Abdil YILDIRIM |
|
Hatasını düzelten hayatını düzeltir |
Htalarımız, “Hatasız kul olmaz” demişler. Gerçekten de her insanın bir takım hata ve yanlışlar yapması kaçınılmazdır. İsmet sıfatına sahip olan peygamberler bile (bir hikmete binâen de olsa) bazı cüz’î hatalar yapabilir. Ama peygamberlerin hiçbir davranışı, onları günaha sokacak kadar büyük değildir. Bizim gibi sıradan insanların ise, her an bir hata işlemesi, bir yanlışa yol açması ve bir günaha girmesi mümkündür. Hata, insanın kendisine, çevresine ve Rabbine karşı yapmış olduğu yanlışlar ve kusurlardır şeklinde tarif edilebilir. Her hatanın bir takım maddî ve mânevî zararları vardır. Hatalar kısa sürede düzeltilmez, yanlışlardan dönülmezse, ileride telâfisi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkabilir. Hatalar, dünya hayatının kalitesini düşürdüğü gibi, âhiret hayatı için de büyük tehlikeler ortaya çıkartabilir. İnsan bir işin kurallarını bilmiyorsa veya bildiği halde ihmalkârlığından dolayı bu kurallara riâyet etmiyorsa, hata yapması kaçınılmazdır. Bunun sonunda da bir bedel ödemesi gerekebilir. Ancak bedel ödenirken hatanın pişmanlığı ortaya çıkar. Meselâ, trafik kurallarına uymayan bir sürücü, ihmalkârlığı neticesinde bir kazaya sebebiyet verdiği zaman, yaptığı hatanın farkına varır. Bedelini öderken de, bir daha o hataya düşmemek için daha dikkatli olması hususunda ders almış olur. Hatasının farkında olan ve bir daha aynı hataya düşmemek için dikkatli davranan kişi, gerekli dersi almış demektir. İnsandan sudur eden hatalar, insan olmanın bir neticesidir. Yani insanın aczinin ve fakrının bir göstergesidir. Hatalar her ne kadar istenmeyen durumlar olsa da, netice itibariyle insanın istidatlarının inkişafına da katkıda bulunur. İnsan bir kusur işler, neticesinde maddî veya mânevî bir zarar görür. Bundan bir ders çıkartarak bir daha aynı hatayı işlememek için hayatına çeki düzen verirse, hatasından ders almış, zarardan kâra geçmiş demektir. Akıllı insan, hata yapmayan insan değildir. Akıllı insan, aynı hatayı iki defa yapmayan insandır. Özellikle bir Müslümanın aynı hatayı tekrarlaması onun mü’min sıfatına uygun düşmez. Peygamber Efendimiz (asm), “Mü’min bir delikten iki defa ısırılmaz” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63) Mü’min insan, akıllı ve ferâsetli olduğundan, bir defa düştüğü hataya bir daha düşmez. Bu davranışı insanı günaha sokan bir davranış ise, bir daha işlememek üzere tövbe eder, onun zararından kurtulur. Efendimiz (asm) yine bir başka hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Bütün insanlar hata eder. Hata edenlerin en hayırlısı ise, çokça tövbe edendir” (Tirmizî, Ahmed, Hakîm) İnsanın hatasını düzeltebilmesi için, evvelâ yaptığı davranışın hata olduğunu bilmesi ve kabul etmesi gerekir. Bunun için de, yaptıklarının hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu fark edecek kadar idrak sahibi olmalıdır. Cehaletle veya kör bir inatla hatalarını savunan insanın hatalarından kurtulması mümkün değildir. İnsan kendi hatasını görmek istemez. Hep başkalarında hata ve kusur arar. Halbuki başkalarının kusurunu aramak yerine, kendi kusurları ile meşgul olup, onların ıslâhına çalışmak, akıllı insan olmanın ve iyi Müslüman olmanın bir gereğidir. Hatasını kabul eden, hatasından dönmek için ilk adımı atmış demektir. Hayat, hata ve yanlışlarla terakkî eder, tasaffi eder. Yapılan her hata, hayattan alınacak bir derstir. Bu dersi iyi anlayan, hatasını düzeltir. Yanlışının farkına varır. Daha iyi ve daha güzele doğru yol almaya başlar. İnsan bu yoldan ilerledikçe, yapılan hataların azaldığını görecek, hayatına da daha düzgün bir şekil verecektir. Kısacası, hatasını düzelten hayatını da düzeltmiş olacaktır. Hatalarımızın affı için Kur’ân’ın dili ile duâ ediyor, aynı hataları tekrarlamaktan Allah’a sığınıyoruz. “Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!” (Bakara Sûresi: 286) 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Onuncu Söz’de, ahiret gününe iman |
Abdullah Bey: “Ahiret günü ile Allah’ın isimleri arasında nasıl bir bağlantı vardır? Risâle-i Nur’da bu mesele nasıl açıklanıyor?”
Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’da birçok yerde ahiret gününü, mahşeri ve ebedî saadeti Allah’ın isimleri ile sıkı bir bağlantı içinde izah ediyor. Bu konuda başı ise Onuncu Söz çekiyor. Onuncu Söz’de tefsiri yapılan âyet: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir”1 âyetidir. Bu âyete göre bakmamız ve dikkat etmemiz gereken rahmet eserleri, yeryüzündeki baş döndürücü canlılıktır. Sonbaharda ölen veya kış uykusuna yatan canlılar, ilkbaharda yeniden rengârenk diriliyorlar. Ve bize ahiret günü dirilişinin binlerce örneğini teşkil ediyorlar. Yeryüzünü gözümüz önünde böyle her sene diriliş tufanına çeviren bir Kadir-i Rahim, elbette vaat ettiği gibi ölen insanları da diriltecektir. Bediüzzaman’a göre yeryüzünü bir yaratılış saltanatına çeviren her bir isim, aynı zamanda ahiretin varlığını da ispat ediyor. Meselâ, kemalatını göstermek için kâinatta her bir şeyi terbiyesine alan ve her bir mevcudu olması gereken en güzel biçimde terbiye eden Rab ismi, ahiret gününden haber veriyor ve mahşeri ispat ediyor. Nitekim en güzel bir terbiye ile yarattığı insanın bir kısmı kâinatın bir yüksek gaye ve maksat için yaratıldığını anlıyor, söz dinliyor, iman ve ibadetle âlemlerin Rabbine itaat ediyor; bir kısmı söz dinlemiyor, âlemlerin Rabbinin bu yüksek otoritesini tanımıyor, isyan ediyor. İşte iman ve ibadetle emre itaat eden mü’minleri mükâfatlandırmak, isyan ve itaatsizlik gösteren kişileri ise cezalandırmak Rab isminin gereğidir. İşte bu mükâfat ve ceza ahirette söz konusu olacaktır.2 Keza Kerim ve Rahim isimleri de ahiretin varlığını isbat ediyor. Nitekim yaz kış herkes bilir ki, yaratılışta taşkın bir cömertlik vardır. Yeryüzü bilhassa bahar ve yaz mevsimlerinde bir ziyafet sofrası gibi cömertçe ve mükellef bir biçimde had ve hesaba gelmeyen rızıklarla donatılıyor. Bu ulvî ikramlar bize eşsiz bir Kerem elini ve benzersiz bir Rahmet elini gösteriyor. Dünyada taşan ve dünyaya sığmayan bu sonsuz kerem ve rahmet, şükür ve hamd ile hürmet eden mü’mini saadet-i ebediyeye dâvet ediyor. Şükretmeyen hürmetsizler için de bir ceza yurdunun olduğu açıktır.3 Keza Hakîm ve Adil isimleri de ahiretin varlığını isbat ediyor. Nitekim bütün mevcudatta eşsiz bir intizam, adalet, düzen, mizan ve hikmet hüküm sürmektedir. Adalete, düzene ve hikmete uygun davrananlar