlik artış oranının yüzde 14.9 olarak açıklaması da dikkat çekici. Buna göre işsiz sayısı 3.6 milyon. Dahası, geçen yıl 17.6 olan genç nüfusta işsizlik oranı bu yıl yüzde 26.5’e çıkmış. Her dört gençten biri işsiz… Bunlar resmî rakamlar; gizli işsizler, iş aramayanlar, iş aramaktan vazgeçenler ve iş ümitlerini kaybedenler de buna eklendiğinde, gerçek işsiz sayısının kat kat olduğu ve işsizlik oranının yüzde 20’leri bulduğu uzmanlarca dile getirilmekte. Böylece yatırım, üretim ve istihdamdan yoksun ekonomi politikaların feci akıbeti bir defa daha gözler önüne serilmekte… RAKAMLAR NEDEN ÇARPITILIYOR? İlginç olan, devletin resmî kurumlarının rakamlarına rağmen, Başbakan’ın hâlâ “ekonomik krizin teğet geçtiği”ni ve “geçeceğini” söylemesi; hükûmetin kurumlarıyla “siyasî söylemi”nin çelişkisi… Hakikaten, devletin resmî kurumu olan TÜİK’in yüzde 13.8’le Türkiye tarihinin en büyük ekonomik küçülmesini açıkladığı ve son bir yılda yediden yetmişe her şeye yüzde 50’lerden yüzde yüzlere varan zamlara karşılık işçi emekli aylıklarına ancak yüzde 1.8 zammın öngörüldüğü bir ülkede, Başbakan’ın milletin gözünün içine baka baka, Türkiye’yi ekonomide 26. sıradan 17. büyük ekonomisine getirdiklerinin propagandası, neyin ifâdesi? Başbakan’a göre ekonomide “Türkiye Avrupa’da 6. sıraya çıkmış. Gayrisafi Yurtiçi Hâsılası -2008 sonu itibarıyla- 230 milyar dolardan 742 milyar dolara çıkarılmış. İhracat, 36 milyar dolardan 132 milyar dolara yükselmiş” vs… Belli ki Başbakan, ilk altı ayda ihracatın yüzde 34 gerilediğine dair rakamları, dolar bazında yüzde 29’a varan daralmayı, işçi emeklilerine ortalama 11 liralık komik maaş zammını, resmî rakamlarla yüzde 13 olan işsizliğin yüzde 20’lere varmasını “teğet geçiyor.” Krizin gün geçtikçe daha da derinleştiğini çarpıtarak tam tersi gösteriyor; “Türkiye büyüyor” diyor. Peki, “bizim makamda, mevkide gözümüz yok” diyen Başbakan niçin göz göre göre bu tür çarpıtmalara başvuruyor? Buna neden gerek duyuyor? 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Arz-ı endam |
Başbakan Tayyip Erdoğan Meclis kapandıktan sonra hafta sonlarında partisinin kongrelerinde yaptığı konuşmalarla yeni tartışma konuları ortaya atıyor. Erdoğan’ın polemik meydana getiren konuşmaları hafta başlarında tartışılıyor, diğer hafta yeni bir polemik konusu ortaya atıyor, bu sefer o tartışılıyor. Bugün yine bir partisinin kongresine katılacak, muhtemeldir ki, yine yeni tartışma konuları ortaya çıkacaktır. Geçtiğimiz hafta sonu partisinin Erzurum kongresinde de MHP’li Oktay Vural’ın kıldığı “gıyabi cenaze namazı”nı gündeme getirerek, “O zaman (Bahçeli’nin 2002’deki Uygur Üniversitesini ziyaretini kastediyor) kabinede olan beyefendi dün baktım cenaze namazında arzı endam ediyor. Gerçekçi olun gerçekçi” demesi hem Bahçeli’yi hem de Vural’ı kızdırdı. Vural, “Siz kimsiniz ki benim namazıma dil uzatıyorsunuz? Biz namazları arz-ı endam için değil, o acıları paylaşmak için kılıyoruz. Bizim namazımıza dil uzatmak sizin haddinize değildir” dedi. Her şey polemik konusu yapılırsa böyle sert tartışmalarda kaçınılmaz oluyor. Namaz konusu böyle polemik konusu yapılmamalı. Sonrasında iş farklı taraflara kayabilir? Aman dikkat… * * * BEŞİNCİ KİŞİ ARANIYOR