Basından Seçmeler |
TSK ve Microsoft
Son günlerde Türkiye, siyasi içerikli bir dizi polisiye konuya kilitlenmiş durumda.12 Haziran günü Taraf gazetesinin yayınladığı belge ya da kâğıt parçasının üzerindeki imza meselesi ve daha da önemlisi belgenin içeriği tırmanan siyasi-polisiye konuların şahikası oldu. Ağır ceza kapsamına giren ve askerî kişilerin işlediği suçların sivil mahkemelerde yargılanmasına kapı açan kanunun Çankaya’ya gönderilmesi ve günlerdir imzanın beklenmesi de benzer bir tartışma yarattı. Bu iki olay arasında kanımca en büyük benzerlik her iki olayın da özünü atlayıp süreçlere toplum olarak fazla takılmış olmamız; doğrudur, süreçler önemlidir ama içerik ön planda olduğu ölçüde. Her iki olay da maalesef Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir kurum olarak ön plana çıktığı olaylar. Gerek altında bir kurmay albayın imzasının bulunduğu iddia edilen belge, gerek askerlerin askerlik hizmetinin doğasının dışındaki konularda (darbecilik gibi) sivil yargıda yargılanmalarına kapı açan kanun, ilk bakışta demokrasi ve hukuk devletini ilgilendiren konular gibi duruyorlar. Doğrudur, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerindeki kurumsal ve hukuki denge dünyada hiçbir demokratik ülkede yok, AB ülkelerinin hiçbirinde olması mümkün değil ve bu açıdan bakıldığında mesele tam da bir demokrasi ve hukuk devleti meselesi. Ama sivil-asker ilişkilerinin bu kadar çarpık olmasının yegane etkisi demokrasi ve hukuk devleti üzerine mi, yoksa bugünden çok iyi hesaplanmayan daha kötü sonuçlar da üretebilir mi, bunu da iyi tartışmak lazım; çok kısa bir ufuk turu ve özet yapalım. Taraf gazetesinin yayınladığı belge krizinde etrafta uçuşan ihtimaller üç ana grupta toplanıyor; bir, bu belge TSK içinde emir-komuta zinciri içinde hazırlanmış bir belgedir; iki, bu belge Genelkurmay Başkanı ya da kuvvet komutanlarının bilgisi dışında ama TSK içinde bir cunta tarafından hazırlamış bir belgedir; üç, bu belge F tipi diye adlandırılan bir polis örgütlenmesi tarafından TSK’yı yıpratmak, zor durumda bırakmak için hazırlanmış bir belgedir. Etrafta konuşulan ihtimalleri bu üç grup içinde bir yere koymak mümkün; bizler de biraz dünya görüşümüz doğrultusunda bu tezlerden birine daha sıcak bakabiliyoruz. Ancak, bu tezlerden üçünün de ortak noktası meselenin devlet içinde bir skandala işaret ettiğidir. Bu çapta bir devlet skandalının üzerine gitmenin de bizim anayasamız çerçevesinde en etkin yolu Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olan Devlet Denetleme Kurulu’nu Cumhurbaşkanı’nın emriyle (Anayasa m. 108) devreye sokup gerekli inceleme, araştırma ve denetlemeyi yaptırmaktır. Ancak, heyhat, aynı maddenin (Anayasa 108) ikinci paragrafı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, hukuken, anayasa mantığı açısından anlaşılmaz bir biçimde denetlenme kapsamı dışına itiyor. Anayasa’nın başka maddelerinde TSK’ya tanınan ve hukuken çok da anlamlı durmayan, başka hukuk devletlerinde olmayan ayrıcalıklar da mevcut. Anayasa’nın 125. maddesi her türlü idari tasarrufun yargı denetiminde olduğunu hükme bağlıyor ama bir bakıyorsunuz, ikinci paragrafta TSK’ya ilişkin YAŞ kararlarında yargı yolu kapalı. Son günlerde çok tartışılan Anayasa’nın 145., 156. ve 157. maddeleri TSK’ya ayrı bir yargı dünyası düzenliyorlar; 156. ve 157. maddeler üstelik bir de bu askerî yargı yolunun sivil temyiz aşamalarını da kapatıyor, askerî yargıtay ve askerî yüksek idare mahkemesi ihdas ediyorlar. 