için mükâfat, uygun davranmayan, küfür ve tuğyanla isyan eden edepsizler için ise ceza olması bizzat adaletin ve hikmetin gereğidir. Oysa çoğu zaman o eşsiz adaletin ve hikmetin çok azı bu dünyada görülüyor. Zalimin ceza görmeden, mazlûmun da hakkını almadan bu dünyadan göçüp gittikleri çok oluyor. “Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.”4 Keza Mucib ismi de ahretin varlığını isbat ediyor. Nitekim en aşağı bir canlının en aşağı bir ihtiyacını görüp duâsına cevap veren, şefkatle kabul eden ve istediğini en güzel biçimde veren sonsuz merhamet sahibi bir Rab, Hazret-i Muhammed (asm) gibi en büyük bir kulunun ve en sevgili bir elçisinin, en büyük ve umumî bir ihtiyaç için yaptığı duâyı elbette işitir, cevap verir ve ebedî saadeti yaratmak suretiyle kabul eder. Öyle ki, onun istediğini bütün mevcudat da istiyor ve “Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver; duâsını kabul et. Biz de istiyoruz” diyorlar. Böyle umumî bir duâyı kabul ederek ebedî saadet yurdunu yaratır. Öte yandan zaten, “Eğer sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım”5 hadis-i kudsisinden anlıyoruz ki, Allah katında O’nun varlığı bu dünyanın varlığının sebebidir. Öyleyse O’nun duâsı ve ibadeti de öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebeptir. 6, Cemil ve Baki isimleri de ahiretin varlığını isbat ediyor. Nitekim bütün kâinatı emrine itaatkâr kılan bu yüksek, bu güzel ve bu haşmetli rububiyet, dünyadaki faniyat üzerinde durmaz, dünyadaki fani güzelliklerle yetinmez; ebedî, daimî, sonsuz ve baki bir yurt yaratır. Nitekim her gün dolup boşalan bir sergiden farksız olan bu muhteşem saltanat gösteriyor ki, bu saltanatın arkasında, o muhteşem ve ebedî saltanata lâyık ebedî saraylar, daimî meskenler, dünyada numuneleri görülen baki bağ ve bahçeler vardır. Çünkü eşya fani olmakla beraber, birçok cihetle beka ile alâkalıdır. Bu fani dünyada kayıtlar tutuluyor, resimler çekiliyor, görüntüler alınıyor. Giden eşyanın yerine tohumu baki kalıyor, hafızalarda sesi ve görüntüsü muhafaza ediliyor, amelî ve resmî baki kalıyor. Düşünün ki, en basit eşyada bu böyle ise; en yüksek hayat tabakasında bulunan insan, yaptıklarıyla, amelleriyle, vazifeleriyle başıboş değildir, insan denetlenmektedir, amelleri yazılmaktadır ve elbette beka ile alâkalı yaşamaktadır. Öyleyse sonsuz güzellikte bir beka yurdu yaratmış bulunan Cemil ve Baki olan Allah, kullarını oraya dâvet ediyor.7 Keza Hayy, Kayyum, Muhyi ve Mümit isimleri de ahretin varlığını isbat ediyor. Nitekim kışın kurumuş koca dünyayı baharda dirilten bir hayat verici hiç kimsenin gözünden kaçmıyor. Hayy, Kayyum, Muhyi ve Mümit olan Allah, insana dünyada hayat verdiği gibi, insanı öldürür; öldükten sonra da insana ahirette yeniden hayat verir.8
Dipnotlar:
1- Rum Sûresi: 50, 2- Sözler, s. 65 3- Sözler, s. 66, 4 - Sözler, s. 66 5- Keşfü’l-Hafa, 2:164, 6- Sözler, s. 72 7- Sözler, s. 75, 8- Sözler, s. 78-80 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Nasıl mutlu olmuştu? |
Sekizinci yüzyılın ilk yarısıydı. Horasan’ın Belh şehrinde İbrahim adında bir hükümdar yaşardı. Kendisini alabildiğine dünya zevkine kaptıran bu hükümdar gönlünce bir hayat sürer, dilediği her şeyi yapardı. Fakat yaptığı hareketlerin Allah’ın emirlerine aykırı olduğunu düşündükçe üzülür, kendini için için yerdi. Aslında o hayatın kendisini mutlu ettiği de söylenemezdi. Dünyanın bin bir türlü zevkini de tatsa, neticede hepsi boştu. Birgün Allah huzuruna çıkacak, “Ey İbrahim, sana saltanat ve bunca imkânlar verdiğim halde, benim için ne yaptın?” derse ne cevap verecekti? O bir yana, daha dünyadayken bile tattığı lezzetlerin acısını çekmeye başlamıştı. Çünkü lezzetlerin bitmesi, yahut onların gideceğini düşünmesi lezzetleri acılaştırmaya yetiyordu. Devamı olmayan lezzetin ne kıymeti olabilirdi? Sonra iç dünyasını kemiren sıkıntı da ona bir türlü o lezzetlerin zevkini hissettirmiyordu. Saray, âdetâ bir zindan olmuştu. Aslında yaşadığı hayattan zevk alamayışının, doyamayışının tek sebebi Allah’ı hakkıyla tanımayışı, emirlerini tutmayışıydı. Onu tanımayınca saraylar bile zindan oluyordu. Birgün pencereden bakıyordu. Kapının önünde bir dilenci gözüne ilişti. Hareketleri dikkatini çekti. Ne yapıyordu dilenci? Torbasından bir kuru ekmek çıkarıyor, sonra da ıslatıp tuza banarak yiyordu. Peşinden kana kana su içiyor, Rabbine şükrediyor ve bir köşeye çekilip uykuya dalıyordu. Hükümdar hemen adamlarından birini çağırdı. Dilenciyi göstererek, “Şu adamı gözetle bakalım, uyandıktan sonra ne yapacak? Sonra da al benim yanıma getir” dedi. Yoksul adam bir müddet sonra uyandı, “Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun” diye şükredip yola çıktı. Hükümdarın adamı hemen o yoksulu tutup hükümdara götürdü. “Uyanır uyanmaz Allah’a şükredip yola çıktı Sultanım. Aldım, yanınıza getirdim.” Hükümdar fakire döndü: “Ey fakir!” dedi. “Gördüm ki kuru ekmeğini iştahla yedin. Karnın doydu değil mi?” “Evet!” dedi fakir. “Sonra da suyunu içtin...” “Evet...” “Üzüntüsüz bir uykuya dalıp dinlendin.” “Evet...” Bu cevaplar hükümdarı düşündürmeye yetmişti. “Adama bak!” diyordu. “Bir kuru ekmekle sultanlar gibi yaşıyor. Ne gamı var, ne kederi!” Ama ben alabildiğine refah içinde yaşıyorum, fakat tatmin olamıyorum, bir türlü rahatı bulamıyorum. Böylesine huzursuz bir dünyada daha ne zamana kadar yaşayabilirim? Halbuki şu fakir kuru bir ekmeği suyla ıslatıp tuzla yemekten mutlu oluyor. Sonra da Rabbine şükrediyor. Demek ki, o bu lezzeti Allah’ı tanımaktan, O’na şükretmekten alıyor. Anlaşılan üzüntüsüz bir hayat ancak böyle mümkün. Allah’ı tanımayınca saraylar zindana dönerken, O’nu tanıyınca zindanlar saray oluyor. Kuru ekmek bile börek lezzeti veriyor!” Bu hâdise ve düşünceler, hükümdar İbrahim’in hayatını değiştirdi. Kendini Allah yoluna verdi. Allah’ı tanımanın, O’na şükretmenin zevkine ermeye başladı. Bu yolda o kadar ilerledi ki, meşhûr evliyâlar arasına girdi, İbrahim Edhem adıyla şöhret buldu. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Farklı vadiler |