Bugünden itibaren apartman merdivenleri ve tente altı dahil bütün kapalı alanlarda sigara yasak. İçenler hakkında ağır yaptırımlar uygulanacak. Kahvehaneler, nargile içilen yerler ve lokantalardaki uygulamalar merak konusuydu. Tiryakiler buralarda “gerekirse cezasını verir içeririz” dese de işyeri sahiplerine daha ağır yaptırımlar olduğu için sigara içilmesine izin vermeyecekleri görülüyor. “Dumansız hava sahası” fikrinin mimarı Recep Akdağ’ın bu eleştirilere cevap verirken söylediği şu cümle dikkat çekiciydi: “Kahvede okey oynarken beşinci kişi bulacaksınız ve diyeceksiniz ki, ‘Benim taşlarıma iki dakika bak. Ben sigarayı içip geleyim…’” Nasıl çözüm ama... Konuyla ilgili sokaklardaki bilbordlarda bir afiş dikkat çekiciydi. “Onlar % 100 Dumansız Hava Sahasına, % 100 Destek Veriyor!” sloganının altında bulunan Tayyip Erdoğan, Recep Akdağ, Devlet Bahçeli, Ahmet Türk, Masum Türker ve kısa bir süre önce bir helikopter kazasında vefat eden Muhsin Yazıcıoğlu’nun resmi yer alıyordu. Bir tek Baykal’ın resmi yoktu. Resmin olmaması ile ilgili değişik yorumlar yapıldı. “Baykal dumanlı havayı sever” diyen de oldu. Bakanlığın unuttuğunu ifade eden de. Partiden yapılan açıklamada işin gerçek sebebi anlaşıldı. Meğer Baykal, liderlerin afişteki kullanılma sırasını beğenmemiş. Sağlık Bakanının ikinci sırada olmaması gerekiyormuş. Ne diyelim takdir kendisinin… Takdir kendisinde. Bakarsınız ‘afiş’i de Anayasa Mahkemesine götürür! * * * UTANMASI GEREKEN KİM? AKP Milletvekili Haluk Özdalga, CHP’nin, askere sivil yargı yolunu açan yasanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurusuyla ilgili sert ifadeler kullanmış ve “Sizi her zeminde bu tavrınız yüzünden teşhir edeceğim” demişti. CHP’li Anadol, buna hayli içerlemiş. Ancak verdiği cevap neresinden tutsanız ellerinde kalacak nitelikte… “Talat Aydemir ve Fethi Gürcan darbe yaptıkları için askerî mahkemede yargılandılar ve idama mahkûm oldular. İdam kararı veren, babası Numan Özdalga idi. Askerî mahkemenin duruşma yargıcı idi. Haluk Özdalga babasıyla iftihar mı ediyor, yoksa utanıyor mu? Evvela onun hesabını versin!” demişti. Asıl tartışılması gereken darbe yapanları yargılayan hâkim babadan utanılmalı mı, utanılmamalı mı sorusu cevapsız kaldı. Yani; darbeyi yapan mı, yargılayan mı utanmalı… * * * DARBECİ YARGILANMAKTAN KORKAR MI?! Baykal’ın 12 Eylül ihtilâlini yapanların yargılanmasıyla ilgili teklifi, ihtilâlin lideri Kenan Evren’in epey canını sıkmış. Baykal’dan böyle bir şey beklemiyor olmalı ki, hayli de içerlemiş. “Kimsenin beni ya da diğerlerini yargılayacağı yok... Lâf olsun diye ortaya atılmış iddialar bunlar. Daha önce söyledim, şimdi de söylüyorum. Mahkemeye çıkacağıma kafama sıkarım” demiş. Darbenin lideri ol. Astığın astık kestiğin kestik, her dediğin kanun olsun. Ondan sonra kalk hesap vermekten kork. Olacak şey mi? Bu arada Evren’in Baykal’la ilgili söylediği sözler de yabana atılmamalı. Bakın ne demişti: “Madem 1980’in yargılanmasını istiyor, 20 yıl boyunca bu ülkede 27 Mayıs bayram olarak kutlandı. Baykal neden onu sorgulamıyor? Neden sorgulamadığını söyleyeyim: 20 yıl boyunca bu ülkede bayram havasında kutlanan 27 Mayıs’a kendisi de alkış tuttu da, ondan...’ Şimdi Baykal’da buna içerler mi bilemeyiz, ama zaten Baykal da bu sözünü çoktan unuttu bile… 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İslâm’ı doğru kaynaklardan öğrenmek |