1967 tarihli ve halen yürürlükte olan Sayıştay Kanunu, kimi yönetmelikler askerî harcamaların ve askerî malların mutlak bir sivil denetimine engel oluşturuyorlar; Anayasa’nın 160. maddesinde bu doğrultuda bir değişiklik yapılmıştır ama anayasa değişikliği yasa ve yönetmelik tadilleriyle desteklenmediği sürece pratik bir anlam taşımıyor. Bu dört konu sadece yüzeysel bir örnekleme, daha da ileriye gitmek mümkün. Bir kurum, TSK, düşünün ki, Devlet Denetleme Kurulu kapsamı dışına alınmış, terfi ve atama kararları yargı denetimine tabi değil, kendi yargısını kendi düzenliyor ve harcamalarının denetimini de kendi yapmak istiyor. Bu konular, doğrudur, sıradan bir demokraside ve hukuk devletinde kabul edilemeyecek konulardır, hiçbir AB ülkesinde böyle bir yapıyla karşılaşamazsınız. Bu yapı bir süredir ülkemizde hukuk devleti ilkesi çerçevesinde tartışılıyor ama tartışılmayan, daha doğrusu dikkatlerin üzerinde odaklanmadığı konu bu yapılanmanın, bu ayrıcalıklar bütününün bir kurumun, mesela TSK’nın etkin işlemesine ne kadar yardımcı olduğu. Hukuken bu kadar korunan, yaklaşık her türlü denetime kapalı bir kurumun aslî işlerini, ülke savunması kamu hizmeti işlevini etkin bir biçimde yerine getirmesi mümkün müdür? Dikkat ederseniz bu aşamada geldiğimiz nokta artık bir demokrasi, hukuk devleti meselesi değil, etkinlik meselesidir. Gelelim yazımın başlığına, Microsoft konusuna ve biraz fantezi yapalım. Microsoft şirketi bildiğimiz gibi dünyanın en büyük firmalarının başında geliyor ve çok etkin işleyen, işletilen bir firma; büyüklüğü de bazen ABD ve AB rekabet kurumlarında başına işler açıyor. Acaba Microsoft da, TSK gibi temel hukuksal denetim mekanizmalarının dışında bir firma olsa idi, bugünkü konumuna gelebilir mi idi? Microsoft da, tıpkı TSK’yı Sayıştay’ın doğru dürüst denetleyememesi gibi, IRS’in (ABD vergi denetim kurumu) denetimi dışında olsa idi sonuç ne olur idi? Microsoft, yine aynen TSK’nın YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında olması gibi, mesela işten adam atma konularında ABD iş mahkemelerinin denetimi dışında kalmayı becerebilse idi acaba ne olur idi? Microsoft, yine aynen TSK’da olduğu gibi, kendi yargı düzenini kendi kurmuş olsa, sivil yargının yetkisini kabul etmese, denetleme kurum ve kurallarına kapısını kapatsa ne olur idi? Eminim Microsoft’ta böyle ufuksuz yönetici yoktur ama sıradan bir yönetici bu ayrıcalıkları kendi lehine işleyecek düzenlemeler olarak görme hatasını işleyebilir ve bu denetimsizlik ortamı da çok kısa vadede Microsoft’u batırır. TSK’nın bugün sahip olduğu çok ayrıcalıklı hukuksal korunma kalkanlarının da orta vadede bir demokrasi ve hukuk devleti meseleleri olmaktan çıkıp TSK’nın bekası meselesine dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir ve aklı başında yurttaşların da böyle kaygıları mevcuttur. Bu tehlikeyi sezecek askerî komutanlar Türkiye’nin özlemidir.
Zaman, 9.7.2009 |
Eser Karakaş 10.07.2009 |
Bastonuyla panzerlere yürüyen Uygur anası
Çinli askerler etten bir duvar örmüş. Önlerinde panzerler. Dünyanın en kalabalık ordusu tüm gücüyle gövde gösterisi yapıyor. Zaten esaretten farksız dünyalarını daha da kuşatmak, hayatları kelepçelemek için binlerce asker meydanları kuşatmış. Bu askerlerin tek işlevi Müslüman Uygurların kendilerini savunmalarını engellemek. Arkasında dünyanın en büyük baskı rejiminin ordusunu alan kışkırtılmış Çinliler binlerce yıldır bu topraklarda yerleşik Uygurları toptan temizlemek için sanki bu etten duvarın arkasında fırsat gözlüyor. Meydanda tek başına bir kadın. Bir elinde bastonuyla yılların yükünü taşıdığı yaşlı bedeniyle ağır ama kendinden emin şekilde ilerliyor. Başörtüsü ve kıyafetiyle Müslüman bir Uygur anası… Binlerce yıldır atalarının yaşadığı, medeniyet kurduğu toprakların sahibi olmanın özgüveniyle panzerlere doğru ilerliyor… Bu fotoğrafın Doğu Türkistan’ı anlamlandırmada sembolik değeri son derce yüksek… Erkekleri katledilen, hayatta kalanlarının toplanarak bilinmeze götürüldüğü bir çatışma ortamında dünyaya verilen bir mesaj. Çığırtkanlıktan uzak, mazlum ve haklı. İmanla haklı olmanın, haksızlığa uğramakla asaletin aynı anda temsil edildiği bir davanın sembolü, bu yaşlı Uygur kadının panzerlere karşı bastonuyla yürüyüşü olabilirdi. Yeterince güçlü olmasa da haklı. Doğu Türkistan Çin esaretini hiç bir zaman kabul etmedi. Yenik