Evet, hayat farklı, fıtrat farklı, huylar farklı, mizaçlar farklı, insanlar farklı, düşünceler farklı, dünyalar farklı. Sesler farklı, sözler farklı, işler farklı, sezişler farklı, anlayış farklı, anlatış farklı. Bütün bunlar yaratılış kanunları ve insan hayatının vazgeçilmez prensipleri. Sosyal hayatın bilinen rutin gerçekleri. Kabullenilmesi vazgeçilmez esaslar ve gerçekler. Hayatın seyri içerisinde, bu ve buna benzer konularda belli buluşma ve kesişme alanları olabilir. Aynı paralelde yürünüp, hareket edilebilir. Ama bütün bunların yanında bir farklı konu ve alan var ki orada buluşma, kesişme, uzlaşma imkânsızdır. Mümkün değildir. Vâki olmamıştır ve olmayacaktır. Fıtrata terstir. O da, yazının başlığına koyduğumuz hakikattir. “Farklı vadiler!” Farkın tarifi, iki şey arasındaki kesin ayrılık hatları ve tam terslik olduğuna göre, sosyal bir varlık olan insanoğlunun her biri bu iki taraftan birinde bulunacak demektir. Yani, vadinin ya sağında ya da solunda! İşte bu nokta çok önemli bir noktadır. Bir sırdır. İşin püf noktası ve mihengin kantarası, ölçüsü ve esasıdır. Zira “Farklı Vadiler”de olanlar için, her şey temelinden birbirine tamamen zıttır. Tam olarak ayrılmıştır. Hatlar birbirine kesişmeyecek kadar uzaktır, terstir, uyumsuzdur ve aykırıdır. Nehrin iki yakasındaki bu zıt ve aykırı sırtları bir araya getirme çabası, işin aslında “vadi” kavramını ortadan kaldırma demektir. Bunun sonucu da kişinin başta kendisi olmak üzere bütün “fıtratın” reddi ve inkârı demektir. Dolayısıyla da mevcut ve vaki olan her şeyin inkârı ve silinmesi anlamına gelir. Bu mümkün olmadığına göre, “doğru ve müstakîm” hareket “fıtrata” uymaktan geçer. O halde kendi ülkemiz ve dar çerçevemizde de, dünya ve insanlık boyutunda da çözüm tekdir ve birdir. “İnsaniyet-i Kübrâ olan İslâmiyetin” kanun ve prensiplerine uymaktır. Her dert ve zorlukta; tâbir yerindeyse, “Kâinat kataloğu olan Kur’ân’a” kulak vermektir. Hayatın gerçeklerine ufuk açacak birkaç örnek: Meselâ: Evlilik konusunda eşlerin “karşı vadilere” düşmemesi için işin başında evlilik öncesi araştırmalarda, hadiste geçen “küfüv” hakikatini, yani her konuda “denkliği” ve uyuşmayı hesaplayarak ve göze alarak işe başlamak. Aile hayatı başlayınca da karşılıklı hak, hürriyet, saygı ve muhabbeti yerli yerinde kullanmak, ilerleyen ay ve yıllardaki muhtemel aile faciâlarının, geçimsizlik, şiddet ve ayrılıkların önleyici tedbiridir. Bu gün ülkemizin ve dünyanın bu büyük ve ciddî problemine bu gözle bakabilmek çözüm yoluna girmek demektir. Meselâ: İş ve ticaret hayatında doğruluk, sağlamlık, güven ve iş-ticaret hayatının gerektirdiği kaliteli eleman istihdamı, nakit, çek, senet… vb. konuların tamamına riâyet etmek, hem müşteri hem de satıcı adına doğru ve isabetli harekettir. Meselâ; maneviyâta kapalı olduğunu bütün görüş, düşünce, tavır ve hareketleriyle ispat eden kişi ve gruplardan bu konuda hayra âlâmet bir icraat beklemek boşuna kürek çekmektir. Meselâ, siyasette geçerli olan esaslar; demokrasi, cesaret, şahsiyet, dürüstlük, kararlılık, hürriyet, adalet, sabır, çözüm, hakperestlik, doğruluk, eşit muâmele ve insanı ön plâna çıkarıp ona yatırım yapmaktır. Yoksa tarafgirlik, yalan, adam kayırma, korkaklık, iki yüzlülük, kişiliksiz, takiyyecilik, baskıcı ve hegemonyacı bir tutum kargaşa ve belirsizlikten başka bir şey getirmez. Meselâ; kendisini ülkenin ve milletin tek hamisi ve sahibi gösteren kurum, şahıs ve kuruluşlardan “uzlaşma” ve iş birliği beklemek, “ahmaklığı” çağrıştıran bir safdillik ve aşırı iyimserliktir. Çünkü onlar, uzlaşma ve samimiyet değil teslimiyet bekliyor! O zaman belirsiz ve ıssız sularda kürek çekmeye gerek yok! Evet sözün özü, aslında temeldeki zihniyet, mantalite ve yapı farklılığının en iyi şekilde tesbitidir. Aksi takdirde olmayacak kişi ve görüşlerden uzlaşma, hoş görü, barış ve sulh aramak beyhudedir. Misâlleri çoğaltmak mümkün, ama ârife tarif gerekmez. Hz. Âdem’in (as) oğulları Habil ile Kabil’den başlayıp kıyamete kadar devam edecek “insanoğlunun” bu hayat serüveninde doğru yerde durup, doğru karar verebilmek için, Kâinatın Yaratıcısının, insanlığın huzur ve saadeti için koyduğu muazzam kanunlara sırt çevirmenin cezasını insanlık iki dünya savaşı ile çok ağır ödedi. Şimdi adı konmamış gizli bir “üçüncü dünya savaşı” bütün arz sathında devam ediyor. İnsanlık bu kanunlara uymadığı müddetçe de devam edecek Allah korusun! İlâhî kaynaktan ilhamlanan milyonlarca tahkik ehlinin sağlam senetleriyle perçinlenmiş; “Sağ Cihet Vadisi”nin uygulaması, meyveleri: Saadet, huzur, doğruluk, barış, af, mağfiret, marifet, tamirât, birlik, ahlâk, fazilet, kardeşlik, müsamaha, hoşgörü, saygı ve inşâdır. Arzîlikten nemalanan “Sol ciheti” temsil eden şeddatların, deccalların, şerirlerin, firavun ve nemrutların insanlığı sürüklediği menhus ruhun neticeleri ise; kan, hırs, hile, cinayet, yalan, fitne, münafıklık, tahribat, yıkım, nefret, ayırımcılık, haset, düşmanlık, cehalet ve öfkedir. “Arının su içip bal akıttığı, yılanın da su içip zehir akıttığı” nokta işte bu noktadır. “Farklı Vadinin” gerçeklerini kavrayamamak hayatın her noktasında ve alanında bunu anlayamayan kişilere sıkıntı ve ıztıraptan başka bir şey getirmez. Gerçek huzur ve saadetin sırrının, dünyanın imtihan dünyası olduğunun şuuruyla olaylara bakmaktan geçtiğini hiçbir zaman unutmayalım. Asrın mânevî tabibinin ortaya koyduğu reçetelere sırt çeviren her kişi ve kuruluş, bu amansız hastalığın girdabında acı ve ıztırap çekmeye mahkûmdur. Siyasîler başta olmak üzere sorumluluk taşıyan her kişi ve kuruluş başka yerlerde boşuna çözüm aramasın! Reçete de, çare de mevcut! Şahsî tercihlerimizin toplumun temel yapısını oluşturduğunun şuuru ışığında, imtihanımızın mülkün gerçek sahibinin arzu ve meşieti istikametinde olması dilek ve temennisiyle. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
İslâmın ilk emri ve Uzungöl |
İlk gelen âyet, “oku.” Dünyada da 2 milyar genç okuyor ve okumak insanın fıtratında var. Okumanın gerçekleşmesi, insanın evvelâ kendini okuması ile başlıyor. Kendini okuyamayan ve üstündeki İlâhî emanetlere sahip çıkamayan neyi ve nasıl okuyacak? Türkiye’de aylık, haftalık ve günlük olmak üzere toplamda bin beş yüz gazete ve dergi çıkmaktadır. 73 milyonluk Türkiye, çıkan gazeteleri, tesbitlere göre yüzde 8 civarında okunmaktadır. En başta, rekor seviyede Kur’ân-ı Kerim ve hadis okunmaktadır. Ardından Kur’ân ve hadisin asrımıza bakan veçhesini anlatan Risâle-i Nur Külliyatı gelmektedir. Kendilerini okuyan gençlerin, bu eserlerin derinliklerine indikçe “hâl, etvar ve ahlâkları” müsbet mânâda değişmektedir. Bilhassa şehirlerden uzak göl ve orman kenarları ve dağ yamaçları, ‘okumak’ için şâyeste ve münbit yerlerdir. Geçtiğimiz hafta Trabzon-Uzungöl beldesinde birlikte olduğumuz üniversiteli ve liseli münevver gençlerin çalışmalarında, okumalarında bunu yakînen hissettim. Müştereken bu nurlu eserlerin içine aklen, kalben ve ruhen dalmak, insanın ufkunu ve tefekkür dünyasını nurlandırmaktadır. 