M. Latif SALİHOĞLU |
|
Mânevî buhranın geniş coğrafyası |
Mardin'in Bilge Köyündeki vahşî katliâm üzerine değerlendirme yapan bazı kimseler, bu hadiseyi bölgeye has ve Kürtlere mahsus lokal bir vakıa şeklinde yorumlamaya çalıştılar. Hatta, bazıları daha ileri giderek "Asıl problem, Kürtlerin genlerinde var" demeye getirdiler. Ne kadar yanlış, ne kadar sakıncalı bir bakış tarzı değil mi? Bu minvâl üzere yorum/değerlendirme yapanlar, hani dünyada olup bitenleri göremeyecek kadar kör, duyamayacakları kadar sağır olsalar, siz de üzerinde durmaz geçersiniz. Ancak, durum öyle değil. Aralarında yüksek tahsil yapmış, dünyanın dört bir yanını gezip görmüş öyle isimlere rastlıyoruz ki, hayret etmemek elde değil. Demek ki, yaşanan vahşeti özellikle Kürtlükle irtibatlandırarak yorumlayanlar, ya kasdî bir saptırmada bulunuyor, ya da basireti bağlandığı için hakikate nüfûz edemiyor. Evet, kan dâvâları, aşiret zıtlaşmaları, kabile husûmetleri, nâmus cinayetleri, arazi anlaşmazlıkları ve bunlara bağlı olarak yaşanan kanlı boğuşmalar Şark'ta ve özellikle Kürtler arasında ne yazık ki yaygın bir hâl almıştır. Lokal çapta bakıldığında da, hadiselerin oranı hayli yüksek çıkmaktadır. Ne var ki, bu vaziyetin Kürtlükle doğrudan bir alâkası yoktur. Katliâma varan bu tür cinayetlerin cehaletle, zaruretle, fakirlikle ve bilhassa "mânevî buhran"la doğrudan bir münasebeti vardır ki, bunu görememek kadar bir körlük, bir basiretsizlik düşünemiyoruz. Bakınız, daha çok yakın bir zamanda (iki hafta önce) Azerbaycan'ın başkenti Bakü'deki bir üniversitede görenleri dehşet içinde bırakan bir katliâm yaşandı. Petrol Akademisini basan Gürcü asıllı silâhlı bir şahıs önüne geleni vurarak 20'den fazla insanı öldürdü ve bir o kadar kişiyi de yaraladı. Keza, benzer bir hadise iki ay kadar evvel (10 Mart) Almanya'da yaşandı. 17 yaşındaki bir genç, kendi okulunu basarak tam 17 kişinin canına kıydı ve çok sayıda kişiyi de yaraladı. Misâller bunlarla sınırlı değil. Daha evvelki yıllarda Rusya'da, Ukrayna'da, İngiltere'de ve hatta Amerika'da da benzer hadiseler yaşandı. Bunalıma giren, yahut cinnet geçiren saldırganlar, birçok yerde ev, okul ve işyerlerini basarak veya yangın çıkararak katliam yaptılar. Allah aşkına, dünyanın muhtelif yerlerinde bu tür katliâmı yapanların Kürt, Türk, Gürcü, Alman, yahut İngiliz menşeinden olmakla bir alâkası olabilir mi? Bu nasıl bir mantık? Keza, meseleye etnik bir nazarla bakarak değerlendirme yapmanın ilimle, irfanla, vicdanla, hatta insanlıkla bağdaşır bir yönü olabilir mi? O halde, asıl problem, temel hastalık "mânevî buhran"dır. Başka hastalıkları da tetikleme potansiyeline sahip olan mânevî buhran, lokal, mevziî, yahut bölgesel değil, umumîdir; dünya geneline yayılmış bulaşıcı bir illettir. Esasen, böyle olduğu içindir ki, Said Nursî tâ 50–60 sene öncesinden âdeta feverân ederek, dünyanın büyük bir mânevî buhran geçirdiğini söylüyor ve buna karşı tesirli çarelerden bahsediyor. Nursî, kendisiyle sebepsiz yere uğraşanlara da seslenerek, bundan vazgeçmelerini, çünkü kendisinin, eserleri ve talebeleriyle birlikte elli sene sonra gelecek nesli dehşetli mânevî tehlikelerden kurtarmaya çalıştıklarını söylüyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 20)
Tarihin yorumu 11 Mayıs 1949
İsrail "barışsever" midir?
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan görüşmelerin ardından, bir yıl önce (14 Mayıs 1948) tanınan İsrail Devletinin BM üyesi ülke olmasına karar verildi. (11 Mayıs 1949) Bu kararın verilmesinde, BM Güvenlik Konseyinin "İsrail barışsever bir ülkedir" diye kanaat belirtmesinin çok büyük rolü oldu. Oysa, İsrail Devleti, tarihinin hiçbir devresinde "adil ve kalıcı barış" yanlısı olmamıştır. Daima savaştan yana olmuş, hatta önüne gelen fırsatı savaşarak toprak işgal etmek maksadıyla kullanmıştır. Esasında, Filistin toprakları üzerinde son altmış yılda değişen harita değişikliğine bakıldığında da, İsrail'in nasıl savaşsever ve işgalci bir devlet olduğu kendiliğinden anlaşılır. İsrail'in Ortadoğu'da bir çıbanbaşı haline gelmesinin tarihçesi çok eskilere dayanır. Ancak, bu topluluğun toprak zapt etme ve yayılmacı politikaları realize etmeye başlaması, daha çok Osmanlı'nın İngilizler karşısında bölgede zaafa uğradığı 1917 yılına dayanır. Filistin topraklarını işgal eden İngilizler, burayı adım adım Yahudilere peşkeş eden bir politika yürüttüler. Birinci Dünya Savaşından sonra, Filistin topraklarına yoğun bir Yahudi göçü yaşandı. İkinci Dünya Savaşında ise, özellikle Almanya ve Rusya'dan kaçmak mecburiyetinde kalan Yahudilerin ilk tercihi, yine Filistin toprakları oldu. Çünkü, burada onların eski peygamberlerinin mezarları var ve bu topraklar onlar için en kutsal bir coğrafyadır. Tarih boyunca dünyanın hemen her yerinde ezilen ve eziyet gören Yahudilerin, Filistin'de tam tersi bir konuma gelebilmelerinin, yani ezen ve eziyet veren bir unsur haline gelebilmelerinin en mühim sebebi, esasen onlardaki bu moral ve mânevî değerlerin korunması, yaşatılması yönündeki inanç, azim ve kararlılık gösterisidir. Bu inanç uğruna her türlü savaşı göze aldığı içindir ki, İsrail asla ve kat'a "barışsever" bir devlet olamıyor. 11.05.2009 E-Posta: [email protected] |