düşse de pes etmedi. Müslüman kalarak özgürlüğünü korumak için onlarca kez isyan etti… Bastonuyla yürüyen başörtülü bu kadının resmini hafızalara iyi kazımak gerekir. Özgürlük aşkıyla inanç, cesaretle beraber kuşatılmışlık ancak böylesine tek kare fotoğrafa sığdırılabilirdi… Çin her ne kadar terör eylemi diye yaftalasa da, özellikle 11 Eylül’den sonra bu söylemi İsrail gibi sonuna kadar istismar ederek Müslüman Uygurları topyekün cezalandırmak için daha da pervasızlaşsa da Doğu Türkistan’daki özgürlük ateşinin kolay kolay sönmesi beklenmemeli… Çünkü orada, başka Orta Asya toplumlarında nadir görülen bir tarihi, sosyolojik farklılık var. Medeniyet kurmuş bir toplumun dili, kültürü, toplumsal yapısıyla direnişi söz konusu... Doğu Türkistan’da iki medeniyet karşı karşıya gelmiş durumda. Olay sadece işgalci bir yönetimin zayıf bir halkı sömürgeleştirmesi, toprağını işgal etmesinden ibaret değil. Çin uygarlığının tarihi derinliğinin materyalist yorumuyla küresel güç olarak çıkmaya hazırlanırken farklı bir medeniyetin yani İslam medeniyetinin temsilcisi, tarihi anlamda da en verimli birikimine sahip bir halkı asimile etme çabasıyla karşı karşıyayız. Çin, etnik farklılıklardan çok büyük Çin uygarlığının içinde farklı kültürleri eriterek bir ulus inşa etmeye çalışıyor. Buna direnen en büyük unsur da Uygurlar. Bu direnişi her ne pahasına olursa olsun kırmaya çalışıyor Çin’in. Güneyden getirttiği büyük Han soyundan Çinlilerle demografik dengeyi alt üst etmeye çalışıyor. Mesela Uygur kenti Urumçi artık büyük oranda Çinli nüfusun işgali altındadır ve Uygurlar birkaç gettoya sıkışık halde varlık mücadelesi veriyor. Uygur ve diğer Müslümanları kültürel olarak asimile etmek, camileri bile kapatarak İslam’ın izini silmek, Uygur dilinin unutulmasını sağlayacak biçimde sosyal hayattan elimine etmek günlük uygulamanın parsçıdır. Varoşlara itilmiş Uygurları sosyoekonomik olarak ezerek soluksuz bırakırken bunları da acımasız askeri yöntemlere başvurarak gerçekleştirmek.. Uygurlar daha geniş anlamda Doğu Türkistan, gelecekte karşılaşacağı ve baş etmesi gereken bu sorunlar karşısında destek olacak çok güçlü siyasi ve ekonomik imkandan mahrum ne yazık ki.. Gelecek dönemde Çin’in uluslararası düzeyde izleyeceği İslam politikası Doğu Türkistanlıların geleceğini önemli ölçüde belirleyecek. Çin içeride İslam’ı bastırırken dışarıda İslam dünyasıyla yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyor. Amerika’nın hegemonik hedefleri karşısında bunu dengelemek isteyen İslam ülkeleri ister istemez Çin’le yakınlaşacaktır. Bu denge sadece askeri boyutta değil aynı zamanda ekonomik anlamda bazı ülkeleri zorluyor… Amerika’ya karşı küresel ittifak oluşturmak isteyen Çin’in de İslam dünyasına ihtiyacı var. Pakistan’dan Sudan’a kadar uzanan alan aslında iki büyük gücün kapışma alanıdır. Bu süreçte Çin’in bir şekilde zaaflarını ortaya çıkarmak isteyecek olan Amerika’nın elindeki en büyük koz Uygurlar olacaktır. Uygurları Çin’i köşeye sıkıştırmak için kullanmak isteyecek olan ABD’nin Doğu Türkistan’ın derdine ne kadar deva olacağını tahmin etmek güç değil. İslam dünyasıyla yakınlaşan, askeri ve ekonomik olarak destek olan Çin’in de Doğu Türkistan konusunda zaten isteksiz, iradesiz ve güçsüz olan Müslüman ülkeleri ikna etmesi güç olmayacak. Bunun en somut örneği Pakistan’la kurduğu geleneksel ilişkide gözlemlenebilir. Bir yanda Amerika’nın Çin’i köşeye sıkıştırmak için Uygurları kullanması diğer tarafta onu dengelemek için Çin’e yakınlaşan Müslüman ülkelerin çelişkisi arasında kalan mazlum bir halktan söz ediyoruz. Anadolu’da açılan parklara verilen Doğu Türkistan isminin bile kaldırılmasında etkili olan bir Çin politikası karşısında Uygurları gerçekten zor bir dönem bekliyor. Bu açmazı kıracak tek umut bastonuyla panzerlere karşı yürüyen Uygur anasının yüreğindeki özgürlük aşkı olsa gerek…
Yeni Şafak, 9.7.2009 |
Akif Emre 10.07.2009 |