1900’lü yılların başında Hz. Bediüzzaman’ın Van Gölü'ndeki Akdamar Adası'nda yetiştireceği 50 talebe ile tedrisât niyeti, bugün ona çok yakın şekil ve niyetlerde ifa edilmektedir; tam olmasa da numune-misâl olmaktadır. Fizikî görünümüyle, havası suyu cihetiyle “Uzungöl”de bir ay değil bir hafta, hatta 3 gün kalmak, insanı her cihetle dinlendiriyor. Devlet adamlarının daima geldiği, özellikle İslâm âleminin teveccüh ettiği bu mekânın çok kayda değer sayfaları vardır. Elbette talebenin her cihetle zinde ve dinamik olması lâzımdır. Bu cihetle de burası müstesna bir yerdir. Beraber olduğumuz gençleri dinledim. Yıllardır dinler, ona göre makaleler yazar ve konferanslar veririm. Çünkü yeni gençliği tutmak kolay bir hâdise değil; harika gençler, istikbalde çok hizmet verecek ve projeler üretecek gençler. Bunun için onları kitaplarla baş başa bıraktım ve onları zevkle dinledim. Bazen gözlerim yaşardı, bazen hayretlerde kaldım. Okuma programımıza misafir olarak iki gün katılan ve programı ciddî olarak takip eden kimyager Alper Bey, ayrılık konuşmasında dedi ki: “Sizin bu tarz tatbikatınız, dünyanın yüzde 30’unda yapılıyor ve dünya sür’atle bu tarza gitmektedir; talebeyi konuşturuyorsunuz. Ben Uzungöl’de böyle bir çalışmayla karşı karşıya kalacağımı tahmin etmemiştim, şu an şoktayım.” Çok konuşmak ve anlatmak yerine artık muhatapların da konuşmaları, çağın geçer akçesi olacaktır. Artık saatleri onların doldurması lâzım. Ufak bir olay değil, dünyanın 2 milyar genci sırası ile 5-10 yıl sonra dünyanın patronları ve bürokratları olacaklar. Onları hakir göremeyiz ve görülemez. Fikr-i hürriyet gelişiyor, teknoloji alabildiğine sür’atle inkişaf etti ve ediyor. Her fertte “taharrî-i hakikat” galebe çalmaktadır. Hiç ümit etmediğin bir genç, çok bilgi ilhamına mazhar. Onlara muhatap olmaktan mutlu oluyorum ve olmaktayız. Trabzon’un geleneksel pikniği ve konuşması ile noktaladığımız programda emeği geçen herkesi tâ Rize’ye kadar ve başta İntizam Seyda Beyi, A. Şahintürk Beyi, Mehmet Er Beyi ve bütün can dostlarını ve fedakâr gençleri ve çalışma mekânımızın sahibi Murat Beyi, bütün kalbimle evvelâ binler tebrik ediyor, sonra da teşekkürler ediyorum. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Tatilde gazete alamamak veya iki gazete almak |
Hani Anadolu’muzda, çok gezenler için “leyleği havada görmüş” diye bir tabir vardır. Biz de o misal, iki aydır yollardayız. Ankara, İstanbul, Yalova, Mısır derken, şimdi de Erzurum’dayız. Mısır’ın dışındaki yerlere gidiş sebebimiz, hep akraba çocuklarının düğün merasimleri. Gerçi; gaye düğünler olsa da, bu seyahatlerden dolayı meydana gelen sıhhate de nail oluruz inşaallah. Aslında, bu tembellik ve rehavet dönemi olan tatillerin gelmesini bir bakıma istemiyorum. Çünkü; bu mevsimde gazetemiz açısından menfilikler meydana geliyor. Tatil beldelerine gidenler ya oralarda gazetelerini bulamıyor, alamıyor (okuyamıyor diyemiyoruz, internet onu da halletti) veya şehirlerde abone olunan gazeteler de alınmayınca tirajımız açısından sıkıntı meydana geliyor. Zaman, zaman bu hususlarda, gazetemizle alâkalı olan bazı sohbetlerde görüş ve düşüncelerimizi beyan ediyoruz. Bu da, bizim gazetemize olan hassasiyetimizden olsa gerek. Daha önceleri de söylediğim gibi, benim her ne halde olursa olsun, gazetemi almadığım durum pek yoktur. Hatta bu son Erzurum seyahatimizde de, yine Bursa’daki kapıcımıza tembih edip, gazetelerimi biriktirmesini söyledim. Orada, her sabah saat 08.30’da gazetem kapıda olduğundan, burada da bazen şaşırarak, o saatlerde kapıya doğru yönelerek gidiyorum. Sonra da Bursa’da olmadığımı hatırlayarak vazgeçiyorum o hareketimden. Buraya gelince de, bayi araştırmasını yapıp, hemen gazetemi tedarik ederek, o bayie gelen bir tane Yeni Asya’yı da ben almaya başladım. Bazen çarşıya inemediğim günlerin gazetesini de, sohbet için bir araya geldiğimiz arkadaşlardan alarak okuyorum. Yani, bazıları, hiç gazete bulup alamazken, biz Elhamdülillah tatilde iki gazete birden alıyoruz. Artık buradaki bayi de beni tanıdı. O gazeteye abone olan arkadaşımız yaz tatilindeymiş. Tabiî gazeteyi ben alınca gazete iade olmaktan kurtuluyor. Bunları yazmamdaki maksadım; övünmek değil. Gazetemize sadakatin de bize bir vazife olduğunu hatırlatmaktır. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Kimse, altına talip değil! |
Sözü sözün üzerine ekleyip de uzunca bir kelâm etmek, sözler söylemek âdet oldu. İçi dolu ya da boş olsun önemli değil yeter ki kaküllü lâflar ya da püsküllü konuşmalar, her birisi için de zahmete katlanmadan ağzınıza geleni söyleyebilirsiniz ve birde üstüne üstlük şöyle ayağa kalkıp gerilerek, "amma da hatipmişim be..." diyebilirsiniz. Gösterişin ve şatafatın zamanımızdaki hakimiyeti sözlerimizde, konuşmalarımızda ve dilimizde had safhaya gelmiş vaziyette. Mânâ veya faide olsun olmasın önemli değil.. Yeter ki karşımızdakilerin kulağını meşgul edecek kendiliğinden ilhamen bir lâf-ı güzaf olsun.. Herkesin, her kesimin yani âliminin, cahilinin ağzında ya: Dolu dolu koşacaksın... Konuştu mu boş konuşmayacaksın... Kelâm etti mi sıradan olmayacak, okkalı edeceksin.. devam edip gider. Fakat kime, neden, nasıl, nerede, ne kadar gibi sözün ve konuşmanın aslını teşkil eden unsurlar hiç düşünülmez... Bir kelâm öğrenilmişse her yere uydurularak konuşulduğu, vazgeçilmediği gibi bir bilinen bin biliniyormuşcasına satılmaya çalışılırsa işte orada anlamsızlık ve faidesizlik hükmeder. Bunu da ne söyleyen, ne de dinleyenler telâfi edemezler artık... Konuştuğun zaman az konuş. Sözün kıymeti ve tesiri kısalığındadır. Çok düşünmek az söylemek evlâdır. Çok oku, az söyle. Çok dinlemek, az konuşmak her zaman ve her yerde iyilik ve güzellikleri netice verir... Bu niceliği ve neticeleri güzel sözleri çoğaltarak sıralamak elbette ki mümkün. Bizim açımızdan hiç olmazsa birisini hayatımızda, konuşma dünyamızda kendimize düstur edinerek tatbik etmek, uygulamaya koymak ise çok çok daha güzel ve faydalı... Tarif ve tavsifin ötesinde uygulamaya ve hayata geçirmeye değecek küçük ve kısa bir doğru söz kendi açımızdan ehemmiyetli olduğu kadar, başkaları ve okuyan, dinleyenler içinde hem tesirli, hem de yeterince faydalı olacaktır. Her zaman ve her mekânda, her kişiye ve herkese söz sölemek ve lâf yetiştirmek elbette ki tedavi gerektiren bir lâfızperestlikten çok konuşma, boş konuşma hastalığından başka birşey değildir. Farkında değilim lâf-ı güzafı kendi donkişotluğumuzun ötesine geçemez... Dinle kardeşim! Bir kere olsun herhangi bir konuda da senin bilgin malûmatın olmasın.. bir kere de dinle! Söz gümüşse sükût altın demişler... Gel altın dağıtıyoruz hepsi senin olsun... Senin iyiliğini istiyoruz... Ağızlarını açtıklarında ilk söyleyecekleri; böyle kimselerin: Sen her yazdığını yapıyor musun? Elcevap: Sizlerin her okuduğunuzu yaptığınız kadar... 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Çin’e de “One Minute” desinler |