Elden geldiğince Avrupa’da İslâm ile şereflenenlerin sayısında ciddî mânâda artışlar olduğunu bu sütunlardan müjdelemeye çalışıyoruz. Elbette bu, dünya üzerindeki bütün Müslümanları mesrur eden bir gelişmedir. Ancak bizce bundan daha önemlisi İslâm ile şereflenen insanların “doğru İslâmiyeti ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu” da bulmasıdır. Zira ne yazık ki İslâmiyet adı altında kimi zaman çok yanlış yorumlara ve inanışlara sahip insanlar da ortaya çıkabiliyor. Bu tür insanlarla hasbelkader karşılaşıp İslâm’ı böyle tanıyan ve Müslüman olanlar da haliyle “doğru İslâmiyet’i” bulmuş olmuyor. Elbette iman ve küfür arasında Lut Gölü ile Everest arasındaki farkın milyon katı kadar fark vardır. İmanın girdiği bir kalp ile imanın bulunmadığı kalp arasında kıyas bile yapılamaz değer bakımından. Ancak Allah (cc) bizzat Kur’ân-ı Kerim’inde “Ey iman edenler iman ediniz” diyerek “gerçek anlamda imana” işaret buyurmuştur. Demek ki her “Müslüman oldum” diyen aslında “İslâm” olmayabiliyor. Bu kabilden olarak kimi zaman özellikle Avrupa’dan, sonradan ihtida etmiş bazı Müslümanların inanılmaz derecede radikalleşebildikleri ve hatta intihar bombacısı olacak derecede kafalarının karışık olduğuna dair haberler ulaşıyor. Bunlardan bir tanesi İngiltere’de sonradan Müslüman olan ve İsa İbrahim adını alan bir İngiliz vatandaşı... Geçtiğimiz gün bu şahıs intihar saldırısı için bomba hazırlamak ve intihar saldırısı planlamaktan suçlu bulunmuş. Dâvâya bakan mahkemenin jüri üyeleri, 20 yaşındaki İsa İbrahim’in, ‘’insan hayatını hedef almak üzere patlayıcı hazırlamaktan, insanların hayatına ve mallarına ciddî biçimde zarar vermeyi hedeflemekten’’ suçlu olduğuna karar verdi. Kraliyet savcısı, İsa İbrahim’in Nisan 2008’de Bristol’daki bir alış veriş merkezine yönelik intihar saldırısı düzenlemeyi planladığını bildirmişti. İsa İbrahim’in tutuklandığı baskında polisler zanlının evinde, ev yapımı bomba, bu bombanın içine yerleştirileceği yelek ve bombayı harekete geçirecek düzenek ele geçirmişti. Sorgusunda 11 Eylül saldırılarının haklılığını savunduğu belirtilen İbrahim’e verilecek cezanın önümüzdeki günlerde açıklanması bekleniyormuş. Evet İsa İbrahim adına İslâm ile şereflendiği için sevinmeyi hepimiz arzu ederdik. Ancak görülüyor ki İsa İbrahim yanlış kişilerle tanışmış ve İslâmiyet’in aslında hiçbir zaman tasvip etmeyeceği bir yorumla karşılaşmış. Halbuki İsa İbrahim “doğru İslâmiyet’i” doğru kaynaklardan yani bizzat Kur’ân ve hadisten ve onun yaşadığımız çağa yani “ahirzamana” bakan tefsirlerinden öğrenmiş olsaydı bunlar başına gelmeyecekti. İşte o zaman İsa İbrahim, İslâmiyet’in “asla ama asla” masumların öldürülmesine cevaz vermeyeceğini bilecekti. Cihad’ın gerçek anlamını öğrenecek ve kendini iman kurtarmaya ve insanlara iyiliği ve güzelliği tavsiye edip, onları kötülükten nehyetmeye ve tebliğe adayacaktı. Ancak o böyle yapmayıp, evinde masum insanların öldürmek amacıyla bomba hazırlamayı öğrendi. Bu şekilde yanlış kaynaklardan İslâm’ı öğrenen İsa İbrahimlerin sayısının artmaması için onlara doğru kaynakları ulaştırmakla mükellef olan Müslümanların işi çok zor ama bir o kadar da hayatî değer taşıyor. Bu anlamda Risâle-i Nur gibi çağımızın en isabetli Kur’ân tefsirlerinin Avrupa’ya, Amerika’ya ve diğer kıt’alara ulaştırılmasına derhal ihtiyaç ve zaruret vardır. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünyada olup bitenler |