Doğu Türkistan’dan ne yazık ki çok hayırlı haberler gelmiyor. Çin’in asayişi muhafaza adına sınır tanımaması ve insan hak ve onuruna zerre kadar saygı göstermemesi neticesinde Urumçi sokakları tam bir kaos ve belirsizliğe mahkûm olmuş durumda. Doğu Türkistanlı Uygur Türkleri aynı şehirleri paylaştıkları Han Çinlileri kadar rahat değiller. Zira Çin Halk Cumhuriyeti Ordusuna mensup binlerce asker Urumçi sokaklarını kuşatmış ve adeta bir savaş haline girmiş durumda. Sokaklarda boy gösteren askerler Doğu Türkistanlı Uygur Türklerine adeta ultimatom veriyor. Uygur mahallelerinde yaşayan Türkler ise her an bir çatışmaya hazır halde bekleşiyorlar. Ellerinde bıçak ve sopalar olduğu halde bekleşen Uygur Türkleri bu endişelerinde oldukça haklılar. Zira Han Çinlileri’nin içinde onlara karşı ciddî mânâda bir kin ve nefret var. Çin polisi ve askeri de buna karşı bir tedbir almıyor. Tedbir almak bir yana bu zulme ortak oluyor veya göz yumuyor. Sokaklarda aleni olarak dövülerek öldürülenler bir yanda, bir gece ansızın kaçırılıp bir daha kendilerinden haber alınamayanlar öte yanda... Bazı örgütler ölü sayısının şimdiden 800’lere ulaştığını söylerken, 1000’li rakamların da şaşırtıcı olmayacağı dile getiriliyor. Dünya kamuoyu bütün bu yaşananlara tepki gösteriyor. Ancak hiçbir tepki Çin’i durdurmaya yetmiyor. Çin yönetimi tabiî kaynaklarının zenginliğiyle göz kamaştıran Doğu Türkistan’dan vazgeçmek istemiyor. Şiddet ve isyanı yine şiddetle bastırabileceğini düşünüyor. Her şey bir yana daha çok kısa bir zaman önce Urumçi’de sevgiyle karşılanan ve halaylar çeken Türkiye’nin üst düzey yönetiminden gereken tepkinin gösterilmemesi de hayretle karşılanıyor. Cumhurbaşkanlığı’nın resmî web sitesinde bu konuyla ilgili tek bir tepkiye yer verilmezken, halen anasayfada 29 Haziran tarihli “Türkiye ile Çin Arasında Yeni Bir Sayfa Açıldı” başlıklı basın açıklaması dikkat çekiyor. T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın resmî web sitesinde olayla ilgili yapılmış bulunan iki açıklamada ise “kaygı, derin üzüntü ve temennilerden” öteye bir şey bulunmuyor... Hem dindaş, hem de soydaşımız olan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin başına gelen ve daha da şiddetlenmesi muhtemel olan bu felâket daha kaç can aldıktan sonra gereken tepki verilecek merakla bekleniyor. İsrail’e “One Minute” deyip daha sonra köşesine çekilen Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş iktidarı Çin’e de kalkıp “One Minute” diyecek cesareti kendinde görmelidir. Tabiî ilk örnekte olduğu gibi sadece söyleyip sonra köşesine çekilmemek şartıyla. Aksi halde oturmaya devam edebilirler. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Urumçi’ye seyirci mi kalacağız? |
Seyahat dolayısıyla ara verdiğimiz günlük yazılarımıza, maalesef yürekleri yakan bir dramla başlıyoruz: Masum Uygurların katledildiği Urumçi olayları. Doğu Türkistan ya da Çin’in uydurduğu isimle Sincan Uygur Özerk Bölgesinin başşehri Urumçi. Olaylar ülkenin güneyindeki Guangdong vilayetinde çalışan Uygur işçilere, Çin güvenlik güçlerinin himayesindeki Han Çinli çetelerinin saldırması ve en az yirmi Uygur’u öldürmeleriyle başladı. Bu saldırıların protesto etmek için 5 Temmuzda gösteri yapanlara saldıran Çinliler, büyük çoğunluğu kafasından tek kurşunla infaz edilmiş 156 kişiyi öldürdü. “Hakaretli hayattan sadakatli ölüm yeğdir” diyor bir Uygur atasözünde. Bu inançtaki Uygur halkı uğradığı Çin zulmüne boyun eğmiyor. Şimdi Çin ordusunun bölgeye gelmesi ve sıkıyönetim ilân etmesiyle biraz sakinleşen olaylarda resmî kaynaklar 156 kişi öldü dese de, Uygur kaynakları bu rakamın ikibinin üzerinde olduğunu haber eriyor. Tarih boyu hep istilâlar, esaretler ve zulümler altında yaşayan Müslüman Uygurlar, bu yüzyılda önce Sovyet Rusya’nın—1934-1944—,sonra da Çinlilerin istilâsına uğramış, özgürlüklerine düşkün bu milleti baş eğdirmek için Çinliler akıl almaz katliâmlar ve baskılara girişmişlerdir. Onlar da sık sık isyan etmişler, ancak hiçbir destek göremedikleri için her bir isyan Çin ordusunun kanlı saldırılarıyla sona erdirilmiştir. Yalnızca 1953’teki isyan sonrasında—Uygur kaynaklarına göre-—250.000’den din adamı, aydın ve savaşçı tutuklanıp öldürüldü. 1990 yılında Kaşgar’ın Baren kasabasındaki silâhlı ayaklanmada da yüzlerce Uygur şehit edildi. Bu arada Çin, bir kültür katliâmına da imza atarak Uygur kültürünün beşiği, İpek Yolu üzerindeki tarihi Kaşgar şehrini yenileştime projesiyle yerle bir edip burada yaşayan 220.000 Uygur’u şehrin dışına kurduğu apartmanlara zorla nakletti. Nükleer denemelerini bu bölgede yapan, genç kızları zorla iç bölgelere gönderip fuhuşa zorlayan Çin’in, Doğu Türkistan zulmü artık zirveye ulaştı. Şimdi Çin bütün iletişim imkânlarını bloke ederek burada giriştiği —sözde—isyanı bastırma hareketini hür dünyanın gözlerinden saklamaya çalışıyor. Olayların bundan sonraki aşamasında önemli bir kısmı üniversite öğrencisi olan tutuklular arasından, olayları tahrik ettikleri gerekçesiyle idam edilecek masum gençler var. Ve hür dünya susuyor. Bu katliâma Batı seyirci kalıyor. Olayı Çin’in iç meselesi olarak görüp, yalnızca insan hakları boyutuyla protesto etmekle yetiniyorlar. Türkiye geç de olsa girişimlerini başlattı. AGİT ve AB nezdinde telefon diplomasisi ile Çin’in ciddî biçimde uyarılmasına çalışılacak. Tabi Çin’in bütün bu tepkiler umurunda bile olmayacak. Peki Türkiye’nin de geçici üyesi olduğu BM Güvenlik Konseyi ne yapıyor? Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde Güvenlik Konseyinin ne gündeminde ne de sitesinde yer verdiği haberler arasında bu katliâm yer almıyordu. Türkiye Güvenlik Konseyinde bu konuyu gündeme getiremez mi? Elbette veto hakkı bulunan bir ülkeye karşı Güvenlik Konseyinden herhangi bir karar çıkarmak imkânsızdır. Ancak en azından bu konunun orada da gündeme getirilmesi gerekmez mi? Masum Uygurların katledilmesi ile yetinilmeyip, şimdi de onlarca masumun olayların faili olduğu bahanesiyle asılmasına seyirci mi kalacağız? Çin zulmü altında yaşayan Müslüman Uygurlara olan desteğimizi göstermemizin tam zamanıdır. Onlara sahiplenilmeden geçen her günün yeni masumların şehit edilmesine sebep olacağı unutulmamalıdır. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Tereddüt… |
Hafta başından beri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanmasına ilişkin CMK’da yapılan değişikliği onaylayıp onaylamayacağı tahminleri yapılmaya başlanmıştı. Gül, kanunu önceki gün onayladı, fakat “tereddütlerin giderilmesi için ek düzenleme” yapılması gereğini dile getirdi. Bunun da “ivedilikle” yapılması kaydını düştü. Kanun, asker kişilerin, barış zamanında CMK 250. maddesi uyarınca kurulan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri halinde bu mahkemeler tarafından yargılanmasını öngörüyor. Savaş ve sıkıyönetim hallerinde işlenen suçlarda ise askerî mahkemelerin yargı yetkisi korunuyor. Düzenleme, kanunun yürürlüğe girdiği tarihte devam etmekte olan soruşturma ve kovuşturmalar için de uygulanacak. Kanun çıkış şekli ve sonrasındaki gelişmeler sebebiyle zor durumda kalan Cumhurbaşkanı Gül 10 gün boyunca adeta iki arada bir derede kaldı. MGK toplantısı sonrasında Erdoğan ve Org. İlker Başbuğ’la kanunu görüşen Gül, daha sonra Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’le bir araya geldi. Hemen ertesi gün TSK tarafından “Ordu masuniyetini bozar, kışlaya siyaset sokar. Yasa anayasaya aykırı. Askerî ve sivil yargıyı karşı karşıya getirir” şeklinde itirazların dile getirildiği rapor Çankaya Köşkü’ne ulaştırıldı. Peşinden de hükümet Köşk’e 47 sayfalık “ayrıntılı” bir rapor gönderdi. Raporda, düzenlemenin usûle ve içtüzüğe aykırı olmadığı belirtilerek “Anayasaya aykırılık yok. Tam tersine mevcut ayrılıkları gideriyor” denildiği açıklandı. Gül de kanunu AB ve AİHM kararları çerçevesinde değerlendirdikten sonra, “şartlı onay” verdi. İnceleme sırasında bazı çevrelerden yönlendirmeler de geldi. * * * Gül kanunu onayladı fakat tartışmalar bitmiş değil. Köşk’ten kanunun onaylandığının açıklanmasından sonra, CHP ve MHP’den tepkiler gelmekte geç kalmadı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in “Bu gelişme, Gül’ün hükümet tarafından gönderilen yasaları onaylama alışkanlığından vazgeçmediğini göstermektedir” şeklindeki sözü bundan sonra yaşanacakların bir habercisi niteliğinde. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ise, “Sayın Cumhurbaşkanı ‘yasada hem tereddüt var’ diyor, hem de yasayı onaylıyor. Cumhurbaşkanının yasayı tereddütlü hali ile onaylamış olması hükümetten gelen yasaları veto etme hakkını kullanmadığını ortaya çıkarmıştır. Cumhurbaşkanının bu yaklaşımı parlamenter sistemi çalıştırmak yerine daha büyük kaosa yol açmıştır. Cumhurbaşkanının yaklaşımı asker-sivil geriliminin devam etmesine yol açacaktır” demesi de bu fikri güçlendiriyor. Bir diğer konu da kanunun Meclis’ten geçmesinden sonra hukukçuların ikiye bölünmesiydi. Kimisi anayasaya aykırı olduğunu, kimisi olmadığını söyledi. Aykırı olduğunu söyleyenlerin başında da “367 mucidi” Kanadoğlu geliyordu. Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, anayasa değişikliği yapılmadan kanunun yürürlüğe girmesinin “başka büyük sorunlar”a sebep olacağını açıklarken yol da gösterdi: “Askerî yargı ‘Ben yetkimi anayasadan alıyorum. Bu yasayı uygulamıyorum’ diyebilir” demesi de bundan sonra mahkemelerde yaşanacak tartışmaların habercisi… Gelinen noktada kanun Gül’ün onayından sonra yürürlüğe girdi, ama askerin “kaygısının” bitip bitmediğini bekleyenler var. Hükümetin, Gül’ün tereddütlerini gidermek için 1 Ekim’den önce “ek düzenleme” için harekete geçmeyeceği ilk anda açıklandı, fakat hükümetin bu kararı gelebilecek tepkilerden sonra değişebilir. * * * Olumlu bir adım olan değişiklik bu noktalara gelmeden de çözülemez miydi? Kanunun çıkması gerektiğine itiraz eden pek olmadı. Kanun çıkarılışında izlenen yöntemle ilgili sıkıntılar yaşandı. Yol-yöntem farklı olsaydı belki de bu konuları tartışılmayacak, Gül’ün imzaladığı diğer kanunlar gibi tek satırlık bir haber olacaktı. “Anayasaya aykırı-aykırı değil tartışmaları”nı Türkiye son yıllarda hep yaşıyor, ama yeni anayasa bir türlü gündeme getirilemiyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bir gazeteye verdiği röportajda, (Bugün, 8.7.2009) Anayasa değişikliğinin rafa kaldırılmadığını, masada beklediğini söylüyor. “Hem Meclis’te, hem de toplumda mutabakat arayışımız var” diyor. “Biz maceracı değiliz. Parlamento içerisinde en azından 367’yi geçen, 400’lü oyları hedefleyen bir mutabakat arayışımız var. CHP kesinlikle böyle bir şeye yanaşmıyor. MHP flu, sadece DTP’nin iştiraki de bizim amacımız için yeterli değil. Muhalefetin yumuşamasını bekliyoruz” diye bir açıklama getiriyor. Ama yeni anayasa bir türlü masadan kalkmıyor, masa üstünde sümen altında bekletiliyor. Eğer yeni anayasa gündeme geldiği 2007 Temmuz ayından bu yana değişmiş olsaydı bu ve benzerî sıkıntıların hiçbirisini Türkiye yaşamayacak, gerçek gündemle uğraşılacaktı. Bu tartışmaları bitirecek köklü çözüm yeni, özgürlükçü, sivil bir anayasadır. Bu artık görülmeli. 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Çin’in zulüm ve vahşeti… |
Kamuoyunda, Cumhurbaşkanının “Tereddütler giderilsin ve netliğe kavuştu-rulsun” kaydıyla “onayladığı” askerî personelin sivil mahkemelerde yargılanmasına dair yasa tartışılırken, Çin’in Doğu Türkistan’daki vahşeti devam ediyor. Pekin yönetimi dünyaya karşı olayları küçültüyor; lâkin hunharca katledilen sivillerin sayısının üç binleri bulduğu ve binlerce yaralı olduğu bildiriliyor. Olayların bir türlü yatışmaması ve bütün çağrılara rağmen etnik gerginliğin sürmesi, onbinlerce Çinlinin özellikle Sincan özerk bölgesinin başşehri Urumçi’de ve Kaşgar’da Müslüman mahallelere baskın düzenlemesi katliâmın vahâmetini ve insanlık dışı vahşetin boyutlarını ortaya koyuyor. Dahası Çin’in İsrail’in Filistin’de yaptığı gibi bu katliâmla Doğu Türkistan’daki nüfus dengelerini değiştirme ve Müslüman Uygurların yerine Çinli yerleşimcileri yerleştirme peşinde olduğu belirtiliyor. Belli ki Çin, emperyal emeller uğuruna, zengin doğal gaz, maden ve petrol yataklarına sahip Sincan’ı bu haliyle de kabul etmiyor; yeniden dinlerini, kültürlerini ve kimliklerini değiştiremediği Müslümanları imhâya yönelmiş. Hegemonya uğruna büyük bir oyuna geliyor. Kendi eliyle başının belâya sokulması tahrikine âlet oluyor.