Bu Pazar sabahında, dünyada olup bitenlerle ilgili kısa notları sizinle paylaşmak istedim. Gelecek haftanın daha iç açıcı haberlerle gelmesi dileğiyle. Asrın boru hattı projesi Nabucco, Ankara’da geçen hafta imzalandı. Telâşı ise istediğinde vanayı kapatıp Avrupa’yı donduran Rusya’yı aldı. Medvedev, Almanya ziyaretinde diyor ki: “Şimdiye kadar kimse bana gazın nereden geleceğini açıklayamadı”. Irak, İran, Mısır, Azerbaycan sıradayken onun merak etmesine gerek yok. Ama sonunda onlar da gaz vermek için sıraya girecek Nabucco’ya. Ama bu kez tekel olarak değil. *** Iraklılar Amerikan askerlerini iyice tecrit etmeye başladılar. Şehirlerdeki ortak kontrol noktalarından Amerikan askerlerini uzaklaştırdılar. Amerikalılar bundan çok rahatsız oldular. Ne bekliyordunuz? Sizin şehirlerden çekilme gününüzü bayram ilân eden Iraklıların, bunca yıllık zulmünüzün karşılığını nasıl ödemesini isterdiniz? *** Cuma hutbesiyle İran’da başlayan yeni protestolar, seçim sonuçlarının başlattığı değişimin süreceğini gösteriyor. Haşimi Rafsancani, 12 Haziran seçimleri sonrasında tutuklananların serbest bırakılması çağrısı yaptı Cuma hutbesinde. “Bırakın bu insanlar ailelerinin yanına dönsünler. Düşmanların bize gülmesi ve eleştirmesine fırsat vermeyin.” O sözlerini bitirir bitirmez polis göz yaşartıcı gazla saldırdı kalabalığa. Cin artık şişeden çıktı. Geri koymak imkânsız. İran yeni bir yola girdi. Umarız bu yol onu daha çok demokrasiye ve insan haklarına götürür. *** Güney Afrika’nın özgürlük sembolü Nelson Mandela 91 yaşına girdi. 27 sene hapiste yatan ve 1994 yılında mücadelesinde başarıya ulaşıp Güney Afrika’nın ilk siyahî devlet başkanı olan Mandela, şimdi yaşlılıkla mücadele ediyor. Eşi, ‘Madiba’ diye hitap ettiği Mandela’nın yaşlılık halini şöyle anlatıyor: “Madiba çok gururlu bir kimse. Eskiden olduğu gibi dik ve güçlü yürüyemiyor. Bundan da hiç hoşlanmıyor”. Ama Mandela yine de hayatının bu yaşlı günlerini hayır işlerine koşturmakla geçiriyor. Hâlâ insanlara örnek bir hayat sürmeye çalışan Mandela’ya uzun ömür diliyoruz. *** Türk dostu Fransız Özel Temsilci Pierre Lellouche, Sarkozy tarafından Avrupa Bakanlığına atanır atanmaz, Türkiye ile ilgili görüşlerini değiştirmiş. Daha bir ay öncesine kadar Türkiye’nin AB’ye üyeliğini savunurken, şimdi “beş yıldan bu yana gördüklerim, beni Türkiye’nin AB’ye entegre olamayacağına inandırdı” diyor. Günaydın sayın Bakan! Demek ki görüşleriniz koltuğunuza göre değişiyor. Tam da Sarkozy’e lâyık bir bakan olacağınız belli. Memleketinize hayırlı olsun. Sizden inayet bekleyen yok. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Cemaatleşme ihtiyacı |