ÇİN’E “BÜYÜK OYUN” UYARISI… Bunu içindir ki Doğu Türkistan’ın, Müslümanlara sistemli bir soykırımın yapıldığı yeni bir Endülüs olmaması için, Ankara’nın biran evvel harekete geçmesi gerekiyor. Başbakan, “Olayları büyük bir kaygı, endişe ve üzüntüyle tâkip ediyoruz. Vicdanımız sızlıyor, hayret ve dehşete düşürüyor” sözleriyle yetinmemeli. Lâfta kalan “temkine dâvet” çağrılarıyla; üzüntü ve kaygı verici demeçlerle kalmamalı. Gereken tedbirlerin alınmasını öncelikle Çin’den beklemek yerine Türkiye’nin geçici üye olduğu BM’de ve diğer zeminlerde vahşetin durması ve problemin çözümü için çabalaması, BM Güvenlik Konseyi’ni âcilen toplaması gerekiyor. Tıpkı Davos’ta olduğu gibi sâdece “kınamakla” kalmaması, hükümetin daha Cumhurbaşkanı’nın iki hafta önce ziyaret ettiği Çin’le meseleyi doğrudan görüşmesi ve ciddî tavır ve yaptırımlarda bulunması icâb ediyor. Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye’nin Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki olayların tâkipçisi olmasının tabiî olduğu” benzeri dolambaçlı “diplomatik açıklamalar”la geçiştirmek yerine, daha aktif bir politika izlemeli. İlgili grupların itidal içinde davranarak tırmanmayı ve yeni gerginlikleri önleyecek bir olgunluk içinde hareket etmelerini Pekin’den beklerken, beynelmilel mekânizmaların harekete geçmesine çalışmalı. Binlerce gözaltı ve tutuklamalara, süregelen yaygın işkenceye ve insanlık suçuna mutlaka son verilmeli. Ankara katliâma suskun kalmamalı. Evvela katliâmın durması için siyasî irâdeyi ortaya koymalı. Pekin’e, Asya’nın ortasında bölgenin mühim bir aktörü olan Çin’in ve bütün kıt’anın geleceğini fevkalâde yakından ilgilendiren “büyük oyun”a gelmemesi için uluslar arası ve ikili bütün irtibat kanallarını kullanmalı… Ayrıca İslâm Konferansı Teşkilâtı çerçevesinde bütün İslâm ülkeleri bir araya gelip Çin’e baskı uygulamalı. Doğu Türkistan dünya medyasına ve tarafsız gözlemcilere açılmalı…
“ÇİN HESAPLARI…” Doğrusu, Müslüman Uygur Türkleri tarih boyunca Çin mezâlimi altında. Çin’de öteden beri bölgedeki başta dinî özgürlükleri ve eğitim hakkı olmak üzere Müslüman Uygurların temel hak ve hürriyetlerinin verilmediği, insan haklarının ihlâl edildiği bilinen bir gerçek. Bu konudaki talepleri Çin hükûmetinin büyük bir öfke ve zulümle bastırdığı, hâlen binlerce Uygur’un Çin hapishanelerinde işkence görmesiyle ortada… Görünen o ki, özellikle Batılı egemenlerin Asya’nın kalbinde bir dev gibi büyüyen Çin ve bölge üzerindeki hesapları ve hevesleri devrede. Çin’in bu zulüm ve vahşetini istismar edip iç savaşa sürüklenmesinde istimal edilmekte. Zira öteden beri Çin’i hazmedemeyen ABD’nin, Irak’ı işgal edip iki milyon insanı katletmesine, işgali altındaki Afganistan’da yüzbinlerce sivili kendi icâdı “Taliban gerekçesi”yle öldürmesine bakmadan, Çin’in bu “yumuşak karnı”nı kullanıyor. Hergün onlarca, yüzlerce insanın bombalandığı Pakistan’ı “terörle mücadele” bahanesiyle mahvedip bölünmenin eşiğine getiren; en son İran’daki kışkırtmalarda ve Honduras’ta meşru devlet başkanını deviren ve kaçıran darbede parmağı olduğu açığa çıkan ABD’nin, “insan hakları karnesi” zayıf olan Çin’e bu bahaneyle bir kumpas kurduğu belirtiliyor. Bu bakımdan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da dikkat çektiği gibi, “olaylara sebep olan müsebbiplerin bulunması,” olayları çıkartan ve ortalığı kaos ve kargaşaya verilmesine sebebiyet veren provokatörlerin tesbiti açısından oldukça önemli. Ankara Pekin’e yanlış politikaların akıbetini anlatmalı; Çin’i vatandaşlarına zulüm ve vahşetten, vazgeçirmeli… 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Doğru söyleyene destek gerekmez mi? |
BOLU Valisi Halil İbrahim Akpınar’ın 19 Haziran 2009’da düzenlenen “Abant Platformu” toplantısında yaptığı konuşma bazılarında ciddî rahatsızlığa sebep olmuş ve valinin konuşması hakkında ‘soruşturma’ açılmış. Herhangi bir konuşma ya da hareket hakkında soruşturma açılması, illâ ki o hareketin cezalandırılacağı anlamına gelmeyebilir. Fakat Vali Akpınar’ın dile getirdiği gerçeklerden ürkerek, konuşma hakkında soruşturma açılmış olmasını, hele hele 2009 yılında anlamak mümkün değildir. Peki, Bolu Valisi Akpınar o konuşmasında ne demişti? Özetle dediği şuydu: “Aradan geçen uzun yıllara rağmen, zaten pek de iyi olmayan demokratik hayatımıza tecavüz eden darbecileri yargılayamadık, bu millete revâ gördükleri yargısız infazların, işkence ve kötü muâmelelerin hesabını soramadık.” (Yeni Asya, 20 Haziran 2009) Vali Akpınar, o konuşmasında şunları da söylemişti: “Bugün demokratik hayatımızın önündeki en büyük engel, hiç şüphesiz, darbeci generallerin anayasasıdır. Mevcut anayasa, halkın iradesini pek fazla önemsemeden, oligarşik bürokrasinin vesâyetinde sınırlı bir demokrasi öngörmektedir. Temel felsefesi, kurulması hayal edilen, istenilen rejime sadık siyasî partilerin, halkın çoğunluk oyunu alıp iktidara gelemeyeceği varsayımı üzerine kuruludur. Mevcut anayasa ve ilgili mevzuât ile ‘Halkın iradesi sonucu oluşan Meclis’in ve hükûmetin elini kolunu bağlayıp, iktidarı bir türlü muktedir konuma getirmeyecek mekanizmalar yoluyla, oligarşik jakoben bürokrasi hâkimiyeti sürdürülmelidir’ düşüncesini sürekli hâkim kılacak kurum ve düzenlemeler getirilmiştir.” Konuşmasında 27 Mayıs ihtilâlini de eleştiren Bolu Valisi, bu konuda da şöyle demiş: “Düzmece yargılama sonucu katlettikleri Başbakan ve iki bakanın acısını bile yüreğimize gömdük. Ülkemizde halkın iradesini bir türlü içine sindiremeyen kişi ve gruplar, içinde bulunduğumuz bu dönemde bile hâlâ Baas Rejimi ya da bir çeşit Pol Pot Rejimi özlemiyle hükümeti devirmeyi, binlerce kişiyi yok etmeyi planlıyorlar. Bu kişi ve gruplar, halkın iradesine karşı plan yapmaktan ne usanıyorlar, ne de utanıyorlar. Her türlü kanunsuz, ahlâka mugayir yol ve yöntemi kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Üstelik geçmişte bu işleri yapmış olanların cezalandırılması bir yana, ödüllendirilmiş olmaları bu gibi kişileri teşvik ediyor.” O günkü toplantıda konuşan Vali Akpınar uzun süre alkışlanmış, ama anlaşılıyor ki aradan bir kaç gün geçince bu defa da ‘soruşturma’ açılmış. Elbette böyle gariplikler ilk defa yaşanmıyor. “Doğru söyleyeni 11 köyden kovma” alışkanlığını devam ettirmek isteyenler var. İşte bu anlayışa karşı çıkmak lâzım. Hadisenin hukukî yönü bir yana, bu konuşma millet ekseriyetinin yüreğine su serpen doğru tesbitlerin dile getirilmesinden ibarettir. Dolayısı ile “doğru söyleyeni kovma” alışkanlığına bir son vermek durumundayız. Gerçi, Vali Akpınar, sözlerinin arkasında olduğunu dile getirmiş, ama sadece onun bunu söylemesi yetmez. Gerçeklerin ortaya çıkması için gayret sarf eden herkesin, hepimizin bu “doğru söz”lere sahip çıkması gerekir. Bu bakımdan sivil toplum kuruluşlarına da iş düşüyor. Aynı zamanda milletin hak ve hukukunu mufazafa için yola çıktığını ilân eden siyasî partilere de iş düşüyor. Onlar da bu gerçekleri dile getirenlere ve bilhassa bu tesbitlere sahip çıktıklarını ilân etmek durumundadırlar. Aksi halde, “doğru söyleyenin kovulmasını seyredenler kervanı”na katılmış olmaktan kurtulamazlar. Abant Platformu’nun toplantısında “12 Eylül ve demokratikleşme” konusunda yaptığı konuşma dolayısıyla hakkında inceleme başlatılan Vali Akpınar, “Ben yine her fırsatta demokrasi, insan hakları ve özgür toplum konusunda konuşacağım. Onların beklediği anlamda uslanmayacağım” demeyi sürdürmüş. (Milliyet, 9 Temmuz 2009) Konuşma önemli, ama bu konuşmaya sahip çıkmak, doğruda sebat etmek de çok önemli. İnşallah gerçekleri dile getiren vali ve bilcümle yöneticilerin sayısı artar. Aksi halde bu karanlıktan nasıl kurtulabiliriz ki? 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Doğu Türkistan |
Bundan on dört yıl önce, 1995 Mayıs’ında Cumhurbaşkanı Demirel’in çıktığı Uzakdoğu gezisinin Çin ayağında Pekin, Xian ve Şanghay’a gitmiş; Gül’ün iki hafta önceki Çin gezisinde uğradığı tarihî Xian Camiini biz de heyetle birlikte ziyaret etmiş; daha sonra iş adamı dostumuz Ali Rıza Arslan’la beraber bir Şanghay camiinde Cuma namazı kılmıştık. Demirel’in o ziyaretindeki uğrak yerleri arasında bizim Doğu Türkistan olarak bildiğimiz ve Çin’in Sincan Özerk Uygur bölgesi olarak adlandırdığı yer bulunmadığı için orayı görememiştik. Buna karşılık, Şanghay’da gittiğimiz camiye Cuma namazı kılmak için gelen bazı Uygur Türkleriyle ayaküstü sohbet imkânı bulmuştuk. Demirel’in heyetteki gazetecilerle yaptığı basın toplantısında Doğu Türkistan meselesini sorduğumuzda ise onun bu hassas konuda çok temkinli ve dikkatli bir dil kullandığını görmüştük. Verdiği cevabın özeti, Türkiye’nin bu konuda Pekin’i rahatsız ve tahrik etmeden Doğu Türkistanlıların durumunu tedrîcen iyileştirmeye ve bunun için ekonomik, ticarî, kültürel ilişkileri geliştirmeye yönelik bir politika uyguladığı idi. Ve bu, benzer sıkıntıların söz konusu olduğu Rusya, Bulgaristan, Romanya, Irak, hattâ İsrail gibi ülkelerle ilişkilerde de geçerli olmak üzere tesbit edilen politikanın Çin’deki yansıması idi. Sınırları içinde dindaş, soydaş, akraba olduğumuz azınlıkların yaşadığı ülkelerle, söz konusu kesimleri, bağlı oldukları ülke yönetimleriyle iyi geçinen “dostluk köprüleri” olarak niteleyip buna teşvik etmek ve provokasyonlardan uzak tutmaya gayret etmek, bu politikanın bir parçasıydı. Madalyonun diğer yüzünde ise, bilhassa baskıcı rejimleri bu azınlıklara yönelik daha ileri tazyiklerden aynı yolla, yani ikili ilişkileri düzgün tutmaya ve geliştirmeye çalışmak suretiyle alıkoyma hesabı gibi bir strateji yer almaktaydı. Bu politika zaman zaman gönüllerdeki temennî ve ideallerle pek örtüşmeyen sonuçlar üretse dahi, parametreleri özellikle uluslararası aktörlerce tayin edilen reel politikanın duygulara yer vermeyen insafsız şablonları karşısında takip edilebilecek “en ehven yol” haline gelebiliyor. Yeter ki, acziyet ve teslimiyet izlenimi uyandırmadan, dengeli bir dirayetle uygulanabilsin.
İşin içinde başka işler mi var? Gül’ün gezisinde, Türkiye’nin bir talebi olmadığı halde Çin’in programa Sincan ziyaretini de eklemesi bir jest ve bu eksende devam ettirilen politikaların olumlu neticelerinden biri olarak yorumlanmışken, bölgede on gün sonra patlak veren kanlı hadiselere nasıl bir izah getirilebilir? Kendisi açısından en hassas bir alanda, mecbur olmadığı halde Türkiye’ye jest yapma ihtiyacı duyan Çin, nasıl oluyor da, on gün sonra acımasız bir şekilde Uygurların üzerine gidiyor? Burada, işin içinde daha başka işler var gibi. Elbette ki, Doğu Türkistan’da yılların birikimi olan sancı ve sıkıntılar hâlâ büyük ölçüde devam ediyor. Pekin’in asimilasyon ve baskı politikaları Uygurları hâlâ bunaltıyor. Ama SSCB sonrasındaki Rusya’da olduğu gibi, Mao sonrası Çin’de de, eski politikaların tedrîcen yumuşamaya ve baskıların nisbeten dahi olsa hafiflemeye başladığı bir sürecin yaşandığı da bir vâkıa olsa gerek. Çünkü dünya şartları bunu gerektiriyor. Bu şartlarda Çin de komünist bir diktatörlük olarak yola devamının artık imkânsız hale geldiğini görüyor ve bunun gerektirdiği değişimin sancısını yaşıyor. Dahası, mallarıyla istilâ ettiği dünyada ekonomik dengeleri kendi lehine alt üst eden bir küresel oyuncu haline gelmenin tadını çıkarırken, bu yolda daha ileri ataklar yapma çabasını sürdüren bir ülke, niye eski kötü imajını canlandıracak bir katliâma yönelsin? Bunun mantıklı bir izahı olabilir mi? Son olaylarda, yumuşak karnı olan Doğu Türkistan üzerinden Çin’i ve dolaylı olarak Türkiye’yi zora sokup başka hesapları kotarma amaçlı bir provokasyon tezgâhı sahneleniyor olmasın! 10.07.2009 E-Posta: [email protected] |