Senelerdir devam eden, yakınlarda olduğu gibi dönem dönem gündemin en baş sıralarına çıkabilen tartışmalar, asılsız itham ve yakıştırmalar bir yana, gerçek şu ki, cemaatleşme insanî ve toplumsal bir ihtiyaç. “Zaman cemaat zamanıdır” ifadesini defaatle tekrarlayan Üstad, bu ihtiyacın nereden kaynaklandığını da sosyal ve psikolojik gerekçelerle açıklıyor. Hem de mahkeme müdafaalarında. İlginç örneklerinden biri Denizli mahkemesine verdiği “Son sözün bir kısmı” metninde. Orada cemaatleşme için şu nitelemeler var: * Sosyal hayatın bir temel taşı. * İnsan fıtratının zarurî bir ihtiyacı. * Aileden kabile, millet, İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta. * Her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği “medar-ı zarar ve hayret” hallere; insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mâni maddî ve manevî sebeplerin hücumlarına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı tesellî. * Dostluk, kardeşane cemaat ve toplanmak. * Samimane uhrevî cemiyet ve kardeşlik. * Hem dünya, hem din, hem ahiret saadetlerine kat’î vesile olarak iman ve Kur’ân dersinde halis dostluk ve hakikat yolunda arkadaşlık. * Vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı, siyasî cephesi bulunmayan bir tesanüd... Bütün bu tanımlamaları “Risale-i Nur Talebelerinin pek çok takdir ve tahsine şayan ders-i imanda toplanmaları” için dile getiren Bediüzzaman, bu birlikteliğe “siyasî cemiyet” namı verenler için son derece ağır ifadeler kullanıyor: “Ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyane düşmanlık eder, hem İslâmiyete Nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husûmet eder ve bu vatana ve millete ve hakimiyet-i İslâmiyeye ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, mütemerridâne, anudâne mücadele eder. “Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el hannas bir zındıktır ki, hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır; tâ o şeytanlara, firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz manevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanınıza çevirsin veya kırdırsın...” (Tarihçe-i Hayat, s. 639-40) Üstad, Afyon mahkemesindeki müdafaasında da “Biz bir cemaatiz” dedikten sonra, yukarıdaki nitelemeleri tamamlayan bir çerçeve çiziyor: “Hedefimiz ve programımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.” (a.g.e., s. 853) (Buradaki “idam-ı ebedî” ve “haps-i münferid’ ifadelerinin özlü bir izahı Sözler’de: “Kabir, ahirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idam-ı ebedî kapısı, darağacı;” “ahireti tasdik eden, fakat sefahat ve dalâlette gidenlere, tecrit içinde, yalnız başına bir hapis kapısı.” {s. 232}) Görüldüğü gibi, Said Nursî’nin cemaat tariflerinde hiçbir şekilde siyaset veya ideoloji yok. Tamamen iman ve ahiret eksenli bir beraberlik var ve bu anlamdaki cemaatleşmenin dünyevî neticeleri ise toplumu anarşi, serserilik gibi zararlı neticelerden korumak; huzuru, kardeşliği, dayanışmayı ahengi sağlamak; hayatın güçlüklerine karşı bir dayanma noktası, moral alış verişi ve tesellî gibi tümüyle pozitif kazanımlar. Ve bu birliktelikte ayrılıkçılığın zerresi yok. “Öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve ‘Mü’minler ancak kardeştir’ kudsî programıyla birbirlerinin yardımına duâlarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar” (Tarihçe, s. 614) sözleri bunun ifadesi. 19.07.2009 E-Posta: [email protected] |